Kategori arşivi: Yazılar

Hastalıklı Bir Toplumun Anatomisi

‘12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave’ Amerika Birleşik Devletleri tarihinin kanlı sayfalarından kölelik üzerine yapılmış en çarpıcı filmlerden biri. Hazmı hiç de kolay olmayan bu önemli çalışmanın bu denli etkileyiciliği, yönetmen Steve McQueen’in köleci toplum yapısına genelde dingin ve mesafeli bakışından kaynaklanıyor. Brad Pitt’in canlandırdığı Kanadalı beyaz Bass bir sahnede insan haklarından dem vurarak ‘kölecilik ulusun üzerine çökmüş bir hastalıktır ve hesap günü mutlaka gelecektir’ dese de, siyah Afrika’dan getirilmiş kölelerin henüz insandan sayılmadığı yıllardır bunlar. Büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ABD güneyinde tarım ekonomisinin ucuz iş gücüdür zenciler. Dolayısıyla, Benedict Cumberbatch’ın canlandırdığı dini bütün çiftlik sahibi veya çiftliğinde köle çalıştıran yargıç Turner, ya da acımasız pamuk tüccarı Epps’in kölelere yaklaşımı özünde birbirinden farklı değil. Güneyin köleliğe dayalı üretim tarzını bir sistem sorunu olarak olarak ele alıyor McQueen.

Gerçek bir hikâyeden yola çıkan ’12 Yıllık Esaret’, Kuzeyin Saratoga, New York’undan özgür doğmuş iş sahibi Afrika kökenli Solomon Northup’ın tuzağa düşürülmek suretiyle Güneyli köle tüccarlarına satılmasıyla başlıyor. Sahte belgelerle adı Platt olarak değiştirilen genç adam, dayak ve işkenceyle susturuluyor. Bundan sonrası 12 yıl boyunca bir çiftlikten diğerine satılan Northup’ın başına gelenler ve onun gözünden 19. yüzyıl ABD tarihinin kanlı insan hakları ihlaline tanıklığımız üzerine. Northup’ın esir edilişinden tam 20 yıl sonra 1861 yılında patlak verecek olan iç savaş, Abraham Lincoln önderliğindeki Kuzey ile Jefferson Davis’in başkanlığı altında toplanmış Güney eyaletlerini karşı karşıya getirecek ve bilindiği gibi kölelik ancak Kuzey’in galibiyetiyle ortadan kalkacaktır.

Adını yetmişli yılların unutulmaz oyuncusundan almış İngiliz asıllı yönetmen McQueen, rüştünü ispatladığı 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘Açlık / Hunger’da İrlandalı direnişçi Bobby Sands’in ölüm orucundan yola çıkarak insanın bedeni üzerinden özgürlük arayışının çarpıcı bir örneğini sunar. Keza ikinci filmi ‘Utanç / Shame’, seks bağımlısı New York’lu yuppie’nin çıkışsızlığını, bedeni üzerinden anlatmayı dener. Köleleştirilmiş Afrikalıların dramını bir kez daha insan bedeninin tükenişi üzerinden anlatmayı seçmiş Mc Queen. Özgürlük fırsatı gelene kadar bedenini zinde tutma niyetindedir Northup. Buna karşılık, sistemin kendisinden beklediği performansı yerine getirmesine rağmen, kadın olmasının da etkisiyle bu tükenişten en fazla etkilenen karakterlerden biridir genç köle kadın Patsy. Erkeklerden çok daha fazla miktarda pamuk toplayan, sazlardan yaptığı bebeklerle kaybolmuş çocukluğunu arayan Patsy’nin bedeni zalim çiftlik sahibi Epps’in tecavüzleriyle hırpalanır, karısının kıskançlık krizleriyle yüzü dağlanır. Bedenini temizlemek için bir sabun parçası bile çok görülür genç kadına, ölesiye kırbaçlanır.

Sakin ve durgun bölümlerin ardından patlak veren şiddet yüklü sahneleriyle seyirciyi afallatan, Hans Zimmer’ın vurucu müzik çalışmasından büyük ölçüde yararlanmış, dönemi tasvir eden bildik Hollywood filmlerinden farklı çizgide bir film bu. McQueen’in çalışması Oscar adayı parlak oyuncularından da büyük destek almış. Solomon’da Chiwetel Ejiofor, Epps’te yönetmenin gözde aktörü Michael Fassbender ve özellikle Patsy’de Kenya doğumlu Meksikalı oyuncu ve film yönetmeni Lupita Nyong’o’nun yorumu son derece etkileyici.

Solomon Northup’ın filmle aynı adı taşıyan romanı 12 yıllık esaretin ardından 1853’te yayımlanmış. Northup daha sonra köleliğin kaldırılmasında aktif rol üstlenmiş. Bu konuyla ilgili olarak Amerika’nın kuzeydoğu eyaletlerinde konferanslar vermiş. Güneyin zulmünden kaçan kölelere kucak açmış.

Brad Pitt’in yapımcıları arasında olduğu ’12 Yıllık Esaret’ En İyi Film dahil 9 dalda Oscar ödülüne aday gösterildi. Çağımızın çizgi dışı sinemacılarından Steve McQueen’in bu çok başarılı dönem filmini kaçırmayın.

(26 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayat Kaybedişler Üzerinedir

Filmekimi 2013’ün sürpriz filmlerinden biri olan Belçika yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’, bu haftadan itibaren ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında ticari gösterimine başlıyor. Yönetmen Felix van Groeningen’i, üç yıl öncesinin 29. İstanbul Film Festivali’nde büyük ödül Altın Lale’yi kazanmış ‘Şeylerin Boktanlığı / De Helaasheid Der Dingen’ çalışmasından hatırlıyoruz. Ticari gösteriminde ‘Çölde Kutup Ayısı’ ismini almış olan bu sıra dışı yapım, Tanrı’nın unuttuğu Reetveerdegem adlı ücra kasabada yaşayan 13 yaşındaki Gunther’in kara komedi tadındaki ergenliğe geçiş hikâyesi üzerinedir. Bir baltaya sap olamamış baba ve üç amcasına vefakâr babaannenin kol kanat gerdiği alabildiğine uçuk ancak bir o kadar da eğlenceli aile ortamına büyük bir sevecenlikle yaklaşır Van Groeningen ve filmini, yetişkin Gunther’in küçük oğluna bisiklete binmeyi öğrettiği nefis bir finalle noktalar.

Belçikalı Van Groeningen son çalışmasını yine sıradışı karakterler üzerine kurmuş. Bir önceki filminin kahramanları gibi Amerika hayranıdır Didier. Hayalperestlerin ülkesi olarak tarif ettiği kıtaya ulaşanın yeni bir başlangıç yapabileceğine inanır. Bluegrass müziği tutkunudur. Özellikle yoksul Appalachia bölgesinde yaşayan ve dünyanın dört bir köşesinden gelmiş göçmenlerin çığlığı olan bu çok daha saf country türünü icra eden bir grupta kovboy kılığında çalar, sadece telli çalgılardan oluşan akustik icraya banjosu ile eşlik eder. Daha ilk görüşte aşık olduğu Elise ise vücudunun her santimini kaplayan dövmelerden kazanır hayatını. Delidolu ve sevgi dolu bir birlikteliktir sürdürdükleri. Kızları Maybelle’in dünyaya gelişiyle yaşamları değişir, karavandan çıkıp yerleşik aile hayatına geçer çiftimiz. Elise’in sözleriyle ‘herşey gerçek olamayacak kadar güzeldir’ önceleri. Lakin hayat kaybedişler üzerinedir de. Küçük kızın 6 yaşındayken yakalandığı amansız hastalık çekirdek ailenin üzerine bomba gibi düşer ve genç çiftin dünyalarını karartır. Yine Elise’in sözleriyle, hayat onları kıskanmış, onlara ihanet etmiştir. Romantik ateist Didier ile çok daha gerçekçi Elise bu noktadan itibaren hem aşklarını, hem inançlarını sorgulayacaklardır.

Van Groeningen bu dokunaklı oyun uyarlamasını geriye dönüşler ve zaman atlamalarını yoğun olarak kullandığı bir kurgu düzeninde sinemaya aktarmış ve düz bir akıştan çok daha etkili bu yöntemle, merak ve gerilim unsurunu hep canlı tutmuş. Bluegrass müziğinin neşeyi ve hüznü bağdaştıran duygusallığından, iki baş oyuncusunun (Didier’de Johan Heldenbergh, Elise’de Tribeca ödüllü Veerle Baetens) mükemmel yorumlarından büyük destek almış. Bu yılın en iyi yabancı film Oscar adayları arasına giren ‘Kırık Çember’i kaçırmamaya çalışın.

[‘Kırık Çember’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara, Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(23 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şeytana Tapanlar Bebeği İsterken

Matt Bettinelli-Olpin ve Tyler Gillett’in ortak yönettikleri “Şeytanın Günü”, insana Polanski’den tüm paranormal filmlere her şeyi düşündürtüyor.

Genç çift, Zach ve Samantha, New Orleans’ta kilisede evleniyor. Orkestranın çaldığı, Elvis Presley’in “Love Me Tender” şarkısı eşliğinde dans ettikten sonra balayı için Karayipler’deki Dominik Cumhuriyeti’ne uçuyorlarlar. Bu balayı onların hayatını baştan sona da değiştiriyor. Gündüzleri cennetten bir köşe gibi görünen şehir, geceleri karanlık dar sokaklarıyla kasvet sunuyor perdeden. Samantha’nın geçmişini kimse bilmiyor. Zach, üniversitede âşık olduğu güzel Samantha’yla hayatını gecikmeden birleştirmek istemiş. Mutluluk içinde Karayipler’de balayının tadını çıkartan genç çifti bir falcı kadın mutsuz ediyor. Kadının mırıldandıkları bu hikâyenin ipuçlarını sunuyor seyircilere. Bir taksiye bindiklerinde de kaderleri çizilmiş oluyor ikisinin de. Film, İncil’in Yohanna (John) ayetiyle açılıyor. Deccalin dünyaya geleceğini söylüyor bu ayet. Sonra kamera, elleri kanlar içinde Zach’ın polis sorgusunda gösteriyor. Yaşadıklarına hiçbir anlam veremeyen Zach, cinayetle suçlanıyor. İfadesi de kamerayla kaydediliyor. Ardından da film, Zach ve Samantha’nın kaderlerinin peşine takılarak o ana kadar ne olduğunu gösteriyor seyircilere.

Kamera her yerde…

Matt Bettinelli-Olpin ve Tyler Gillett ikilisinin ortak yönettikleri 2014 yapımı “Devil’s Due-Şeytanın Günü” filminin içinde dolaşırken, bir ara aklınıza Roman Polanski’nin 1968 yapımı “Rosemary’s Baby-Şeytanın Bebeği” filmi düşüyor. İkili, fikir olarak ustanın filminden ilham alsalar da, asıl gittikleri yol, günümüzde popüler olan “Paranormal Activity” korku filmlerinin estetiği. Zach, geçmişte tıpkı babası gibi her şeyi kamerayla kaydediyor. Öyle ki, asıl kamera, yani yönetmenlerin kamerasını kaybediyorsunuz filmin içinde dolaşırken. Bu da yetmiyor, çiftin New Orleans’taki mutluluk yuvalarında da her yere yerleştirilmiş güvenlik kameraları da fark ediliyor. Bu güvenlik kameralarının anlamını geniş final bölümünde öğreniyorsunuz.

Genç çift balayından evlerine, New Orleans’a döndüklerinde Samantha hamile olduğunu fark ediyor. Hamile kalmamak için haplar kullanmış Samantha’nın karnı büyümeye, içinde deccal (antichrist) büyümeye başlıyor. Deccal karnın içinde büyürken Samantha’nın doğaüstü güçleri de çoğalmaya başlıyor. Vejeteryan olan Samantha, etleri de hayvani içgüdüyle yemeye başlıyor. Markette et reyonunun önünde duran Samantha, kuzu etlerini çiğ çiğ midesine indiriyor insanların şaşkın bakışlarıyla önce. Sonra da ormandaki geyikleri yemeye başlıyor doymak bilmez iştahıyla. Bir şey dikkatimizi çekti. Samantha’nın domuz eti yediğini pek fark etmedik. Buna bir anlam yüklemeli miyiz? Zach, karısındaki dönüşümlerin farkına varıyor yavaş da olsa. Kilisedeki törende Peder Thomas ölümden döndüğü sırada. O anda, Samantha’nın içinde büyüyen deccal kilisede olduğu için çıldırıyordu belki de. Peder Thomas, deccale tapan tarikatten bahsediyor Zach’e yattığı hastanede. Karısının içinde büyüyen deccal olduğunu öğrenen Zach, her şeye geç kalıyor aslında. Bütün suçlar da üzerine kalıyor sonda. Çünkü kamerayla kaydettiği her şey siliniyor. Tıpkı bellekten silinir gibi. Filmin içinde dolaşırken, kameraların kaotik görüntüleriyle kayboluyorsunuz gerçek anlamıyla. Bir özel an var bu filmde. Samantha’nın ormanda çiğ çiğ geyik eti yediğine tanık olan olan gençler bu görüntü karşısında şaşırırken, Samantha, elinde kamerası olan bir genci doğaüstü gücüyle havaya fırlattığında seyirci de kamerayla beraber yukarı çıkıyor ve hızla yere çakılıyor. Bu an gerçekten insanda adrenalin yükselmesine neden oluyor. Buna karşın korkuyla yerinizden pek fırlamıyorsunuz bu filmde. Senaryo biraz daha işlenebilirmiş. Ama, Paris’teki son sahnede yükselen gerilimi de hatırlatalım. İnsan gerçekten umutsuzluğa düşüyordu bu son sahnede. Yönetmenlerin bu korku filmi, blues ve cazın topraklarında geçmesine rağmen bir bukle de olsa caz tınısı duyamadık maalesef. Tek teselliyse Elvis Presley’in şarkısıydı. Hepimizin şefkatli sevgiye ihtiyacı var çünkü.

(23 Ocak 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

 

 

“Halam Geldi”

Filmin adını “…..” içinde yazdım. Ne afişte böyle, ne jenerikte ama böyle olması gerektiğine inanıyorum. Hem buradaki “hala” babanın kız kardeşi olan hala değil, onun için böyle yazılması gerekli. Bir, “bir söylem” olduğu için, iki “hala”nın hala’lıktan farklı bir şeyi ifade ettiği için. (Tüm bunları, filmi görenler daha iyi anlar, bu filmin görülmesi için bir gereklilik değil ama çocuk gelin-ler için bir dönüm noktası olabilir.)

Film, Yeşilçam (giderek dünya) sinemasının çok kullandığı paralel bir anlatımda gelişir. Aslında buradaki anlatıma paralel demek pek doğru değil, çünkü paralel anlatılan öyküler (aynı boyutta değiller) farklı şekilde seyrediyor (gelişiyor) ve çıkış noktaları bir. Hatta bir üçüncü öykü de zaman zaman eşlik ediyor. Paralel dediğimiz öyküler, daha çocuk yaşlarda evlendirilmek istenilen kızlar iken, üçüncü öykünün, aykırı boyutu, akraba evliliği sonucu olan bir çocuğun ileri yaşlarda (ama çocukluğu bitmeden) baş gösteren hastalığı…

Çocuk yaşlarda evlendirilmeye (tabii ki kızlar) çalışılanlar, gösterdikleri tepkiler ile aile içinde, asi olurlarken, bu asilikleri, toplumun töre denen sert duvarlarına çarpıyorlar. Olaylar Barış Harekâtından sonra kurulan Kıbrıs Türk Cumhuriyetine Anayurttan (Diyarbakır) götürülüp yerleştirilen bir topluluk içinde geçiyor. Çok yakından geçen bir sınır, sınırın öte yakasında Kıbrıs’ın diğer halkı (Rumlar)…

Olay bu fonda geçerken, kendi içindeki dram bakımından özelliğini kaybetmiyorsa da, farklı bir boyut daha kazanıyor. Verilen bilgiye göre, gerçek bir olaydan hareketle yazılmış bir senaryoya dayanan bu ikinci filminde Erhan Kozan sinemamızda, hep büyümüşte küçülmüş, boyundan büyük lâflar eden çocuk yıldızlardan (!) -yaşça- biraz daha büyük ama hâlâ çocuk kızların gelin edilmek (bu işin gösteri tarafı) istenilmelerini anlatırken, kızları çocuk-lukla genç kız-lık arasına koyayarak, kızlardan birnin küçük kardeşinin, bir şeyler sezinleyip, anlamadığı için nedenini sorması ile yaşının çocuğu olarak ele alırken, -evliliğe itilen- diğer kızları da isyan (ve kabulleri) ile doğal yaşlarının kişileri olarak ele alıyor.

Bu bakımdan Kozan’ın kahramanlarını, Yeşilçam’ın klâsik çocuk kavramının dışına taşıdığını, genç kızlığın eşiğinde kişiler olarak ele aldığını belirtelim. Babalar ise kızlarını hiç bir zaman bir kişi olarak görmüyorlar. Kızını okuldan almak için doktordan, kızının psikolojik bakımdan dengesiz biri, evde tutulması gerekli biri olduğuna dair rapor alan baba, bu raporu okula verirken, raporun kabul edilmemesi üzerine -hazırlıklı olmalı ki- hemen verdiği rüşvet (bağış?) ile raporun kabulünü sağlıyor. Bunlara dayanamayan, isyan eden (karşı çıkan) karısına (kızının anasına) tabanca çekip ikisini de öldürme tehdidi yapıyor. (Kendisini çok haklı gördüğü bu konuda, olayın tanığı olan köy halkının ses çıkarmaması bir yana, haklılığının aksini bir an için düşünmüyor, düşünemezde, düşünebileceği en ufak bir nasyonu yok.)

Kızın, kaçarak Rum kesimine geçmesi ise evlendirileceği “nişanlısı” tarafından iğfal edilmesi ile oluyor. Rum kesimi, tüm direnişine rağmen kızı Türk kesimine iade edecek, siyasal pozisyonlar (kızın küçüklüğü de) bunu gerekli kılmaktadır. Yine de Türk kesimi sorumlusu subayın olayı adalete intikal ettirmesi sonucu mahkûm olan (anti) kahramanlar, Kıbrıs’ta yargılanmalarına rağmen, Türkiye’deki infaz sisteminden faydalanarak kısa sürede tahliye edileceklerdir.

Anne, eve dönüşünde kızını yıkarken, hem ağlar hem -mani olamadığı için- özür diler ama kız’ın bir noktaya takılmış bakışlarını hiç bir özür değiştiremeyecektir.

Filmlerin sonuna, son yazmamalı, bazı filmler (yoksa anlattıkları öyküler mi) sonlandıkları (sanılan) yerden başlarlar.

(21 Ocak 2014)

Orhan Ünser

Tutunamayanların Şerefine

Bizde ‘Sen Şarkılarını Söyle’ adıyla gösterime giren ‘Inside Llewyn Davis’ gerçek bir folk müzikçisinin yaşadıkları üzerine. Ethan ve Joel Coen kardeşlerin ‘Barton Fink’ten ‘Ciddi Bir Adam’a kaybeden karakterlerle dolu filmografilerinin son aktörü Llewyn Davis, 60’lı yılların hemen başında New York’un sanatçı mahallesi Greenwich Village’da takılan Amerikan Folk’una gönül vermiş müzisyenlerden biri. Yeteneklerine rağmen piyasa koşullarına uyum sağlamakta başarısız, kimi zaman becerisizlikleri ya da boşvermişlikleriyle açıkta kalmış bu sonuncu tutunamayanın NewYork’un (bugünlerdeki kadar beter olmasa da) buz gibi 1961 kışında geçen hikâyesi, mizahın hüzne karıştığı tipik bir Coen anlatısında karşımıza çıkıyor.

‘Llewyn Davis’in Dünyası’ olarak dilimize çevirebileceğimiz özgün adını Davis’in solo albümünden alan bu ilgiye değer çalışma, Bob Dylan’ın ‘Peter, Paul and Mary’ ile pop müzik alemine bomba gibi düştüğü günlerin hemen öncesinde geçiyor. Dönemin öne çıkan isimlerinden Dave Van Ronk’un ‘The Mayor of MacDougal Street’ adlı otobiyografisinin ortak yazarı müzisyen Elijah Wald’un kapsamlı makalesinden aldığımız bilgi doğrultusunda, ‘henüz hit plâkların, şöhret ve paranın ufukta gözükmediği folk müziğin karanlık günleridir bunlar. Çoğu New York sokaklarında, Long Island ya da New Jersey’nin prefabrik varoşlarında büyümüş, Eisenhover’lı 1950’lerin kasvetinden ve konformizminden kaçmaya çalışan yirmilerin başlarındaki müzik aşığı gençlerin, ellerinde gitar Washington Park’ı mesken tuttukları ve bizdeki aşıklar geleneğine benzer şekilde sabahlara kadar müzik yaptıkları bir dönemdir bu.’

Ustaca yaratılmış 60 başları atmosferi, başarılı müzikâl performanslar ya da çoğu New York’un İtalyan Mahallesi (Little Italy) ya da Aşağı Doğu Yakası’nda (Lower East Side) küçük apartman dairelerini mesken tutmuş folk müzikçilerin küçük dokunuşlarla çizilmiş dünyası Coen kardeşlerin bu son opusunun kayda değer artılarından. Ancak biraderler zannedildiği gibi bir biyografik anlatı sunmuyor bizlere. Tipik bir Coen karakteri olan Davis’in trajik olduğu denli sarsak bocalamaları onları çeken. Müzik partnerinin intiharından sonra tek başına kalmış, sığınacak iki göz odası bile olmayan beş parasız biri Davis. İzleyicisi olduğumuz bir haftalık serüveni sırasında soğuk kış gecelerinde arkadaş evlerinin kanapelerine sığınır genç müzisyen. Müzik dostu varlıklı karı kocanın evine misafir olur arada bir. Gaslight Cafe’de çalar, müziğini duyurmaya çalışır. Eksantrik bir beat şairi ve bir caz müzisyeni ile Chicago yollarına düşer, menajer Bud Grossman’e beğendirmeye çalışır bestelerini.

Beceriksizlik, sorumsuzluk, belki de zamanlama şanssızlığından, Coen kardeşlerin muhteşem kaybedenlerinden biri olmaktan kurtulamıyor Llewyn Davis. Genç Bob Dylan’ın Gaslight’da sahne aldığı gece yine sokaklarda tek başınadır. Film boyunca yanında taşıdığı, belki de ilk kez bir süreliğine sorumluluğunu gönüllü üstlendiği tek canlı olan o sokak kedisi gibi yapayalnızdır. Gerçek hikâyenin daha sonrasını merak edenlere, Dave Van Ronk ya da New Lost City Ramblers gibi birkaç örnek dışında Amerikan halk müziği tutkunu 60’lar idealist genç folk müzikçilerinin çoğunun unutulup gittiğini hatırlatalım.

Steven Spielberg’in jüri başkanı olduğu 66. Cannes Film Festivali’nin ikincilik ödülü anlamındaki Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi ‘Llewyn Davis’, müzikle mizahın eksik olmadığı parlak bir Coen filmi. Davis’in şarkılarını bizzat seslendiren, savaş karşıtı mesajlı ‘Please Mr.Kennedy’ adlı yeni T Bone Burnett bestesini küçük rollerde gözüken Justin Timberlake ve Adam Driver ile birlikte yorumlayan Oscar Isaac’in dokunaklı Davis yorumu ise tek kelimeyle mükemmel.

(‘Sen Şarkılarını Söyle / Inside Llewyn Davis’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark ve Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(19 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kötü Adam (?) (!): Süheyl Eğriboz

Yılmaz Güney, bir söyleşisinde, “Dünyada, Türk filmlerindeki gibi kötü adam yoktur” diyordu. Aslında bunu genelleştirmek ve “(Dünya) sinemasındaki kötü adam tipleri gibi insanlar dünyada yoktur” şekline getirmekte mümkündür. Gerçek yaşamda çok daha kötü kişiler olabilir. Bu konuda Güney’e katılmıyorum ama gerçek kötü adamların kötülükleri -bir filmdeki gibi yoğunlaşmış bir şekilde- yaşanmadığı için veya bunun ancak bize intikal eden kısmını gördüğümüz için tam olarak algılamayız… Eğer böyle bir olayın muhatabı biz olursak, olayın zamana yayılması (sürekli) veya ani (vurucu) olması ile bizi etkiler ama bunu üçüncü kişilere ne kadar anlatabiliriz.

Kötü adam, bir romanda da kötülük yapar -kitap kaç sayfa olursa olsun veya ne kadar zamanda okursak okuyalım-, “kötülüğü” romanda okumakla, beyazperdede karanlık salonda oturarak ve azami 100 dakika içinde -o da her dakikasında değil- seyredersek, algılamamız daha farklı olacaktır. Film ne kadar gerçekçi olursa olsun, yapılan kötülük ne olursa olsun bunun önce senaryoda yazıldığını ve filme parça parça çekildiğini, çekim öncesinde kurbana ve kötü adama rollerinin ne olduğunun anlatıldığını düşünürsek… Yerli filmlerimizde (Yeşilçam dönemi?) kötülük yoğun bir şekilde ve uzun bir süre yapılır, sonunda kahraman (?) tarafından “intikam / öç” alınacaktır. Kötülüğü yapan bazen tek kişi bazen de tek kişi ve avaneleridir. Tek kişi ise intikam doğrudan ondan alınır, avaneleri de devreye girerse, -genellikle- en uzak avaneden alınmaya başlayan intikam giderek “baş” kötü adama kadar getirilir. Bu bir yerde “ihkak-ı hak”tır -ki bu suçtur.- ama bunu hiç bir seyirci hatırlamaz, bazen de bilmez.

Sinemamızda adı kötü adama çıkmış -aslında çok- az sayıda oyuncu vardır. (Burada düşünelim, herkesin bildiği şeyleri söylüyorum ama o kötü adamda eninde sonunda rolünü yapıyordur.) Adı yıllarca kötü adama çıkmış Ahmet Tarık Tekçe -önce bir filmde başrol oynar, kötü adam değildir- sonra “aynı sevimliliği ile” komedilerde oynamaya başlar. Artık kötü adam değildir, aynı şey Öztürk Serengil içinde söylenebilir. Kötü adam olarak, şimdilerde Bilal İnci’yi hatırlayan var mı bilmiyorum ama yılların kötü adamı birden -varsın üçüncü sınıf olsun- filmlerde başrol oynamaya başlar.

Turgut Özatay kötü adamlıkla, iyi oyunculuğu birleştirebilmiştir. Kenan Pars’ın kötülüğü o kadar peşin fikirdir ki, başrol oynadığı filmlerde ne zaman kötülük yapacak diye beklentiye gireriz. Yılların başrol oyuncusu Ediz Hun kötü adamı (?) oynadığında, değişik olarak bıyıklı olması ne kadar ikna edici olabilir. İzzet Günay film piyasa çıkmadan filmin kötü adamı olarak tanıtılır ama finalde yaptıklarından nedamet getirerek arabasını son sürat duvara sürerek kendini cezalandırır. Yine bir başka filminde, filmdeki olayın mağduru kadın kahramana yardım ederken, bütün kötülükleri yapan kişi olarak da finalde, (mağdur) kadın kahraman tarafından vurulurken -aslında- filmin kötü adamı olmasının yanında filmin başrol oyuncusudur da…

Süheyl Eğriboz, filmlerin “kötü adamı” imiş. 1.000’den fazla filmde oynamış… Ben sinemamızın başlangıcını 1917 olarak alıyorum çünkü tamamlanan ilk konulu filmimiz “Pençe” (Simavi) 1917’de çekiliyor. Bu güne kadar 8.000’in üzerinde film yapılıyor. Bu hesaba göre Eğriboz çekilen her 8 filmin birinde oynamış olmalı. Bu 1.000 filmlik listeyi bana verebilecek kişiye şimdiden teşekkür ederim.

Erman Şener’in verdiği bilgiye göre ilk filmi, Akasya Palas, Muhsin Ertuğrul’un bu filminin yapım yılı 1940. O tarihte Eğriboz 12 yaşında. Çocuk rolünde oynamış olabilir. İstanbul’un Fethi (1951 / Arakon) filminde de figüranlık yapmış. Ne zaman “kötü adam”lık’a başladı ben bilmiyorum. Ama hiç bir zaman “kötü adam avaneliğinden” kurtulup baş kötü adam (?) olamamış. Bu arada “Lâmbaya Püf De (Sütçü)”
(Saylav / 1973) filminde başrol oynamış. Acaba 1.000 filmin içinde Melih Gülgen’in Tatlı Tatlı filmi de var mı? Şimdi bu filme baktığınız zaman Eğriboz adını görmezsiniz. Bu film, Seden’in Delicesine filminin kopyasıdır diyemiyorum, çünkü her ikisi de Irwing Wallace’nin Fun Clup romanının uyarlamasıdır. Hatta Gülgen’in filmi romana daha sadıktır. Seden, filmde Türkân Şoray’ı oynatmak istemiş, Şoray kabul etmeyince yerine 3., 4. sınıf İtalyan oyuncu Sonia Viviani’yi oynatmıştır. Gülgen’in filminde ise aynı rolü Mine Mutlu oynar. Dört fanatiği tarafından kaçırılan bir sinema oyuncusu, yatağa bağlı olarak bir odaya kapatılır. İlk günler kaçırılan kadın, kaçıranı dört kişinin tecavüzüne uğrarsa da sonradan kaçıranlar her gece içlerinden birinin geceyi kadınla geçirmesine karar verirler… Bunlar romanda olduğu gibi, Gülgen’in filminde de vardır ama Seden’in filminde yoktur. Seden’in filminde kaçırılan kadına tecavüz vaki olmaz, kaçırılışın günler sonrasında, kaçıranlardan biri ile (Kadir İnanır / Seden) kadınla romantik bir ilişkiye girer… Romana daha sadık olan Gülgen’in filminde -romanda olduğu gibi, kendi gayreti ile de-, kurtulan kadın (sinema oyuncudur ya) kurtulduktan sonra setlere döner ve setlerde kadın oyuncuyu karşılayanlar arasında oyuncu arkadaşları (aralarında Süheyl Eğriboz da var) tarafından karşılanır. Yine kısacık bir roldür Eğriboz’un rolü. Acaba Tatlı Tatlı, 1.000 film sayısını kullananların -tabii bunları isim isim yazabiliyorlarsa- listesinde var mıdır? Bunların hepsi oyucudur, sanatçı demiyorum. Her oyuncu sanatçı olmayabilir, içinde sanatçı olanlar da vardır.

Beyazperdede görülen (sırf) iyi adamların, namus timsali hatunların (kadın?) veya kötülük yapmaktan / can yakmaktan başka bir şey düşünmeyen ve bundan zevk alan kişileri (erkek veya dişi) gerçek yaşamda da böyle olduklarından hareketle, sinema eylemlerini bu rolleri ile özdeşleştirmek, seyirci için bağışlabilirse de, magazin dışındaki medya için kabul edilebilir bir durum değildir. Eğriboz hakkında Şener’in verdiği bilgiyi başlangıç alırsak, 70 yılı aşkın sinemada bulunan bir kişinin ardından “kötü adam” yakıştırmasına sarılmak, bırakın o kişiye, sinemaya yapılmış bir haksızlıktır.

(19 Ocak 2014)

Orhan Ünser

FBI, Derin Yolsuzluğun Peşinde

Düzenbaz (Amwerican Hustle)
Yönetmen: David O. Russell
Senaryo: Eric Warren-Singer-David O. Russell
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Linus Sandgren
Oyuncular: Christian Bale (Irving), Bradley Cooper (Richie), Amy Adams (Sydney), Jennifer Lawrence (Rosalyn), Jeremy Renner (Polito), Michael Pena (Paco / Şeyh), Jack Huston (Pete), Robert de Niro (Tellegio)
Yapım: Annapurna (2013)

Bir FBI ajanının, iki küçük dolandırıcının gönülsüz yardımıyla devlet-mafya işbirliğini ortaya çıkartan “Düzenbaz”, kara mizahıyla gerçekçi sinemanın önemli yapıtlarından. Oyuncu performanslarıyla da ilham verici ayrıca.

Film, 1978 yılında bir otel odasında açılıyor. Saçları dökülmüş Irving Rosenfeld, başına saçlar ekledikten sonra operasyona katılıyor. Sevgilisi Sydney ve FBI ajanı Richie DiMaso hazır. Sydney Edith, Irving de Melvin takma adlarını kullanıyorlar. New Jersey’de iyilikleriyle iyi görüntü vermiş belediye başkanı Carmine Polito’nun rüşvet aldığını belgelemek için oteldeki buluşma yerinde her şey yolunda giderken, ajan Richie’nin aceleciliği belediye başkanını kuşkuya düşürüyor. Polito, mücadeleden sonra doğu kıyısında kumarı yeniden yasal hale getirmeyi başarmış. Kumarhane açmak için talepler çoğalıyor. Bundan faydalanmamak saflık olduğunu düşündüğünden banka hesabını çoğaltmak istiyor Polito. Dışarı çıkan belediye başkanının peşinden giden Irving, ikna gücüyle belediye başkanının güvenini kazanıyor. Hikâye önce Irving’in anlatımıyla yansıyor. Boynunda Davudi yıldız olan kolye olan Irving’in babası cam işiyle uğraşıyormuş. Irving, çocukken işin artması için mahalledeki her şeyin camını indirmiş. Tıpkı Charlie Chaplin’in 1921 yapımı “The Kid-Yumurcak” sessiz filmindeki gibi. Babasını güçlü görmeyen ve onun gibi olmak istemeyen Irving, üç çamaşırhane ve camcı dükkânına rağmen küçük dolandırıcılığı seçmiş. Irving, Rosalyn’le evli ve Danny adında küçük bir oğlu var. Karısına oğluna baktığı için tahammül edebiliyor. Çünkü Rosalyn, bunalımlı ve evden pek çıkmıyor. Rosalyn Beatles’ı, Irving cazı seviyor. Aslında sevişmek dışında pek ortak noktaları yok ikisinin. İşte bu Irving’in karşısına cazcı Duke Ellington’ın ölümünden bir gün sonra 25 Mayıs 1974 yılında Sydney çıkıveriyor. Sydney’in bileziğinde Ellington’ın fotoğrafını görünce ortak noktaları olduğunu görüyor Irving. Hatta Ellington’ın “Jeep’s Blues” plâğı en sevdikleri albüm. Bir erkek başka ne isteyebilirdi ki. Filmde Tom Jones’un sesini de duyuyorsunuz. Kadınları etkileyen karizmatik hali ve konuşmasıyla Sydney’i zorlanmadan etkiliyor Irving, Sydney de, tıpkı kendisi gibi hayatın dibine vurmuş gibi görüyor. Sonra Sydney anlatıyor. New York’ta bir magazin dergisinde iş bulmuş. Ama mutlu değilmiş. Irving, ona dürüst davranıyor en başından. Başta tepki gösterse de Irving’in dolandırıcılığında bir çıkış hissediyor Sydney. Galerilerde sahte tablolar satıyorlar, çek-senet, banka kredileri işlerine giriyorlar ve FBI’ın radarına takılıyorlar çok geçmeden. Richie, bu küçük çaplı dolandırıcıların ortak zekasıyla devlet içindeki yolsuzlukları ortaya çıkartacağına inanıyor. Ardından film, baştaki otele dönüyor ve hikâye kaldığı yerden devam ediyor. Sonra Richie kendi hayatındaki mutsuzlukları anlatıyor. Dindar annesi iyi Katolik bir kızla onu nişanlamış ve hayatı şimdi bir cehennem.

Aşk doğru yolu bulur…

İtalyan-Rus kanı taşıyan 1958 New York doğumlu liberal ruhlu yönetmen David O. Russell, 2012 yapımı “The Silver Livings Playbook-Umut Işığım” filmiyle parlak kara mizahını sinemaseverlere göstermişti. 2013 yapımı “American Hustle-Düzenbaz” filmiyle aynı başarıyı gösteriyor. Bu film uyarlama olmamasına rağmen, adeta bir romanın içinden dışarı çıkmış gibi. Filmin içinde dolaşırken, karakterlerin zenginliği ve hikâyelerin gelişimi bu filme gerçekten bir roman ruhu katıyor. Russell, “Umut Işığım” filminin oyuncularını yeniden bir araya getirebilmiş “Düzenbaz” filminde. Richie, Polito’yu kumarhaneyi tuzağa düşürmek için sahte bir şeyh de buluyor. O da Porto Rikolu Paco’dur. “Maşallah” ve “İnşallah” dışında Arapça kelimeler biliyor muydu Paco? Irving kuşkuya düşüyor. Beklenmedik bir şey oluyor ve işe mafya da karışıyor. Yeraltının babalarından Victor Tellegio, kumarhaneler üzerine uzman. Üstelik Arapçayı da şakır şakır konuşuyor. Ama mucize gecikmiyor ve sahte şeyh de cevapları veriyor kahkahalar altında. Aslında bu filmde, geride gibi görünse de Rosalyn’in hikâyesi de filme derinlik katıyor. Dışarının tadını alan Rosalyn, mafyadan Pete’i de keşfediyor. Pete onun hayatının aşkı. Hatta doğru erkek. Sydney ve Irving arasında da aşk oyunu sürüyor bir taraftan. Sydney, Richie’nin ilgisine karşı koyamasa da hayatının aşkı Irving.

Mizah ve gerçek…
Özellikle filmin ikinci yarısından sonra merak, gerilim ve heyecan artıyor. Mizahla beraber. Sinemaskop çekilmiş 2013 yapımı “American Hustle-Düzenbaz”, yolsuzluğu ve çürümüşlüğü en derinden gösteriyor. Hatta demokrasinin en büyük düşmanı olarak görüyor. FBI, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu yaparken ne Amerikan başkanının ne hükümetin ne de kongrenin bundan haberi oluyor. Hiç kimse de FBI’a öfke göstermiyor. Russell’ın “Düzenbaz” filmi ilham verici. Ayrıca bu filmde tüm oyunculuklara övgü göndermeli. Seyirciler, Jennifer Lawrence’ı kolay kolay tanıyamayacaklar. İngiliz-Güney Afrikalı kanı taşıyan 1974 doğumlu oyuncu Christian Bale’i, Steven Spielberg’ün 1987 yapımı savaş filmi “Empire of the Sun-Güneş İmparatorluğu” filmindeki çocuk Jamie olarak tanıdık ilk. Bale, Brad Andreson’ın 2004’teki “The Machinist-Makinist” filmindeki performansına yakın bir oyunculuk sunuyor Russell’ın filminde de. Bale, sinemanın da son “Batman”i. Elbette Robert de Niro. Kısacık görünüyor ve filme damgasını vuruyor. Bradley Cooper’ın canlandırdığı, mutsuz ve ezik FBI ajanı Richie’de gerçekten etkileyici. Kara mizahın yeni oyuncularından biri olabilir Cooper.

(17 Ocak 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Gloria Tek Başına Dans Ediyor

Bu haftanın ilgiye değer filmlerinden ‘Gloria’, benzersiz bir kadın portresi armağan ediyor beyazperdeye. Şili sinemasının saygın isimlerinden Sebastian Lelio’nun geçtiğimiz Berlin Film Şenliği’nde büyük ilgi görmüş bu dördüncü uzun metrajı, kadın özgürlüğü ve onun da ötesinde bireysel özgürlüğün manifestosu olarak ışıl ışıl parıldayan bir çalışma.

Santiago’lu orta sınıfa mensup eğitimli bir kadın Gloria. Ellisini çoktan devirmiş, eşinden ayrılmış yalnız yaşıyor. Yetişkin oğlu yeni doğmuş kendi çocuğuyla meşgul, İsveçli sevgilisinden hamile kızı adamın yanına taşınma hazırlıkları içinde. Eski eşi de genç bir kadınla evlenmiş. Sosyal bir kadın Gloria. Eğlenmeyi, dansetmeyi seven, ilerlemiş yaşına ve yalnızlığına rağmen köşesine çekilmeye hiç niyetli olmayan hayat dolu bir insan. Yaşamın getirdiklerini, erkeklerin ilgisini, gittiği partilerden birinde tanıştığı aynı yaşlardaki Rodolfo’nun düşkünlüğünü reddetmez. Bir ikinci bahar özlemi içindeki orta yaşlı denizci eskisi de samimidir hislerinde. Gloria’nın yaşam enerjisine kapılmıştır bir kere, lâkin çoktan sona ermiş mutsuz evliliğinin gölgesi bırakmaz yakasını. Psikolojik sorunları olan eski karısı ve hâlâ baba eline bakan iki yetişkin kızın sorumluluğu Rodolfo’nun elini kolunu bağlarken, Gloria ışıldayan gözlerle kaldığı yerden devam eder dansına.

Filmin ana karakteri, yetmişler sonlarında Umberto Tozzi’nin meşhur ettiği, daha sonra Laura Branigan’dan İngilizce sözlerle dinlediğimiz ‘Gloria’ şarkısından almış adını. Döneminin büyük ilgi görmüş bu hit parçası, seksenler kuşağının anılarını tazelerken, sözleri ve coşkulu melodik yapısıyla hayat dolu Gloria’nın hikâyesine müthiş bir uyum sağlamış. Ülkesinin önde gelen tiyatro oyuncusu ve yönetmenlerinden Paulina Garcia, Berlinale En İyi Kadın Oyuncu Ödüllü son yılların en muhteşem performanslarından birinde adeta döktürüyor. Keza kıdemli aktör Sergio Hernandez’in kırılgan Rodolfo yorumu son derece başarılı.

32. İstanbul Film Festivali’nin jüri üyesi olarak şehrimize konuk olan Sebastian Lelio’nun kendi deyimiyle ‘izleyicinin doğrudan bedeninde hissedebileceği bir film’ bu. Bir dans pistinde başlayan ilk kareden diskotekte noktalanan finale dek Gloria’nın yaşam arsızlığını ve bitmez tükenmez enerjisini içinizde hissediyorsunuz. Onunla birlikte gülüyor, birlikte hüzünleniyor, birlikte şarkı söyleyerek meydan okuyorsunuz hayata.

(‘Gloria’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Levent Metro City Cinema Pink; Ankara Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(13 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anneler ve Büyümesine İzin Verilmeyen Oğullar

Bizde ilk kez 32. İstanbul Film Festivali seçkisinde yer almış olan Berlinale Altın Ayı ödüllü Romen filmi ‘Çocuk Pozu / Pozitia Copilului’, bu haftadan itibaren ‘Başka Sinema’ projesinin programına konuk oluyor. Son dönemde ülkemizde de beğeniyle izlenmiş olan yükselen Romanya sineması örneklerinden farklı olarak varlıklı bir çevrede geçen sorunlu bir ana oğul ilişkisi üzerine ‘Çocuk Pozu’.

Saygın bir doktorla evli olan mimar Cornelia’nın hali vakti yerinde ancak evlilik hayatı sorunlu. Bu nedenle bütün ilgisi hayatının projesi haline gelmiş biricik oğluna yönelmiş. Otuzlu yaşlarına gelmiş olmasına rağmen koca oğul Barbu’nun yaşamı hâlâ anne kontrolü altında. Annesinin onaylamadığı bir beraberliği sürdüren genç Barbu bu patolojik duruma kazan kaldırır. Beklenmedik trajik bir trafik kazası ana ile oğul arasındaki fırtınalı hesaplaşmanın tetikleyicisi olacaktır.

Festival sırasında ülkemizi ziyaret etmiş ve filminin Atlas Sineması’ndaki gösterimine katılarak sorularımızı yanıtlamış olan yönetmen Calin Peter Netzer’in üçüncü uzun metrajı ‘Çocuk Pozu’. Netzer’in -İstanbul’da yine festivalde izlenmiş olan- 2010 yapımı ikinci uzun metrajlı filmi ‘Şeref Madalyası / Medalia Di Onoare’, ülkesinin komünizm sonrası 90’lı yıllarını etkileyici bir dille anlatır. Netzer’in son filminin adı birden farklı anlamda kullanılıyor. Genelde bilinen anlamıyla, yogada vücudun rahatlama duruşlarından birine verilen ad ‘Çocuk Pozu’. Romence ölüm raporlarında cesedin duruşunu tarif için de kullanılıyor. Kaza kurbanının bir çocuk olması ve anne ile küçük çocuğu kalmış yetişkin oğlu arasındaki ilişki de düşünülünce çok zengin çağrışımları olan bir isim bu.

Otobiyografik özellikler taşıyan bir hikâye üzerine kurulmuş film üzerine söyleşirken yönetmenden aldığımız bilgi doğrultusunda, 60’lı yaşlardaki Cornelia ile tek oğlu arasındaki nevrotik ödipal ilişki, büyük ölçüde Netzer ve ortak senaryo yazarı Razvan Radulescu’nun kişisel deneyimlerinden şekillenmiş. ‘Her ana oğul ilişkisinde kontrol ve tahakküme dayalı böylesine bir ilişki biçiminin izlerini görmek mümkün’ diye ekliyor Netzer.

Kendi toplumumuzda da benzer örneklerine sıkça rastladığımız bu ezeli ebedi evrensel hikâye, Netzer ve ekibinin elinde çağdaş Romanya sinemasının temel özelliklerini taşıyan, özellikle finale doğru uzun tek çekimlerle etkileyiciliğini arttıran bir drama haline gelmiş. Film çok kısıtlı bir bütçeyle, yalnızca iki el kamerasıyla ve toplam 30 gün içinde çekilmiş. Gerçekçi olabilmek ve izleyiciyi olayların içine alabilmek amacıyla kamera operatörleri çekimlerde büyük ölçüde özgür bırakılmış. Bu bilinçli seçim doğrultusunda, benzer bir deneyimden geçmiş olan Netzer olan bitene dışarıdan bakabilme fırsatı bulabilmiş. Açık uçlu bir finalle noktalanan ‘Çocuk Pozu’, bu anlamda yönetmenin kişisel terapi çalışması da sayılabilir. Birçok Romanya filminde irili ufaklı rollerde izlemiş olduğumuz usta oyuncu Luminita Gheorghiu’nun benzersiz anne kompozisyonunun filme çok şey katmış olduğunu belirterek sözü noktalayalım.

[‘Çocuk Pozu’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara, Kızılay Büyülüfener; (24.01.2013’den itibaren) Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink; (31.01.2013’den itibaren) Bursa, Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(10 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amerika’nın Karanlık Tarihi Bir Kez Daha Beyazperdede: 12 Years a Slave

“Mandela: Long Walk to Freedom”, “Butler-Uşak” ve “12 Years a Slave” bu yıl beyazperdeye Afrika asıllı kahramanların gerçek yaşam öyküleri ve mücadeleleri damgasını vurdu.

New York Film Eleştirmenleri Birliği’nce Yılın En İyi Yönetmeni Ödülüne layık bulunan ve gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan “12 Years a Slave” Amerika Birleşik Devletleri’nin karanlık (kölelik) tarihinden bir kesiti beyazperdeye yansıtıyor.

“12 Years a Slave”, 1841’lerin New York’un da özgür bir insan olarak yaşamını sürdüren Afrika asıllı bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşının (Solomon Northup) hayatının alt üst olmasını (Louisana eyaletine kaçırılarak köle olarak geçirdiği oniki korkunç yılı) konu alıyor. Bu karaktere hayat veren ise bugüne kadar üç kez Altın Küre adaylığı kazanan ve “Children of Men”, “2012”, “American Gangster” gibi filmlerle tanınan Chiwetel Ejiofor.

Mütevazi bir bütçeyle (yirmi milyon dolarla) ortaya çıkan ve dev bütçeli rakipleriyle kıyaslandığında mucizevi film olarak öne çıkan “12 Years a Slave” Toronto Festivali’nde seyirci ödülünü kazanarak bu yılın en iddialı filmlerinden biri olduğunu kanıtlamıştı.

“12 Years a Slave”, “Hunger-Açlık” ve “Shame-Utanç” filmleriyle adını duyuran Afrika asıllı İngiliz yönetmen Steve McQueen’in imzasını taşıyor.

“12 Years a Slave” Kadrosunda Kimler Var?

* “Aslan Kral”la Oscar kazanan Hans Zimmer filmin müziğinin bestecisi.

* “212 Maymun”, “Moneyball-Kazanma Sanatı”, “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”yle Oscar adaylığı elde eden Brad Pitt filmin yapımcıları ve oyuncuları arasında.

* “Shame-Utanç”la Altın Küre adaylığı elde eden, “300-300 Spartalı”, “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi” ve 2014’te gösterime sunulacak olan yeni “Macbeth” uyarlamasının da oyuncusu olan Michael Fassbender filmin kötü adamlarından biri.

* “Cross Creek”le Oscar adayı Alfre Woodard oyunculardan biri.

* “Cinderella Man”le Oscar adaylığı kazanan Paul Giamatti filmin bir diğer oyuncusu.

* “Sherlock”la Altın Küre adaylığına ulaşan Benedict Cumberbatch’da oyuncu kadrosunda.

Köleliği Konu Alan Başlıca Filmler

* Irkçılığı savunan “Birth of a Nation-Bir Ulusun Doğuşu” (1915) bir utanç kaynağı ve hasılat rekortmeniydi.

* Bir başka yüz kızartıcı film, kölelerin hayatından çok memnun olduğunu iddia edebilecek kadar utanmaz bir yapım olan “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti” (1939) ırkçı filmlerin en önemli örneklerinden biriydi… Çok satan ucuz bir romandan bugüne kadar başka hiçbir filme yapılmayan tanıtım ve reklâm kampanyasıyla seyirciye sunuldu. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ABD dışında uzun yıllar sonra gösterildi. Ne yazık ki hasılat ve ödüle (Oscar’lara) boğuldu.

* “Roots-Kökler” (1977): Köleliğin ne olduğunu bütün dünyaya öğreten mini dizi.

* 36 milyon dolara malolan “Amistad” (1997; yönetmen: Steven Spielberg) senaryonun çalıntı olduğu iddiaları üzerine hak ettiği ödüllerden mahrum kaldı. Dört dalda Oscar adaylığıyla yetindi.

* “Beloved-Sevilen” (1998) Toni Morrison’un romanından “Kuzuların Sessizliği”nin yönetmeni Jonathan Demme tarafından 80 milyon dolarlık bir bütçeyle uyarlandı; başrolde Oprah Winfrey vardı.

* “Glory” (1989) 18 milyon dolara mal oldu ve üç Oscar kazandı.

* 100 milyon dolar bütçeli “Django Unchained-Zincirsiz” yardımcı erkek oyuncu (Christoph Waltz) ve özgün senaryo (Quentin Tarantino) Oscar’larının sahibi oldu…

* 65 milyon dolar bütçeli “Lincoln” (2012), Alice Walker’ın Pulitzer ödüllü romanının uyarlaması olan, 11 dalda Oscar ödülüne aday gösterilen “Color Purple-Renklerden Moru” ve “Amistad”la en etkileyici ırkçılık karşıtı filmlerden birkaçını yaratan Steven Spielberg’ün mucizevi yapımlarından biri; Daniel-Day Lewis’e üçüncü Oscar’ını kazandırdı.

* “Ride with the Devil-Şeytanla Yolculuk” (1999) yönetmen dalında iki kez Oscar kazanan Ang Lee’nin 38 milyon dolar bütçeli filmi.

* “Manderlay” (2005) Avrupalı bir dehanın (Lars von Trier) elinden çıkmış 14 milyon dolar bütçeli bir yapım.

(10 Ocak 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Gemi Hapishanesinden Firar

Kaçış Planı (Escape Plan)
Yönetmen: Mikael Hafström
Senaryo: Miles Chapman-Jason Keller
Müzik: Alex Heffes
Görüntü: Brendan Galvin
Oyuncular: Sylvester Stallone (Breslin), Arnold Schwarzenegger (Rottmayer), Jim Caviezel (Hobbes), Faran Tahir (Javed), Amy Ryan (Abigail), Sam Neill (Dr. Kyrie), Vincent D’Onofrio (Clark), Vinnie Jones (Gardiyan), Caitriona Balfe (Jessica)
Yapım: Summit (2013)

Aksiyon filmlerinin iki büyüğü Stallone ve Schwarzenegger’i bir araya getiren “Kaçış Planı”, kaçması imkânsız gemi hapishanesinden heyecanlı bir macera.

Ray Breslin, görünüşte kaçması zor bir hapishaneden iyi bir plânla kolayca kaçıyor. Filmin girişiyle beraber bu heyecan seyircilere filmin geri kalanında nefes nefese kalacağını da haberliyor. Breslin, eski bir savcı. Lester Clark’la beraber özel güvenlik şirketine ortak.

Güvenilikli sanılan hapishanelerin açıklarını ortaya çıkartarak, o hapishanelerin daha güvenlikli yerlere dönüşmesini sağlıyor bu denemeler. Breslin, hapishanelere bir mahkûm gibi giriyor ve bir mahkûm gibi firar ediyor. Hapishane müdürleri ve gardiyanları bunları bilmiyor elbette. İyi para kazandıkları bu işte bürokratik işlemleri Clark götürürken, sahadaki maceraysa Breslin üzerinde. Yeni iş, önceki işlere pek benzemiyor. CIA’den olduğunu söyleyen güzel Jessica Miller, CIA’in gizli hapishanelerinin güvenliğini sınamak için büroya geliyor. İyi de ödeme sunuyor. Breslin, kaçırılır gibi çok gizli bir hapihaneye götürülüyor. Bu hapishane hiçbir yerdeki hapishaneye benzemiyor. Her şey dikey ve mahkûmların kaldığı tek kişilik koğuşlar da şeffaf. Yani camdan. Breslin ve seyirciler için bir sürpriz oluyor bu atmosfer. Hapishanenin müdürü de Willard Hobbes. Sadist, kindar ve öfke dolu. Bu tuhaf hapishanede insanlık için, yani Amerika için tehlikeli ve cani mahkûmlar tecrit edilerek güvenlik sağlanmış oluyor. Sadece Araplar değil, her milletten şiddet için doğmuş tedhişçiler var bu hapishanede. Herhalde Müslümanlar fazla incinmesin diye böyle olmuş. Müslümanlara namaz kılmak için de müsamaha gösteriliyor.

Gerilimli ve kanlı…

1960 doğumlu İsveçli yönetmen Mikael Hafström, ahlâkçı yaklaşımlarıyla biliniyor. Yönetmen, 2005’teki “Derailed-Raydan Çıkanlar”, 2007’deki “1408” ve 2010’daki “Shanghai-Şanghay” filmleriyle hatırlanıyor. Hafström, filmlerinde estetik ve ideolojik anlamda yer yer Avrupalı bakışı da yerleştiriyor. Yönetmenin muhafazkâr yaklaşımları Hollywood’la da uyumlu aslında. Hafström’ün fimlerinde alttan alta sağ bir yorumu, bir yaklaşımı her zaman bulabilirsiniz. Avrupa’nın kuzey kültürü, Anglo-Amerikanlılar, Cermenler ve İskandinavlar, Batı medeniyetinin kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Bu yüzden kendilerine benzemeyen her şeyi medeniyetleri tehdit görüyorlar hep. 2013 yapımı “Escape Plan-Kaçış Planı” filmi, sistemin açıklarını kapatarak daha güvenlikçi bir devletin olmasını savunuyor metaforik anlamda. Güvenlik, hukuktan değerli diyor İsveçli yönetmen.

Hapishanenin korkunç manzarasıyla karşılaşan Breslin bir ara umutsuzluğa düşüyor bu cehennemden çıkamama korkusundan. Orada hemen mahkûm Emil Rottmayer’le tanışıyor Breslin. Rottmayer’e ihtiyatlı yaklaşsa da dostlukları gelişiyor. Breslin, Rottmayer’in yardımlarıyla birçok şeyi kolaylaştırıyor aslında. Rottmayer, bilinmeyen patronunu Mannheim’ı ihbar etmesi için baskı altında tutuluyor sürekli. Mannheim, bilişimle zenginlerin hesaplarını boşaltıp fakirlere dağıtan modern bir Robin Hood. Sistem zenginlerden yana olduğu için onca yoksulluk onu ilgilendirmiyor pek. Elbette bir de Müslüman Javed, yani Cavit de var. Yumuşak yüz hatları olan Javed, Arapların içinde az çok iyi insanların da olabileceğini fısıldıyor Batılı seyircilere.

Breslin, önce nasıl bir yerde olduklarını öğrenmeye çabalıyor. Sonunda buranın denizin ortasında gemi hapishane olduğunu görünce umutsuzluğa düşer gibi olsa da, o zeki biri. Yaptığı aletlerle nerede olduklarını buluyor önce. Gemi hapihane, Fas açıklarında demir atmış güvenlik ötesi güvenli bir yer. Özellikle ikinci yarıyla beraber gerçekten adrenalin epeyce yükseliyor ve gerilim de çoğalıyor. Bu yüzden merak duygusunu dağıtmamak da gerekiyor. Sonda gerçekten bir sürpriz var. Uzun final bölümünde nefes kesen bir aksiyon ve kameraya yapışan kanlar olduğunu da belirtelim. Sinemaskop fotoğraflar, yoğunlukla iç mekânda geçen bu aksiyon-macera filmine görsel olarak zenginlik sunmuş. Hapihane gemideki ışık düzenlemelerinin de insanı estetik yönden büyülediğini de belirtmeliyiz. Elbette sinema perdesinde. Aksiyon-macera oyuncuları Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger, 1980’li ve 90’lı yıllarımıza damga vurdular. “Rocky”ler, “Rambo”lar, “Conan”lar, “Terminatör”lerle. İkisini de aynı çerçevenin içinde görmek insana biraz sıcaklık veriyor. Avusturya kökenli Amerikalı Schwarzenegger’in Kaliforniya’nın eski valisi olduğunu da hatırlatalım.

(10 Ocak 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İtalya’ya Nesnel Bakış: Taviani Kardeşler

İtalyan sinemasının önemli sosyalist yönetmen kardeşleri Tavianiler, İtalya’nın kozmopolit kültürüne baktıkları filmleriyle sinemaya “Yeni Yeni Gerçekçi” ruh katıyorlar. “Babam ve Ustam” ve “Kaos” filmleri de bu ruha dokunuyor.

Paolo ve Vittorio Taviani kardeşler, İtalyan sinemasında “Yeni Gerçeklik” akımının modern sinemadaki devamı “Yeni Yeni Gerçekçilik”in öncüleri. İkisi de San Miniato-Pizza’da doğdu. Vittorio 20 Eylül 1929’da, Paolo da 8 Kasım 1931’de doğdu. 1950’lerde kısa filmlerle sinemaya giren sosyalist kardeşler, 1962’de siyah-beyaz “Un Uomo da Bruciare-Yakılacak Adam” filmiyle ilk uzun filmlerini gerçekleştirdiler. 2001’de İstanbul Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” alan kardeşlerin, 2012 yapımı “Cesare deve Morire-Sezar Ölmeli” filmleri de çok önemli. Gerçek hapishanede geçen, mahkûmların da oynadığı üst noktada bir “Yeni Yeni Gerçekçi” filmdi bu. Mahkûmların, Shakespeare’in “Jül Sezar” oyununu prova edişleri siyah-beyaz yansıyordu perdeye. Sinemaseverler, bu filmi sinemasal belleklerine almalılar.

“Babam ve Ustam…”

Taviani kardeşlerin 1977’de yönettikleri “Padre Padrone-Babam ve Ustam”, dilbilimci Gavino Ledda’nın, 1940’ların sonundan günümüze, 1977 yılına kadarki hayatını yansıtıyorlar yoğunlaştırılmış anlatımla. Film, Gavino Ledda’nın kendi hayatını anlattığı aynı adlı biyografik kitabından uyarlanmış. Senaryoyu da Taviani kardeşler yazmış. Müzikleriyse Agisto Macchi bestelemiş. Yer yer belgesel ruhu sunan fotoğraflarıysa Mario Masini yansıtmış perdeye. “Babam ve Ustam”, 1977 yılında Cannes’da “Altın Palmiye” ödülünü de kazanmıştı. Bu filmi, 2001’deki 20. İstanbul Film Festivali’nde görmüştük. Bu filmde, İtalyan sinemasının önemli yönetmenlerinden Nanni Moretti de Cesare rolüyle görünüyor. “Babam ve Ustam”, Mart 1978’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Bu film, Sardinya Adası’nda geçiyor ağırlıklı olarak. Doğal olarak filmde de yerel dil konuşuluyor çoğunlukla. Gavino Ledda, şimdiki haliyle elindeki dalı sopaya dönüştürürken, hikâyeyi de anlatmaya başlıyor. Sopa kelimesinin anlamıysa çok derin. Faşizmle aynı anlama geliyor İtalyancada “sopa” kelimesi. Otoritenin gücü ve korku imparatorluğunun da simgesiydi bu sopa. Adada çiftçilik yapan tüm babalar, ellerindeki sopalarla çoban oğulları üzerinde baskı kuruyorlar. Köyde, okul için başka bina olmadığı için, devlet binası ilkokula dönüştürülmüş. Gavino Ledda, filmde babası Luga’yı canlandıran Amero Antonutti’ye sopayı veriyor. O da teşekkür edip, filmde oğlu olacak Gavino’nun (Fabrizio Forte), sınıfına dalıyor ve oğlunu sınıftan alıp, ağıldaki sürünün başında götürüyor. Taviani kardeşler, filmin girişinde ve finalinde, hem gerçeküstü hem de belgesel anlatımı iç içe yansıtabilmişler. Heyecan vericiydi. Küçücük Gavino, köyün dışındaki ağılda tek başına korkuyor. Annesinin (Marcella Michelangeli) onu çobanlığa uğurlarken söyledikleri, oğlan çocukları için çobanlıktan başka hiçbir umudun olmadığını gösteriyor. Okuyabilen çocuklarsa, fazladan kardeşleri olduğu için. Gavino, babası sınıfa geldiğinde korkudan altına bile işiyor. Hiçbir korku, baba korkusundan daha korkunç değil buralarda. Hatta genç olsanız bile.

Zaman geçiyor, çocuklar büyüyor, büyükler yaşlanıyor. Gavino (Saverio Marconi), okuma-yazma bilmiyor. Anadili dışında da başka dil bilmiyor. Adadaki bu köy dışındaki dünyayı bilmiyor. Hayatında sadece koyunlar var. İki kız, bir de erkek kardeşi oluyor Gavino’nun. Ama hâlâ bir çoban o. Ergenlik çağlarına gelen çoban gençler ne yapacaklardı? Kızlar, en uzak yerler kadar uzaktaydı zihinlerde. Kim, fakir çobanlara kızlarını verirdi ki? Ama, eşekler ve koyunlar yakındaydı. Gavino, babasının dişi eşeğiyle içindeki ateşi söndürüyordu. Kırsalda ilk keşifler böyleydi. Bizde de böyle, biliyoruz. Akordiyon sahnesi de etkileyiciydi filmde. Panayıra giden çocuklardan kuzular karşılığında akordiyonu alan Gavino’nun, hayatında ilk defa kendinin olan bir şeyi oluyor.

Filmde bir de kan davası var. Arada bir hikâyeye dahil oluyor at sırtında dolaşan Sebastiano. Zeytinliği de olan zengin biri. Hep ihtiyatlı olan Sebastino (Stanko Molnar), bu korkudan yorulduğundan, barış yapmayı kabul ediyor. Kanlısının koyunlarının yününü kırparken, trajedi de onu bekliyor. Luga, kurnazlık yapıp, Sebastino’nun karısını kandırıp zeytinliği ele geçiriyor. Zeytin hasadında zeytinleri satmak istediği toprak ağası, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan (AET) bahsediyor. Sonradan Avrupa Birliği (AB) oldu. Luga, bunları ilk defa duyuyor. AET, tarım ürünlerine standart getirmiş. Tahmin edilemez bir şey oluyor ve kutup soğuğu adayı kuşatıyor. Bu öyle bir soğuk ki, sütler bile donduruyor. Anne, Gavino ve kardeşlerine, çocukluğumuzun karsambaçını yapıyor donmuş sütle. Baba, zeytinciliğe ağırlık verince, Gavino’yu da askerliğe yolluyor. Gavino, ilk defa dışarıdaki dünyanın içine giriyor. Anadili dışında da dillerin olduğunu fark ediyor. Hatta çobanlık dışında da işlerin olduğunu keşfediyor. Askerde, İtalyanca, okuma-yazma ve radyo teknisyenliğini de öğreniyor Gavino. Bu dil öğrenmesi onun hayatının akışını da değiştiriyor. İlkokuldan başlayarak tüm dersleri vererek üniversiteye gidiyor ve önemli dilbilimcilerden biri oluyor. Gavino Ledda, azmin ve inanmanın insana güç verdiğini gösteriyor. Taviani kardeşler, “Yeni Yeni Gerçekçi” tarzdaki “Babam ve Ustam” filmi, sinemanın da özel yapıtlarından. İlham verirken, kendi ülkesindeki gerçekliği de düşündürten önemli bir film ayrıca. “Babam ve Ustam” filminin yapımcısı, İtalya’nın devlet televizyonu RAI olduğunu da belrtelim.

“Kaos…”

Tavani kardeşlerinin 1984 yapımı “Kaos” filmi, beş hikâye ve bir girişten (epilogdan) oluşuyor. Son hikâye hariç, hikâyeleri birbirine bağlayansa, boynundaki küçük çanla uçan bir erkek kuzgundu. Film, prologla, yani girişle başlıyor. Köylüler, kuluçkaya yatmış kuzgunu yakalıyorlar, yumurtalarını kırıyorlar ve kuzgunun boynuna çan takıp gökyüzüne salıyorlar. Taviani kardeşler, insanın zalim ve vahşi taraflarını da gösteriyorlar bu giriş bölümüyle. Kuzgun havada uçarken, ön jenerik yazıları da düşmeye başlıyor perdeye. Hikâyelerin hepsi aynı zaman diliminde, 19. yüzyıldaki Sicilya Adası’nda geçiyor. Son hikâye dışında, bir fakirlik ve yoksunluk yansıyor Sicilya’dan. Taviani kardeşler senaryoyu, Tonino Guerra’yla ortak yazmışlar. Film, yazar Luigi Pirandello’nun romanından uyarlanmış. Nobel ödüllü yazar, Agrigento şehrindeki kendi toprakları Cevasu’da 28 Haziran 1867’de
doğdu, 10 Aralık 1936’da Roma’da öldü. Cevasu, Eski Yunancadan geliyor. Yazarın, “Gölge Adam”, “Yaşlılar ve Gençler”, “Bir, Hiçkimse ve Yüz Bin” ve “Dışlanmış Kadın” romanları ülkemizde de yayımlanmış vakti zamanında. Cevasu adı, kaosun diyalektik yozlaşmasından doğmuş. Yazar, bu hikâyelerini, Antik Yunan yapısı üzerine kurmuş. Bu epik filmi, 1986’da TRT 2’deki “Ustalar ve Filmleri” kuşağında görmüştük ilkin. TRT 2, başımıza gelmiş en güzel şeydi bu cehennemde. Şimdiyse yok. TRT 2’de, hayatımızın filmlerini ve yönetmenlerini keşfettik hep. “Kaos” filminin görüntüleriyse Giuseppe Lanci’ye ait. Üç saat süren bu filmin yapımcılığını da yine RAI’nin üstlendiğini belirtelim.

Birinci hikâye… İtalyancası “Altro Figlio” olan “Diğer Oğul” bölümüyle başlıyor. Bu bölümde bir annenin trajedilerle yüklü hikâyesi yansıyor perdeye. Okuma-yazma bilmeyen yaşlı anne Mariagrazia (Margarita Lozano), 14 yıl önce Amerika’ya, Santa Fe’ye göç etmiş oğluna sürekli mektuplar gönderiyor ve hiç cevap alamıyor mektuplarına. Bir genç kadın sürekli, mektuplarını yazarken, bu defa hiçbir kelime kullanmadan mektubu Mariagrazia’ya veriyor. Mariagrazia, Amerika’ya göç eden köylülerine veriyor. Oradan biri mektubu yırtıyor. Göçmenleri muayane eden doktor, kâğıtta hiçbir şey yazmadığını fark ediyor ve Mariagrazia’nın geçmişteki trajik hayatından acılar da yansıyor. Mariagrazia, doktora içindeki o derin acıyı anlatarak biraz olsun rahatlamak istiyor. Ama acı kolayca çıkıp gitmiyor. Çünkü o acıyı daima hatırlatan bir şeyler var etrafında. Yıllar önce, 1848’de isyancıların başı, Sicilya’da direnişi, devrimi başlatmış, idareyi ele almış. Aç halka buğday dağıtmış. Elbette hapishaneleri de boşaltmış. Böyle olunca da haydutlar halka saldırmaya başlamışlar. Mariagrazia’nın kocası da haydutlara katılınca kaderi de değişmiş. Geride oğluyla aç susuz kalan Mariagrazia, kocasını aramaya çıktığında onun öldürüldüğünü görüyor. Haydutların başı Mariagrazia’ya tecavüz edince hamile kalıyor ve bir oğlan daha doğuruyor. Mariagrazia, onu sürekli reddetmiş. Tıpatıp babasına benzeyen oğul, annesinden bir defacık olsun sevgi ve şefkat görebilmek için, Mariagrazia’nın etrafında dolanıp durmuş hep. Bugün o sevgiye ulaşacağını umarak ona balkabağını yuvarlasa da, Mariagrazia geçmişin acısını unutamıyor.

İkinci hikâye… İtalyancası “Mal di Luna” olan “Ay Çarpması” bölümündeyse, kurt adam olan Bata’nın (Claudio Bigagli) trajedisi yansıyor. Bata, köyün güzellerinden Sidora’yla (Enrica Maria Modugno) yirmi gün önce evlenmiş ve ondan büyük sırrını da saklamış. Yere çömelmiş, su birikintisine bakarken, genç karısına kapıları ve pencereleri kapatmasını söylüyor. Gece dolunay çıktığında sır da ortaya çıkıyor. Bata bir kurt adam. Ama fiziksel değişime uğramıyor. Sadece ulumaları ve gücü çoğalıyor. Sidora korkuyor ve sabah her şey düzelince köye, annesinin evine dönüyor. Sidora’nın da bir sırrı var. Kuzeni Saro’ya (Massimo Bonetti) vurgun. Saro, fakir olduğu için annesi Sidora’yı ona vermemiş. Evde karısını bulamayan Bata, köye dönüyor ve kayınvalidesini ikna ediyor. Onları yemeğe çağırıyor akşamüzeri için. Sidora’nın yanık olduğu Saro da yemeğe geliyor. Her şey gece çökmesiyle değişmeye başlıyor. Bulutlu gökyüzü açılıyor ve dolunay görünmeye başlıyor. Tam fark edilemiyor, ama anne ortadan kayboluyor. Anne olmayınca, Sidora ve Saro, eve kapanıyorlar Bata kurt adam olurken. Sidora, içindeki özlem ateşini söndürmek için, dışarıdaki kocasının ulumaları altında Saro’yla bir an önce sevişmek istiyor. O kadar kolay değil tabii ki. Korku ve vicdan Saro’yu kuşatıyor. Bu bölümün sonunda hiçbir şey çözülmeden, onları bu gerçeklikle baş başa bırakan kamera onlardan ayrılıyor ve gökyüzündeki karakarganın peşine takılıyor.

Üçüncü hikâye… İtalyancası “La Giara” olan “Küp” bölümünde, zeytincilikle uğraşan toprak ağası Don Lollo’nun küp hırsı yansıyor. Bu bölümde, 1970’lere ülkemizde filmleriyle damga vurmuş “Yavru ile Kâtip” var. “Yavru” Franco Franchi, Taviani kardeşlerin filminde küp tamircisi Dima’yı canlandırıyor. “Kâtip” Ciccio Ingrassia da Don Lollo. Vakti zamanında “Yavru”ya Erol Günaydın, “Kâtip”e de Altan Erbulak dublaj yapıyorlardı. İkisi de rahmetli oldu. “Yavru ile Kâtip” filmlerini bu iki üstadın seslendirmesi dışında izlerseniz pek tat alabilir miydiniz, bilemiyoruz. “Yavru ile Kâtip” filmleri, “Hababam Sınıfı” serisi gibi neşe getirmişti bir zamanlar ülkemize.

Zeytin hasadı yapılıyor. Zeytinler verimli. Irgatlar, köleler gibi durup dinlenmeden bu ağır işte çalışıyorlar. Don Lollo, kaç yıl ömrü kaldığını düşünmeye başlamış. “Bu zeytinlik Tanrı’nın ödülü mü” diyor yanındaki genç karısına. O sırada bir at arabası meydanın ortasına giriyor. Don Lollo’nun sipariş ettiği devasa küp de at arabasının üzerinde. Hayatının amacı gerçekleşmiş gibi çok mutlu. Bu küp, onlarca litre zeytinyağını içine alabilir. Bu küpün özelliğiyse, parmakla bir fiske vurunca çan gibi ses çıkartması. Gece huzurla uyuyan Don Lollo, sabah uyandığında amacının paramparça olduğunu görerek küplere biniyor. Bu kırık devasa küpü tamir yapabilecek bir kişi var civarda. O da Dima. Çünkü onda bu küpü eskisinden iyi yapacak sihir var diyor ırgatlar. Kambur Dima geliyor, küpe bakıyor, sihirli yapışkanıyla işe koyuluyor. Bir sorun çıkıyor ortaya. Küpü eskisinden sağlam hale getiren Dima, küpün içinde kalıyor. Rahatça küpün dışına çıkabilecekken, kamburu buna engel oluyor. Don Lollo, çare bulamayınca kasabadaki zengin avukatına akıl danışmaya gidiyor. Ortaya çıkansa, Dima’nın tazminat ödemesi. Dima, esprili ve zeki bir usta. Irgatları kendi tarafına çekiyor ve küp eski haline dönüyor. Yani kırık. Dima ve ırgatlar coşkuyla çiftlikten uzaklaşırken, Don Lollo da amacının kırık parçalarına bakıp kalıyor sadece.

Dördüncü hikâye… İtalyancası “Requiem” olan “Ağıt” bölümünde, ölülerini bile gömecek toprağı olmayan yoksul köylülerin dramı yansıyor. Gökyüzünde uçan karakarga, kamerayı mezarlığı olmayan bu köye getiriyor. Bu bölüm, elinde bebeğinin cenazesiyle kasabaya, pederin yanına gelişiyle açılıyor. Bebeği vaftiz bile olamadan ölmüş. Peder dua ediyor ve yakınlardaki mezarlığa defnediyor bebeği. Altı ay geçiyor. Köylüler isyan başlatıyorlar toprak ağası barona karşı. Jandarmalar, barondan, zenginden yana. Köylülerin istediği tek şey, ölülerini gömecekleri bir yer. Eylem başlıyor. Jandarmalar, köylüleri çeviriyor. Baronu çıldırtan, köylülerin toprak sahibi olması için isyanlar başlatmış bir adamın ölüsü için toprak vermek. Zaten baron, hiçbir zaman uçsuz bucaksız topraklarından köylülere mezarlık için toprak vermemiş. Verimli topraklar, ayaktakımı köylülere feda edilebilir miydi? Jandarma gözetiminde mezar kazılmış, Jandarma komutanı barondan haber bekliyor. Jandarma, köylüleri kasaba dışına çıkartıyor. Köylüler, jandarma nezaretinde isyancı için kazılmış mezarlığa geliyorlar. İsyanları onlara bir mezarlık kazandırıyor. Direnmeden asla kazanamazsınız diyor yazar ve yönetmen.

Beşinci hikâye… İtalyancası “Epilog: Colloquio con la Madre” olan “Bitiş: Annemle Sohbet” bölümünde, yıllar sonra, annesinin ölümünden sonra çocukluğunun evine dönen yazar Luigi Pirandello (Omero Antonutti), suçluluk ve özlem duyguları yansıyor. Annesinin (Regina Bianchi) varlığı ona hep dayanma gücü vermiş. Şimdiyse o yok ve ne yapacağını bilemiyor. Luigi’nin en büyük suçluluğuysa, annesinin çocukluğunda yaptığı Malta seyahatinin müziğinin bir türlü zihninde oluşamaması. O seyahati düşündüğünde ilhamları hep dağılmış. Trenden inen Luigi, Saro’nun (Massimo Bonetti) faytonuna biniyor malikâneye gitmek için. Saro’nun yüzü ona hiç bancı gelmiyor. Seyircilere de. Eve geldiğinde, bir sıcaklık hissediyor Luigi. Hayatının büyük bölümünün geçtiği bu salon, bu odalar, bu bahçe ona tuhaf bir huzur ve dinginlik veriyor. Gerçeküstücü bir anda annesinin hayaleti görünüyor ve onunla geç kalmış sohbetini ediyor. Annesi belki de ona ilhamını vermek istiyor. Malta seyahatini anlatıyor yine. İsyancı babaları Malta’ya kaçmış. Annesi, kardeşleri, dadılarıyla beraber, Akdeniz’de küçük yelkenli tekneyle yola çıkmışlar Malta’ya doğru. Teknedeki herkes kürek çekiyor bu yolculukta. Dümendeki genç adam, rüzgâr azalınca küçük bir adaya çekiyor tekneyi. Çocuklar, tuhaf ve ince kumları olan bu adacıkta unutulmaz çocukluk maceraları yaşıyorlar. Yani iyice eğleniyorlar. Luigi’nin annesi, çocukluğunun bu anlarını hiç unutmamış. Malta’da neler yaşadıklarını bile hatırlamıyor. Lugi’nin zihninden notalar düşmeye başlıyor ve son jenerikte sanki Luigi’nin tınılarını duyuyor seyirciler. Bu tınılarda hüzne dokunuyorsunuz. Anneler muhteşem ve ilham verici oluyorlar, daima.

(04 Ocak 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

SİNEMAMIZ TARİHİ’nin YENİDEN YAZILMASI GEREKİRSE İrdelenebilecek Bir Konu

Sinema seyirciliğinden bir adım ilerleyerek sinema okuru olduğum günlerde, sinemamızın 1914’de başladığını ve ilk filmin Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı olduğunu öğrendim. Ama her öğrenme “acaba” sorusunu da beraber getirmelidir, yani şüpheyi. Zaman içinde Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filminin çekilme sürecini öğrenirken, çekimin gerçekleştiği fakat bu çekimin sonuç verip vermediği hakkındaki sorulara cevap bulmak mümkün olmadı. İlk kez Burhan Arpad, “bu filmin çekiminin sonuç verip vermediği” sorusunu (ağırlıklı olarak vermediğini) Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir makalesinde ortaya atmıştı. Sonraları Burçak Evren uzun süre bu film hakkında yazılar yazdı. Bu arada filmi kimsenin görmediği söylentisi çıktığı gibi, seyrettiğini söyleyenlerde oldu. Filmin, kutusu (daha doğrusu “adının üzerinde yazdığı kutu”) ortaya çıktı ise de, içindeki film başka bir filmdi. Bu arada, sinema tarihimizi bu film ile başlatan Sn. Nijat Özön filmin gerçek adının, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Hadmi olduğunu söyledi. (Hatmi, “hitam bulması”, “sona ermesi” demekti.) Filmin çekim nedeni, çekim öncesi çalışmaları, çekimi ve sonradan filmin başına gelenler, daha doğrusu olanlar, uzun bir hikâye oluşturur. Yalnız olayların 1914 yılında olduğu (14 Kasım 1914) kabul edilir; bu tarih sinemamızın başlangıcı sayılır. Filmi (sinemaya meraklı, o zamanlar asker) Fuat Uzkınay çekmiştir. (Bu çekim kişisinin seçimi de başlı başına bir olaydır.) Oysa aynı tarzda (haber veya belge -belgesel değil, belge-) filmlerin 1911 hatta 1907 tarihinde çekildiği saptanmıştır. Bu filmlerin hiç biri kurmaca, konulu / öykülü bir film değildir.

Kurmaca, öykülü filmlerimizin başlangıcı 1916 yılında yapımına başlanılan Himmet Ağa’nın İzdivacı (Sigmund Weinberg – Fuat Uzkınay) ve Leblebici Horhor Ağa (Sigmund Weinberg) olarak verilir ve iki filmde yarım kalır. Özgüç, Himmet Ağa’nın İzdivacı’nın, Scognamillo’ya gönderme yaparak, Nurullah Tilgen’in verdiği bilgiye göre Uzkınay tarafından değil, Reşat Rıdvan tarafından tamamlandığını belirtiyor. (“Sözlük” 2. basım 1. cilt s. 20) Vahran Balıkçıyan ise, İmparatorluğa gelen İngiliz sinemacıların 1912 ve 1914 yıllarında İngiliz teknik ekip ile Osmanlı oyuncuların (Benliyan Topluluğu) oynadığını, Reşat Rıdvan’ın yönettiğini, çekim sonucu filmlerin İngiltere’ye götürüldüğünü, hiçbir zaman da geri gelmediğini belirttiği -ilk konulu film olarak- Himmet Ağa’nın İzdivacı ve Leblebici Horhor Ağa filmlerinin çekildiğini, bu konuda geniş bilginin, 1960’lı yıllarda yayınlanan Ermenice Jemenak Gazetesi’nde olduğunu belirtiyor.

Bunlar, sinemamızın başlangıç yıllarına ait, netliğe kavuşturulması beklenen tarihsel olaylar (bilgiler) ama ben tarihin yazılması ile ilgili başka bir konuya değinmek istiyorum. 1923 yılına gelinip Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan Ateşten Gömlek filminde, ilk Müslüman / Türk (Osmanlı) Kadınların (Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir) oynadığı hep yazılır ve bu kadın oyuncular sinemamızın ilk Müslüman / Türk oyuncuları olarak, sinemamız tarihinde yerlerini alırlar. Ali Özuyar ise 1922 yılında (daha Cumhuriyet kurulmadan, Osmanlı’nın son günlerinde) Mösyö Anders diye (İstanbul’da oturan) bir Fransız’ın yaptığı Esrarengiz Şark filminde Nermin isminde Müslüman / Türk bir kadının oynadığını, böylece Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir’den bir yıl önce (hem de daha İmparatorluk günlerinde) olayın gerçekleştiğini, bu ilk olma özelliğinin Nermin Hanım’a ait olması gerektiğini, çıkarılması gerekli sonuç olarak belirtiyor. Özgüç, bu kadının (Nermin’in) o günkü yasakları nasıl delmiş olabileceğini belirttikten sonra Türk adı kullanan Ermeni veya Rus kökenli biri olabileceğini ileri sürüyor. Hatta filmin yapımcılarının belirsizliği ve yönetmen olarak mühendis bir Fransız (Mösyö Anders) adının geçmesi dolayısıyla olayı karışık ve şüpheli bir durum olarak görüyor. Ama Özgüç bunları yazdığı sayfaya Esrarengiz Şark filmine ait (eski harflerle yazılmış Opera-Cine’de – no: 3, 1924) yayınlanmış bir yazıyı da koyuyor. [Bu konuda kişisel bir yaşanmışlığı not edeceğim. Bu film hakkında -gerek Özuyar’ın yazılarına, gerek gazetelerde yer alan tanıtımlara dayanarak- konuşan Mustafa Gökmen, filmin adının Esrarengiz Şarkı da olabileceğini söylemişti (eski yazı bilmiyordu). Ben filmin eski yazı ile tanıtımına ilişkin gazete yazılarının kitaplara girmiş şeklini anneme okuttuğumda filmin adını, Esrarengiz Şark olarak okudu, Esrarengiz Şarkı olarak değil. O zamanlar filmlerin sessiz olduğu düşünülürse, bir filmin adında “şarkı” kelimesinin yer almayacağı akla daha yakın geliyor. Ayrıca filmi Mösyö Anders diye bir Fransız yaptığına göre, şark’ı (doğuyu / Osmanlıyı) “esrarengiz” olarak görmesi, hiç garipsenecek bir durum değil.] Ayrıca, Osmanlı’nın sona doğru hızla ilerleyen o karmakarışık günlerinde bir Fransız’ın İstanbul’da film yapması hiç de garipsenecek bir konu değil. Yapımcısı kim olursa olsun -bu konu sonraki yıllarda bile net bir açıklık taşımıyorsa, o günlerde belirsiz -bizce bilinmez- olması ne hüküm ifade eder.

Bütün bunlar uzun zamandır düşündüğüm fakat hiç zaman yazmak ihtiyacı duymadığım, sinemamızın başlangıcı ile ilgili, ancak detaylı tarih yazarlarımızın üzerinde araştırma yapmaları gerekli konulardı. Ama Esrarengiz Şark’tan tam 11 yıl sonra, Muhsin Ertuğrul 1933 yılında yaptığı Karım Beni Aldatırsa filminde Nermin isminde bir oyuncu oynatıyor. Sonraki yıllarda çıkan yasa gereği “soyadı” alacak oyuncuların yanında, o günlerdeki bir çok filmde özellikle figürasyon rollerde oynayan oyuncuların sadece ad-ları veriliyor. Ertuğrul’un Karım Beni Aldatırsa filminde de Nermin adı bu şekilde verilmiştir, (Muhsin Ertuğrul’un Sineması / Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran, sayfa 260 ve devamı…) verilmiştir de bu Nermin, Esrarengiz Şark’ta oynayan Nermin midir? Eğer o değilse sorun yok, o zaman ilk Nermin hakkında Özgüç’ün şüpheleri devam eder. Eğer her iki Nermin aynı oyuncu ise bu Özgüç’ün şüphelerini ortadan kaldırmaz ama 11 yıl sonra Ertuğrul’un bir filminde oynamak -hele Ertuğrul’un bir çok filminde oynamış olan Ermeni ve Rus kökenli (hatta ad-lı) oyuncuların hemen hemen ortadan kaybolduğu bir sırada, bir filmde (figürasyon olarak olsa bile) yer almak,- bana göre incelenmesi, irdelenmesi gerekli bir olgudur, sinema tarihimiz açısından. (Konuyu ben irdelemeye çalışacağım, ilgilenenler olursa, sadibey.com’un sonuçlar için her zaman yayına hazır olduğunu biliyorum.)

(03 Ocak 2014)

Orhan Ünser

Walter Mitty’nin Çağ Atlamış Gündüz Düşleri

Geçtiğimiz yüzyılın tanınmış karikatürist gazeteci ve yazarlarından James Thurber’ın ilk kez 1939 yılında ‘The New Yorker’ da yayınlanmış olan kısa hikâyesi ‘Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı’ ya da özgün adıyla ‘The Secret Life of Walter Mitty’nin yepyeni beyazperde uyarlaması, dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giriyor. Thurber’ın klâsikleşmiş öyküsü, kendi halinde içe dönük ana karakterin, karısıyla monoton bir alışveriş gününü renklendiren cazip düşleri üzerine kuruludur. Amerikalı yazarın bu çok sevilmiş, sıradan küçük adamın bilinçli ya da bilinçsiz kendini olduğundan farklı göstermek veya gerçeklerden kaçmak üzere destansı kahramanlık düşlerine sığınma anlamında ‘Mittyesk’ deyiminin doğmasına vesile olmuş tanınmış metninin ilk beyazperde uyarlaması 1947 tarihini taşır. Amerikan komedisinin altın çağından yönetmen Norman Z. McLeod imzasını taşıyan ve dönemin parlak komedyenlerinden Danny Kaye’in başrolde olduğu bu uyarlamada, baskıcı annesiyle birlikte yaşayan müzmin bekâr yayınevi editörüne dönüşmüş Walter’ın birbirinden renkli hayallerini izleriz. II. Dünya Savaşı sonrasına özgü tekinsiz bir casusluk hikâyesi ve popüler psikanaliz uygulamaları da filmin gündemindedir. Soyguncu bir çetenin peşinde olduğu, savaş sırasında Alman işgâline önlem olarak gizlenmiş Hollanda Kraliyet Müzesi’ne ait sanat eserleri ve mücevheratın saklı olduğu yerlerin kaydının bulunduğu kara kaplı bir küçük defter ise, Hitchcock usulü *MacGuffin’idir ilk versiyonun. Gizli çete ile mücadeleye girişen Walter, düşlediği maceraların gerçek hayattaki daha belalı çeşitlemeleriyle yüzyüze gelir McLeod’un filminde. Büyük ölçüde dönemin parlak oyuncularından Danny Kaye’in güldürü ve müzikal yeteneği üzerine inşa edilmiş olan ilk uyarlama, korku filmlerinin efsanevi oyuncusu Boris Karloff’un ürkütücü psikiyatr kompozisyonuyla ayrıca ilginçtir.

Danny Kaye’in türlü marifetlerini sergilemeye yönelik ilk filmden tam 66 yıl sonra, yeni uyarlamanın yönetmenliğini de üstlenmiş olan günümüz popüler komedyenlerinden Ben Stiller hayat vermiş ‘Walter Mitty’ye. 42 yaşındaki müzmin bekarımız, LIFE Dergisi’nin negatif film bölümü yöneticisi olarak huzurumuzda bu kez. Shirley McLaine’in canlandırdığı anne huzurevine yerleşmiş olduğundan, o cenahta bir huzursuzluk da yok. Dergide çalışan Cheryl’e açılamamanın tedirginliği içindeki Walter’ın gündüz düşleri de geçen onca yıldan nasibini alarak çağ atlamış. Modern aksiyonlara özgü bilgisayarda üretilmiş efektlerle (CGI) desteklenen yapımda, Walter kâh bir süper kahraman misali mazlumların yardımına koşuyor, kâh haz etmediği yeni patronunu bir güzel benzetiyor, ya da Benjamin Button olduğunu düşlüyor vs.

Basılı formattan online düzene geçecek olan uzun yıllar çalıştığı derginin veda sayısına kapak olacak pozun yer aldığı kayıp negatif ise yeni uyarlamanın MacGuffin’i. Derginin efsanevi fotoğrafçısı Sean O’Connell’in (Sean Penn) kayıp fotoğrafının peşinde Grönland’dan İzlanda’ya, ordan Himalayalara uzanan beklenmedik maceralara sürüklenerek kendi küçük dünyasının ötesini keşfe çıkıyor Walter. Kuzey Buz Denizi’nin soğuğunda köpekbalıklarıyla mücadele ediyor, adı zor telâffuz edilir aktif volkanın (2010 Nisan’ında tüm Avrupa hava trafiğini altüst etmiş olan meşhur ‘Eyyafyallajöküll’) gazabından zor kurtuluyor, korkunun dağları beklediği Afgan tepelerinde iz sürüyor.

Gündüz düşlerinin gerçeğe dönüştüğü yeni model ‘Walter Mitty’ macerası, aksiyon, romantik komedi, fantastik sinema gibi farklı türler arasında gidip gelen, yeni yıl neşesine uygun eğlenceli filmlerden. Bildik klişelerle fazlasıyla yüklü, Afgan dağlarında nadir rastlanan Kar Leoparı’nı fotoğraflamaya konuşlanmış Sean Penn’li sekans ya da hava limanı güvenlik taramasına ilişkin zekice hazırlanmış animasyon bölüm ise gerçekten hoş.

* Hikâyedeki karakterleri motive eden, hikâyenin gelişimine yardımcı olan nesne.

(03 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema Seyircisi Bol Bol Gülmek ve Eğlenmek İstiyor 2

* Sinema salonlarından 1989’dan bugüne toplanan seyirci sayıları, hangi tür filmlerin rağbet gördüğünün en büyük göstergesi… Seyirci günlük sorunlarından, dertlerinden uzaklaşmak istiyor ve “Kaçış Filmleri”ne en yüksek ilgiyi gösteriyor.

* Ne yazık ki 1989 öncesine ait seyirci sayısı film sektörümüzde bulunmuyor.

* Listede yerli filmler egemen; yabancı filmler azınlıkta.

* İlk bölümleri seyirci rekoru kıran filmlerin yeni bölümleriyle fanları yakında hasret giderecek: “Recep İvedik 4. Bölüm” (21 Şubat 2014), “Eyyvah Eyvah 3. Bölüm” (31 Ocak 2014), “Romantik Komedi 3. Bölüm” bunlardan bazıları… İkinci bölümü bir milyona yakın kişiyi sinema salonlarına çeken “Çakallarla Dans 3. Bölüm” de beklenen filmlerden biri…

* Adeta davul tozu, minare gölgesiyle, çok düşük bütçelerle, üretilen “Sümela’nın Şifresi: Temel” ve “Moskova’nın Şifresi: Temel” toplam 2 milyon 572 bin kişiyi sinemalara çektiğinden bu seriden yeni bölümler (“Barselona’nın Şifresi: Temel” gibi) bekleniyor.

* Türkiye sinemalarında en çok seyirci toplayan filmler arasına sadece iki yabancı film girebilmiş: “Titanic” ve “Avatar”… Bu iki filmde yönetmen, senaryo yazarı, yapımcı James Cameron’ın dehasını yansıtıyor.

* “Titanic” dünya sinemalarında 2 milyar 185 milyon dolar toplamıştı.

* Dünya sinemalarında 2 milyar 782 milyon dolar hasılat elde eden “Avatar”ın ikinci bölümüneyse 2016’da kavuşacağız. Bu serinin üçüncü bölümü de yolda.Belki dördüncü bölüm de olacak.

* Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Ata Demirer, Ahmet Kural ve Murat Cemcir Komedinin Krallığı için kıyasıya mücadele ediyor. Demet Akbağ ise Komedinin Tartışmasız Kraliçesi…

En Çok Ağlatan, En Çok Gözyaşı Döktüren Dört Film

* Türkiye’de sinema seyircilerine en çok gözyaşı döktüren filmler denilince “Awaara” (Şubat 1955’te “Avare” adıyla gösterildi), “Love Story” (Kasım 1971’de “Aşk Hikayesi” adıyla gösterildi), “The Champ” (Ekim 1980’de “Şampiyon” adıyla gösterildi) anılır… Bunlar kadar etkili olan yerli filmse Kasım 2005’te gösterilmeye başlanan “Babam ve Oğlum” oldu.

“Babam ve Oğlum” “Popüler Televizyon Dizilerinin Kralı” ünvanını hakeden yapımcı Şükrü Avşar’ın yönetmen Çağan Irmak ile işbirliğinin ürünü… Şükrü Avşar’ın dizisi “Lale Devri”nin baş erkek oyuncusu Tolgahan Sayışman’ın bölüm başı 50 bin Türk lirası ücret aldığını söyleyerek Şükrü Avşar eğlence imparatorluğunun gücü hakkında bir fikir vermek isterim.

Yapımcı Şükrü Avşar, “A Moment To Remember” (2004) adlı Güney Kore filminden uyarlanan “Evim Sensin”le bir başka gişe rekortmenine de imza atmıştır.

İşte En Çok Seyirci Toplayan Filmler:

* Fetih 1453 / 6 milyon 565 bin kişi.
* Recep İvedik 2 / 4 milyon 333 bin kişi.
* Recep İvedik / 4 milyon 301 bin kişi.
* Kurtlar Vadisi Irak / 4 milyon 256 bin kişi.
* G.O.R.A.: Bir Uzay Filmi / 4 milyon bin kişi.
* Eyyvah Eyvah 2 / 3 milyon 947 bin kişi.
* CM101MMXI Fundamentals / 3 milyon 843 bin kişi.
* Babam ve Oğlum / 3 milyon 839 bin kişi.
* Düğün Dernek / 3 milyon 706 bin kişi.(Gösterimi sürüyor)
* A.R.O.G.: Bir Yontmataş Filmi / 3 milyon 707 bin kişi.
* New York’ta Beş Minare / 3 milyon 474 bin kişi.
* Recep İvedik 3 / 3 milyon 325 bin kişi.
* Vizontele / 3 milyon 308 bin kişi.
* Vizontele Tuuba / 2 milyon 894 bin kişi.
* Celal ile Ceren / 2 milyon 853 bin kişi.
* Titanic / 2 milyon 844 bin kişi.
* Issız Adam / 2 milyon 788 bin kişi.
* Evim Sensin / 2 milyon 701 bin kişi.
* Organize İşler / 2 milyon 618 bin kişi.
* Hababam Sınıfı Askerde / 2 milyon 587 bin kişi.
* Eşkıya / 2 milyon 572 bin kişi.
* Güneşi Gördüm / 2 milyon 566 bin kişi.
* Avatar / 2 milyon 482 bin kişi.
* Kahpe Bizans / 2 milyon 472 bin kişi.
* Eyyvah Eyvah / 2 milyon 459 bin kişi.
* Nefes: Vatan Sağolsun / 2 milyon 436 bin kişi.
* Aşk Tesadüfleri Sever / 2 milyon 418 bin kişi.
* Yahşi Batı / 2 milyon 323 bin kişi.
* Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine / 2 milyon 315 bin kişi.
* Allah’ın Sadık Kulu: Barla / 2 milyon 226 bin kişi.
* Kelebeğin Rüyası / 2 milyon 158 bin kişi.
* Selam / 2 milyon 145 bin kişi.
* Av Mevsimi / 2 milyon 116 bin kişi.
* Hababam Sınıfı Üçbuçuk / 2 milyon 68 bin kişi.
* Beyaz Melek / 2 milyon 32 bin kişi.
* Kurtlar Vadisi Filistin / 2 milyon 28 bin kişi.
* Kabadayı / 2 milyon 2 bin kişi.
* Berlin Kaplanı / 1 milyon 983 bin kişi.
* Buz Devri 4: Kıtalar Ayrılıyor (Ice Age: Continental Drift) / 1 milyon 876 bin kişi.
* Asmalı Konak: Hayat / 1 milyon 791 bin kişi.
* Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği (The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring) / 1 milyon 759 bin kişi.
* Sümela’nın Şifresi: Temel / 1 milyon 731 bin kişi.
* Hokkabaz / 1 milyon 710 bin kişi.
* Truva (Troy) / 1 milyon 692 bin kişi.
* O Şimdi Asker / 1 milyon 657 bin kişi.
* Sen Kimsin? / 1 milyon 592 bin kişi.
* Hababam Sınıfı: Merhaba / 1 milyon 581 bin kişi.
* Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda / 1 milyon 507 bin kişi.
* Hükümet Kadın 2 / 1 milyon 498 bin kişi.
* 2012 / 1 milyon 497 bin kişi.
* Matrix Reloaded / 1 milyon 470 bin kişi.
* Yüzüklerin Efendisi: İki Kule (The Lord of the Rings: The Two Towers) / 1 milyon 459 bin kişi.
* Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı (Ice Age 3: Dawn Of The Dinasaurs) / 1 milyon 433 bin kişi.
* Altıncı His (Sixth Sense) / 1 milyon 428 bin kişi.
* Osmanlı Cumhuriyeti / 1 milyon 423 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 2 (The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 2) / 1 milyon 417 bin kişi.
* Hükümet Kadın / 1 milyon 401 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1 (The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 1) / 1 milyon 379 bin kişi.
* Benim Dünyam / 1 milyon 377 bin kişi.
* Matrix / 1 milyon 347 bin kişi.

(01 Ocak 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com