Kategori arşivi: Yazılar

Uzaya Çık, Çocukları Kurtar!

Christopher Nolan’ın (şimdilik birinci) ‘Yıldızlararası’ serüveni aciliyetten kaynaklanıyor. İngilizce adıyla ‘Interstellar’ dünyamızı tehdit eden ekolojik bozulmaların çığırından çıktığı çok uzak olmayan bir ürkütücü gelecekte geçmekte. Amerikan kırsalından gözlemlediğimiz kadarıyla dünyanın sonu yaklaşmak üzere. Buğdaylar çoktan ölmüş, yiyecek sıkıntısı had safhada, toz fırtınaları her yanı kaplamış. Eski pilot Cooper’ın yolu işte böyle bir ortamda gizlice faaliyetlerini sürdüren NASA bilim adamlarıyla kesişir. Havadaki oksijen giderek azalmaktadır. Dünyada yaşayan belki de son nesli kurtarmak için bir şeyler yapmak lazımdır. Hedef dünyayı kurtarmak değil, uzayın derinliklerinde insanoğlunun yaşayabileceği güvenli bir yuva bulmaktır. Evrenin bilinmezliklerine uzanan keşif macerası işte böyle başlar.

Unutulmaz ‘Akıl Defteri / Memento’ ve ‘Başlangıç / Inception’ın yaratıcısı, çağdaş sinemanın bellek oyunları ve düşlerin gizemi üzerine kafa yormuş önemli ismi Nolan’ın uzaya açılması epeydir bekleniyordu. Önceleri Steven Spielberg’in çekeceği yolunda söylentiler çıkmış olsa da ‘Interstellar’ projesi Nolan kardeşlere teslim edildi nihayetinde. Kariyeri boyunca yanında olmuş kardeşi Jonathan ile birlikte yazdıkları senaryo, adı yürütücü yapımcılar arasında geçen fizikçi Kip Thorne’un katkılarıyla tamamlanmış. Bu açıdan bilimsel verilerle yüklü bir metin bekliyor izleyiciyi. Rabelais’nin iştahlı devi Gargantua’nın adıyla hitap edilen çekim gücü yüksek kara deliklere ya da uzay zamanın bükülmesini sağlayarak milyarlarca kilometre uzaklıktaki gezegenlere ulaşmada kestirme yol oluşturan solucan deliklerine 1997 yapımı ‘Mesaj / Contact’ filminden aşinayız gerçi. Keza filmin anahtar gelişmelerinden zaman içinde yolculuk, H. G. Welles’in benzersiz romanlarından bilim kurgu klasiklerine birçok kez ele alındı daha önce. Nolan’ın becerisi henüz kanıtlanmamış bilimsel teorilerin ışığı altında gelişen bu fikir jimnastiğini benzersiz bir görsel şölen eşliğinde sunabilmesi. Uzayda güvenli bir yuva arayışındaki uğranan noktaları, her biri kendi içinde beklenmedik tehlikeler barındıran sırlarla yüklü gezegenlerarası yolculuğun ‘Yerçekimi / Gravity’nin açtığı yoldan ilerleyen görselliği mükemmel. Hans Zimmer’in 19. yüzyılı 20. yüzyıla bağlayan post-romantik bestecilerin eserlerinden ilham almışa benzeyen müzik çalışmasının bu şimdiden klasikleşmiş filme çok yakışmış olduğunu ayrıca belirtelim. Bilimsel tartışmaların yoğunluğu ise ‘Mesaj’da olduğu gibi duygu yüklü bir baba kız ilişkisiyle dengelenmeye çalışılmış. İnsanlığın kurtuluşu için girişilen mücadele baba ile akıllı inatçı kızının açtığı yoldan ilerliyor bir kez daha. Yazımızı sürpriz gelişmeleri açık etmeden, bu hayranlık uyandırıcı filmde Michael Caine’in okumuş olduğu Galli şair Dylan Thomas’ın ölmekte olan babası için yazdığı güzelim şiirinden alıntıyla noktalayalım: ‘Gitme o güzel geceye kibarca, öfkelen öfkelen ışığın ölümünün karşısında’…

(12 Kasım 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Selanik’te Ödüller Sahiplerini Buldu

55. Selanik Film Festivali’nin ilk ya da ikinci filmlerin yarıştığı Uluslarararası Yarışma ödülleri 08 Kasım Cumartesi akşamı Olympion Sineması’ndaki kapanış töreninde açıklandı. Theo Angelopoulos adına verilen en iyi film ödülü Altın İskender, geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine bir Meksika filminin oldu. Jorge Pérez Solano’nun ikinci uzun metrajı ‘La Tirisia’ (ya da İngilizce adıyla ‘Perpetual Sadness / Dinmeyen Hüzün’), aynı adamdan hamile kalmış iki kadının, Cheba ile Angeles Miguel’in Güneybatı Meksika’nın ücra beldesi Oaxaca’daki sessiz boyun eğişleri üzerine. Bu etkileyici çalışmasında yönetmen Solano söze fazla yer vermiyor, maço değerlerin hükmettiği fallik kaktüslerle bezeli erkekler dünyasını, ruhların buz kesmiş olduğu bu görmezden gelinmiş evrende kadınların derin hüzünlerini Cesar Guitierrez Miranda’nın enfes görüntüleri eşliğinde sessizce aktarmayı tercih ediyor.

Jüri özel ödülü olarak takdim edilen Gümüş İskender bu yıl bir İsrail yapımına gitti. İsrail Film ve Televizyon Akademisi’nden en iyi film ve yönetmen dahil beş dalda ödül kazanmış olan ‘Onun Yanında / At Li Layla’, bir apartman dairesinin kapalı ortamında biri zihin özürlü iki kız kardeş ile yaşamlarına sonradan katılan erkek arkadaşın birliktelikleri üzerine. Yönetmen Asaf Korman ilk uzun metrajında aşk, fedakârlık ve tahakküm arasındaki sınırları sorgulayan ilişkiler üzerine hayli ilginç bir psikolojik denemeye imza atmış.

Bir Bulgar yapımı olan Ders / Urok’, yenilikçi ve yaratıcı nitelikleriyle bir diğer jüri özel ödülüne layık görülerek Bronz İskender’i kazanırken en iyi senaryo ödülünün de sahibi oldu. Küçük bir taşra kasabasında öğretmenlik yapan genç kadının, bürokratik talihsizlikler nedeniyle evini kaybetme tehlikesiyle yüzyüze geldiğinde ahlaki değerlerini sorgulamak durumunda kalışı üzerine cinema verité tarzındaki bu ilginç çalışmanın ortak yazar ve yönetmenleri Kristina Grozeva ile Petar Valchanov.

Daha önceki yazımızda sözünü ettiğimiz ve yarışmanın başından beri favorimiz olan ‘Kabile / The Plemya – Tribe’ ise ilk filmini yapan Ukraynalı yetenekli sinemacı Myroslav Slaboshpytskiy’e festivalin en iyi yönetmen ödülünü kazandırdı. Amerikan yapımı ‘Kontrolünü Kaybetmiş Kız / She’s Lost Control’ün yıldızı Brooke Bloom en iyi kadın oyuncu, İsveç yapımı psikolojik gerilim ‘Blowly Park’ın şiddete bulanmış gencini canlandıran Sverrir Gudnason en iyi erkek oyuncu ödülünün sahibi oldular. Festivalin ‘Artistik Başarı Ödülü’ ise Estonya yapımı ‘Rüzgarda / Risttuules’ filmine verildi. Sovyet/Nazi işbirliğinin sonucu olarak 1941 Haziran’ında yük trenleriyle Sibirya’ya sürülen Baltık ülkesi vatandaşlarının dramını plan sekanslar ve büyüleyici bir siyah/beyaz estetikle sunan bu şiirsel film festivalin en iyilerindendi.

Yunan sinemasının 100. yılının parlak bir seçkiyle kutlanmasına da vesile olan bir Selanik Film Festivali daha sona ermiş oldu. Filmlerden arta kalan zamanlarda İzmir’in Kordon boyunu hatırlatan sahil şeridinde turladığımız, birbirinden şirin lokallerinde soluklandığımız, içinden tarih geçen caddelerinde gezindiğimiz bu güzel liman kentinde tatlı anılar biriktirdik, önümüzdeki yıl festivalde yeniden buluşmak üzere dostlarla sözleştik.

(09 Kasım 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Atillâ Dorsay’a Dair

Bilindiği gibi 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl “Sinemamızın 100 Yılı” temasıyla yola çıkıyor ve konsept bağlamında Onur Yazarı olarak -çok doğru bir kararla- Atillâ Dorsay’ı merkezine alıyor.

Fuar süresince elli civarında sinemasal etkinliğe ev sahipliği yapacak olan Fuar’da, yazarımızın imza atacağı çalışmalar arasında “Renkli Sinemaskop Bir Hayat: Atillâ Dorsay”, “Dorsay’ın Sanatçıları” ve “Yeşilçam’dan 100 Portre” sergileri de bulunuyor.

Ülkemizde sinema yazını denilince akla gelen ilk isimlerden olan ve 50 yıla yaklaşan bir sürede 30’un üzerinde kitap ve Cumhuriyet’ten Milliyet’e, Yeni Yüzyıl’dan Sabah’a birçok gazetede sayısız makale kaleme alan Dorsay’ın televizyon için hazırladığı program ve film gösterimleriyle de yeni kuşaklara verdiği ilhamı akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Sinema Yazınında Bir Doruk

Yıllar önce, 2007 sonbaharında yaptığımız bir söyleşide, “Türkiye’de kurumsallaşmış ve kendini kabul ettirmiş bir eleştiri kurumunun olduğunu söylemek kolay değil. Bu müzik, edebiyat gibi diğer dallar için de geçerli” diye söze giren yazar; ülkede, kendisiniden önceki sinema eleştirisini çok yakından takip ettiğini ve kimi isimlerden etkilendiğini vurgulamıştı:

“Bizim kuşağı etkileyen bir eleştirmen, 1950’lerin sonunda ve bütün 60’lar boyunca Milliyet’te yazan Tuncan Okan oldu. Yıldız verme olayını ilk defa o başlattı ve bizim kuşağı derinden etkiledi. Daha sonra eleştirmenlikten çok Türk sinema Tarihçisi kimliği baskın olan Nijat Özön’ü takip ettim. Yine eleştirmenlikten çok yazarlık kimliği ile sinemanın temel sorunlarına yaklaşma özelliği ağır basan Onat Kutlar bizim için birer öncü oldular ve daha sonra birçok eleştirmen gelip geçti.”

1966’dan bu yana inatla sinema üzerine yazı yazmanın nasıl bir duygu olduğunu sorduğumuzda, işin sırrının “tutku” olduğunu belirten Atillâ Dorsay, eleştiriyi sinemanın yan işlevi olarak görmediğinin altını çizmişti:

“Eleştiri olayı bütün sanatlarda olduğu gibi, ama özellikle de sinemada önemli; çünkü insanlar filmleri, bir kitaptan, bir tablodan daha çok tüketiyor. Her hafta sonu dünyada milyonlarca insan film izlemeye gidiyor. O yüzden sinema eleştirisi çok gerekli bir kurum; ancak ben sinema eleştirisini yazı yazmanın bir türü olarak görüyorum ve herşeyden önemlisi yazı yazmayı çok seviyorum.”

Dorsay, neden sinemanın yalnızca eleştiri kısmında yer aldığına ise “Sinema yapmak çok takdir ettiğim bir çaba; ama benim karakterimle bağdaşmıyor, onu herhalde beceremezdim” sözleriyle yanıt veriyordu.

Eleştiriyi Eleştirmek

“Yabancı filmleri eleştirdiğiniz zaman çok büyük bir sorun yok; çünkü onlardan tepki gelmesi olanaksız. Yerli sinemaya bulaştığınız anda sorunlar başlıyor. Ben ilk birkaç yıl -çok bilinçli bir seçim olmadan- yabancı sinema üzerine yazdım. O yıllarda Türk sinemasını Cumhuriyet’te Turan Gürkan yazardı. 1970 yılında Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filmi beni öylesine etkiledi ki onun üzerine bir yazı yazdım ve bunu kullandılar. O tarihten başlayarak –Umut benim için de bir dönüm noktasıdır- Türk sineması üzerine yazmaya başladım. Bir kültürün bahçesinde yaşıyorsanız o topraktan etkilenmemeniz mümkün değil. Dolayısıyla 70 yılından itibaren fiilen sinemamıza bulaştım ve o zaman sorunlar çıkmaya başladı. Her eleştirmen kuşağı gibi biz de o yıllar Yeşilçam’da bazı filmlere çok ağır eleştiriler yazdık. Mesela rahmetli Nejat Saydam’ın bazı filmlerine yazdığım eleştiriler o kadar ağır olmuş ki, neredeyse hasta oluyormuş. Sonradan öğrendim bunu kendisinden.”

Sözü eleştiri kurumunun yıllar içinde gösterdiği gelişme ve muhataplarının tahammül sınırlarına getiren Dorsay’a 60’lı ve 70’li yıllarda yaşanan kimi tartışmaları hatırlattığımızda karşımıza Sinematek’in çıkmazı kaçınılmaz oluyordu:

“Bir dönemde Ulusal Sinemacılar beni benimsemediler ve aramızda birtakım çekişmeler oldu. Biz daha ziyade onlara karşı, Onat Kutlar’ın başını çektiği Sinematek’in çatısı altında toplanan eleştirmen grubuna dahildik ve hayata / filmlere ‘sol’ bir perspektiften bakıyorduk. Aslında sol kuramı da çok iyi bildiğimiz söylenemezdi ama özeniyorduk ve biz Türkiye’de sosyalist eleştiriyi yerleştireceğiz diye inat ediyorduk. Ben Fransız eleştirisinin etkisiyle, Cahiers du Cinema çevresinde toplanan eleştirmenlerin yazdıklarıyla büyüdüm. Daha sonra Marksist eleştiriye heves ettim; ama başarabildiğimi hiç sanmıyorum.”

70’lere Bakış

Sinema yazınımızdaki dönemlerin ve kimi çabaların, özellikle ideolojik bakış noktasında pek de başarılı olmadığı inancına sahip olan yazarımızın 70’lere ilişkin bakışı şu sözlerle özetlenebilir:

“O yıllarda söylendiği gibi Batı’lı anlamda sınıflar tam anlamıyla oluşmuş değildi. Çok geniş bir sanayileşme yoktu. Ona bağlı olarak bilinçli bir emekçi kitlesi yoktu. Türkiye köylüye dayanarak mı sosyalizmi geliştirecekti? Türkiye’nin sanayileşmesi daha sonranın ürünüdür. 60’lardan veyahut 70’lerden söz ediyoruz. Ama Ulusalcılar da tümüyle haklı değillerdi; onların da yazıları, kendilerine sol diyen ama milliyetçiliğe kayanların eleştirilerinden çok farklı değildi. Elbette zaman içinde bütün bunlar ayıklandı, benim kafam da billurlaştı. Temelde ben kendimi hala solcu görüyorum; ama bugün dünyada komünist bir toplum olacağını ve insanlara mutluluk, adalet vereceğini hiç beklemiyorum. İdeolojilerin tümüyle çöktüğüne de inanmıyorum; ancak bir takım metinleri ve filmleri yalnızca ideolojik yaklaşımlarla çözümlemenin mümkün olmayacağını söylüyorum.”

Sinema ve Teknoloji

Yazımızı, aydın olmanın sorumluluğunu her daim üzerinde hisseden, yeri geldiğinde ceketini alıp çıkmaktan geri durmayan -Tunca Arslan’ın deyişiyle “İtham ediyorum!” ya da “Sartre Fransa’dır!” düzeyinde tarihi bir itirazla “Emek Yoksa Ben de Yokum!” diyen- Atillâ Dorsay’ın sinemanın geleceğine ilişkin sözleriyle noktalayalım:

“Teknolojinin getirdiği bazı şeylerin tehlikeler de içerdiğine inanıyorum. O büyük sinema salonlarında yüzlerce kişinin aynı filmi izlediği dönemlerden mültiplekslere kaydık. Filmler çeşitlendi, ayrıştı, sinema seyircisi de kategorilere bölündü. Eskinin o büyük homojen kitlesi yok artık, farklı beklentileri olan farklı seyirciler var. Sinemayı DVD’lere, internetten film indirmelere indirgemek, yedinci sanat dediğimiz şeyin ruhuna aykırı. Kimse kusura bakmasın ama ben bu bilimsel maddiyat çağında hâlâ sinemayı ‘büyü’ sözcüğüyle bağlantılı olarak düşünüyorum. Geniş bir ekranda başka insanlarla birlikte aynı duyguları aynı anda hissederek, beraber nefes alarak, beraber korkup beraber kahkaha atarak bir filmi izlemek bambaşka bir şey. Dolayısıyla filmi izleme biçimi neredeyse filmin içeriğini belirler. Ben hâlâ filmi sinemada izlenebilir bir eğlence olarak görüyorum.”

Sözün kısası, bu ülkede sinema üzerine birşeyler karalayan hemen herkesin çok şey borçlu olduğuna inandığımız Atilla Dorsay’ın 50. yılını şimdiden kutluyoruz.

(08 Kasım 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Selanik Film Festivali’nden İzlenimler

55. Uluslararası Selanik Film Festivali tüm coşkusuyla devam ediyor. Kuzey Ege’nin şirin liman kenti Selanik, 31 Ekim Cuma gününden itibaren sinemaseverlerin yoğun ilgisiyle tıkır tıkır işleyen bir festival organizasyonuna daha tanıklık ediyor. Festivalin görkemli Aristotelous meydanını süsleyen amiral gemisi Olympion Sineması. Parter ve balkon bölümleri toplam 676 koltuklu bu yüz küsur yıllık tarihi yapı bizim yok edilmiş Emek Sineması’nı hatırlatıyor. Yunanlı dostlarımız bu güzel sinema salonunu özenle korumuş ve saklamış. Kırmızı kadifeyle bezenmiş koltukları, yer döşemesi ve pırıl pırıl projeksiyonuyla meraklısına kusursuz bir film izleme keyfi yaşatan bu salonda kaybolan Emek ve diğerlerini yad ederek hüzünlendik biz İstanbullular.

Festivalin idari merkezinin de yer aldığı Olympion binasının beşinci katında genellikle retrospektiflere ve sinema derslerine ev sahipliği yapan 200 kişilik Pavlos Zannas salonu bulunuyor. Bunun haricinde basın medya ilişkilerinin yürütüldüğü merkez ve dört küçük sinema salonu ana meydana çok yakın eski liman ambarlarına konuşlanmış. Bir sinema müzesi ve sergi binasını da barındıran bu kompleksteki küçük sinema salonlarına Amerikan bağımsız sinemasının kurucularından Yunan asıllı yönetmen John Cassavetes ile erken yaşta yaşama veda etmiş üç Yunanlı sinemacının; Stavros Tornes, Frida Liappa ve Tonia Marketaki’nin isimleri verilmiş. Bu salonlarda gün boyu festival filmleri gösteriliyor, sabah saatlerinde basın gösterimleri yapılıyor.

Festivalde adına bir retrospektif de düzenlenmiş olan Macar yönetmen Kornel Mundruczo’nun Filmekimi’nde bizde de ilgiyle izlenmiş son çalışması ‘Beyaz Tanrı / Feher Isten’ ile açılış yapan festivalin ilk günlerine diyalogsuz iki film damgasını vurdu. Bunlardan Antalya’da Uluslararası Yarışmanın en iyi filmi seçilen ‘Test / Ispytanie’ Rus yönetmen Alexander Kott’un üçüncü uzun metrajı. Uçsuz bucaksız Kazak steplerinde yaşayan bir baba kız ile kıza aşık olan iki gencin başlıca karakterleri oluşturduğu yapım, diyalogsuz olağanüstü görüntüleri, uzun plânları ve Alexey Aigi’nin etkileyici müzik çalışması ile tüm sinemaseverleri büyüledi.

Yine festivalin ilk günlerinde gösterilen ve yarışmalı bölümünün iddialı filmlerinden ‘The Tribe / Plemya’ bir sağır ve dilsizler okulunda geçtiği için sesli diyaloğa yer vermemesi doğaldı, ancak altyazı, dış ses ve müzik kullanımını da reddederek farklı bir deneyime girişmişti Ukraynalı sinemacı Myroslav Slaboshpytskiy. Genç öğrencilerin öfke, şiddet ve cinsellik yüklü evrenlerini uzun plânlar eşliğinde veren şaşırtıcı bir denemeydi bu. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ bölümünden büyük ödüllü bu sarsıcı yapımın Selanik’ten de ödülle dönmesi bekleniyor.

Özel bir eğitim sınıfına toplanmış fizyolojik ya da psikolojik açıdan sorunlu gençlerin mücadelesi üzerine Rus sinemacı Ivan Tverdovsky imzalı ‘Corrections Class / Klas Korrekzii’ ile Letonyalı yönetmen Juris Kursietis’in San Sebastian’dan mansiyon almış ilk uzun metrajı ‘Modris’, yarışmalı bölümün çağdaş toplumlarda genç insanların sorunlarını irdeleyen ilgiye değer diğer yapımları olarak alkışlandı.

Özel gösterimler bölümünde tanınmış isimlerin kimisi diğer festivallerde ödüllendirilmiş son işleri sunuldu izleyicilere. Bu bölümde yer alan Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kış Uykusu’na ilgi büyüktü. Yine bu bölümde gösterilen Fatih Akın imzalı ‘Kesik’i nihayet izleme fırsatı bulabildik. 1915 Ermeni tehcirini etkileyici iki bölümle görselleştirebilmiş olan Akın’ın filminin ülkemizde gösterime girdiğinde sevabıyla günahıyla uzun uzun tartışılacağını düşünüyorum.

Yine bu bölümün mönüsünde yer alan iki sevdiğimiz yönetmenin son işlerinden eski lezzeti alamadık. Ne Danimarkalı Susanne Bier’in çarpıcı ebeveynlik gerilimi ‘İkinci Şans / En Chance Till’, ne de Alman Christian Petzold’un gözde oyuncusu Nina Hoss’u bir kez daha başrole aldığı Nazi kurbanı Yahudi sanatçının dramı ‘Phoenix’ ustaların eski işleri düzeyindeydi. Nazi mezalimini Yahudi sanatçıların hikâyesi üzerinden anlatan bir diğer yapım, Slovak Zdenek Jirasky imzalı ‘Sessizlikte / V Tichu’ yine diyalog kullanmadan, öyküsünü karakterlerin dış sesleri üzerinden aktarma yolunu seçmişti.

Festivalin Yunan sinemasının 100. yılı için hazırladığı önemli bölümü yakın tarihli yapımlardan oluşmuş yirmi filmlik klasik seçkinin en ilginç parçası 1936 yapımı sessiz Yunan filmi ‘Sosyal Çürüme / Kalpiki Sapila’ idi kuşkusuz. Yönetmen Stelios Tatasopoulos’un Chaplin’den, Eisenstein’dan, Lumiere kardeşlerin ünlü fabrika çıkışından esinler taşıyan filmi, klasik bir aşk üçgeni çerçevesinde sınıflararası mücadeleyi dile getiren tarihi bir belge olarak değerliydi. Film Pavlos Zannas salonunu dolduran izleyiciye Haris Gatzoflias’ın piyano, perküsyon, akordeon ve keman eşlikli canlı müziği eşliğinde sunuldu.

(06 Kasım 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

51. Altın Portakal’da Uluslararası Yarışma Filmleri

51. Altın Portakal’ın Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması kategorisinde bu yıl on film yer alıyordu. Çoğunluğu ilk filmlerden oluşan bu seçkinin genel olarak başarılı olduğunun ve önemli bir bölümünün çeşitli festivallerde ödül ve beğeni topladığının altını çizerek söze başlayalım.

Andrey Zvyagintsev’in başkanı olduğu Kinovatr’dan büyük övgüler ve En İyi Film Ödülü ile dönen “Test”, Altın Portakal Uluslararası Yarışma’nın da öne çıkan yapımlarındandı. Levan Kapanzade’nin muhteşem görüntüleri eşliğinde yol alan bu “sessiz film”, arka plânına Sovyetler Birliği’ndeki ilk nükleer denemelerin yapıldığı 1949 Semipalatinsk dönemini alsa da, söyleyecek sözü bununla sınırlı değildi. Yönetmen Alexander Kott’un dördüncü filmi, aynı kısır döngü içinde sürüp giden yaşamlara mercek tutuyor, yaşadıkları çevreyle bütünleşen sıradan insanı perdeye taşıyordu. Bu “doğdukları yerden ölenler” öyküsü; dingin ve bir ölçüde de karamsar anlatımını, Chaplin ve sessiz sinemaya selâm gönderdiği anlarla dengeliyor, distopik evrenin merkezi olan Kazak stepleri, aynı zamanda aşkın ve masumiyetin de evreni oluyordu. “Test”, Alexey Aigi’nin müziklerinin de etkisiyle, neyin, nasıl anlatılması gerektiğine dair bir ders olarak da nitelendirilebilir.

“Michael Jackson Anıtı / Spomenik Majklu Dzeksonu”, bizleri Sırbistan’da küçük bir kasabaya götürürken, komünizm sonrası dönem, yönetmen Darko Lungulov tarafından yıkılan ve yerine yenisi konulan heykeller üzerinden okunmaya çalışılıyordu. Karısı tarafından terkedilen Marko’nun meydan için tasarladığı pop ikonunun anıtı, hem kasabanın turistler tarafından keşfedilmesini sağlayacak, hem de kahramanımızı eşiyle yeniden bir araya getirecekti. Bir hayali gerçekleştirme çabasını yorumlayan film, teması ve karakterlerin ele alınması bakımından -Fellini’den Kusturica’ya pek çok referansa sahipmiş gibi görünse de- bizim sinemamızla da paralellik taşıyordu. Filmin, yer yer parodileşen dağınık anlatımı, yan karakterleri işlemedeki yetersizlikleri ve en çok da finaldeki tercihleri nedeniyle ortalama bir çizgide seyrettiği söylenebilir.

Kornel Mundruczo’ya bu yıl Cannes’ın “Belirli Bir Bakış” bölümünde ödül kazandıran “Beyaz Tanrı / Feher Isten”, Macar sinemasından ilginç bir örnek olarak seçkide yer almaktaydı. En yakın arkadaşı Hagen adlı bir köpek olan 13 yaşındaki Lili’nin parçalanmış aile yaşamından kesitler sunarak açılan film; köpeğin, küçük kızın elinden alınmasıyla devam ediyordu. Bir aile dramıyla karşı karşıya olduğunu düşünen seyirciyi bir süre sonra ters köşeye yatıran film, özellikle ikinci yarısından itibaren kara gerilimden distopyaya doğru bir rota izliyor ve sert anlarıyla zor bir seyirliğe dönüşüyordu. Miklos Jansco’ya selâm göndermekle birlikte, sanatçının sinemasal yönelimlerinin uzağında bir filme imza atan yönetmen, Marcell Rev’in sağlam görüntüleri ve etkileyici kurgusuyla önümüzdeki dönemde de konuşulacak bir filme imza atmıştı. “Beyaz Tanrı”nın Antalya’daki ilk gösteriminin “Sivas”la aynı gün yapıldığını ilginç bir ayrıntı olarak sözlerimize ekleyelim.

“Herşeye Rağmen / Chce Sie Zyc”, yönetmen Maciej Pieprzyca’nın ikinci uzun metrajli filmi olarak karşımıza çıkıyor ve yarışmanın bir diğer kalburüstü yapımı olarak göze çarpıyordu. Konusuna kabaca göz gezdirildiğinde, engelli bir gencin yaşama tutunma serüveni olduğu söylenebilecek Polonya yapımı film, benzer temalı filmlere damgasını vuran duygusal anlatımdan arındırılmış ve rahatlıkla dahil olabileceği “sömürü sinemasınının” içine hapsolmamıştı. Zihinsel engelli olduğu söylenen ve bitkiden farksız olduğu iddia edilen Mateusz’un yaşamından uyarlanan “Herşeye Rağmen”, gücünü, trajik olanı tebessümle kavramasından ve en çok da Dawid Ogrodnik’in sinemada son dönemde izlediğimiz en başarılı oyuncu performanslarından birini sunmasından alıyordu. Filmin Montreal ve Polonya’da çeşitli ödüller kazandığını hatırlatalım.

Göçmenlik sorununu dert edinen Marianne Tardieu’nun ilk filmi “Çekingen / Qui Vive”, sıradan insanın küçük hayallerini konu alan filmlerin bir başka temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor ve seçkide yer alan “Macondo” ile akrabalık bağları taşıyordu. Bir alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi olarak çalışan Cherif’in sisteme tutunma mücadelesini sınıfsal bir bakış ekseninde ortaya koymaya çalışan yönetmen, karanlık bir Fransa portresi çizmeyi de ihmal etmiyordu. Devletin göçmenlere bakışı ile çeteler arasında bir yerlerde kaybolmaya yüz tutan bireyin özel yaşamındaki iniş ve çıkışlarını mesafeli bir tutumla izlemeye çalışan “Çekingen”in, Reda Kateb’in ölçülü Cherif kompozisyonunun da katkısıyla çıtanın üzerinde seyreden bir ilk film olduğunun altını çizelim.

“Macondo” da Tardieu ve Suha Arraf gibi ilk uzun metrajlı filmini çeken bir kadın yönetmenin, Sudabeh Mortezai’nin imzasını taşıyordu. Bir grup Çeçen’in Avusturya’ya entegre olma çabalarını bir çocuğun penceresinden kavramaya çalışan film, erken büyüme halini; “yurtsuzluk”, “kimlik edinme” ve “baba özlemi” çerçevesinde ele alıyordu. Kamerasını ülkedeki Çeçen toplumuna yererli düzeyde çevirememesi ve karakterlerine “soğuk” yaklaşımı nedeniyle vasatı aşamayan “Macondo”, hırsızlık olayı veya “yeni baba figürünü ihbar” sahnelerinde tempo yakalasa da, genel anlamda ritm sorunları yaşıyordu. Hong Kong, Scarborough ve Avrupa Sinema Festivallerinde irili ufaklı ödüller kazanan filmin, Ramasan Minkailov’dan yeterince faydalanamadığını notlarımıza dahil edelim.

Çin’den gelen suç gerilimi “Dağdaki Tabut / Binguan”ın, yarışmada tür sinemasını temsil eden ilginç bir örnek olduğunun altını çizebiliriz. Xin Yukun imzasını taşıyan ve senaryosunda Feng Yuanliang’ın da katkıları bulunan film, bir köyde, yanmış bir cesedin bulunmasıyla açılıyor ve cinayetin öncesi ve sonrasında yaşanılanları usta işi bir anlatımla, adım adım açığa çıkarıyordu. Kırsaldaki masumiyetin parçalı bir anlatımla lime lime edilişinin öyküsü olarak da adlandırılabilecek “Dağdaki Tabut”, göründüğü gibi olmayan karakterleri ve cezaya getirdiği yorumla da ilginç bir sinema örneğiydi. Bu çağdaş kara film denemesinin, puzzle’ı andıran ve politik göndermelere meyilli senaryosu ve yönetmeninin damgasını vurduğu kurgu çalışmasıyla temsiliyetini layıkıyla yerine getirdiğinin altını çizebiliriz.

Verdiği desteği, filmin Filistin yapımı olarak adlandırılması nedeniyle geri çekmek isteyen İsrail’in tutumundan dolayı “vatansız” kalan “Villa Tuma / Villa Touma”, içeriğiyle, çekim sonrasında karşılaştığı trajediyi öngörmesi bakımından da ilginç bir filmdi. “Hamas’ın Kadınları” belgeselinin yanı sıra, “Limon Ağacı”nın senaryosundan da anımsadığımız Suha Arraf, Ramallah’ta yaşayan Hıristiyan bir aile üzerinden coğrafyaya ve bireylere çarpıcı bir bakış atıyordu. Üç halasının yanına, Villa Tuma’ya gelen “davetsiz misafir” Badia’nın öyküsü; kapana sıkışmış, içe dönük yaşayan bir toplum üzerinden yabancılaşma ve dinlerarası iletişim(sizliğ)in sınırlarına doğru bir yolculuk anlamına da geliyordu. Yarışmada; ele aldığı toplumu ve onu oluşturan dinamikleri, “Mahkeme” ile birlikte en iyi betimleyen filmlerin başında yer alan “Villa Tuma”, mekân kullanımı ve oyuncu performanslarıyla da atmosfer yaratmayı başarıyordu. Zamanı 60’lı yıllarda dondurmuş üç kadının öyküsü, finalde, yemek sahnesiyle değişen otorite ve değerlerle uzlaşma çabasını betimlediği anda doruk noktasına ulaşıyordu.

Cannes’daki Belirli Bir Bakış Bölümü’nde öne çıkan bir diğer yapım olan “Turist / Force Majeure” (İsveç, Danimarka ve Norveç yapımı), yönetmen Ruben Östlund’un “aile” ve “erkeklik” kavramlarına kafa yorduğu ve -kişisel bir yorum olmakla birlikte, vurgulamaktan kaçınamadığımız biçimde- türünde başyapıt olmayı burun farkıyla kaçıran bir filmdi. Kışlık tatil beldesinde bulunan ve mutlu oldukları her hallerinden belli olan çekirdek bir ailenin (!), doğal afet karşısında sergiledikleri tutumu filmine çıkış yapan yönetmen, Polanski’den Haneke’ye ve biçimsel anlamda da Kubrick’e uzanan bir referans listesiyle orta sınıfı hedef tahtasına oturtmuştu. Yaşanan gerçeği erkek doğası üzerinden okuma çabası, kabul görmüş toplumsal rolleri / değerleri sorguladığı oranda anlam kazanıyor; finalde ise önceki önermeleri boşa çıkarırcasına tartışmalı bir uzlaşmayla işlevini yitiriyordu. Olası feminist okumalara ölümcül bir darbe indiren “happy end”, derin sıyrıklar almasına neden olsa da, “Turist”, nefes kesen diyalogları ve Ola Flettum’un müzik yönetimiyle, festivalde öne çıkan bir yapımdı.

Uluslararası Yarışma SİYAD Jürisi’nin “yargı sisteminin iktidarla bütünleşerek kurban seçtiği muhalif bir sanatçıyı yok etme girişimini trajikomik bir üslup ve evrensel bir çağrışımla ele almasından dolayı” En İyi Film seçtiği “Mahkeme / Tribunale”, Chaitanya Tamhane’nin imzasını taşıyordu. Örneklerine en çok Hollywood’da rastladığımız benzer temalı filmlerden sıyrılarak görkemli bir sistem (daha doğru bir deyişle düzen) eleştirisine ulaşan Hindistan yapımı film, iktidarı sınıfsal çelişkiler üzerinden sarsmayı başararak politik sinemanın da önemli bir örneği olmayı başarıyordu. Bir halk sanatçısının Mumbai’de intihar eden bir işçinin ölümünden sorumlu tutulmasıyla açılan ve diktatoryal rejimlerin hemen hepsine uyarlanabilecek olan film -devlet ile yargı işbirliği, mahkeme bürokrasisi, yalancı (gizli) tanıklar vs.-, ülkenin öznel koşullarını da ustalıkla betimleyerek belli bir düzeye ulaşıyordu. Gerçekliğin altını -ilk filmden beklenebileceği üzere- fazlaca kalın çizmesi ve finalini, yargıç üzerinden “kişisel” bir yoruma tabi tutarak nedensizce uzatması bir yana, “Mahkeme”, Venedik’te kazandığı Geleceğin Aslanı Ödülü’nde de tescillendiği gibi Uluslararası Yarışma’nın en başarılı filmlerindendi.

Yarışma filmlerinin geneline baktığımızda, farklı deneme ve deneysel yaklaşımlar bulunmakla birlikte, genç yönetmenlerin yaşadıkları çağa ve topluma “mesafeli” ve büyük ölçüde karamsar yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Buna karşın, yedinci sanatın içinden geçilen dönemin ve tarihin en önemli tanıklarından biri olduğu düşünülürse, böylesi bir bakışın anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

(02 Kasım 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

55. Uluslararası Selanik Film Festivali Başlıyor

Dünya sinemasının en köklü festivallerinden Uluslararası Selanik Film Festivali bu yıl 31 Ekim – 09 Kasım tarihleri arasında düzenleniyor. 55. yaşını kutlayacak olan festival, Yunan sinemasının 100. yıl kutlamaları çerçevesinde yine zengin bir program içermekte. Yunan sinemasının uzun geçmişinden 20 filmlik seçkide Michael Cacoyannis’in 1955 yapımı Stella’sı, Theo Angelopoulos’un dört saatlik dev eseri ‘Kumpanya / Thiassos’ (1975), Yorgos Lanthimos imzalı bizde de çok sevilmiş yakın tarihli ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ öne çıkıyor.

Avusturyalı yönetmen Götz Spielmann’ın başkanlığını yaptığı jürinin değerlendireceği Altın ve Gümüş İskender ödüllü Uluslararası Yarışma filmleri ilk ve ikinci filmlerden oluşan programıyla yine heyecanlı bir keşif gezisine çıkartacak sinemaseverleri. Avrupa kökenli yapımların ağırlıklı olduğu bu seçkide, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde ‘Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nü kazanan ‘Kabile / Plemya’ özellikle dikkat çekiyor. Ukraynalı Myroslav Slaboshpytskiy imzalı yapım, 19 yaşındaki Sergey’in sağır ve dilsizlerin devam ettiği yatılı okuldaki hayat kalma mücadelesini diyalogsuz ve altyazısız olarak anlatmayı seçmiş.

‘Açık Ufuklar’ başlıklı bölüm dünya festivallerinden 40 filmi ağırlıyor. Bizde 14. Filmekimi’nde ilgiyle karşılanan ‘Turist / Force Majeure’ ve ‘Jessica Hausner’in 19. yüzyıl Alman romantiklerinden Heinrich von Kleist’ın gerçek hikâyesi üzerine ilgiye değer denemesi ‘Çılgın Aşk /L’Amour Fou’ bu ilginç toplamda yer almakta. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nin bizde yine Filmekimi’nde izlenen güzel filmleri Andrey Zvyagintsev imzalı ‘Leviathan’, Naomi Kawase’nin son başyapıtı ‘Sakin Sular / Futatsume No Mado’ ve Dardenne kardeşlerin ‘İki Gün, Bir Gece’si özel gösterimler arasında yer alıyor.

55. Selanik Film Festivali’nin açılış filmi, Cannes şenliğinin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün büyük ödülünü kazanan ‘Beyaz Tanrı / Fehér Isten’. Macar toplumunda yaygınlaşan ırkçı eğilimi ve aşırı sağcı Macar hükümetini köpek isyanı metaforuyla eleştiren bu etkileyici filmin tanınmış yönetmeni Kornel Mundruczo festivalin ‘Ustalara Saygı / Tribute’ seçkisinin konuklarından. Bu bölümün bir diğer konuğu Roy Andersson’ın beş filmi yer alıyor festivalde. İsveçli ustanın Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü son çalışması ‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ festivalin kapanış filmi olarak 08 Kasım Cumartesi akşamı gösterilecek.

İran asıllı Amerikalı yönetmen Ramin Bahrani ve Yugoslavya sinemasının ustalarından Zelimir Zilnik kapsamlı toplu gösterilerle ve ustalık dersleriyle (masterclass) festivalin öteki misafirleri.

Festivalin Balkan Sineması’na ayrılmış geniş bölümünde bu yıl ülkemizden üç önemli film yer alıyor. Nuri Bile Ceylan’ın Cannes galibi ‘Kış Uykusu’, Kaan Müjdeci’nin Venedik’ten Jüri Özel Ödüllü ‘Sivas’ı ve Kutluğ Ataman’ın Berlin’de ilgiyle karşılanan ‘Kuzu’su, onbiri uzun ve aralarında bizden Serhat Karaaslan’ın ‘Dondurma’sının da yer aldığı yedisi kısa toplamın beklenen filmleri arasında. Romanyalı usta Corneliu Porumboiu’nun son filmi ‘İkinci Oyun / Al Doilea Joc’ yine bu bölümün ilgiye değer yapımlarından.

Festival efsanevi bir oyuncuyu da misafir ediyor bu yıl. Hanna Schygulla’nın eşsiz kariyerini anlatan kısalarla birlikte sanatçının Rainer Werner Fassbinder ile çektiği üç önemli yapıt ‘Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’, ‘Maria Braun’un Evliliği’ ve ‘Lili Marleen’ programa dahil edilmiş. 07 Kasım’da festivalin ana salonu Olympion’da sinema sanatına katkıları nedeniyle kendisine özel bir ödül sunulacak olan ünlü oyuncu geceyi kısa bir dinleti ile taçlandırıyor.

(28 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alin Taşçıyan’la Altın Portakal, Sansür ve SİYAD Üzerine…

Alin Taşçıyan’la, 51. Altın Portakal Film Festivali’nin adının sansür ve protestolarla anıldığı ilk günlerde bu söyleşi için sözleşmiştik. O günlerde SİYAD’ın (Sinema Yazarları Derneği) Başkanı olmanın dışında, Festival Ekibi’nde de yer alan ve yaşanan gelişmeler sonucunda en çok eleştiriye uğrayan isimlerden olan Taşçıyan, şenliğin sona ermesinin hemen ardından sorularımızı yanıtladı.

Söze, “Burada sansür sürecinin işletilmediğini net olarak söylüyorum” şeklinde giren Alin Taşçıyan, konunun artık kolektif bir meseleye dönüştüğünü belirterek, festivalin kurumsal olarak sansürle anılmasına ilişkin sorulara yanıt veremeyeceğini de sözlerine ekledi:

“Önümüzdeki günlerde konuyu festival ekibiyle bir araya gelip değerlendirerek kamuoyunun karşısına çıkmayı plânlıyoruz. Bu sürecin ardından benimle ya da yönetimden herhangi bir arkadaşla olayların perde arkasında kalan ve kamuoyuna yansımayan kısımlarını ayrıntılarıyla konuşabilirsin.”

Bu zorunlu açıklamanın ve söyleşimizin “sınırlarını” vurgulamanın ardından, tamamına gelecek hafta yayınlanacak olan Modern Zamanlar’ın 34. sayısında yer vereceğimiz sohbetle sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Söyleşimize festival öncesinde Star’da yayınlanan “Arı Kovanına Çomak Sokmak” başlıklı köşe yazınla başlamak istiyorum. Burada kullandığın “gaza getirilebilirler” söylemi sinema yazarlarının bir bölümü tarafından -doğal olarak- tepkiyle karşılandı.

Öncelikle o ifadelerin sinema yazarlarına yönelik olmadığını belirteyim. O yazı, basına ve bir ölçüde de kimseyle iletişim kurmadan toplantı halinde olduklarını öğrendiğim belgesel sinemacılara yönelikti. Yazı Perşembe günü yayınlandı. Ertesi gün yola çıkacağım için Salı günü kaleme almıştım ve gelişmeler bu yönde değildi.

Gelinen noktada, Başkanı olduğun Sinema Yazarları Derneği / SİYAD’lı yazarların da sansür meselesiyle ilgili tepkileri oldu.

SİYAD bu ülkenin sinema adına çok önemli bir kurumu, bu kadar net söyleyeyim. Son derece iyi kalemlerimiz var. Hepsinin donanımlarına, yüreklerine güveniyorum; ama bazen birey olduğumuzu unuttuğumuzu düşünüyorum. Yani dayanışma / örgütlenme iyidir -çoğu arkadaş gazete kökenli olmadan sinema yazarı olduğu için bu gerçeği hatırlamayabilir- ama öncelikle belli bir çevrenin kalemşörü olmak yerine birey olarak hareket etmeyi öğrenmek gerekiyor. Bir de SİYAD’lı olmak kimliği hep spekülasyon malzemesi yapılıyor. Üye olmak isteyenler, olamayanlar, başvuru yapması bile mesele haline gelenler vs… Dernek, eninde sonunda insanların bir parçası olmak istediği bir çevre, bir kimlik haline geldi. Hatta yaptığı iş ve çalıştığı kurum vasıtasıyla elde edemediği itibarı SİYAD üyesi olarak sağlamaya çalışanlar da oldu. Bunlar bir kurum için önemli şeyler; ama buna sahip olup olmamak yine de bireyin elinde.

Bir diğer konu da birey olarak çıkışını çok daha net yapabilecek insanlar, tepkilerini ille de SİYAD başlığı altında göstermek istiyorlar. Bu da kurumsal kimliğe zarar verici bir şey.

Sansür konusu gündeme geldiğinde, dernek tarafından kaleme alınan bildiriden duyulan rahatsızlık, 75 üye tarafından imzalanan metinde kendisini göstermişti. Bu süreç, dernek başkanlığından istifa etmenle sonuçlandı, öyle değil mi?

Artık “Eski Başkan” sıfatıyla söyleyebilirim ki, SİYAD’lı olmak benim tercihim olmamıştı, Başkan olmak da öyle… Bu göreve gelirken vizyon getirmek, derneği geliştirmek gibi bir yaklaşımım da olmamıştı; zaten gerek Tunca (Arslan), gerek de Murat (Özer) bu konuda ne yapılması gerekiyorsa yapmışlardı. Benim için en önemlisi mesleğin saygınlığını korumaktı, görev sürem boyunca onu yapamadım.

Yönetiminde yer aldığın festivale ilişkin tercihlerini boykottan yana kullanan sinemacılar ve yazarlar için neler söylemek istersin?

Genelleme yapmıyorum. Arkadaşların bazıları ilkeler bazında hareket etmişlerdir muhakkak; bazılarıysa ait oldukları grubun kararı doğrultusunda. Herkesin birşey yaptığı bir süreçte eksik kalmamayı düşünenler de olmuştur. Bunların dışında kişisel durumlar da vardık mutlaka, yeni bir şey değil. Sonuçta homojen bir kitleden söz etmiyoruz, eminim herkesin nasıl hareket ettiğine dair bir fikri vardır.

İşin organizasyon kısmında yer almasan ve festivale bir sinema yazarı olarak katılsan senin tepkin ne olurdu?

Bir defa işin organizasyon kısmında olmasam gerçeği bu derece iyi bilmezdim. Bu koşullarda da konuyu çok iyi araştırırdım. Herhalde bugüne kadar, mevcut SİYAD üyeleri arasında -Ali Ulvi (Uyanık) ve Necati Sönmez gibi tavizsiz isimlerle birlikte- sansür konusunda en çok haber yapanlardan birisi benim. Yaklaşımım daima araştırmak ve işin doğrusunu öğrenmek olurdu: Kaynağım ne, diğer kaynaklar kimler? Bunu, benim kuşağımın çok iyi bildiğine inanıyorum. Örneğin “Büyük Adam Küçük Aşk” filmi hakkında tutulan polis tutanağına kadar bulup; Handan İpekçi, festival ve Sansür Kurulu’yla da konuşarak işin doğrusunu ortaya çıkarmıştık. Bir konunun bir sürü bileşeni vardır kısacası. Bu sürecin adını “Basına ve Kamuoyuna Duyuru Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği” koydum. Böyle manasız duyuru savaşları yaşandı çünkü.

Ayrıca, bazı sözler vardır ki, insanları haklı olarak yerinden sıçratır. Sansür de öyle… Ben sansürün anlamını, yöntemini ve burada ne olup bittiğini gayet iyi biliyorum. Ne olmadığını da gayet iyi biliyorum. Dolayısıyla bu sözcüğü ortaya atarak bir kıvılcım çakıp kitlesel bir hareket başlatmaya çalışmak bence bilinçli bir adımdı. Ama eninde sonunda insanlar geriye dönüyor, sorgulamaya başlıyor ve kavramla / olayla ilgili kuşkular giderek artıyor. Göreceksin, burada da öyle olacak. Ben septik bir insanım, birisi bana birşey söylediğinde hemen ayağa kalkmam. Sonuçta bir sürü yalan haberle hayatımız geçiyor işte.

Çok konuşulsa da seninle yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bir konu da sinema yazarlığı ile festival yöneticiliğini bir arada yürütmenle ilgili. Bu türden eleştiriler için neler söylemek istersin?

Bunların birbiriyle çatıştığına inanmıyorum. Birincisi bunları yıllardır yapıyorum; ama insanların esas tavrı, “şu gün / şu dönem / şu yönetim” meseleleriyle alakalıydı. Yani tamamen partizanca bir yaklaşım oldu. Bunları analiz etmek için aslında çok erken; ama şunları söyleyebilirim: Bu ekip Antalya’ya gelince ipler koptu bence. Adana ve Malatya’da da bulunmakla birlikte, bazı çevrelerin buraya yaklaşımlarının farklı olduğunu biliyorum. Mesela herkes İstanbul Film Festivali’ne karşı daha saygılı iken, Antalya’ya karşı ben de dahil, biraz hırçındır. Altın Portakal’ın yapısı böyle… Hiçbir İFF Kapanış Töreni’nde “ben sanatçıyım” diye haykırarak insanları yerinden kaldıran kimseleri göremezsiniz; ancak Antalya’da her yıl bu mesele çıkar. Yine İstanbul’da herkes kendisini evinde hisseder, gündelik akışını çok fazla değiştirmez; ancak burada daha bir tatil havası ya da gruplaşmalar söz konusu olur. Türkiye’de herkesin futbol ve siyasetten çok iyi anladığını iddia ettiği gibi, kimi insanlar da buraya gelince festivallerin nasıl yapılması gerektiği hakkında konuşur durur.

İletişim ekibimizle festival öncesi yaptığımız bir toplantıda, onlara “sadece olumsuz haberler çıkacak, sakın telâş yapmayın” demiştim ve daha bu olayların hiçbirisi olmamıştı.

Belli bir yayın grubunda çalışıyorsun, önemli festivallerde görevler üstleniyorsun. Bazı eleştirilerde, ülkede son dönemde yaşanan gelişmelere artık “taraf” olarak yaklaştığın da iddia ediliyor. Belli bir değişim içinde olduğun şeklindeki tespitler veya kaygılara bakışın nedir?

Olabilir, düşünmek lâzım. Ama benim için kimsenin kaygılanmasına gerek yok! Ben kendi işimi yapıyorum; festivallere filmler ve ekipler getiriyor, onlarla söyleşiler yapıyorum. Dünyanın her yerinde bu işleri sinema yazarları yapar. Ayrıca söylendiği gibi işin organizasyon kısmında olmuyor, program kısmında yer alıyorum. Kendi alanımın sınırları içinde buradayım yani… Kim hangi otelde kalmış, uçakla mı gelecekmiş, törene ne zaman çıkacakmış, parasal durumlar nelerdir, bunlarla ilgilenmiyorum. Ben filmlerin değerlendirme kısmını yapıyor, izleyiciyle buluşma noktasında moderasyonu üstleniyorum; Vecdi Sayar’dan Burçak Evren’e, Atilla Dorsay’dan Sevin Okyay’a birçok sinema yazarının çeşitli dönemlerde yaptıkları gibi. Bir sene de -Vecdi Sayar gelmeden önce- Deniz Ziya Temeltaş, Fırat Yücel’i Program Direktörü olarak belirlemişti örneğin. Bunlar hepimizin yaptığı şeyler ve sinema yazarlığının da hayli ciddi bir parçası.

Meselenin bir de konjonktürel boyutu var. Siyasal ve kültürel zeminde bir süreçten, altüst oluşlardan geçiyor Türkiye. Doğal olarak kaygılar var. Sansür tartışmalarının arka plânında bunların da yer aldığı görüşüne katılır mısın?

Öyle bir kaygı var; ama bu süreçte sinema daha mı iyiye gitti, yoksa daha mı kötüye? Ayıptır. Bazı şeyler kısıtlamak istiyorlarsa ne diye sektörün kendi bileşenlerini içine alıp destek dağıtsınlar bu kadar. “Yiğidi öldür, hakkını ver” demişler. Bütün sinemacılar yıllardır ciddi biçimde Kültür Bakanlığı’yla iletişim ve pazarlık halinde. Ben Türkiye Sinema Platformu’nda da Yönetim Kurulu görevinde de bulundum. Tamam, iç ve dış politikayı tartışalım, yanlışların üzerinde duralım; fakat tırnak içinde “demokrat” olması gerekenlerin daha bağnaz olabildiğini de unutmayalım.

Bir de başından beri söylüyorum partizan olma meselesini; ama bu arada hangi partizanlıktan söz ediyoruz, onu da anlamış değilim! Türkiye’de herkes birşeylere karşı, öte yandan kadına karşı bir bakış var, kimliklere bakış var… Bazı insanlar bütün kimlikleri üzerinde toplayınca hedef oluyor tabii. Ama bunu kaldıramayacak olsam hiç bulaşmazdım bu işlere.

Yeri gelmişken, kim haklıysa ondan yana olduğumu da söylemeliyim. Türkiye’de hakiki bir kamplaşmaya gidiyoruz. Bir noktada “karşıyım”, “muhalifim”, “nefret ediyorum” tavrı varsa, bütün bunlar normalleşiyor. Ortada bir hükümet ve icraatları varsa eleştiri olması da gayet doğal. Ben de herşeyi onaylamıyorum; ama doğru bir şey de yapılıyorsa yanında olabilirim. Bu arada ömrüm boyunca Yeşiller ve Feministler dışında siyasal olarak kendimi yanlarında konumlandıracağım hiçbir hareket olmadı, hatırlatmak isterim.

Geçmiş dönemde Altın Portakal’a ilişkin bazı eleştirilerin olduğunu biliyoruz. Sözgelimi festivali “panayır gibi” şeklinde nitelendirdiğin dönemlerden bu yana ne değişti?

Bu eleştirileri yaptığım dönemlerde de festival için çalışmıştım ve buradaydım. Onun dışında gelmediğim yıllar olsa da genel eleştirlerim oldu, bugün de var. Son olarak Vecdi Sayar döneminde Ermenice bir şarkı krizi olmuştu hatırlarsan. Sonradan nedeninin, bir siyasi parti liderinin festivale gelmesi olduğunu öğrenmiş ve ertesi yıl kendi içimde bir tavır geliştirmiştim. Herkesin hassasiyetleri farklı olabiliyor: Bazı kesimler bir dile konulan ambargoya tepki gösterir, bir diğeri de bir devlet başkanına küfür edilmesine!…

Önceki yılların festivallerinden söz etmişken; altyapıyı zayıf bulan, festival adına “çivi bile çakılmadığını” iddia eden yöneticiler de oldu bu sene; ama kimse kapatılması sonucu işsiz kalan festival emekçilerinden ve AKSAV’dan söz etmedi…

Ben bir dönemde de AKSAV’la çalışmıştım Altın Portakal’da. Ağır eleştirilerim de oldu, övgülerim de. Herşeye rağmen, olanaksızlıklar içinde festivaller yaptıklarını söyleyebilirim. Hülya (Özyol) da arkadaşım, biliyorsun. Kimse o insanların hakkını yiyemez.

Artık festivale dönelim. Nasıl değerlendiriyorsun 51. Altın Portakal’ı?

Çok şükür ki iyi değerlendiriyorum. Benim için en önemli şey film gösterimleriydi. Seçkimiz çok iyiydi, bundan hiç kuşku duymadım; ama bunları iyi koşullarda gösterebilecek miyiz diye düşünüyordum. Bunu başardık. Israrlarımız ve Menderes Türel’in de titizlikle üstünde durmasıyla AKM’yi elden geçirdik. Bundan daha iyi ses olması mümkün değil artık; çünkü o salonun limiti var. Tarihinde ilk kez flu olmayan gösterim yaptık orada, bizim için çok önemliydi. İkincisi, ulusal / uluslararası yarışma filmlerinin ekipleri buradaydı, onları seyirciyle buluşturabildik. Gösterimler sorunsuz geçti, Türkiye’de sinema için çok önemli bir atılım olan Film Forum’u hazırladık ve bütün bunların hazırlığını çok kısa bir sürede tamamladık. Gerisi teferruat bence…

Festivalin ilk günlerinde, sinema yazarlarının bir bölümünün veto edildiği iddia edilmişti yanlış hatırlamıyorsam.

Gazetecilikte bir ilke vardır: Gazeteci kendi parasını ödeyerek festivali izler! Her festivalin belli bir davetli kitlesi vardır; ama bu sayının da sınırları vardır. Bu gerçeğin dışında bu yıl Altın Portakal’da boykot edilen, veto yiyen hiç kimse olmadı. Sadece Sayım Çınar’a gönül koydum, onu inkar etmiyorum. SİYAD dışında basında yazıp çizen; gazete, TV, dergi ekiplerinden yüzlerce kişi vardı. Örneğin yabancı basına bile 5 gece şartı getirdik bu yıl. Hollywwod Reporter’dan Variety’e; İsrail’den İsveç’e, Rusya’dan ABD’ye kadar bir çok ülkenin gazetecisi festivali bu koşullarda takip ettiler ve bunu da hiç sorun etmediler.

Türkiye’de davet meselesinin de konuşulması gerekiyor artık ve bu bayağı ahlâki bir sorun haline geldi. “Benim herşeyimi ödeyin, ben de sizi haber yapayım” demek sence de tuhaf değil mi?

Anladım. Bir de TOMA hadisesi var çok konuşulan…

Filmin sunumunu yapacağım için ekiple birlikte tam AKM’ye girerken TOMA’nın geldiğini söylediler. Hemen telefona sarıldım; sonra baktım, geri çıkıyor. “Biz kalabalığız, Akrep’le başa çıkarız arkadaşlar” deyince herkes gülmeye başladı. İçeri girince Emniyet görevlileri karşıladı bizi; salonun güvenliği için geldiklerini söylediler çok net biçimde. Antalya’da kısa süre önce yaşanılan saldırılar nedeniyle tedbir almak istemişler. O sırada kol kola olduğumuz Şenay Aydın’la “kaderde bunu da görmek varmış” dedik birbirimize…

Bilet fiyatları ve kortejin kaldırılması da bir başka konu. Benim de bu etkenlerin yerel katılımı düşürdüğü yönünde gözlemlerim var.

Bilet fiyatlarını Antalya’ya gelince öğrendim ve ben de yüksek buldum. Kortej, o hafta yaşanan olaylarda 24 kişinin hayatını kaybetmesi nedeniyle iptâl edildi. Takdir edersin ki o koşullarda kalabalığın arasına karışıp, insanlara el sallanmazdı.

Gelelim senin de içinde yer aldığın Ön Jüri kararlarına…

Ne diyebilirim ki? Filmi her seçilemeyen eleştiriye başlıyor. Atalay Taşdiken’den, annem dediğim Sevin Okyay’a kadar birçok insanın içinde masaya yumruğumu vurdum ve dediğimi yaptırdım. Bütün suçlu benim! Aynen yazmanı rica ediyorum (gülüyor).

Ulusal Yarışma’da verilen kararlarla ilgili ne söylemek istersin?

Kararları hiçbir zaman yorumlamam. Her jüri farklı karar verebilir.

Son olarak bu ekip kalıcı mı diye sorsam…

Bilemem… Ama ben ekip ruhu için burada kalmak isterim. Bu kadar haksızlığa uğradığımız için “devam” derim, yoksa arkama bakmadan da gidebilirim. Bu ekibe her açıdan kefilim; Zeynep’le piyasada beraber büyüdük, Hülya Uçansu hocam, kılavuzum… Elif’le yollarımız zaman zaman kesişti; enerjik, gayretli bir insan. Menderes Bey’in ve Kültür Bakanlığı’nın tavrını da gayet açık ve destekleyici buluyorum.

Çok teşekkür ediyorum, olgulara kendi cephenden açıklıkla yanıt verdiğin için.

Ben teşekkür ediyorum, başarılar…

(27 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

51. Altın Portakal Üzerine Notlar

1. Söze genel bir tespitle başlayalım: Ön Jüri tarafından seçilen bir filmin, daha önce alışık olmadığımız gerekçelerle yarışmadan çıkarılması ve sonrasında oluşan tepkiler üzerine festivale yeniden davet edilmesi, yarım yüzyılı geride bırakmış bir şenliğe gölge düşürdü. Bütün bunların, ülke sinemasının 100. yılı kutlamaları esnasında gerçekleşmesi olayın vehametini daha da arttırıyor. Art arda yaşanan gelişmeler ve karşılıklı olarak süren “kriz yönetememe” hali, ne yazık ki 51. Altın Portakal’ın gelecekte hayırla anılmamasına yol açacak.

2. a) Filmin yarışmaya dahil edilmemesi kararının Festival Yönetimi değil, Ön Jüri tarafından açıklanması temel bir soruna işaret ediyor. Sonrasında yapılan “uzlaşma çabalarının sabote edilmesi” şeklindeki açıklama ise pek gerçekçi görünmüyor. Sonuçta filmi kabul etmiyor; ama gerekçenizi açıkça ortaya koyamıyorsunuz. Mazeretinizi T. C. K. maddelerine dayandırmanız ise bir başka garabete işaret etmenin de ötesinde, önceki “uzlaşma” söyleminize ters düşüyor. Bunlar, meselenin ilk kısmını oluşturuyor.
b) Konunun sinema sektörü tarafından ele alınışında da bazı sorunlarla karşılaşıyoruz. İlk günlerde, 75 SİYAD üyesinin iyi niyet çerçevesinde yazılmış ve “hatadan dönülmesi gerektiğine işaret eden” bildirisi dışında ses getiren hiçbir tepkiyle karşılaşmadık. Buna üç gün boyunca toplantı yaptığı söylenen Belgesel Sinemacılar da dahil… Yönetmenin bazı değişiklikleri yapıp, tercihini yarışmada yer almadan yana koymasının ardından hangi gelişmeler yaşandığını ve boykot kararının nasıl alındığını tam olarak bilmiyoruz. “Herşeye rağmen” Antalya’da olmayı tercih eden yönetmenlerin, “festivali sansürün tartışılacağı bir platforma dönüştürme” söyleminin neden hayata geçiril(e)mediği de bir başka muamma…
c) Olayların bu boyuta ulaşmasında Ön Jüri’nin de hataları olduğu gibi, ihtimal vermek istemediğim; hatta benzer görüşü dile getiren “sinema adamlarına” başından beri tepki gösterdiğim bir iddia Antalya’da bolca konuşuldu; ne var ki bu konuda da kusurun yönetimde olduğunu düşünüyorum. Başından itibaren “iletişim kazası” şeklinde açıklanan olgular, zincirleme biçimde devam etti ve bugünlere gelindi. Festival tarafından, bu ve benzer konularda detaylı bir değerlendirmenin yapılacağı ve kamuoyuna deklare edileceği de söyleniyordu; ama görüldüğü üzere “sessizlik” hükmünü sürmeye devam ediyor.

3. Festivali boykot etme kararı alan ve her birini çok önemsediğim sinema yazarlarının tavrına ortak ol(a)madım. Bunda, Antalyalı bir yazar olmamın, şenlik ateşinin söndürülmemesi gerektiğine dair kişisel ve bir ölçüde de duygusal yaklaşımımın payını inkâr etmiyorum; ama mesele bunlarla sınırlı değil. Az önce sözünü ettiğim gelişmeler, -bu bakış açısı çokça eleştirilse de hissiyatım böyle- festivalin yönetiminde yaşam ve sanat pratiklerini iyi bildiğim iki insanın (Alin Taşçıyan ve Hülya Uçansu) yer alması ve belgesel dışında yer alan sinemacıların takındıkları tutum, böyle bir karar almamda etkili oldu. Buna karşın festivalde yer almak, bu sürecin yanında olduğum, kişi ve kurumları akladığım ve konuyu “bir başka bahara” havale ettiğim anlamına gelmiyordu. Bir örneğine buradan ulaşabileceğiniz (https://sadibey.com/2014/10/09/modern-zamanlar-dergisinden-aciklama/) Modern Zamanlar bildirisinde ekipçe tavrımıza açıklık getirdiğimize inanıyorum.

4. a) 51. Altın Portakal gözlemlerine gelince; festivalin tarihini kaleme alan ve çocukluk yıllarından başlayarak bu uzun yolculuğun önemli bir bölümüne tanıklık eden bir yazar olarak, halkın katılımının bu kadar düşük olduğu bir başka şenliği hatırlamıyorum. Buna, sinemamızın çöküş içinde olduğu 90’lar da dahil… Kortejin güvenlik gerekçesiyle kaldırılmasında anlaşılır bir yan olabilir; ama bilet fiyatlarının önceki yıllara oranla bu kadar yüksek olmasını yanlış buluyorum. Sinema kültürünün geniş bir alana yayılmaması Antalya’nın bir sorunu; ama yıllar içinde tanıdığımız genç sinefillerin, hatta festival teyzelerinin ortalıkta görünmemesinin hatalar zincirinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Festival öncesinde yaşanan gerilimin, kent içinde etkili bir tanıtım kampanyası yapılmamasıyla birleşmesi ve sözünü ettiğim diğer sorunlar, böyle bir manzaranın oluşmasına neden oldu. Son yıllarda değiştiğine tanık olduğumuz “Antalya dışından gelen bir topluluğun yaptığı organizasyon” algısının geri dönmesi gerçekten de rahatsız edici.
b) Bu noktada altını çizmek istediğim iki konu daha var: Danışma merkezlerinden AKM ve Migros’ta görev yapan en küçük birimlere kadar -şehiriçi taşıma şirketi hariç!- neredeyse tüm ekibin İstanbul merkezli organizasyon tarafından Antalya’ya taşındığına tanık oldum. Kentle bağlarını sıkılaştırma hedefinde olan bir festival adına bir başka yanlışın da burada yattığını düşünüyorum. Bir diğeri de, şenlik öncesinde “enkaz edebiyatı” yapan ve kentte Altın Portakal adına hiçbir arşiv ve belgenin bulunmadığını iddia eden bazı yöneticilerle ilgili. Onlara AKM’nin hemen arkasında yer alan barakalara göz gezdirmelerini tavsiye ettim. Çürümeye terkedilen binlerce kitaba, belge ve birikime umarım oradan ulaşabilmişlerdir.

5. a) Kanımca 51. Festival’in en güçlü yanı, Komite’de görev alan isimlerden beklendiği üzere film seçkileriydi. Gerek ulusal, gerek de uluslararası bölümlerde yer alan yapımların önemli bir bölümü gerçekten de nitelikliydi. Uluslararası Yarışma’da ödül verdiğimiz Hint yapımı “Mahkeme”nin yanı sıra, Ana Jüri tarafından Uluslararası Uzun Metraj En İyi Film Ödülü’ne değer görülen “Test”i ve Ruben Östlund’un “Turist” adlı filmini sinemaseverlere özellikle tavsiye ediyorum. Dikkatleri üzerine toplayan Ulusal Yarışma’da da, önceki yıllara kıyasla bir derleniş olduğu görülüyor.
b) AKM’nin yeniden düzenlenmesi ve özellikle de salonların teknik anlamda yüksek standartlara kavuşmasını gözardı etmemek gerek. Gösterim öncesinde salon düzeninin sağlanmasına yönelik ihtimam da alışık olmadığımız türdendi. Bir de tarihin en “görkemli” moderasyon faciası yaşanmasa!
c) Yazarları arasında olduğum “Sinemada Bir Asır” kitabının karmaşık bir yapısı var; ancak “100 İllüstrasyonla Türk Sineması’nın 100. Yılı” projesini çok başarılı buldum. Gökhan Akbaba (Kurbağalar), Aykut Aydoğdu (Masumiyet), Furkan “Nuka” Birgün (Sürü), Berkay Dağlar (Yol ve İklimler), Sedat Girgin (Umut) gibi genç sanatçılara buradan selam olsun!
d) Söz yayınlardan açılmışken, günlük gazete uygulamasına dönülmesini de 51. Portakal’ın başarı hanesine eklemek gerek. Projenin geliştirilerek sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum.

6. Pek çok açıdan ilklere sahne olan Portakal’ın 51. dilimine Yılmaz Erdoğan da damgasını vurdu ve en az alkış alan Jüri Başkanı olarak festival tarihine geçti. Ödül Gecesi sahneye çıkmaması bunun bir işareti midir bilmem; ama Yılmaz Erdoğan’ın yerinde olsam, durumu sosyolojik bir dışavurum olarak yorumlar ve nedenleri üzerine kafa yorardım.

7. a) Ödüllere gelirsek; Kurgu, Kadın ve Yardımcı Erkek Oyuncu kategorilerinde jüriyle aynı kanaati paylaşmadığımı belirtmek isterim. Ayrıca Ön Jüri tarafından elenen Aydın Sayman imzalı İçimdeki İnsan’ı genel seçki içinde başarılı buldum ve yerinin Ana Yarışma olması gerektiğini düşündüm.
b) Kutluğ Ataman’ın geçirdiği evrim ortada; ama Kuzu’nun yarışma seçkisi içinde öne çıkan filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu en çok zorlayacak yapımın, 6 ay kadar önce gösterime girmiş olması da (İtirazım Var) bu filmin işini kolaylaştırdı.
c) Jüri merkezli son tartışmalar ve haklı itirazlar Altın Portakal’ın makus talihini bir türlü yenemediğine işaret ediyor. Düşünün; geçtiğimiz yılın bu günlerinde, Adana’da Ön Jüri tarafından elenen bir yapımın nasıl olup da En İyi Film Ödülü’nü paylaştığı üzerine konuşuyorduk. Bütün bunlardan çıkması gereken temel sonuç, jüri seçiminin yalnızca organizasyonların değil, sinemamızın temel sorunlarından olduğudur.

8. 51. Altın Portakal sürecinde en çok eleştiriye uğrayan kesimin Festival Yönetimi olduğunu biliyoruz. Gelinen noktada yapılan hataların, sonraki şenlikler adına “emsal” oluşturma tehlikesi yarattığını da görüyoruz; ama mesele sadece bundan ibaret değil. Festival politikalarının kalıcı bir zemine oturtulmaması, konjonktürel gelişmelerin kültür ve sanatın önüne geçmesi ve oturmuş kadrolarla sürekli oynanmasının da bu sonucu doğurduğu ortada. Sanırım süreci tahlil ederken, tartışmaların merkezinde olan ekibin festivale 3 ay kadar önce dahil olduğu ve son beş yılın çalışanlarından büyük kısmının 51. Portakal’la ilişkilerinin kesildiğini anımsamak gerekiyor.

Son olarak, Emek sürecinden uyarlayarak, “Antalya bizim, Altın Portakal bizim!” diyorum. Yaşanan tartışmalar bir yana, konunun öznesi olduğu çoğu zaman gözden kaçırılan Antalya kamuoyunun da konuyu masaya yatırmasında fayda var. Kent, nasıl bir festival istediğini artık daha yüksek sesle ifade etmeli, konunun tüm taraflarıyla Altın Portakal’ı tartışmalı diye düşünüyorum.

(25 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Asi ve Özgür: Marlon Brando

Sinemanın önemli oyuncularından Marlon Brando’ya, 1950’lerde oynadığı “İhtiras Tramvayı”, “Kanlı Hücum” ve “Rıhtımlar Üstünde” filmleriyle selâm göndermek istedik.

“İhtiras Tramvayı…”

Elia Kazan’ın Pulitzer ödülü Tennessee Williams’ın oyunundan uyarladığı 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Named Desire – İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu da Oscar Saul ve Tennessee Williams ortak yazmışlar. Parçalı ışık düzenlemesiyle sinemaya ilham vermiş fotoğrafları yansıtan kameraman Harry Stradling de bu filmin yıldızlarından. Çoğunlukla Blanche’ın iç dünyasıyla buluşan ama atmosferin ruhunu da dışarı çıkartan müzikleri Alex North bestelemiş. Filmin diyaloglarının da çok güçlü olduğu da belirtilmeli. Vivien Leigh kadın oyuncu dalında Oscar aldı. Karl Malden ve Kim Hunter da yardımcı oyuncu dallarında Oscar’a uzanmışlardı. Marlon Brando (1924 – 2004), yüksek oyunculuk gösterisine rağmen bu ödüle uzanamadı. Akademi her zaman doğru karar veremiyor.

Artık orta yaşa doğru yol alan ama hâlâ güzel, ihtişamlı Blanche DuBois (Vivien Leigh), New Orleans’a gece vakti trenle geliyor. Gardan çıkan Blanche,işçi sınıfının yoğun olduğu Fransız mahallesine giden Arzu adındaki tramvaya biniyor ve sırlarıyla kız
kardeşi Stella’nın (Kim Hunter) yanına sığınıyor. Bu tramvay bir daha görünmüyor ve sadece sesi duyuluyor dışarıdan. Stella, Polonya asıllı, ama Amerikalı olduğu için gurur duyan serseri ruhlu ve asi fabrika işçisi Stanley Kowalski’yle (Marlon Brando) evli. Üstelik de hamile Stella. Bu mahallede işçi sınıfı, içip kederlere düşüp kadınlarını dövüyor. Kadınlar, gidecek yerleri olmadığından kocalarına bebekler doğuruyorlar. Ama sonda Stella kadının gücünü gösteriyor herkese.

Öğretmen olan Blanche, istifa etmiş ve Stella’ya sığınmış. Geride malikâne ve araziden de bir şey kalmamış. Stella, genç kızken asi ruhuyla ev terk etmiş ve geride kalan hikâyeyi hiç bilmiyor. Bovling, bira ve poker düşkünü, serseri ruhlu Stanley, Blanche’ın gelişinden önceler pek rahatsız olmuyor. Auroil’daki Belle Reve’deki araziden bir şey kalmadığını öğrendiğinde Blanche’la çatışmaya başlıyor Stanley. Tüm süslü eşyalarını koca valizlerle getiren Blanche, yaşlanmaktan korkan ve ruhunda acılar biriktirmiş, suçluluk yaşayan yapayalnız bir insan. Çocuk denecek yaşta şairane bir gençle evlenmiş Blanche, hiç mesleği olmayan genç kocasının intiharıyla şoka girmiş ve yıllarca içinde suçluluk duygusunu büyütmüş. Şimdi karşısına umut olarak çıkan Mitch’le (Karl Malden) mutlu bir hayatı bile hayal etmeye başlıyor. Mitch, hasta annesini çok seven yalnız bir insan. Stanley’nin çalıştığı fabrikada kalite kontrol işi yapan Mitch, Blanche kadar duygulu olmasa da Blanche’tan gelen aşka kalbini açıyor. Yılların yaşattığı yalnızlıktan o da kurtulmayı umut ediyor. Gerçek ve kader Blanche’ın peşini bırakmıyor. Dedikodular dramı çoğaltıyor ve akıl hastanesine doğru yolu uzanıyor Blanche’ın. Genç erkeklerde kocasını gören Blanche, okuldan atılmış ve işsiz kalmış. Auriol’un adı çıkmış oteline de takılmış. Yaptığı her şey unutmak için Blanche’ın.

Kazan filminde, hiçbir şeyi karakterlerinin gözünden yansıtmasa da kamera çoğunlukla Blanche’ın etrafında dolaşıyor. Blanche, yüzündeki çizgilerin görülmesinden korktuğu için, daha çok erkeklerin görmemesi için daima loş ışık altında dolaşıyor. Bu yüzden filmin estetiği de karanlık ve kasvetli. Dramatik parçalı ışıklandırmalar, dışavurumcu bir ruh halini alıyor filmde. Kazan, Blanche’ı önde gösterirken, Blanche’ın etrafında dolaşan karakterler de filme derinlik ve anlam katıyorlar. Kazan, filminin ilk bölümlerinde yoğunlukla vince takılı hareketli bir kamera kullanmış. Sanki bu Blanche’ın içindeki hüzünlü coşkuyla buluşuyor. Çok
geçmeden bu kamera, Blanche’ın içinin sakinleşmesiyle sakinleşiyor. Fonda duyulan müzikler de Blanche’ın iç dünyasıyla buluşmuş. Elbette caz tınıları da var. Filmde unutulmaz anlar öyle çok ki. Blanche’ın, loş ışık altında Mitch’e ruhundaki yangını, genç eşinin intiharını anlattığı sahne gerçekten etkileyici. Blanche’la Mitch’in öpüştüğü sahnede, Victor Fleming’in 1939 yapımı renkli “Gone with the Wind-Rüzgâr Gibi Geçti” filmindeki o ikonik sahneyi düşünüyorsunuz. “Evening Star” adındaki gazetenin abone tahsilâtını yapmak için eve gelen genç sanki trajedi yaşayan kocasını andırıyor Blanche’a. Bir an onu görür gibi oluyor. Geniş final bölümü sinemanın özel anlarındandı. Bu film, Aralık 1955’te “İhtiras Tramvayı” adıyla ülkemizde vizyona çıkmıştı.

”Kanlı Hücum…”

Laslo Benedek’in, özellikle 1960’ların ruhuyla buluşan 1953 yapımı siyah-beyaz “The Wild One-Kanlı Hücum”, McCarthy’nin “cadı avı”ndan geçen ve Amerika’dan otoriteryanlığı, yani potansiyel faşizmi yansıtan sarsıcı bir film. Amerika, ülkemizdeki gibi otoriteryan toplumun yaşadığı bir ülke. Columbia’nın sunduğu film, bir asfalt yol üstünde açılıyor. Johnny Srtabler’ın (Marlon Brando) iç sesiyle nasıl bir filmin içine düşeceğinizi fark ediyorsunuz. Johnny, “Benim için her şey bu yolda başladı. /…/ Bir daha böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum. /…/ O kızı unutamıyorum…” diyor
seyirciye. Filmin senaryosu Frank Rooney’nin kısa bir hikâyesinden yazılmış. Senaryoyu da Ben Madow yazmış. İnsana bazen huzur bazen tedirginlik veren müzikleri Leith Stevens bestelemiş. Küçük kasabadaki her türlü karanlığın içinden çarpıcı fotoğraflar sunan da kameraman Hal Mohr. Filmin orijinal adı “Vahşi Biri” anlamına geliyor. Ama İngilizcede metafor olarak göç eden vahşi hayvanları anlatmak için de söyleniyor. Kuşlar, filler, geyikler, zebralar vs vahşi hayvanlar hep göç ediyorlar. Yani göçmenler. Johnny de öyle. Hiçbir yere bağlı değil o. Bu yüzden kendine doğru gelen Kathie’nin aşkına sırtını dönüp gidiyor Johnny.

“Kara İsyancılar Motosiklet Kulübü”nün 1950 model Triumph Thunderbird GT motosikletli lideri Johnny, motosiklet çetesiyle Kaliforniya’daki küçük Carbonville’e geliyorlar öğleye doğru. Burada motosiklet yarışı yapılıyor ve çete ortalığa tedirginlik saçıyorlar. Çeteden bir genç (Gil Straton), yarışı kazanan motosikletliden ödülü alıp Johnny’ye veriyor. Hak edilmemiş ödülü memnuniyetle kabul eden “cool” Johnny, bu film gibi ikonik görüntüsüyle popüler kültürün ilhamı gibi görünüyor. Kasketi, uzun favorileri, tişörtü, deri montu, kalın kemeri, kot pantolonuyla kışkırtıcı. Polisleri ve nezaket kurallarını da sevmeyen vahşi biri o. Şerif onları oradan kovunca yine yollara düşüyorlar ve motosikletleri çeteyi yakındaki küçük bir kasaba Wrightville’e götürüyor. Wrightsville, tam anlamıyla sakin ve günlerin aynı geçip gittiği bir tutucu kasaba. Seçimlerde büyük ihtimalle oyların Cumhuriyetçilere gittiği muhafazakâr insanların yaşadığı bir kasabaydı burası. Birdenbire karşılarında serserileri gören kasaba sakinleri ne yapacaktı?

Huzurlu kasabada ilk hareket, arabasıyla oradan geçen yaşlı Art Kleiner’a (Will Wright) bulaşıyor çeteden bazıları. Birasına yarışırken, biri Art’ın arabasına çarpıyor. Kasabanın polis şefi Harry Bleeker (Robert Keith) ortaya çıkıyor ama onlara karşı koyması zor. Johnny, polis Harry’nin kardeşi Frank’ın (Ray Teal) olan kafe-bara giriyor ve orada kendine ilk defa heyecan veren güzel Kathie’yle (Mary Murphy) karşılaşıyor. Kafede çalışan Kathie’yle yakınlaşmayı deneyen Johnny, belki de ilk defa sert kayaya çarpıyor. Aslında Kathie, bu serseri görünüşlü Johnny’ye ilgisiz değil, ama aşk için savaşmak gerek. Barın biralarını midelerine gönderirken, barda insanın kulağına iyi gelen caz ve blues tınıları da plaklardan duyuluyor. Bazı gençler, bardaki yaşlı Jimmy’yle dalga geçerken, “rap”i hissettiren mırıltılar çıkartıyorlar ve altta birden hareketli blues müziği duyulmaya başlıyor. Yönetmen Benedek’in bu filmi gerçekten popüler kültür için bir ikon, bir idol. Filmin atmosferinin içinde dolaşırken bunlara dokunuyorsunuz.

Kasabaya rakip motosikletliler “Böcekler” (Beetles) geliyor. Liderleri Chino (Lee Marvin), Johnny’nin rakibi. Johnny’yi, hak etmediği ödülü aldığı için aşağılıyor ve ardından dövüşüyorlar. Hikâyeye, kasabanın zenginlerinden Charlie Thomas (Hugh Sanders) dâhil olunca her şey değişmeye ve çığırından çıkmaya başlıyor. Charle’yle kavga eden Chino’yu nezarete atıyor. Aslında polis Harry, uzlaşmacı ve pasifist biri gibi görünüyor. İstemeden bunu yapıyor. Sonunda, Charlie, kendisi gibi kasabada ağırlığı olan birkaç kişiyle serserilerle hesaplaşmak için ayaklandırıyor. Kathie, gecenin karanlığında eve giderken, Johnny’nin çetesi kızı sıkıştırıyor, hatta tecavüz etmeye niyetleniyorlar. Johnny, karanlığın içinden çıkıp gelerek Kathie’yi atının terkisine atar gibi oradan götürüyor. Geldikleri parkta gerçeklikle karşılaşıyor Johnny. Çünkü Kathie, beyaz atlı prensini bekleyen kızlardan çünkü. Johnny’nin en büyük hayal kırıklığı, Kathie’nin, polis Harry’nin kızı olması belki.

Kathie’den ayrılan Johnny kasabaya geldiğinde, Charlie ve yanındaki adamların öfkesiyle karşılaşıyor. Onu linç etmek istiyorlar çıbanbaşı diye. Bu sahneler gerçekten irkiltici ve insanın içindeki faşistin dışarı çıkmasını dehşetle izliyorsunuz. Johnny kaçmaya çabalarken, biri motosikletin önüne levye atınca Johnny düşüyor ve boşta kalan motosiklet yaşlı Jimmy’ye çarpıp onu öldürüyor. Kasabaya Şerif Slew Singer (Jay C. Flippen) geliyor ve tüm deliller Johnny’nin aleyhinde. Kazayı gören Frank ve yaşlı Art, gördüklerini itiraf edince gerçek ortaya çıkıyor, ama ölüme sebebiyet verenin kim olduğu Wrightsville’in karanlık sokaklarında kalıyor. Belki de bunun hiç önemi yok. Asıl katil linç kültürü. Film, bir günden az zamanda geçiyor ve bir ömre sığacak çok şey sunuyor. “Kanlı Hücum”, sinemanın özel filmlerindendi. Bu film ülkemizde Nisan 1956’da “Kanlı Hücum” adıyla gösterime çıkmıştı.

“Rıhtımlar Üstünde…”

Elia Kazan’ın 1954 yapımı siyah-beyaz “On the Waterfront-Rıhtımlar Üstünde”, sarı sendikacılığa karşı işçi sınıfının destansı hikâyesi. Columbia’nın sunduğu bu polisiye filmin senaryosunu Budd Schulberg yazmış. Schulberg, daha sonra bu senaryoyu roman olarak yayımlamış. Müzikleri Leonard Bernstein bestelemiş. Şiirsel gerçeklik ruhunu yansıtan büyüleyici fotoğraflarsa Boris Kaufman’dan. Yahudi asıllı bu Rus kameraman, sinemanın öncü yönetmenlerinden Dziga Vertov’un kardeşiydi. Kaufman, şiirsel gerçekçi sinemanın öncülerinden Fransız Jean Vigo’nun, sinema tarihine miras kalmış filmlerinin kameramanı da olmuştu. Kaufman’ın tüm deneyimlerine, Kazan’ın bu filminde dokunuyorsunuz. “Rıhtımlar Üstünde”, tam 12 dalda Oscar’a aday oldu ve sekizini aldı. Film, yönetmen, senaryo, görüntü (Kaufman), müzik (Bernstein) erkek oyuncu (Brando), yardımcı kadın oyuncu (Eva Marie Saint), yardımcı erkek oyuncu (Karl Malden ve Rod Steiger), kurgu (Gene Milford), sanat yönetmeni (Richard Day) dallarında Oscar kazandı. Bu filmin hikâyesi New Jersey eyaletindede geçiyor.

Şikeyle mağlup olup bokstan uzaklaşan çizgili montlu Terry Malloy (Marlon Brando), rıhtım sendikasının başındaki Johnny Friedly’nin (Lee J. Cobb) emriyle, kendisi gibi güvercin tutkunu dok işçisi Joey Doyle’a (Ben Wagner) güvercin götüren Terry neler olacağından habersiz. Aslında hiçbir şey bilmiyor. Johnny’nin çetesi Joey’i
damdan aşağı atıp öldürüyor. Joey’in büyük günahıysa, “Suç Komisyonu”na ifade vermesi ve Johnny ve çetesini ihbar etmesi. Terry ödül olarak limanda yorucu olmayan işte çalışmaya başlıyor. Elbette Terry’nin abisi Charley Malloy’un da (Rod Steiger) desteğiyle. Charley, Johnny’nin sağ kolu ve fedaisi. Ama çok geçmeden Terry’nin hayatına Joey’in güzel kız kardeşi Edie (Eva Marie Saint) giriyor. Sonra da cemaati dok işçileri olan Rahip Barry (Karl Malden) giriyor.

Joey’in ölümünden sonra Joey’in güvercinlerine çatılarda bakan Terry’nin peşinde “Suç Komisyonu”nun dedektifleri de düşüyor. Çünkü hakikati bildiğini biliyorlar Terry’nin. Kendine yaklaşan Edie ve rahip, Terry’ye yavaş yavaş vicdanın olduğunu da fark ettiriyorlar. Terry epey zaman sonra aşkın sıcaklığını da hissetmeye başlıyor. St. Ann’de okuyan Edie, okuldan sonra öğretmen olmayı düşlüyor. Edie’nin babası, kızının işçi sınıfından
biriyle evlenmesin pek istemiyor. Çünkü kızının da annesi gibi olmasını istemiyor. Ama aşkın önde durmak kolay mı? Baba, oğlu Joey’in montunu dok işçisi Timothy Dugan’a (Pat Henning) veriyor. O da komisyona Johnny’nin pisliklerini komisyona anlatınca başına “kaza” düşüyor. Rahip Barry ve Edie’nin manevi baskısıyla komisyona konuşmaya karar veren Terry için en önemli olay, Johnny’nin Charley’i ortadan kaldırması. Abisiyle arabada konuşan Terry, ardından Edie’nin yanına gidiyor, zorla kapıyı kırıyor ve onu öperek aşkı ondan alıyor. Sonra sokakta, koyun gibi kancayla duvara asılmış cesedini gören Terry, öfkeyle bara gidiyor. Johnny’yi abisinin tabancasıyla barda öldürmeyi isterken, rahibin kelimeleri onu adalete yönlendiriyor. Mahkemede Johnny’nin mafyavari cinayetlerini ve yolsuzluklarını anlatan Johnny, dok işçiler tarafından gammazcı diye itiliyor, bir an yalnızlığa sürükleniyor. Filmin final bölümü de çok güçlüydü. Bu anı yaşamak gerek. Gerçek sendika ve örgütlü olmak, birilerinin malı olmaktan, köle olmaktan, sömürüden çıkartıyor ve insan onurunu getiriyor. İş ve işçi güvenliğinin olmadığı yerde mafyavari sarı sendikalar ve taşeronlar olur, diyor Kazan sol ruhla.

Filmin estetiğine de dokunmak gerek. Kış atmosferinde geçen filmde sisler ve ıslak mekânlar estetik anlamda unutulmaz fotoğraflar sunuyor. Sokaklarda hava gazının yayılan buharları da ilham vericiydi. Sergio Leone usta, 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika” filminde de böyle estetik fotoğraflar sunmuştu. Büyük kameraman, kış atmosferindeki bu pastoral görüntüleriyle Rus şiirselliğini Hollywood’a taşımıştı. Kaufman, 1930’lar ve 40’lardaki fotoğraf sanatının çerçevelerinden de yardım bulmuş bu filmde kameranın yerleştiği açılarla. Kaufman, sadece kısa odak uzaklıklı objektif kullanmamış, uzun odak uzaklıklı objektifleri de denemiş. Hatta geniş açılı objektifleri de yer yer kullanmış. Özellikle çoğu iç mekânlarda. Uzun odak uzaklıklı objektifler, mesafe yanılsaması yaratıyor perdede. Kısa odak uzaklıklı objektifler perdede alan derinliği yaratıyor. Rıhtım sahneleri çok etkileyici. Bu filmdeki fotoğraflara dokunmadan kameraman olmak… İnsan hayal bile edemiyor gerçekten. Filmdeki diyalogların da çok etkileyici olduğunu belirtmeli. Terry’nin, kafede Edie’yle gerçeklik üstüne konuşmalarına da kulak vermeli. Dışarıdan gemi sireni duyuluyor bu anlarda. Terry’nin duyduğu gerçekliği hissediyor, romantizmden uzaklaşan seyirci. Terry’nin yüzündeki değişimleri izlemek de müthiş bir deneyim sunuyor bu sahnede. Terry’nin çatıda güvercinler hakkında Edie’ye anlattıkları da hayatın gerçekliğinden düşüyor. Güvercinler, büyük âşıklarmış ve birbirlerini kolay kolay aldatmazlarmış. İstanbul çatılarında güvercinlerle ilgili hatıram var. Erkek ve dişi güvercin karşı çatıya kondu. Gagalarıyla öpüştüler. Sonra dişinin yanına bir erkek güvercin kondu, dişi sonra onunla öpüştü. İlk erkek güvercin havalandı, başka çatıya kondu, dişi de peşinden gitti. Erkek yüz vermedi, havalandı, dişi de onu takip etti. Geride kalan erkek güvercinse, çevresine bakındı, boşta dişi aradı. Bu film ülkemizde Ekim 1956’da “Rıhtımlar Üstünde” adıyla gösterime çıkmışı. Ama, DVD’si “Rıhtımlar Üzerinde” diye yayımlandı.

(23 Ekim 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Otomatik Portakal

“Tarih tekerrürden ibarettir” diye boşuna dememişler. Antalya’da 35 yıl sonra sansürün acı tadını yeniden tattık. Tattık da anladık ki bu tat bize çok tanıdık. Söylenecek çok şey var. Diğer taraftan da hiçbir şey yok. Bu ülkede her dönem olduğu gibi bu dönemde de zor günler geçiriyoruz. Fevkalade bir baskı, sıkıştırılmışlık ve bunalmışlık duygusu herkesin üzerinde… Festivaller, sanat bir zamanlar nefes alma alanımızdı, artık o da kalmadı. Tek avuntum artık bir şeyler daha şeffaf… Bir şeylerin üzerini kapatmak daha zor… Tıpkı Altın Portakal’da -belki kimsenin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmediği- yarışma dışı bırakılan Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek adlı belgeselin yaşadığı durumda olduğu gibi. Küçücük bir olay büyüdü de büyüdü, dalga dalga yayıldı. Festival komitesi sustu. Susmak her zaman erdem değildir. Söyleyecek bir şeyiniz olmadığında da susarsınız. Ve bu suskunluk bozulmadı. Tek bir açıklama gelmedi. “Sansür mücadelemize festivalde devam edeceğiz” diyen sinemacılar kuzu kuzu sustu. Bir tek Onur Ünlü, kimsenin ne dediğini anlamadığı bir metin okudu. Tüm töreni içim parçalanarak izledim. Bugüne kadar saygı duyduğum, hayranlık beslediğim, inandığım, güvendiğim tüm değerler sarsıldı, yerle bir oldu. Kimin ne ödül alıp almadığıyla ilgilenmiyorum. Sanatın bu denli kontrol altında tutulduğu, ezildiği, çiğnendiği başka bir ana tanık olmamıştım. Kimse artık saygı görmekten söz etmesin. Vicdanıyla baş başa kalıp bir düşünsün. Değer mi hiç?

(23 Ekim 2014)

Gizem Ertürk

SİNEMADA BİR ASIR – mı? (SİNEMADA BİR ASIR ve 100 İLLÜSTRASYONLA TÜRK SİNEMASININ 100. YILI Kitapları Üzerine)

Başlığın sonunda ki (mı?) sorusu boşuna konmadı, soru ekini koymazsak 2014’de yayınlanan kitaba göre (kitabın adına göre) sinemamızın başlangıcı 1914 olmaktadır, genel geçer kullanım da böyledir. Fakat kitabın 23. sayfasında yer alan Alican Sekmeç’in “Türk Sineması’nda İlk Filmler” yazısı bile, bu 1914 tarihini daha öncelere (1912’lere) taşıyor, ayrıca, 1914’de çekildiği kabul edilen Ayestafanos’taki Rus Abidesinin Hadmi (doğru ve gerçek adı budur, bu-nu bu filmden söz ederek, sinemamızın başlangıçını bu filme bağlayan Sn. Nijat Özön -50 yıl sonra- söylemektedir.) aslında tanımlandığı gibi -ve film hakkında şimdiye kadar edindiğim bilgilere göre- bir belgeselden çok bir “haber film”dir, aynı zaman da bir belgedir de. Sn. Âlim Şerif Onaran ise -bu tarz (“haber film”)- filmlerin çekilişini 1911, hatta 1909’a kadar indirmektedir. Bunları görünce, 1914’ü başlangıç olarak kabul etmek biraz zor oluyor benim için.

Burçak Evren ve Alican Sekmeç de kitapta yer alan yazılarında 1914’den önceki filme çekilmiş görüntülerden söz etmektedirler. MOSD’ın (Merkez Ordu Sinema Dairesi) kuruluşu da yasa ile ve 1915’de yapıldığına göre, resmi kuruluşun bu tarih olması daha tutarlı geliyor. [Ben kişisel olarak ilk konulu filmimiz olarak kabul edilen -1912 ve 1914’de çekilen filmleri almak gerekli aslında ama, Pençe’yi (Sedat Simavi – 1917) başlangıç olarak alıyorum.]

Kitapta yer alan kendi yazımı henüz okumadım (belki okumaya zaman da bulamayabilirim). Fakat Geçiş Dönemi Yönetmeni olarak sözünü ettiğim yönetmenlerden Çetin Karamanbey’in 1949’da çektiği Yalan isimli filmin adı Yara olarak yazılmış (bunda benim hatam var) ve bu filmle ilgili olarak 1978’de Ülkü Erakalın’ın çektiği Yara filminin afişi konulmuş. Karamanbey’in filminin adını Yalan olarak düzeltiyorum. Yara filminin afişinin bulunduğu sayfada Aydın Arakon’un 1959’da çektiği Fosforlu Cevriye filminin afişi yerine, bu filmin re-make’i olarak 1969 yılında Nejat Saydam tarafından Fosforlu Cevriyem adı ile yapılan filmin afişi var. [Her iki filmin (Yara ve Fosforlu Cevriyem) afişi de yazıda adı anılan yönetmenin filmlerinin afişi değil. Birisi birazda benden kaynaklanıyor fakat iki afiş de belirtilen filmlere / yönetmenlere ait değil -“afişler” konusunda benzeri hatalara rastlarsam konuya tekrar döneceğim.] (Sinemamızın ilginç kitaplarından olan, “5555 AFİŞLE TÜRK SİNEMASI” kitabında Yalancı filminin afişi yok, Fosforlu Cevriye’nin ise afişi yerine küçük bir bandı var.)

Kitabın 69. sayfasında Agâh Özgüç’ün yazısı yer alıyor. Sinemamız hakkında bugüne kadar yüzlerce yazı, onlarca kitap yazan Özgüç için, “yönetmen” tanımlaması kullanılmış. Özgüç hiç yönetmenlik yapmamıştır, bu değerlendirme tamamen hatalıdır.

Coşkun Çokyiğit 85. sayfada yer alan yazısında sinemamızın uyarlamasını yaptığı filmlerden söz ederken (89. sayfa) Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını da sayıyor. Devlet Ana’nın sinema uyarlaması yapılmadı (TV uyarlaması da yapılmadı). Devlet Ana’nın sinema uyarlamasını Halit Refiğ yapmak istedi ise de sonradan projeden vaz geçti. Çokyiğit, Kemal Tahir’in hemen peşinde Suat Derviş’e yer vermiş ve Fosforlu Cevriye romanının 1959’da sinemaya uyarlandığını yazmış. Bu roman hiç bir zaman sinemaya uyarlanmadı. Roman 1940’larda bir gazetede tefrika edilir ve Derviş de romanın sinemaya uyarlanması girişiminde bulunur fakat sonuç vermez. Metin Erksan ve Abdullah Ziya Kozanoğlu “erkekleşmiş kadın” tipini ele alan bir senaryo projesi üzerinde anlaşırlar ve yazarlar. Düşünülen isimlerden biri de Fosforlu Cevriye’dir. Fakat çalıştıkları film şirketi ortakları ayrılınca filmin çekilmesi gerçekleşmez ve hazırlanan senaryo, ayrılış sonunda Acar Film’i kuran Murat Köseoğlu’nda kalır. Bir süre sonra senaryoyu ele alan -o sıralar- şirketin filmlerini çeken Aydın Arakon yeni baştan yazar ve Fosforlu Cevriye filmini çeker
(1959). Bu filmin senaryo aşamasından beri Derviş’in romanı ile ilişkisi yoktur. Roman ancak 1964’de kitap olarak basılıp yayınlanır. Daha sonra Ümit Elçi tarafından müzikal olarak TV için dizi olarak çekilir. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si sinema uyarlanmaz, Memduh Ün çekmek isterse de yapımcının, yazarın kimliği üzerindeki düşünceleri nedeni ile yazılan senaryo oldukça değiştirilir (aslında “tamamen değiştirilir” demek daha doğru) ve Cevriyem adı ile çekilir (1978). Arakon, -kendi yazdığı senaryodan çektiği- Fosforlu Cevriye filminin gördüğü ilgi üzerine içinde fosforlu sıfatı geçen iki film daha çeker ki, bunların da Derviş’in kitabı ile ilgisi yoktur. (Kıtıpiyoza Tuzak: Fosforlunun Oyunu -1959 / Fosforlu Oyuna Gelmez – 1962 ) Çokyiğit’in sözünü ettiği Bana Derler Fosforlu’ya gelince S. Derviş’in bu isimle bir kitabı dahi yoktur. Bu isim Ertem Göreç’in yönettiği bir filmin adıdır (1969).

Nurçay Türkoğlu 55. sayfada başlayan yazısında, sinemamızda oyunculardan söz ederken Adalet Pee ve Emine Adalet’ten ayrı ayrı kişiler olarak söz eder. Oysa isimleri anılan kişiler aynı kişidir. Emine Adalet filmlerde de oynayan esas işi dansözlük olan bir kişidir. ABD.li bir kişi ile yaptığı evlilik sonucu “Pee” soyadını almıştır. Türkoğlu, aynı şekilde aynı kişiyi, künyelerde yer alan farklı isimleri ile farklı kişilermiş gibi sayıyor: İrma Toto – Toto Karaca. İrma Toto, tiyatro ve sinema oyuncusu Mehmet Karaca ile evlenerek Karaca soyadını alır, Cem Karaca’nın annesidir. Türkoğlu’nun Muazzez Ülker Er olarak sözünü ettiği kişi ise Muazzez Ülkerer’dir. (Bazı film künyelerinde Muazzez Ülker olarak yer alır.) Türkoğlu’nun yazısı içinde geçen Refik Kemal Arduman’ın Köroğlu filmi için 56. sayfada yer alan afişin, adı geçen film ile ilgisi yoktur. Film 1945 yapımıdır, kitapta film ile ilgili olarak yer alan afişte, filmin renkli ve sinemaskop olduğu belirtiliyor. Bu özellikler sinemamızın 1945 yılı bir yapımı için söz konusu olamaz, ayrıca oyuncu olarak afişte adı yazan Enver Mehmet ve Leyla Bedir adlarında sinemamızda hiç bir zaman oyuncu olmamıştır. Bu afiş, sinemamızın çektiği hiçbir Köroğlu filmine de ait değildir. Aynı yazıda söz konusu edilen Muhsin Ertuğrul’un 1938 yapımı Aynaroz Kadısı filminin afişi 5555 Afişle Türk Sineması kitabının 22. sayfasında bulunmasına rağmen 58. sayfada filme kaynaklık eden oyunun Dram Tiyatrosu’nda Ercüment Tahsin rejisi ile sahneye konan oyunun afişine yer verilmiştir.

Festivalin açılış gecesi konuşmasını yapan Belediye Başkanı Menderes Türel’in açılış konuşmasında Fuat Uzunkınay diye adını andığı, sinemamızın başlangıç günlerinde yer alan [“Ayestafanos’taki Rus Abidesinin Hadmi (Yıkılışı)”] filmi ile adından söz ettiren, bu nedenle sinemamıza başlangıç yapan kişi olarak yer alan Fuat Uzkınay’dan yazısında söz eden (405. sayfa) Ömür Gedik, adı Fuat Özkınay haline getirmiştir.

İsimler ne hallere geliyor fakat benim, Karamanbey’in “Yalan” filmini nasıl “Yara” (Seyfi Havaeri) yaptığımı hâlâ çözmüş değilim. Diğer isim yanlışlıklarını da böyle açıklanamaz hatalara bağlıyorum. Nitekim, Çokyiğit Devlet Ana yazarken kastının Yorgun Savaşçı olduğunu, hatasını kendisine söylediğim zaman fark etti. Yalnız şunu eklemek istiyorum: Sinemamız Yorgun Savaşçı’yı da film yapmamıştır. Yorgun Savaşçı, Halit Refiğ tarafından TV filmi olarak çekilmiş, sonra da yaptıranlarca (öncelikle devlet yönetimince) yakılmıştır. Sonradan yakılmaktan kurtulmuş bir kopya TRT tarafından gösterilmiştir. Bu arada -yakılma dedikoduları yoğun bir şekilde tartışılırken- Tunca Yönder tarafından ikinci kez, yine TV dizisi olarak çekilmiştir. (İşin ilginç yönü her iki çekimde de Cehennem Yüzbaşı Cemil, Can Gürzap tarafından oynanmıştır.).

2. kitap / 100 İllüstrasyonla Türk Sinemasının 100. Yılı

Sinemamızın ürettiği 100 filmin çeşitli kişilerce yapılan 100 İllüstrasyon’u aynı kitapta toplanmış, bu illüstrasyon’lar da bir sergi oluşturmuştu. Bunlara yapılan açıklamalara bazı düzeltmeler gereğini duydum.

Yılmaz Güney’in 1970’de yaptığı Umut filmine yönetmen olarak Şerif Gören adı da yazılmış, bu filmde Şerif Gören’in herhangi bir katkısı yoktur. Başka konuda her hangi bir katkısı var mı, bunu da bilmiyorum. Hatta bu filmin çekildiği günlerde Güney ve Gören’in çalışmaları var mı, bu konuda da bilgi sahibi değilim. Bu illüstrasyonu yapan Sedat Girgin bu birlikteliği nereden edindi, merak konusu.

Gören / Güney ikilisi hakkında bir başka yanılgı da Yol filmi ile ilgili. Bu filmin ilk projesinin adı Bayram’dı ve yönetim işi Erden Kıral’a verilmişti. Filmin 10 kahramanı vardı. Güney, Kıral’ın çektiği bölümleri onaylamayarak kahraman sayısını 6’ya indirir, yönetmenliği Gören’e verir ve filmin adını da Yol olarak değiştirir. Senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılan film tamamen Gören tarafından çekilir (yönetilir), kurgu işlemini de Yılmaz Güney yapar. Film bizde ve yurt dışında Güney / Gören ikilisinin filmi olarak anılmaktadır fakat -sette- filmi yöneten Şerif Gören’dir. Filmin illüstrasyonunu yapan Berkay Dağlar da filmin ikili tarafından yönetildiğini kabul etmiş ki, -film yönetmenin ne olduğunu düşünürsek, gerçi Gören’in elinde sanırım ayrıntılı bir senaryo vardı,- bunu yine kabul etmek biraz zor.

Naz Tansel’in illüstrasyon yaptığı Endişe’de ise durum biraz farklı. Bu filmi senaryoyu da yazan Yılmaz Güney çekecek ve başrolü de kendisi oynayacaktı. Hatta çekimler başlamış idi. Filmin başında bulunan ve jeneriğin fonunu oluşturan bölümler -film hakkındaki bilgilerim yanlış değilse- Güney tarafından çekilmiştir. [Adana’ya giren yollarda, kamyon motor seslerinin fon müziği yaptığı sahnelerde, Adana girişlerinde / (hangi ve neredeki girişler -belki de-) hepsi… / bulunan Sabancı Holding’e ait iş yerlerinin / fabrikanın isimlerin sonunda bulunan “SA”lara zoom yapılır. Son zoom ise şehrin girişindeki ADANA levhasındaki son hecenin, tebeşirle (“SA”), yani ADASA yapılmış haline yapılır. Hazırlanışı ve bitirilişi bakımından çok sinemasal olan bu jenerik film hakkındaki bilgilerine göre Güney tarafından çekilir. (Sonra Adana’ya varmış kamyonlardan inen geçici işçiler arasında Yılmaz Güney görünür/görünmez. – farkına varamayan seyirci olabilir, ama Güney’in filmdeki tek görüntüsü budur.] Bu çalışma gecesi, Yumurtalık Hakimi cinayeti ile ilgili olarak Güney tutuklanınca, filmin yönetimini Şerif Gören’e bırakmak zorunda kalır. Rolünü ise o güne kadar sinemada hiç oynamamış, tiyatro oyuncusu Erkan Yücel oynar. Filmi tamamen Gören çeker Daha önce Güney’in çektiği bir kısım filmlerin yönetmenliğini de yapmıştır ama bu filmlerde senaryoları da yazan Güney, bazı sahneleri kendisi için ayırır (çeker) geri kalanları da Gören’e bırakır. Bu filmlerin hemen hepsinde Güney oynar ama oyunculuk başka şeydir, yönetmenlik başka şey. Son söz olarak Endişe filmi Gören tarafından çekilir. filmle hem bütünleşen hem de ayrı duran jenerik ise Güney tarafından çekilir (eğer bu bilgi yanlış ise hata sadece benim.)

Ufak ve görmezden gelinebilecek bu hataları düzeltmek istememin nedeni, her iki kitaptaki bilgileri olduğu gibi benimseyip doğru kabul edenlere, sinemamız konusunda daha dikkatli olmaları için. İlgilenmiyorlarsa kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. (Şunu da son söz olarak söyleyeyim, Sinemada Bir Asır’daki tüm yazıları okuyabilirsem, rastladığım yeni hataları, eğer yapılacaksa, ikinci basımda düzeltme gayreti içinde olacağım.)

(20 Ekim 2014)

Orhan Ünser

Babalar ve Oğullar

Vizyonun yepyeni Hollywood yapımlarından ‘Yargıç / The Judge’ ezeli ebedi baba oğul çatışması üzerine. Filmin adından tahmin edileceği üzere ana karakterlerimiz hukuk adamı. Indiana eyaletine bağlı Carlinville kasabasının 42 yıllık yargıcıdır baba Joseph Palmer. Hayatını geçirdiği bu küçük yerleşim bölgesinin adil kanun adamı olarak haklı bir şöhreti vardır. Hikâye ilerledikçe detaylarına ulaştığımız babayla çatışma ertesinde kasabayı terk etmiş ve o da hukuk okumuş oğul Henry Hank ise Chicago’nun gözde avukatlarından biri olmuştur. Dolandırıcı para babalarının davalarını beraatle sonuçlandırmakla ünlüdür. Kibirlidir, şımarıktır. ‘Beni tutmaya masumların parası yetmez’ küstahlığından geri durmaz. Annesinin cenazesi nedeniyle doğup büyüdüğü ama derin bir nefret duyduğu baba ocağına mecburi bir dönüş yapar yıllar sonra. Tek günlük kısa bir ziyarettir amaçladığı. Lakin yaşlı babanın ölümle sonuçlanan bir kaza nedeniyle sorgulanacak olması avukat oğulun kasabada kalmasına neden olur. Yargıç babanın savunmasını üstlenen Hank, geçmişin hayaletleriyle hesaplaşma durumundadır artık.

Daha önce önemsiz güldürülere imza atmış yönetmen David Robkin’in bu ilk drama denemesi bizlere Çağan Irmak’ın sevilen filmi ‘Babam ve Oğlum’u (2005) hatırlattı. Kaçarcasına terk edilen baba ocağına yıllar sonra dönüş, babayla oğlun muhalefeti, kasabada kalmış biri yarım akıllı iki kardeş, eski sevgili gibi figürleriyle. Ancak benzerlik buraya kadar. Bizim insanımızın yaşadığı travmalar ve darbe dönemi acılarıyla Irmak’ın filmi gözyaşlarını sel gibi akıtan koyu bir melodramdır. Bu Amerikan hikâyede trajediye pek yer yok. Hükümran babanın sevgisizliği, büyük ağabeyin elim bir kaza sonucu spor kariyerinin sona ermesi ya da ölümcül hastalık gibi unsurlar burada da mevcut ancak Robkin’in filmi çok daha sakin bir tonda ilerliyor. Hank’in alaycı deyişiyle ‘bir Picasso tablosu gibi’ dağınık ve düzensiz bir aile tablosu resmedilen.

Sinema ve televizyonda onlarca benzerini izlediğimiz aile dramları ve Amerikan sinemasının pek sevdiği diğer mahkeme filmlerinden üstün bir yanı yok bu çalışmanın lakin oyuncu kadrosu muhteşem. Son dönemde üzerine yapışmış süper kahraman rollerinden bu film için izin almış görünen çağımızın en başarılı aktörlerinden Robert Downey Jr. ile kariyerinin son döneminde (kendisine yeni bir Oscar adaylığı getirmesi muhtemel) çok etkileyici baba karakterinde yılların oyuncusu Robert Duvall karşılıklı döktürüyor. Ağabeyde hayli kilo almış Vincent D’Onofrio, gençlik aşkında yetenekli Vera Farmiga, savcıda delici ‘Fargo’ bakışlarıyla Billy Bob Thornton filmin öne çıkan diğer oyuncuları.

(20 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kesik Almanya’da Vizyona Girdi, Seyirci Akın Etti, İndirgemeci Üslubun Geniş Vahameti Üzerine Düşünmek Bize Kaldı

Çalışmalarını Almanya’da sürdüren Türkiye kökenli yönetmen Fatih Akın’ın son filmi The Cut, gösterime girdi. Yönetmenin kendi söylemiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’e uygulanan ‘soykırımı’ konu eden The Cut, (Kesik) aşkla başlayan, ölümle devam eden ve şeytanla biten üçlemenin ‘iblis’ yanını oluşturuyor. Fatih Akın’ın ‘Duvara Karşı’ filmi aşkı, ‘Yaşamın Kıyısında ölümü tarif ederken ‘The Cut’ şeytan meselesine girmiş bulunuyor.

Çetrefillik içeren bazı filmlerde konuyu daha iyi kavramak için içeriğe geçmeden önce ‘çerçeve’ hakkında bilgi vermek gerektiğinden ‘Neden böyle bir film yaptın’ sorusuyla sık sık muhatap olan Fatih Akın, meramını anlatabilmek için demeç üstüne demeç veriyor. Filmi açıklama gayretinde bulunurken “Ben konuyu değil, konu beni buldu” diye söze başlayan çok ödüllü yönetmen, “Tabuları yıkmak, insanları duyarlı hale getirmek, korkuları yenmek, şiddet pornosu çekmek istemedim” gibi tamlamalarla devam ediyor. Yalnız, ‘çerçeve’ kısmında yönetmenin içeriden tam göremediği bir detay gözden kaçmışa benziyor: Fatih Akın Almanya’da aşırı indirgemeci üslupla tam teşekkülü filmler çeken başarılı bir yönetmen olarak tanınıyor. Şimdiye kadar yaptığı filmlerde kendine özgü bir kulvar bulduğu ve öznel bir dil yarattığı vurgulanıyor. Üçleme dediği filmlerin ilk iki halkası aşk ve ölümde yaşanan sosyal varlanım gerçeklileri ‘göç’ olgusuna indirgenmiş olarak yeniden anlam buluyor. Son halka şeytanda ise, indirgemecilik üslubuna çok ters yanıtlar verebilecek bir meseleye giriliyor. Ustası olduğu indirgemeci tekniğin ısrarıyla girişilen şeytan meselesinde aşk ve ölümde yakalanan anlam bütünlüğüne erişilemeyeceği peşinen aşikar gözüküyor.

The Cut filmindeki ağır konuyu işleyebilmek için indirgemecilikten uzak çok yönlü bir sinema estetiği, ‘çoğaltıcı’ bir üslup denemesi zorunlu gözüküyor. Sosyal ve mental koordinatları oldukça geniş olan kompleks bir konunun işlendiği The Cut filminin başarılı olabilmesi için redundant (aynı bilgilerin farklı biçimlerde konu içinde tekrarı) klâsiğinden kaçınmak gerekiyor. Oysa bu her sinemacının altından kalkacağı kolay bir iş olmadığı düşünülüyor.

Sanat sinemasında indirgemeci üslup kullanılarak geniş anlamlar ortaya çıkaran örnekleri, karmaşık kompleks varlanımları şiddet unsuru etrafında yorumlayan Tarantino, insan bileşenlerini tutku boyutundaki cinsellik paylaşımına dönüştüren Lars von Trier ve yaşam kavşaklamalarını vicdan kategorilerinde değerlendiren Derviş Zaim filmlerinden sıralanabilir.

Redundantlığın karşıtı olabilecek batini konularda totoloji (kendini tekrar) tuzağına düşmeden anlam çoğaltabilen yapıtların ise başta Tarkovski, Aki Kourismaki ve Nuri Bilge Ceylan gibi ustalardan çıkmış olduğunu vurgulamak gerekiyor. Fatih Akın’ın aşk ve ölüm sarmalından şeytan bağlamına geçerken aşırı indirgemeci üsluptan ne kadar vazgeçeceği son filminde yakalanabilecek başarıya bir nevi ölçek teşkil edebileceğine değinmek gerekiyor.

İlk gösterildiği Venedik Film Festivali’nden bu yana yapılan tüm değerlendirmeler ise Akın’ın terk etmede zorlandığı tek sesliliğinden, mesaj verme ön niyetiyle yapılan uğraşısının pek başarılı olamadığı yönünde birleşiyor. Diğer yandan The Cut benzeri filmlerin Alman seyirci önündeki işlevinin tamamen farklı olduğuna dikkat çekmek zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Almanya kendi öznel tarihinden dolayı soykırım meselesine aşırı duyarlılık göstermekle ön sıralarda yer alıyor. Hemen hergün televizyon kanallarında konuyla ilgili belgeseller, filmler, biyografiler yayımlanıyor. Ulusal sineması da şu an gösterimde olan Christian Petzold’un çektiği baş rolde Nina Hoss’un oynadığı Phoenix filminde olduğu gibi soykırım konusunu işlemeye büyük özen gösteriyor. Ayrıca yoğun vicdani baskı altında olduğunu düşünen ve suçluluk duygusunu taşıyan bir kesimin dünya tarihi içinde soykırım meselesiyle yalnız kalmak istemediğinden dolayı kendine ortak/alibi aradığı sık sık dile getiriliyor. Bu bağlamda düşünsel gıdasını Almanya’dan alan göçmen kökenli yönetmenin bir nevi ‘mahalle baskısı’ altında olduğunu düşünmek mümkün.

Demeçlerinde “Ermeni soykırımında Almanya’nın rolü de irdelenmeli” diye hatırlatmalarda bulunan Akın, üzerindeki manevi baskıdan biraz olsun sıyrılmak adına çaba sarf ederken, Türkiye’nin Ermeni soykırımı hakkında epey olumlu yol katettiğini, buna katkı sağlayacağını düşündüğü filminin yakında Türkiye’de de vizyona gireceğine dikkat çekiyor.

(17 Ekim 2014)

Ali Mercimek

Herkesin Sihire İhtiyacı Var

Sihirle, illüzyonla arası her zaman iyi olmuştur Woody Allen’ın. 2006 yapımı ‘Scoop’, görmüş geçirmiş bir sahne sihirbazı ile (Allen’ın bizzat canlandırdığı illüzyonist Splendini) yeni yetme gazeteci genç kızın Bergmanvari Azrail’i atlatarak fani dünyaya haber taşıyan müteveffa gazetecinin yardımıyla esrarengiz cinayetlerin sırrını çözme hikâyesidir. İlerlemiş yaşına rağmen (önümüzdeki sene seksenini deviriyor) her yıl bir film yapma geleneğini sürdüren usta sinemacı bizde ‘Sihirli Ay Işığı’ adıyla gösterilen (özgün adı ‘Magic in the Moonlight’) son çalışmasında, çok sevdiği sihirbazlık gösterilerinin mekaniği ile ilk döneminden beri gündeme getirdiği metafizik tartışmaları Hollywood’un altın çağının gözde türlerinden ‘screwball’ güldürüyle harmanlamış.

1926 yılının Berlin’inde başlıyor hikâye. Caz çağının ünlü illüzyonisti Stanley Crawford, Çinli Wei Ling Soo kimliğine bürünmek suretiyle Uzak Doğu’nun egzotik şovunu sunmaktadır Avrupalı izleyicisine. Burnundan kıl aldırmayan yılların üstadı için Dünya mantıklı ve öngörülebilirdir. Hayatın boş ve trajik bir gerçeklikten ibaret olduğunu düşünür. Maneviyata inanmaz. Nietzsche’nin ünlü ‘Tanrı Öldü’ deyişinden dem vurur. Ruh çağırma seansından Vatikan’a kadar her şey sahtedir onun için. Münih, Barselona eski kıtayı adım adım turlayan kibirli Stanley meslekten arkadaşının teklifi üzerine sahtekâr olduğundan şüphe edilen bir medyumun foyasını ortaya çıkarmak üzere bu defa Fransız Riviera’sına yollanır. Öyle ya bu hokus pokus numaralarını ondan iyi bilen yoktur. Zihin okuma iddiasındaki Sophie Baker’ın mental titreşimleriyle ince ince dalgasını geçer önce, Amerikan taşrasından yetişme genç kızı soylu İngiliz kibriyle küçük görür. Ancak ruh çağırma seansındaki beklenmedik olaylar ve genç kızın göz kamaştıran güzelliği Stanley’nin aklını karıştıracaktır.

Bu şirin romantik güldürü Cate Blanchett’in görkemli performansıyla devleşen bir önceki ‘Blue Jasmine’ ağırlığında değil belki, ancak üstadın daha önce çokça örneğini verdiği nükte yüklü hafif güldürülerinin sadık izleyicileri için biçilmiş kaftan. Tipik Woody anekdotlarını aktarmak bu kez karizmatik Colin Firth’e düşmüş. Deneyimli oyuncu ile Sophie’yi canlandıran gencecik Emma Stone zıt ikilinin çatışmasında hoş ve sevimli. Darius Khondji’nin iki savaş arasındaki kaygısız dönemin atmosferini kusursuzca yansıtan görüntü çalışması mükemmel. Jenerikte Cole Porter’dan ‘You Do Something To Me’ ile başlayan soundtrack ayrı bir harika. Yaşamak için hepimizin kandırmacalara, ayışığı altında küçük sihirlere ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlatan bu güzel filmi kaçırmamanızı tavsiye ederiz.

(17 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Savaş Sanatı Olarak Evlilik

Gillian Flynn’in çok satan gerilim romanından sinemaya aktarılan ‘Kayıp Kız / Gone Girl’ aynen kitapta olduğu gibi başlıyor. Karısının güzel başını, parlak renkli saçlarını okşamakta olan Nick bazen bir çocuğun hayal gücüyle Amy’nin kafatasını açtığını, beynini dışarı çıkardığını ve güzel kadının düşüncelerini yakalamaya çalıştığını gözünde canlandırdığını ifade eder kitabın ilk satırlarında. Kimdir Amy? Neler hissetmektedir? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız? benzeri sorular kara bulut misali evliliklerinin tepesinde dolaşmaktadır.

Oysa her şey ne kadar farklı başlamıştır. Hudson’dan ötesi beni bağlamaz havasında kibirli Manhattanlı kız ile Orta Batı taşrasından Missouri’li yakışıklı adamı zıt karakterleri çekmiştir birbirlerine. Evlilik bu, önce aşık olmuşlar, daha sonra karşılıklı olarak biri diğerini değiştirmeye çalışmış, nihayetinde nefret yüklü suç ortaklarına dönüşmüşler. Bu hafta dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren ‘Kayıp Kız’ işte böylesine çetin bir karı koca çarpışması üzerine. 600 sayfa olmasına rağmen merakla kısa sürede okunan bir evlilik geriliminden yola çıkan filmin yine Flynn imzalı senaryosu, romanın sinematik yapısının izinde geri dönüşlerle yol alıyor ve yazarın kimin kurban kimin cellat olduğu an be an değişen, sürprizlerle dolu hikâyesinin temposu hiç düşmüyor. Evli bir kadının esrarengiz bir biçimde yok oluşu ve bunu takibeden polis soruşturmasının medyanın huzurunda bir reality show’a dönüşmesinin dayanılmaz komik hikâyesi de ‘Kayıp Kız’. Bir reklâm filmi yapaylığında başlayan aşk hikâyesi, Yukarı Manhattan’ın Woody Allen filmlerine özgü sahte ilişkilerinden manzaralar, ‘İnanılmaz Amy’ çocuk kitabı serisinin yazarları anne babanın kendi kızlarının abartılı başarı hikâyelerini pazarlayıp satmaları ve nihayetinde Amy’nin kayboluşu ve Nick’in cinayetle suçlanmasının sosyal medyada, televizyon kanallarında kamuoyuna servis edilmesi filmde romandan daha güçlü bir biçimde verilmiş. Seyir keyfini bozmamak için burada açıklayamadığımız, romanın bitimine eklenmiş final sahnesinde bu traji komik medya eleştirisi doruğa çıkıyor.

Çok okunmuş sürprizlerle dolu bu karanlık hikâyenin yönetmen David Fincher’in ellerine teslim edilmesi yerinde olmuş. ‘Se7en’ın plânlı programlı seri katili ya da ‘Zodiac’ın uzun yıllar soruşturmanın peşini bırakmayan dedektifi benzeri disiplinli tutkulu karakterlerle dolu Fincher filmografisinde bir yeni halka Amy karakteri. Romana harfiyen sadık kalmış becerikli bir senaryoyla rahatça yol alıyor ve iki buçuk saat uzunluktaki filmini merakla izlettiriyor deneyimli sinemacı. Son üç filminde birlikte çalıştığı Trent Reznor ve Atticus Ross’un oyunculardan rol çalan etkileyici elektronik soundtrack’i ve uzun yıllar birlikte çalıştığı Jeff Cronenwerth’in görüntü çalışması filmin önemli artılarından.

Oyunculara gelince. Yönetmenliğini yaptığı ‘Argo’ ile iki yıl önce büyük başarı elde eden Ben Affleck, romandaki karakterle karşılaştırıldığında biraz daha yaşlı ve ‘Batman’e hazırlandığı için fazla irileşmiş olmasına rağmen çocuksu bakışları ve gülüşüyle tatmin edici bir Nick Dunne olabilmiş. Hatta filmin ‘kadınlar tarafından çekiştirilmekten bıktım usandım’ diye yakınan erkek karaktere iltimas geçtiği söylenebilir. ‘Kayıp Kız’ bu açıdan feministleri kızdıracak belki ama Rosamund Pike için ne gam. Genç oyuncu Hollywood’da yakaladığı bu ilk büyük rolünde müthiş formunda. Yaklaşan ödül mevsiminde Pike’ın adını bol bol duyarız gibi geliyor.

(10 Ekim 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com