Kategori arşivi: Yazılar

Adana’da Duygu Yüklü Açılış

Adana Film Festivali’nin eski ve bilinen adıyla ‘Altın Koza’nın kalplerimizdeki yeri başka. İsim değiştirme mevzusu açıkçası çok doğru bulduğum bir şey değil. Antalya ile başlayan, “Cannes Film Festivali’ne Altın Palmiye diyor muyuz” diyerek 40 yıllık geleneği bir çırpıda çöpe atmak çok doğru gelmiyor. Ama en nihayetinde önemli olan festivallerin devam etmesi.

Geçen yıl ülkemizdeki terör olayları gerekçe gösterilerek törenleri iptal edilen ama gösterimlerin yapıldığı ve ödüllerin sessiz sedasız verildiği Adana Film Festivali’ni özlemiştik. Çünkü Adana, festival kelimesinin içini tam anlamıyla dolduran bir festival. Bunda zengin film seçkisinin payı büyük. Gereksiz gösterişten uzak, karakterli, duruşu olan bir festival. Hep kıyaslanan ve aralarında tatlı bir rekabet olan Antalya ise ailenin popüler çocuğu, onu öyle seviyoruz, Adana’yı da böyle.

Festivalin açılış töreninde Onur Ödülü alan sanatçılardan Ayla Algan’ın öğrencilerine dileğiymiş umarım Adana’dan ödül alırsınız diye. Tam bir film platosu olan ve Türk Sineması’na nice oyuncular, yönetmenler kazandırmış Adana’nın yeri gerçekten çok özel. Bu yüzden genç bir oyuncunun buradan ödül alması elbette çok kıymetli. 2 sene önceki Mehmet Aslan’ın sunum rezaletinden sonra gecenin sunuculuğunu üstlenen Çiğdem Tunç’un samimiyeti ilaç gibi geldi. Yer yer abartıya kaçsa da gayet güzel idare etti geceyi.

Artık festival açılışları şenlikten çok hüzünlü geçiyor. Her geçen yıl artan yaprak dökümü kalplerimizi çok acıtıyor, eksiliyoruz. Bu sene de Türk Sineması’nın en yakışıklısı, en karakterlisi, 3 neslin aşık olduğu Tarık Akan ve yine Yeşilçam’ın bir diğer kıymetli ismi Mahmut Hekimoglu’nun kaybı yüreklerimize ateş düşürdü. Çiğdem Tunç’un dediği gibi, ‘hayat devam ediyor, bu lafı hiç sevmesem de öyle’…

Ayşegül Aldinc’in leziz konseriyle iyice duygusallaşan gece, Murat Soydan’in ödül almaya çıkmasıyla tam bir duygu seline dönüştü. Hafta boyunca yerli ve yabancı güçlü filmlerle dolu harika bir seçki Adanalıları ve tüm sinemaseverleri bekliyor.

Gösterimlerin ücretsiz olması da tüm yaşanan kötü günlerden sonra sanattan iyice uzaklaşan halkımıza yeniden sinema salonlarının büyüsünü hatırlatmak için doğru bir tercih. Ayla Algan’ın dediği gibi, ‘sanat bizi birlestirir, ruhumuzu iyilestirir. Sakın ha eğlence zannetmeyin.’

(21 Eylül 2016)

Gizem Ertürk

Koyu Gri Bir Dünyada Pembe Umutlar

Son bir yıl içinde ulusal ve uluslararası festivallerde övgüyle karşılanan ve saygın ödüller kazanan iki filmimiz peşpeşe vizyonda. Gösterimi devam eden ‘Kalandar Soğuğu’ yönetmen Mustafa Kara’nın ikinci uzun metrajı. Geçtiğimiz yıl Tokyo Film Festivali’nden en iyi film ve en iyi yönetmen ödülleriyle dönen film, Karadeniz’in ücra bir mezrasında yaşayan bir adamın hayaller ve gerçekler arasında gidip gelen dünyası üzerine kurulu. Beslediği birkaç hayvanla ailesinin günlük ihtiyaçlarını zar zor karşılayan Mehmet, komşu köylülerin yaptığı gibi yazları 3-4 ay çalışmak yerine büyük bir tutkuyla dağlarda maden rezervi aramaktadır. ‘Değerli bir şeyler bulursam hepimizin hayatı kurtulur’ der evin sorumluluğunu üstlenmesi ve madende çalışması için başının etini yiyen karısına. Parasızlıktan tamir ettiremediği köydeki evine geri dönmeye de yüzü yoktur. Köyden dışlanmış, kalabalık ailesiyle birlikte köyün hemen dışında yaylanın dibinde bir baraka evde yaşamını sürdürmeye çabalar Mehmet. Zamanla umutsuz bir çabaya dönüşen maden arama fikrinden, Kalandar gecesi doğan boğasıyla Artvin’de yapılacak güreşlere katılma macerasına sürüklenecektir daha sonra.

Maden rezervi arayışına yönelik 6 dakikalık çok etkileyici bir giriş sekansıyla açılan film, Mehmet ve ailesinin yaşam mücadelesini sabırlı bir anlatımla aktarıyor. Çekimleri belli aralıklarla dört mevsim boyunca tam 38 haftada tamamlanmış olan yapıma kış sahneleri egemen. Trabzon’da yılın ilk ayı için kullanılan ve yabancı dildeki ‘calendar’ (takvim) sözcüğünden gelmiş ‘Kalandar’ sözcüğünün ve ayın en soğuk gününü belirten ifadenin filme ad olarak seçilmesi bu yüzden.

Filmin atmosferinde önemli bir yere sahip etkileyici doğa manzaralarını kullanırken romantik bir görsel dünya inşa etmekten özellikle kaçındığını söylüyor genç sinemacı. Röportajlarında Karadenizliliği ön plana çıkarmak gibi bir gayreti olmadığını özellikle vurgulayan Kara, filmin hiçbir sahnesinde etnisiteye, bölge kültürüne vurgu yapmayan evrensel bir yapı kurmayı başarıyor. Mehmet’in tutkusunu bir köylü ya da bir Karadenizli tutkusu değil, sıradan bir insanın ezeli ebedi arayış tutkusu olarak vermeyi beceriyor. Ağır ve sabırlı temposuna rağmen, son derece başarılı bir kurgu çalışması bu en ince detaylarına kadar düşünülmüş hikâyenin gerilimini kaybetmesine izin vermiyor. Kara’nın başarısında oyuncu seçimindeki isabet de önemli rol oynamış. Mehmet’i canlandıran Haydar Şişman bir sanat adamı. Ressam, resim öğretmeni ve filmde karısını canlandıran Nuray Yeşilaraz gibi amatör olarak tiyatroyla uğraşıyor. Oyuncularından mükemmel bir sonuç almış yönetmen. Nitekim bu ikili geçtiğimiz yıl Antalya’da en iyi oyuncu ödüllerini aldılar. Şişman, İstanbul Film Festivali jürisince ikinci kez ödüllendirildi.

Kara’nın filmi ilk ağızda ünlü Yılmaz Güney klasiği ‘Umut’u akla getiriyor. Mehmet ile ağa ırgatlığından kente göçmüş arabacı Cabbar daha iyi bir yaşam hayalleri kuruyor. Ancak Kara’nın romantik unsurları özenle bertaraf ettiği mesafeli yaklaşımı ve Cabbar’ın sonu deliliğe varacak mistik savrulmasına karşılık Mehmet’in sebatkâr mücadelesi iki anlatı arasındaki temel farkı oluşturuyor.

Yine bir dağ köyünü mekân almış, bu haftasonu gösterime girecek ilgiye değer bir başka yerli yapım olan ‘Rauf’, Soner Caner ve Barış Kaya’nın ortaklaşa yönettiği bir ilk film. Hikâyesini, adını aldığı 9 yaşındaki çocuğun gözünden anlatan filmde, Doğu Anadolu’nun ücra Kürt köyünde (çekimler Kars’ta yapılmış) görünmeyen bitmez bir savaşın gölgesi altında yaşayan Rauf, ustasının kendinden yaşça büyük kızı Zana’ya tutulur ve onun istediği pembe çiçekli yazmanın peşine düşer. Lakin pembenin nasıl bir renk olduğunu bilmemektedir. Pembe, Rauf için hayalindeki aşkın rengine, içinde yaşadığı koyu gri dünyada umut etme cesareti ve hiç görmediği barışın rengine dönüşür. Amatör ve profesyonel oyuncu yönetiminde gayet başarılı çiçeği burnunda yönetmenler. Görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’in kadrajları ise enfes. Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın gölgesinde büyüyen çocukların pembe umutlarını yalın bir dille aktaran naif bir şiir ‘Rauf’.

(20 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Adana Film Festivali 23 Yaşında

Ülkemizin en köklü festivallerinden Uluslararası Adana Film Festivali 23.yaşını kutluyor. 19 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin Altın Koza ödüllü Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na bu yıl 12 film seçilmiş. Bunlardan Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajı ‘Albüm’ genç yönetmenlerin birinci ya da ikinci filmleriyle yer aldığı Cannes ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapmış ve geçtiğimiz günlerde Saraybosna Film Festivali’nin büyük ödülünü kazanmış bulunuyor. Usta sinemacımız Reha Erdem’in Venedik Film Festivali ‘Orizzonti’ seçkisinin çiçeği burnunda Jüri Özel Ödüllü yepyeni çalışması ‘Koca Dünya’, sinemamızın bir diğer ustası Derviş Zaim’in son çalışması ‘Rüya’ ile genç sinemacı Kıvanç Sezer’in dünya prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan ilk filmi ‘Babamın Kanatları’ heyecanla beklenen yapımlar arasında yer alıyor.

Erhan Tuncer imzasını taşıyan ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’, Çağdaş Çağrı’nın yönettiği ‘Geçmiş’ ve Güven Beklen imzalı ‘Mehmet Salih’ yarışmanın diğer ilk filmleri olarak dikkat çekiyor. Handan Öztürk’ün ikinci uzun metrajı ‘Bana Git De’, ‘Votka Limon’un yönetmeni Irak asıllı Hiner Saleem’in ülkemizde bizim oyuncularımızla çektiği son filmi ‘Dar Elbise’nin yanısıra İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Cemil Ağacıklıoğlu’nun yönettiği ‘Tarla’ ile vizyonda izleme fırsatı bulduğumuz Çağan Irmak ve Yüksel Aksu filmleri ‘Nadide Hayat’ ve ‘İftarlık Gazoz’ 12 filmlik parlak seçkiyi tamamlıyor.

Ulusal Uzun Metrajları bu yıl 5 kişilik bir jüri değerlendiriyor. Başkanlığını usta yazar yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun yaptığı jürinin diğer üyeleri geçtiğimiz yıl Adana’nın en iyi filmi seçilen ‘Abluka’nın yaratıcısı yönetmen Emin Alper, yine geçen sene ‘Kar Korsanları’ndaki çalışması ile ödüllendirilen görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi ve Nuri Bilge Ceylan filmlerinin değerli oyuncuları Hatice Aslan ile Muhammet Uzuner’den oluşmakta. Bu ana yarışma dışında Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve ‘Adana’ Konulu Senaryo yarışması festival kapsamında gerçekleştiriliyor. Özel bir bölümde ise Temmuz ayında yitirdiğimiz İranlı usta sinemacı Abbas Kiarostami’nin ‘Yakın Plan’ (1990) ‘Zeytinlikler İçinden’ (1994), ‘Kirazın Tadı’ (1997), ‘Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’ (1999) gibi kariyerinin ünlü başyapıtları izleyiciyle buluşacak.

Festivalin sinemaseverleri heyecanlandıran ‘Dünya Sineması’ bölümü bu yıl yine göz kamaştırıyor. Bölüm kapsamında pek çok usta yönetmenin dünyadaki saygın festivallerden ödül almış yapıtlarının Türkiye prömiyerleri Adana’da yapılacak. Bölümün belkemiğini geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nden 12 filmlik bir seçki oluşturuyor. Ken Loach’a ikinci Altın Palmiye’sini kazandıran ve kariyerinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen ‘Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’, yönetmenliğini Maren Ade’nin yaptığı yılın bütün filmleri arasından yapılan seçmede FIPRESCI Büyük Ödülü’nü kazanan çağdaş hayat eleştirisi ‘Toni Erdmann’, Romanya Yeni Dalgası’nın öncü yönetmenlerinden Cristi Puiu’nun bu yıl Altın Palmiye için yarışan filmi ‘Sieranevada’, yine Romanya sinemasından genç yetenek Bogdan Mirica’nın ilk uzun metrajı olan ve Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış bölümünde FIPRESCI Ödülü kazanan ‘Köpekler / Caini’, Brezilyalı yönetmen Kleber Mendonça Filho imzalı kentsel dönüşüm filmi ‘Aquarius’, Dardenne Kardeşler’in Altın Palmiye için yarışan son çalışması Meçhul Kız / La Fille Inconnue’, Pedro Almodovar’ın ana kız ilişkisi üzerine incelikli son filmi ‘Julieta’, Cannes Film Festivali Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’ne seçilen ve alanının en iyilerinden biri olarak kabul edilen, ayrıca Annecy Uluslararası Animasyon Filmleri Festivali’nde En İyi Film ödülünü kazanan ‘Kabakçığın Hayatı / Ma Vie de Courgette’, Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünü açan Mısırlı sinemacı Mohamed Diab imzalı ‘Çatışma / Esthebak’, aynı bölümde izlenen Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un enerji yüklü filmi ‘Öğrenci / (M)uchenik’ Boo Junfeng’in yönettiği Malezya sinemasından ‘Çırak / Apprentice’, Viggo Mortensen’in altı çocuğuyla ormanın ortasında alternatif bir hayat kurmasını konu alan bu seçkinin en iyi yönetmen ödüllü Matt Ross imzalı yapımı ‘Kaptan Fantastik / Captain Fantastic’ ve Belirli bir Bakış ödülüne layık görülen ve yönetmen Juho Kuosmanen’in ilk filmi olan ‘Olli Maki’nin En Mutlu Günü / Hymyilevä Mies’ ile gözalıcı Cannes listesi tamamlanıyor.

Fransız yönetmen François Ozon’un zengin filmografisinde ikinci kez bir dönem filmine imza attığı, ilk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan ve genç oyuncusu Paula Beer’e saygın Marcello Mastroianni ödülünü kazandıran son çalışması ‘Frantz’, ‘Köprüdekiler’ ve ‘Hayatboyu’ adlı yapıtlarıyla ülkemiz festivallerinde ödüller kazanmış Aslı Özge’nin ilk Alman yapımı filmi olan ve Berlinale Panorama Special bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Ansızın / Auf Einmal’, Ana Katz’ın Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde senaryo ödülü kazanan ve Arjantin’de hem akademi hem eleştirmen ödüllerine birçok dalda aday gösterilen filmi ‘Parktaki Arkadaşım / Mi Amiga del Parque’, İtalyan sinemasının yaşayan büyük ustalarından Marco Bellocchio imzalı ‘Tatlı Rüyalar / Fai Bei Sogni’, Danimarkalı sinemacı Martin Zandvliet’in bol ödüllü İkinci Dünya Savaşı öyküsü ‘Mayın Ülkesi / Under Sandet’, Suudi Arabistan’dan bir romantik komedi olan ve Berlinale Forum’da Ekümenik Jüri Ödülü kazanan Mahmoud Sabbagh imzalı ‘Barakah Barakah ile Tanışınca / Barakah Yoqabil Barakah’, İran asıllı Babak Jalali’nin Rotterdam’da Kaplan Ödülü, Seattle’da Büyük Jüri Ödülü kazanan ‘Metallica’yı Beklerken / Radio Dreams’ ve video sanatçısı Omer Fast’ın Tom McCarthy’nin kült romanından uyarladığı ‘Geriye Kalan / Remainder’ isimli son çalışması bu bölümde izleyici karşısına çıkacaklar arasında yer alıyor.

20 Eylül akşamı gerçekleştirilecek olan açılış töreninde takdim edilecek geleneksel Onur Ödülleri’ni bu yılki sahipleri Ertem Göreç’in yönettiği sinemamızın işçi sınıfına adanmış klasiklerinden ‘Karanlıkta Uyananlar’ (1964) ve Atıf Yılmaz’ın en güzel filmlerinden ‘Ah Güzel İstanbul’daki (1966) yorumlarıyla sinema tarihimize geçmiş usta oyuncu Ayla Algan, yetmişli yılların popüler filmlerinin aranan isimlerinden Murat Soydan ile çarpıcı öyküleriyle Erden Kıral’ın ‘Ayna’ (1984), Şerif Gören’in ‘Derman’ (1983), ‘Kurbağalar’ (1985) gibi filmlerine ilham vermiş değerli yazarımız Osman Şahin. Merakla beklediğimiz ve genel değerlendirme notlarına bir sonraki yazıda yer vereceğimiz 23. Adana Film Festivali’ne şimdiden başarılar diliyoruz.

(19 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şehirlilerin Bitmek Bilmez Meseleleri

Bridget Jones’un Bebeği (Bridget Jones’s Baby)
Yönetmen: Sharon Maguire
Eser: Helen Fielding
Senaryo: Helen Fielding-Dan Mazer-Emma Thompson
Müzik: Craig Armstrong
Görüntü: Andrew Dunn
Oyuncular: Renée Zellweger (Bridget), Colin Firth (Mark), Patrick Dempsey (Jack), Emma Thompson (Doktor), Gemma Jones (Anne), Jim Broadbent (Baba), Sally Phillips (Shazzer), Julian Rhind-Tutt (Fergus), Shirley Henderson (Jude), Ben Willbond (Giles), Paul Bentall (Bakan), Agni Scott (Camilla), Beattie Edmondson (Laura), Laura Checkley (Susan), Sarah Solemani (Miranda)
Yapım: Universal-Miramax-StudioCanal-Working Title (2016)

Yıllardır hayatının adamını arayan şehirli kadın Bridget Jones, bu son macerasında hamile kalmayı başarıyor. Ama bu bebeğin babası kimdi? Eğlenceli ve esprili bir film.

Bridget Jones 43 yaşına basıyor. Geçmişte sevgilileri olsa da şimdi yatağında yapayalnızdı. Yumurtaları da kuruyup gidecek bir erkeğin spermleriyle buluşmazsa. Londra’da haber kanalında çalışan Bridget, eski sevgililerinden birinin kilisede anmasına katılıyor. Ölüp ölmediği de bilinmiyor. Kiliseye geride bıraktığı kadınlar da gelmiş. Hepsinin hatıraları da ortaktı kayıp çapkın sevgiliyle. Hem de kelimesi kelimesine. Bridget’ın avukat eski sevgilisi Mark da bu anmaya katılıyor. Ama o, Camilla’yla evli. Ama Bridget ona yine âşık olabilir.

Doğum gününde yalnızlık…

Bridget, soğuk yatağında doğum gününü yalnız geçirirken, televizyonda haber spikeri arkadaşı Miranda’yla müzik festivaline katılıyor. Bu anlar komikti. Orada, ilişkileri ölçen Amerikalı Jack’le tesadüfen tanışıyor ve onunla yatıyor. Londra’ya döndüğünde hiç beklemediği bir anda Mark’la da yatıyor. Bir zaman sonra da hamile olduğunu öğreniyor. İçinde büyümekte olan bebeğin babası kimdi? Bu sorunun cevabı doğuma kadar kimse tarafından bilinemiyor. Seyirci de bilmiyor. Bu polisiye filmlerdeki gibi merak duygusunu çoğaltıyor. Hem de sonuna kadar.

Güldüren espriler…

Sharon Maguire’ın yönettiği 2016 yapımı “Bridget Jones’s Baby-Bridget Jones’un Bebeği”, gerçekten eğlendirici. Üstelik esprileri de insana kahkahalar attırıyor. Arabada çocuklar varken kuklalar üstüne yapılan “kızsal” espriler kırıp geçiriyor. Kadınlar bambaşka. Filmde başka hoş anlar da keşfedebilirsiniz. Bridget’in doğum sancıları çektiği Mark’ın İtalyan restoranının “Moto Guzzi”siyle hastaneye yetişmek için bulduğu çözüm müthişti. Ama trafik olmasaydı. Mark, hamile Bridget’i kucağında taşımak zorunda kalıyor. Ama Jack de motosikletiyle yetişiyor onlara. Doğum anları da baba adayları için de öğreticiydi. Elbette anne adayları için de. 2001’den beri bir seriye dönüşen “Bridget Jones”un bu son macerası da eğlenceli…

(15 Eylül 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İsa Çarmıha Giderken

Ben-Hur
Yönetmen: Timur Bekmambetov
Roman: Lev Wallace
Senaryo: Keith R. Clarke-John Ridley
Müzik: Marco Beltrami
Görüntü: Oliver Wood
Oyuncular: Jack Huston (Judah Ben-Hur), Morgan Freeman (Ilderim), Toby Kebbell (Messala Severus), Rodrigo Santoro (İsa), Nazanin Boniadi (Esther), Ayelet Zurer (Naomi Ben-Hur), Pilou Asbæk (Pontius Pilate), Sofia Black-D’elia (Tirzah Ben-Hur), Marwan Kenzari (Druses), Moises Arias (Dismas), James Cosmo (Quintus), Haluk Bilginer (Simonides), David Walmsley (Marcus Decimus), Yasen Atour (Jacob), Francesco Scianna (Kadeem), Gabriel Lo Giudice (Elijah), Denise Tantucci (Avigail), Jarreth J. Merz (Flores), Iaon Gunn (Gestas), Jay Natelle (Gesius), Maurice Lee (Simon Cyrene), Stefano Scherini (Peter), Alessandro Giuggioli (Yahuda)
Yapım: MGM / Paramount (2016)

Klasik ilk filmin gölgesinden kurtulmaya çabalayan Kazak yönetmen Timur Bekmambetov’un “Ben-Hur” filmi, pop kültürüne yakışan hızlı anlatımlı bir aksiyon. Hem de IMAX perdede üç boyutlu olarak.

İS 33… Tanrı’nın oğlu olduğunu söyleyen, insanlara nefretten, kinden uzak durmalarını, sevgiye sığınmalarını anlatan Nasıralı İsa, Yahudi hahamları telaşlandırmış ve iktidarlarını sarsmıştı. Yahudi cemaati kışkırtan hahamlar, Roma’nın Kudüs valisini de ikna edip İsa’yı çarmıha gönderiyorlar tiyatroya dönüşmüş mahkemeyle. Film sekiz yıl geriye gidiyor. İS 25… Yahuda (Judah) Ben-Hur, ailesinin çocukken evlatlık aldığı Romalı Messala Severus’la kardeşten daha yakınlar. Ama Messala, gururlu ve de uzakları merak eden bir genç. Kendini Ben-Hur ailesinin içinde sığıntı gibi görüyor. Yahuda’nın kız kardeşi Tirzah’a âşık olsa da.

Klasiğin dışında…

Kazak yönetmen Timur Bekmambetov, William Wyler ustanın 1959 yapımı renkli ve sinemaskop “Ben-Hur” filmi gibi yazar Lewis Wallace’ın “Ben-Hur: A Tale of the Christ” romanından yola çıksa da zaman kısalığından yoğunlaştırılmış bir film ortaya koymuş. Filmin girişinde İsa’nın doğumuna hiç yer vermeyen Bekmambetov, bazı anlarda klasik yapımdan uzaklaşarak aksiyonu öne çıkartarak günümüz seyircisine uygun bir yapıt ortaya koymuş. Wyler ustanın üç buçuk saati aşan “technicolor” tadı veren filmi 11 dalda Oscar kazanmıştı. Wyler’ın filmini biri sinemada olmak üzere üç defa gördük. Film ülkemizde 1963 yılında vizyona çıkmıştı. 1977 yazında çocukken bu film birdenbire karşıma çıkıvermişti yazlık sinemanın kocaman perdesinde. Bu uzun film, 1960’lardaki ekonomik durumdan olmalı tamamen renkli değildi. Renkli bölümün ardından siyah-beyaz bölüm geliyordu. Bu film boyunca dönüşümlü olarak devam ediyordu. Film sinemaskop olarak gösterilmişti ama. Yahuda Ben-Hur, beş yıllık kürek cezasından kurtulduğu anlardaki denizin maviliği büyülemişti. Bu filmi beyazperdede gördükten sonra o muhteşem maviyi aradık, ama sinemada bir daha bulamadık. Bekmambetov, Yahuda’nın kürek mahkûmluğundan kurtulma anını tamamen değiştirmiş, belirtelim.

Kin ayakta tutunca…

Romalılar Kudüs’ü işgal edince ilk işleri araba yarışları için arena inşa etmek oluyor. Bunu yaparlarken, Yahudilerin kutsal mezarlarındaki mermerleri kullanmaya başlayınca halkın Romalılara karşı öfkesi çoğalıyor. Ama ne yapabilirlerdi ki? Sadece direnişçi Zilotlar, Romalı baskısına karşı koyabiliyorlar. Romalılar onları, günümüzün bakışıyla “terörist” olarak görüyorlar. Onlara yardım eden herkes yataklık etmekten suçlanıyor. Ardından kürek mahkûmiyeti veya çarmıha germeyle cezalandırıyorlar.

Zengin ailenin oğlu genç Yahuda ve evlatlık Messala, atlarını yarıştırırken, Yahuda attan düşüyor ve ağır yaralanıyor. Messala, onu taşıyarak eve getiriyor ve sonra da zihnindeki uzaklara gitme düşüncesini gerçekleştiriyor. Roma ordusuna katılan Messala, hızla yükselip Kudüs’e geliyor bir dolu istilanın ardından. Yahuda, tüm kalbiyle âşık olduğu Esther’le evleniyor. Sonra da marangoz İsa’yla ve sevgi kelimeleriyle karşılaşıyorlar. İsa göründüğünde insanın içinde bir sıcaklık huzur bırakarak çıkıp gidiyor bu anda. Üç yıl sonra Messala Kudüs’e gelince Ben-Hur ailesinin kaderi de değişiyor. Direnişçi Zilotlardan bir genç yaralanınca Tirzah ona yardım etmek için malikâneye almış. Yudah, yaralı genç Zilot’un yarasını pansuman yapıyor. İşte bu Zilot, çok geçmeden yeni gelen Romalı vali Pontius Pilatus Kudüs’e girdiğinde trajedi de başlıyor. Ben-Hur ailesi dağılıyor. Yahuda’ysa kürek mahkûmu oluyor beş yıl. İyon denizinde Yunanlı korsanlar Romalıların gemi filolarına baskın yapınca gemiler batıyor. Yahuda, denizi aşıp kurtulmayı başarıyor ve yolu araba yarışlarına katılan Ilderim’le kesişiyor. Ilderim’in beyaz atları var. Biri de hasta. Yahuda atı iyileştirince içindeki intikam ateşini söndürme imkânını da buluyor. Kudüs’te Messala’yla kapışabilecekti. Sonunda iyilikler kazanıyor. Cüzamlılar da iyileşiyor İsa çarmıha giderken. İsa, Yahudilerin bakışları altında çarmıha götürülürken boğaz düğümleniyordu. Çarmıhtaki İsa’nın kanı aktığında yağmur da yağmaya başlıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mıydı?

Klasik olan farklıydı…

Gerçekten yönetmen Bekmambetov’un 2016 yapımı IMAX ve üç boyutlu “Ben-Hur” filmini izlerken, kesinlikle Wyler’ın klasik filmini düşünmemek gerekecek. Arenadaki at yarışlarındaki heyecan bile aradaki farkı ortaya koyuyor. Wyler’ın koreografisi hâlâ etkileyici. 1961 doğumlu Bekmambetov, Rus sineması içinde çok çarpıcı aksiyon-gerilim filmleri çekti. Akıl almaz ve nefes kesici bu filmlerden ikisi 2002’deki “Nochnoy Dozor-Gece Nöbeti” ve 2006’daki sinemaskop “Dnevnoy Dozor-Gündüz Nöbeti” filmleri aksiyon tarihine geçti. Hollywood bile bu kadarını hayal edemezdi, dedirtiyor bu iki aksiyon. Günümüz nesilleri Bekmambetov’un “Ben-Hur” pop kültürüne yakın filminden hoşlanabilirler. Filmin müziklerine de kulak verilmeli.

(14 Eylül 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

New York’un Küçük Adamları

Ira Sachs’ın adı konmamış New York Üçlemesi’nin son halkası ‘Küçük Adamlar / Little Men’. Amerikan sinemasının has bağımsızlarından Sachs ’14. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen 2012 yapımı ‘Işıklar Açık Kalsın / Keep The Lights On’ ile dikkatimizi çekmişti ilk kez. Otobiyografik özellikler taşıyan bu filminde otuzlu yaşlardaki New York’lu eşcinsel çiftin dokuz yıla yayılmış fırtınalı ilişkisini anlatır sinemacı. Belgesel filmler çeken Alman asıllı Erik ile uyuşturucu bağımlısı avukat Paul’ün New York sokaklarında sonlanan buruk aşk hikâyesinde, uyuşturucu bağımlılığının darmadağın ettiği tutkulu ilişkiyi aktarırken çoklukla iç mekânları tercih eder.

Programa alındığı halde bir talihsizlik sonucu bizdeki vizyonu iptal edilen bir sonraki çalışması ‘Aşk Başkadır / Love is Strange’ 2014 yılının en dikkate değer yapımlarındandır. Bu defa sokakları, parkları, ufacık daireleriyle East Village çevresi filmin baş aktörlerindendir. Kiliseye bağlı bir okulda müzik öğretmenliği yapan George, 39 yıllık partneri Ben ile evlendiğinde işinden olur. Geçim derdine düşen yaşlı çift başlarını sokacak mütevazı bir yer buluncaya kadar akrabaları ve yakın dostlarının küçük dairelerine sığınırlar. Evlerinde misafir kaldığı süre içinde hoyrat davrandığı aile büyüğü amcanın yaşama vedasının ardından gözyaşı döken 16 yaşındaki Joey’nin pişmanlığıyla sonlanır ‘Aşk Başkadır’.

Akşamüstü güneşinin aydınlattığı Manhattan sokaklarında kay kay’ını süren genç delikanlının görüntüleri yönetmenin bir sonraki çalışmasını haberlemektedir. ‘Küçük Adamlar’ın başkarakterleri Jake ile Tony (tam adıyla Antonio) Joey’den yaşça daha küçüktürler. Dedenin ölümüyle Manhattan’dan Brooklyn’deki daha büyük eve taşındıklarında huzursuzdur içe dönük Jake. Evin hemen altındaki dükkânın kiracısı terzi kadının oğlu yaşıtı Tony ile yakın arkadaşlığı onun mahalle havası taşıyan bu farklı çevreye tutunmasına vesile olur.

Resme yatkın Jake ile oyuncu olmak için yanıp tutuşan Tony’nin ortak hayali ünlü La Guardia Lisesi’nin görsel sanatlar ve performans sanatları bölümlerine kabul edilebilmektir. Ancak evlerinin arasındaki uzaklık yalnızca 12 dakika 23 saniye olan çocukların dünyaları çok farklıdır. Manhattan’dan gelmiş psikoterapist anne ve oyunculuk kariyerinde daha iyi bir yere gelmek için çabalamaktan yorulmuş baba, evden payını isteyen kız kardeşin de zorlamasıyla terzi dükkânının yıllar yılı aynı kalmış düşük kirasını rayiç değerine yükseltmek ister. Bunun doğurduğu çatışma iki çocuğun derin dostluklarını zedeleyecek, ekonomik gerçekler ve sınıf sorunsalına çarpan arkadaşlık tuzla buz olacaktır.

New York’taki kentsel dönüşüm ya da İngilizce söylenişiyle ‘gentrification’ süreci üzerine bir alarm çığlığıdır sinemacının son filmleri. ‘Aşk Başkadır’ın yaşlı çifti 2010’lu yıllarda ayyuka çıkan emlak krizi ve artan emlak vergileri ve daha başka metropol vergileri nedeniyle bütçelerine uygun bir küçük daire bulmakta zorlanır. Varlıklı ve eğitimli zümrenin yerleştiği mütevazı mahallelerde emlak ve kira fiyatlarının fırlaması gerçeği ‘Küçük Adamlar’ın temel çatışmasının nedenidir. Büyükbabanın evin ve mahallenin bir parçası olarak gördüğü göçmen terzi kadının işlettiği dükkânın yeni yaşam düzeninde yeri yoktur. Ekonomik gerçekler mahalleleri dönüştürmekte, kentin çehresi hızla değişmektedir.

Ozu’ya hayranlığı ile bilinen Sachs ‘Aşk Başkadır’da Japon ustanın ünlü klasiği ‘Tokyo Hikâyesi’ni örnek alır. Bu dokunaklı yaşlılık sonatını İdil Biret’in mükemmel Naxos kayıtlarından derlenmiş hüzünlü Chopin ezgileriyle süslemiştir. Ozu’nun başrolü çocuklara verdiği ünlü sessiz klasiği ‘Doğdum, Ama.. / I Was Born, But..’ ile ‘Günaydın / Ohayo’ filmlerine bir atıf gibi duran ‘Küçük Adamlar’ ise Tindersticks’in kurucularından Dickon Hinchliffe’in çağdaş ve kimi zaman meditatif müziğinden besleniyor. Sachs’ın oyuncuları yine mükemmel. İlk sinema deneyimlerinde Michael Barbieri (Tony) ile Theo Taplitz (Jake) çok iyiler.

Hayranı olduğu Al Pacino’nun havası sezilen Barbieri’nin gerçek hayatta devam ettiği performans atölyesinde çekilmiş oyunculuk egzersizinin yer aldığı bölüm gerçekten etkileyici. Babada Greg Kinnear, annede Jennifer Ehle ve terzi kadında ‘Gloria’nın muazzam oyuncusu Şilili Paulina Garcia harika bir ensemble oluşturmuş. Ira Sachs’in son üç filminde birlikte çalıştığı senaryo yazarı Mauricio Zacharias ile birlikte kaleme almış olduğu ‘Küçük Adamlar’ yönetmenin New Yokluların gündelik yaşamlarına ilişkin zengin gözlemler içeren eserinin son küçük mücevheri. Kaçırmamaya çalışın.

(09 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sully

Daha yeni havalanmış yolcu uçağına kuş sürüsü çarpınca iki motoru da durur. Pilot müthiş bir soğukkanlılık ve kararlılık göstererek uçağını suya indirir. Kimse böylesi bir durum için eğitim almamıştır, belirleyici olan uçuş ekibi, daha açık söylersek kaptan pilottur.

Gerçek bir olay, gerçek insanlar, gerçek bir kahramanlık… 2009’da yaşanan bu “kaza”yı basın aracılığıyla böyle kabul ettik. Ancak birileri farklı açıdan bakıyordu işleri gereği: Uçak piste inebilirdi, yeterli zaman ve yakıt vardı. Tartışma ve çatışma burada başlıyor. Uçak firmasının savunucuları, uçağın bedelini, bir şekilde zedelenen marka değerini öne çıkarırken kahraman pilot (ve uçuş ekibi) insan yaşamının değerini vurguluyor.

Kim nasıl bilirse…

Konu belli, sonuç belli ve film sadece o ana odaklanmış başarılı bir şekilde. Sonucunu bildiğiniz halde müthiş bir merak, inanılmaz bir gerilim ve heyecanla, gözünüzü bile kırpmadan koltuğunuza ‘çakılı’ izliyorsunuz Clint Eastwood’un filmini.

Bir piramit gibi yükselen bir yapı diye düşünürsek filmi, asıl temelinin senaryo olduğunu; Sully filminde de senaryonun gerçekten -hakkını verelim muhakkak- çok başarılı olduğunu baştan kabul etmeliyiz. Senaryoyu gerçek Sully’nin (Kaptan Pilot Chesley Sullenberger) anılarını topladığı kitaptan uyarlayan Todd Komarnick, kuşkusuz yapımcısından önce yönetmeni Clint Eastwood’un beklentilerini dikkate almış.

Kuş sürüsünün çarpması ile uçağın suya inişi arasındaki süre çok kısa: 208 saniye. Sudaki kurtarma çalışmaları da öyle: 24 dakika. Sonuç: 150 yolcusu ve 5 personeliyle tarihe geçen bir kurtulma mucizesi.

Pilotun belirleyiciliği

Savunmasını, daha önce böyle bir eğitim almamışlıkları üzerine kuran Kaptan Pilot, Ulusal Taşımacılık Güvenlik Kurulu’nda, firma temsilcilerinin iddialarını çürütmeyi başarır. Haklı olarak “kahraman”lığı onaylanır.

Filmin bir diğer boyutu, “olay”ın dışındaki insanların tepkileri… Kaptan Sully’nin bir başka kentteki eşi ve hiç görmediğimiz, seslerini bile duymadığımız iki kızı filmin bir diğer odak noktası. Kızları görmesek bile, annenin onları sakınmasından da anlayabiliriz, çok büyük bir travma yaşıyorlar. Annenin yüzünde, gözyaşlarında, telefonu tutarken titreyen ellerinde görüyoruz hepsini.

Kokpitte evindeymişçesine rahat ve kaygısız olan pilotlar (binlerce saat uçuş deneyiminin de katkısını unutmamalıyız) kaza anında ve sonrasında da sükûnetlerini koruyabiliyorlar. Ancak artık uyku haramdır gözlerine. Sahi, siz olsanız uyuyabilir misiniz?

İyi ekip uyumlu çalışma…

Belli ki daha senaryonun yazılması, oyuncuların belirlenmesi (cast seçimi) ve hazırlık aşamalarında iyi bir ekip oluşturulmuş. Ne istendiği apaçık, neyle karşılaşılacağı biliniyor. Gerek yönetmen gerekse oyuncular uyumlu çalışmışlar ve başarılı bir film çıkarmışlar. Tom Hanks’in kararlılığı, tedirginliği, belirsizliği sadece gözleriyle vermesi bile yeter. Aaron Eckhart da öyle…

Bu başarıyı gerçekten izlemek istiyorsanız, “CD’si çıkar, internetten indiririm” diye beklemeyin. Görüntü kalitesinin filme etkisinin önemini de göz önüne alarak, özel kameralarla çekilmiş bu filmi muhakkak sinema salonunda izleyin… Etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız. Sully, yeni bir pencere açacak yaşamınıza.

Sully, Yönetmen Clint Eastwood; Oyuncular Tom Hanks, Aaron Eckhart, Laura Linney, Anna Gunn… 09 Eylül’den itibaren sinemalarda.

(06 Eylül 2016)

Korkut Akın

Her Aile Sırlarla Yüklü Bir Adadır

Halen devam etmekte olan 73. Venedik Film Festivali’nin yarışmalı ana seçkisinde yer alan ve dünya prömiyeri Eylül ayının ilk gününde gerçekleştirilen ‘Hayat Işığım / The Light Between Oceans’ sıcağı sıcağına bizdeki vizyonuna başlamış bulunuyor. Bağımsız filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Derek Cianfrance’in üçüncü uzun metrajı olan yapım Amerikalı sinemacının ilk stüdyo deneyimi.

Cianfrance 8-9 yaşlarında her evin bir ada olduğunu ve bu adacıklarda ailelerin yaşadığını düşlermiş. Uzaktan bakıldığında sakin ve huzurlu görünen ancak içerde binbir derdi kederi saklayan bu adalar fikrinden hareketle önce kendi ailesinin peşine düşmüş. Sakladığı objeler, çektiği fotoğraflar ve ses kayıtlarıyla kendi ailesinin sırlarına ulaşmaya çalışmış. Daha sonra sinema kariyerinde öne çıkan hep aile ilişkileri olacaktır.

Bizde ‘Aşk ve Küller’ adıyla gösterilmiş 2010 yapımı ilk uzun metrajı ‘Blue Valentine’da, kendilerinin bile farkında olmadığı tükenmiş bir evliliği sürdüren genç çiftin ayrılık öyküsünü, flashback (geriye dönüş) tekniğini ustaca kullanarak aktarır genç sinemacı. İki yıl sonra çektiği ‘Babadan Oğula / The Place Beyond The Pines’ iki kuşak baba oğulun Yunan tragedyalarını andıran 17 yıla yayılmış pişmanlık ve intikam hikâyesi üzerinedir. Bir aşkın doğuş ve tükeniş öyküsünü bir belgeselci titizliğiyle yorumladığı ‘Aşk ve Küller’in sadeliğine zıt biçimde karmaşık bir tema zenginliğiyle karşımıza çıkar bu defa. Uzaktan bakıldığında huzurlu görünen ‘çam ağaçlarının gölgesindeki’ topraklarda, farklı sınıflardan iki babanın trajik çatışmasını ve babaların günahını miras olarak taşıyan bir sonraki kuşağı anlatırken, hırsızlar ile polislerin belirsizleştiği bir dünyayı başarıyla çizer.

Ana akım sinemaya göz kırpan ‘Babadan Oğula’nın kendi kaleme aldığı hacimli öyküsünün ardından üçüncü uzun metrajında bir edebiyat uyarlamasından yola çıkıyor Amerikalı yönetmen. M. L. Stedman’ın bizde Pegasus Yayınları’ndan çıkan bol ödüllü ‘Okyanuslar Arasındaki Işık’ adlı romanından beyazperdeye aktarılan ‘Hayat Işığım’ tam da onun seçimleri doğrultusunda ebeveynler arası çatışma üçgenini konu alan koyu bir melodram. I. Dünya Savaşı’nın vahşetini yaşamış, dört yıl boyunca dokunduğu her şeyin solup gittiğine şahit olmuş bezgin savaş gazisi Tom Sherbourne, Avustralya’nın iki okyanus arasında kalan ücra Janus Rock adasına konuşlanmış deniz fenerinin bekçiliğine talip olur. Adaya komşu kasabada karşısına çıkan Isabel’in hayat ışığı, uzun cephe yıllarının ardından yalnız kalmak suretiyle yaralarını iyileştirebileceğini uman genç adamı yeniden yaşama döndürür. Evlenirler. Savaşta iki ağabeyini yitirmiş Isabel ile Tom dalgalar ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şeyin duyulmadığı fener adasındaki huzur ve mutluluklarını bir bebekle taçlandırmak ister. Ardarda gelen iki düşükle hayal kırıklığına uğrarlar. Ancak beklenmedik bir mucize gerçekleşir. Dalgalar, içinde genç bir adamın ve ağlayan bir bebeğin olduğu sandalı kıyıya taşımıştır. İkili çok zor bir kararın eşiğindedir. Isabel’in duygusal ısrarıyla vicdanının sesini susturan Tom, çocuğun babası olduğunu tahmin ettikleri genç adamın cesedini gömer ve çocuğu sahiplenirler. Yıllar sonra bebeğin gerçek annesi ve onun derin kederiyle yüzyüze gelen Tom’un suçluluk duygusu ile alacağı karar trajik gelişmelerin hazırlayıcısı olacaktır.

‘Hayat Işığım’ kelimenin tam anlamıyla en hasından bir koyu melodram. Amerikalı sinemacının bağımsız işlerinin ardından bu hayli konvansiyonel hikâye ile ne işi olduğu baştan sorulabilir. Ancak Cianfrance duygu yüklü hikâyeye gayet mesafeli yaklaşıyor. Tarihsel bir çerçevede klasik çizgide ilerleyen ama hiç de eski usül bir film değil bu. Yeni Zelanda’da uzun bir çekim süreci geçmiş. Amerikalı sinemacı tam 209 saatlik çekim materyalini tam bir yılı bulan kurgu sürecinde 132 dakikaya indirmiş. Hikâyesini acele etmeden, detaylara özen göstererek kelimenin tam anlamıyla tadını çıkara çıkara anlatıyor.

Acıyı, kederi sömürmüyor. Çokluk yakın plan çalışıyor. Oyuncuları harika tabii. Günümüzün en önemli aktörlerinden Michael Fassbender ile bu filmle birlikte gerçek hayatta bir çift oluşturdukları Alicia Vikander ve de kederli annede Rachel Weisz birinci sınıf bir performans sunuyorlar. Son olarak Justin Kurzel’in ‘Macbeth’ uyarlamasında renk paletine hayran kaldığımız Adam Arkapaw’ın görüntü çalışması bir o kadar etkileyici. Estonyalı büyük çağdaş besteci Arvo Pärt’in farklı enstrümanlarla seslendirilmiş tanınmış eseri ‘Fratres’ı ‘Babadan Oğula’nın dokusuna ustaca yerleştirmiş olan Cianfrance bu defa çağımızın önemli bestecilerinden Alexandre Desplat ile çalışmış ve üstadın hüzün yüklü ezgileri bu romantik filme çok yakışmış.

‘Babadan Oğula’da bir cana kıymanın dayanılmaz ağırlığını yürekten hissetmiştik. ‘Hayat Işığım’ fedakârlık, suçluluk, vicdan, pişmanlık, bağışlama kavramlarını tartışmaya açan çok iyi yönetilmiş yılın en iyi yapımlarından biri olarak gönüllere yerleşiyor.

(05 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bosna’da Dinmeyen Gerilim

Danis Tanovic’in bu yıl Berlinale’den çifte ödülle dönen yeni filmi ‘Saraybosna’da Ölüm / Smrt u Sarajevo’ güzel bir yazsonu sürprizi olarak sinemalarımıza konuk oluyor. Boşnak sinemacı neredeyse bütçesiz kotardığı belgesel drama türündeki bir önceki çalışması ‘Bir Hurdacının Hayatı’nın ardından bu kez çağımızın önemli düşünürü ve politik aktivistlerinden Bernard – Henry L évy’nin ‘Hotel Europe’ adlı oyunundan yola çıkmış. Yazarın tek odanın içinde 90 dakikalık bir konuşmaya hazırlandığı metni üzerine belgesel türünde bir çalışmayı hedeflemiş önce. Sonunda günümüz Bosna’sından bir kesit sunan, tek mekânda farklı hikâyelerin kesiştiği Altmanvari çok karakterli bir öyküde karar kılmış.

Tarih 28 Haziran 2014, yani Saraybosna Suikastı’nın 100. yıldönümüdür. Bosnalı bir gazeteci (Vedrana Seksan) genç Sırp milliyetçisi (Muhamed Hadzovic) ile televizyon için yaptığı röportajda arşidük Franz Ferdinand ve eşini öldüren Gavrilo Princip’in bir katil mi yoksa ulusal kahraman mı olduğunu tartışmaktadır. Öte yandan, programın çekimlerinin yapıldığı Hotel Europe (çekimler Saraybosna Holiday Inn’de gerçekleşmiş) önemli bir toplantı için -aralarında Lévy’ye ithafen Jacques Weber’in canlandırdığı Fransız delegenin de bulunduğu- Avrupa Birliği’nin seçkin temsilcilerini ağırlamaya hazırlanmaktadır. 1984 yılında Saraybosna Olimpiyatları konuklarını, Bill Clinton, Jacques Chirac, Angelina Jolie gibi tanınmış kişileri misafir etmiş olan ünlü otel aylardır boş olması nedeniyle mali açıdan sıkıntılı bir dönemden geçmekte olup, iki aydır maaşları ödenmeyen otel çalışanları grevin eşiğindedir. Otel müdürünün grevi durdurmak için binanın bodrum katında bir striptiz bar/kumarhane işleten mafyöz patrondan yardım talep etmesiyle işler çığırından çıkacak, 1. Dünya Savaşı’nı başlatan suikastın yıldönümünde tarihi mekânda şiddet tekrar yüzünü gösterecektir.

‘Saraybosna’da Ölüm’ farklı hikâyelerini çok iyi kaynaştırmış, ihtişamlı günlerini geride bırakmış otel fikri ile günümüz Avrupa’sının ve Balkanların alegorisine soyunan zekice kotarılmış bir yapım. Tanovic’in başta niyetlendiği biçimde bir belgesel drama olarak ilerleyen ilk bölümde akademisyenler Princip’in katil mi kahraman mı, Franz’ın kurban mı istilacı mı olduğunun tam yüz yıldır tartışıldığını dile getiriyor. Daha sonra uzun kaydırmalar ve yerinde duramayan omuz kamerası eşliğinde otelin içinde bir tura çıkarıyor bizi yönetmen. Çatıda Gavrilo Princip adını gururla taşıyan günümüz Sırp milliyetçisi ile ateşli röportaj sürerken içerde otel müdürü ve ekibinin telaşlı koşturmacasını izliyoruz. Lobide ağır konuklar karşılanırken bodrum katında gece kulübü dansçılarının hazırlıkları sürüyor. Başka bir hareketlenme grev hazırlığı içindeki sendika çalışanları arasında yaşanıyor. Süitinde konuşmasına hazırlanan Fransız diplomatı kameradan izleyen otel polisinin en büyük derdi ise karısının ısrarla satın almak istediği üç kişilik ithal kanepenin fiyatıdır.

Mükemmel uzun planlar ve akıcı bir kurgu ile günümüz Bosna’sının bir fotoğrafını çekmiş Tanovic. Ülkesine, Balkan toplumlarına bakışı her zamanki gibi hayli karamsar. Susan Sontag’ın sözleriyle ’20. yüzyıl Avrupa tarihinin Saraybosna’daki suikastle başladığını, Srebrenica benzeri katliamlarla sona erdiğini’ aktarırken yanıbaşlarında yaşanan büyük trajediye müdahalede bulunmayan Avrupalılardan geçtiğimiz yüzyılın hesabını sormaya devam ediyor.

(26 Ağustos 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hatıraların Gücüyle Uzaylılarla Savaş

Star Trek Sonsuzluk (Star Trek Beyond)
Yönetmen: Justin Lin
Eser: Gene Roddenberry
Senaryo: Simon Pegg-Doug Jung
Müzik: Michael Giacchino
Görüntü: Stephen F. Windon
Oyuncular: Chris Pine (Kaptan Kirk), Zachary Quinto (Komutan Spock), Karl Urban (Dr. McCoy), Anton Yelchin (Chekov), Zoe Saldana (Teğmen Uhura), Simon Pegg (Scotty), John Cho (Sulu), Idris Elba (Edison/Krall), Sofia Boutella (Jaylah), Joe Taslim (Manas), Lydia Wilson (Kalara), Greg Grunberg (Komutan Finnegan), Melissa Roxburgh (Syl)
Yapım: Paramount (2016)

Televizyonda bir kült olan “Uzay Yolu” bilimkurgu dizisinin sinemaya uyarlanmış yeni nesli “Star Trek Sonsuzluk”, gezegen ve mimari tasarımlarıyla da büyüleyecek. Üç boyutlu IMAX perdede uzay çarpışma sahneleri yer yer bilgisayar oyunu tadı da verecek.

Kaptan Kirk, Vulcanlı Mr. Spock ve uzay gemisi Atılgan’ın (Enterprise) diğer mürettebatıyla 1960’ların ikinci yarısından başlayarak insanları televizyon ekranlarına topladı “Star Trek” dizisi. Sadece bilimkurgu değildi bu. Hayal gücü ve ilhamlarıyla fütürist bir diziydi. “Star Trek” bilimkurgu dizisinin yaratıcısı Gene Roddenberry’ydi. TRT, 1970’lerin ilk yarısında siyah-beyaz olarak bu diziyi “Uzay Yolu” adıyla yayımlamıştı. Farklı oyuncularla devamı çekilen dizi 1980’li yıllarda da TRT’de gösterilmişti. Paramount, bu yaratıcı bilimkurguyu, 1979’dan başlayarak televizyonda karakterleri canlandırmış oyuncularla bu seriyi sinema perdesine taşıdı. “Uzay Yolu” dizisi, sonradan hayata girecek ve kolaylaştıracak bazı şeylerin de öncüsüydü. Örneğin akıllı telefonlar. Hatta internet. Elbette 1960’lardan bahsediyoruz. Şimdiki nesillere komik gelecek ama sürmeli kapılar da bu diziden armağandı.

Sadri Alışık (1925-95), Hulki Saner’in (1925-2005) yönettiği 1973 yapımı “Turist Ömer Uzay Yolunda” eğlenceli bilimkurgu filminde oynamıştı. Kaptan Kirk’ü Cemil Şahbaz, Mr. Spock’ı da Ömer Amaç (1931-91) canlandırmıştı. Komedyen Cem Yılmaz da kendine Sadri Alışık ustayı örnek alıyor, biliyorsunuz.

Kübist mimari çarpıyor…

1973’te Taypey’de doğan Tayvanlı yönetmen Justin Lin, Hollywood’un 32 kısım tekmili birden olan “Hızlı ve Öfkeli” seriyalinin bazı bölümlerini çekti sinema için. Pek umut verici filmler değildi ama Hollywood iyi hâsılat kaldırdı bu seriyalden. Yönetmen, 2006’da “Annapolis” filmini de yönetmişti. Yönetmen Lin, yaratıcı ekibiyle 2016 yapımı “Star Trek Beyond-Star Trek Sonsuzluk” bilimkurgusuyla insanı uzayın sonsuz boşluğuna çekiyor. Elbette üç boyutla beraber IMAX etkisi de var bunda. Filmin tasarımlarına dokunmak gerekecek önce. İnsana, postmodern bir mimarinin içinde yolunu kaybettiren yönetmen yer yer kübist sanata saygı sunuşu yapmış Yorktown’da. Yukarı doğru uzanan yapılarda fark ediliyordu bu. Gerçekten çok etkileyiciydi. Dünyayı andıran kayalık gezegende bile kübizmin izlerini bulmak mümkün. Yönetmen bu filmini, Mr. Spock’a televizyonda ve sinemada yıllarca hayat vermiş Leonard Nimoy’a (1931-2015) adamış.

Atılgan’a yeni nesil…

Yeni nesil mürettebattan bazı karakterler eski neslin çocuklarıydı. Genç James Kirk doğduğu gün babası Kaptan Kirk ölmüş. Doğum günleri ona acı veriyor. Kulakları uzun Vulcanlı Komutan Spock da babası Mr. Spock gibi bir bilim insanı. Beş yıllık görevin üçüncü yılı sürerken, mutasyona uğrayıp tuhaf uzaylı yaratık Krall’a dönüşmüş asi asker Kaptan Balthazar Edison “kötü adam” olarak ortaya çıkıyor. Bir dolu savaşa katılmış Kaptan Edison, Federasyon’un savaşılmış toplumlarla barışılmasına karşı çıkmak için isyan başlatmış. Hem savaş hem barış olur muydu ki? James Kirk, babası Kaptan Kirk gibi şimdi Atılgan’ın kaptanı. Nebula içinde bir gezegende esir kalmış insanları kurtarmak için yola çıkıyor Atılgan. Kaptan Edison gibi mutasyona uğramış Jessica Wolff da Kalara adıyla ortaya çıkıyor ve genç Kaptan Kirk’ü yanıltıyor. Ardından Atılgan’a saldırılar başlıyor Nebula içinde yolculukta. Krall’un askerleri kovandan çıkmış arılar gibi ve onlarla savaşmak mürettebatı bir hayli zorluyor.

Atılgan yaralar alıyor ve kapsüller içinde bir gezegene dağılıyor mürettebat. Çok geçmeden yavaşça toplanıyorlar. Mühendis Montgomery Scott “Scotty”nin yolu gezegende mahsur kalmış Jaylah’la kesişiyor. Jaylah, yüz yıl önce kaybolmuş USS Franklin Yıldız Filosu’nu tamir etmeye çabalasa da Scotty işe koyuluyor. Tesadüfen Kaptan Kirk ve Pavel Chekov, Jaylah’ın tuzağına yakalıyorlar. Dr. Leonard McCoy ve yaralı Komutan Spock da beraber mürettebatı arıyorlar. “Uzay Yolu”nun en büyük icadı ışınlanma yoluyla yollar Jaylah’ın sığınağında buluşuyor. Ardından Krall’a bilgisayar oyunlarına benzeyen savaş anları başlıyor. İyiler daima kazanırdı. Seyretmesi keyifli bu filmde sanatın da kendini hissettirdiğini belirtmeli. Bir de pop müzik var. Uzaylılar bile bu çistak müziğe tahammül edemiyorlar. Eğlenceliydi. Kirk ve Krall’un final bölümündeki Yorktown kapışması da heyecanlı. Yükseklik korkusu olanları uyarmalı.

(25 Ağustos 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bosna, Trajedi ve Hayat

Saraybosna’da Ölüm (Smrt u Sarajevu)
Yönetmen-Senaryo: Danis Tanoviç
Eser: Bernard-Henri Lévy
Müzik: Mirza Tahiroviç
Görüntü: Erol Zubceviç
Oyuncular: Snezana Vidoviç (Lamija), Izudin Bajroviç (Ömer), Vedrana Seksan (Vedrana), Muhamed Hadzoviç (Gavrilo),
Faketa Salihbegoviç (Hatidza), Edin Avdagiç Koja (Edo), Jacques Weber (Jacques), Aleksandar Seksan (Enco),
Rijad Gvozden (Rijad), Boris Ler (Kiki), Luna Zimiç Mijoviç (Tajna), Ermin Sijamija (Sef), Mugdim Avdagiç (Mugdim), Alija Aljeviç (Alija), Nadia Cvitanoviç (Katarina), Andjela Kusiç (Amra), Dino Sarija (Organizatör),
Bojan Hadzihaliloviç (Kendisi), Nihad Kresevljakoviç (Kendisi)
Yapım: Margo Cinema-SCCA (2016)

Boşnak yönetmen Danis Tanoviç’in “Saraybosna’da Ölüm” filmi, bir gün içinde Bosna-Hersek’in geçmişinden bu yana yaşanan trajedileri üzerinden bugüne bakıyor.

Danis Tanoviç… 1969 yılında doğan Boşnak bir yönetmen. 2001 yapımı “No Man’s Land-Tarafsız Bölge” filmiyle adı duyuldu. Bu film, Akademi’den “En İyi yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. Berlinale’de 2013 yapımı “Epizoda u Zivotu Beraca Zeljeza-Bir Hurdacının Hayatı” filmi de iki ödül kazandı. “Saraybosna’da Ölüm” filmi de, 66. Bernilane’de FIBRESCI’yle beraber “Gümüş Ayı” kazandı. Tanoviç, 2016 yapımı sinemaskop “Smrt u Sarajevu-Saraybosna’da Ölüm” filmini Bernard-Henri Lévy’nin tiyatroya da uyarlanan “Hotel Europe” eserinden çekmiş. Tiyatro eserinde de Jacques Weber oynamıştı. Filmin sonlarına doğru televizyon ekranından bu oyundan bir an da yansıyordu.
Bernard-Henri Lévy… 1948’de Cezayir’de doğmuş entelektüel Fransız yazar Lévy’nin eserleri kitapları ülkemizde yayımlandı. Sel Yayınları, Lévy’nin “Charles Baudelaire’in Son Günleri”ni 1999’da, Gendaş Yayınları “Entelektüellerin Övgüsü”nü 2002’de ve Doruk Yayınları da “Sartre Yüzyılı: Felsefi Bir Soruşturma”sını 2004’te yayımladı. Yazar, belgeseller de çekti. Hatta 1997 yılında “Le Jour et la Nuit-Gündüz ve Gece” filminde Alain Delon’u oynatmıştı.

Her şey bir otelde…

Otelin adı “Hotel Europe…” İroni miydi, yoksa Avrupa’ya eleştiri miydi bu? İkisi de olabilir. Otelde, Avrupa Birliği (AB) ve batının önde gelen ülkeleri I. Dünya Savaşı’nın başlamasının yüzüncü yıldönümü nedeniyle bir araya gelecekler. Otelin emekçileri iki aydır maaşlarını alamadıkları için grev kararı alıyorlar Alija önderliğinde. Otelin müdürü Ömer de bu özel günde zorda kalıyor. Bunca zorluğun içinde bankaya da kredi borcu var. Yönetmen Tanoviç, anları iç içe anlatırken, kadın gazeteci Vedrana’nın otelin çatısındaki canlı yayın mülakatını da aralarda yansıtıyor. Vedrana, Bojan Hadzihaliloviç ve Nihad Kresevljakoviç gibi iki tarihçiyle yüzyıl önceki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan Arşidük Franz Ferdinand’la eşi Kontes Sophie’ye yapılan suikastı konuşuyor. Elbette 1990’lardaki Boşnak soykırımına da dokunuluyor. 1914’te Saraybosna’da işlenen bu suikast, I. Dünya Savaşı için bir vesile olmuştu. Suikastı gerçekleştiren Sırp Gavrilo Princip’in kendi adını taşıyan torunu Gavrilo Princip de Vedrana’nın mülakatına katılıyor sonradan. Bir çetnik olan genç Gavrilo, otele yanında tabancasıyla gelmiş. Bu da başka bir trajediydi tabii ki.

Bir günde geçen filmde başka insanlar da hikâyeye dâhil oluyor. Lamija’nın annesi Hatice çamaşırhanede çalışıyor. Otel gibi o da bir otelin emektarlarından. Alija ortadan kaybolunca grevin önderliği ona düşüyor. Otelin zeminindeki park yerinde gizli işler de sürüyor. Orada mafyanın gizlice işlettiği kumarhane de konuşlanmış. Mafyanın striptiz yapılan gece kulübü de otele yerleşmiş. Otelin konuğu Fransız Jacques da var. O da bir konuşma yapmak için hazırlanıyor AB adına. Bu otel, Yugoslavya denen ülke varken ülkenin gururuymuş. Bosna’daki kış olimpiyatlarının da gözdesiymiş. Nice ünlüler misafir olmuş ayrıca. Ama şimdi borç batağında ve iflas etmiş.

İlham veren estetik…

Tanoviç, bu filminde kamerayı çarpıcı ve estetik kullanmış. Filmde yoğunlukla öne kayan bir kamerayla “steadicam” kamera sürekli kendini hissettiriyor. İster öne kayan, ister “steadicam” olsun, yönetmen karakterlerini arkadan sinsice kayarak takip ediyor. Bunun simgesel bir anlamı var mıydı? Batının ikiyüzlülüğüne bir eleştiri miydi bu? Ta I. Dünya Savaşı’ndan, 1990’lardaki Bosna’daki iç savaşa kadar batının bir hiç gibi Bosna’yı görmemesine bir tepki miydi bu estetik kamera kullanımları? Belki de değildir. Çarpıcı bir estetiktir sadece. Kim bilir!.. Bu filmin estetiği keşfedilmeli. Mekânlara düşen ışıklar da estetik fotoğrafların yansımasına katkıda bulunmuş. Bu filmin bir iç mekân filmi olduğunu da hatırlatmalı. Filmdeki kelimelerin de güçlü olduğunu belirtmeli. Diyaloglar sağlamdı. Filmin müziklerine de kulak vermek gerek. Filmdeki tüm oyucular da mükemmeldi. İlham vericiydi.

(22 Ağustos 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

1930’larda Hollywood ve New York

Café Society
Yönetmen-Senaryo: Woody Allen
Görüntü: Vittorio Storaro
Oyuncular: Jesse Eisenberg (Bobby), Steve Carell (Phil Stern), Kristen Stewart (Vonnie), Sheryl Lee (Karen Stern), Blake Lively (Veronica), Todd Weeks (Oscar), Paul Schackman (Al), Richard Portnow (Walt), Jeannie Berlin (Rose Dorfman), Ken Stott (Marty Dorfman), Sari Lennick (Evelyn), Stephen Kunken (Leonard), Laurel Griggs (Evelyn’nin Kızı), Corey Stoll (Ben Dorfman), Don Stark (Sol), Gregg Binkley (Mike), Anthony DiMaria (Howard), Parker Posey (Rad Taylor), Paul Schneider (Steve), Anna Camp (Candy), Tony Sirico (Vito), Jodi Carlisle (Hizmetçi), Woody Allen (Anlatıcı)
Yapım: Gravier-Perdido (2016)

Büyük Woody Allen’ın Paris’ten sonra Hollywood’un sanat dünyasıyla New York’un cemiyet hayatına baktığı mizah yüklü “Café Society” filmi unutulmazlara karışıyor.

Sinemanın büyüklerinden Woody Allen, 2011 yapımı “Midnight in Paris-Paris’te Geceyarısı” filminde, 1920’lerdeki Paris’i fantastik sosa bulayarak anlatmıştı. Ama öyle şeyler yaşanmıştı bu bohem şehirde. O yılların Paris’i bir daha hiç olmayacak sanki. Ama Paris Paris’ti her zaman. Sonraki yıllarda da, şimdi de sanatın merkezi. Ama 1920’ler, 1930’lar bambaşkaydı. Eskinin New York’u da bambaşkaydı. Hollywood’u da. Ama Hollywood, hem kendine hem New York’un tarihine, sosyal hayatına coşkuyla pek yansıtmadı. Allen’ın bu son filmi 2016 yapımı “Café Society”, kıyısından köşesinden bir şeyleri yansıtıyor. Filmi, Allen kendi sesiyle anlatıyor seyirciye. Onun sesini duymak bile insana iç huzur veriyor, belirtelim. Bu filmde, Amerikan – Yahudi kültürü üzerinden aşka ve acısına dokunuluyor, ama mizah daima var.

Hollywood’da hayal kırıklığı…

Genç Yahudi Bobby Dorfman, babası Marty’nin kuyumcu dükkânında çalışmaktan sıkılınca annesi Rose’un kardeşi, yani dayısı Phil Stern’in yanına Los Angeles’a gidiyor New York’tan. Menajer Phil’e ulaşmak kolay mıydı? Ali Baba Oteli’ne yerleşen Bobby, üç hafta sonra dayısına ulaşabiliyor ancak. Phil, yeğenin gelmesinden pek hoşnut olmuyor gerçek dünyadaki gibi. Ama onu yanına yardımcı olarak almak zorunda da kalıyor. Yanında olursa Hollywood’un ensesi kalınlarıyla tanışabilirdi. Bobby önce dayısının sekreteriyle tanışıyor. Güzel Vonnie ona Hollywood’u gezdirirken, Bobby sırılsıklam âşık oluyor Vonnie’ye. Vonnie’nin sevgilisi varmış ama. Tek taraflı aşk ne yapardı insanı? O da başını yukarı kaldırıp başka kadınları görecek miydi? Gangster abisi Ben de, onu “el eğlencesinden” kurtarmak için tanıdığı birinin telefonunu veriyor. Bobby’nin ablası Evelyn’in de pasifist, sosyalist ve ateist Leonard’la evli ve bir kızları olmuş.

Aradığı telefonla otel odasına oyuncu olma hayaliyle Hollywood’a düşmüş acemi fahişe Candy geliyor Bobby’nin. Üstelik o da bir Yahudi. Seyirciyi çok güldüren bu anlardan sonra Hollywood’un ve aşkın zamanları başlıyor. Vonnie, Phil’le kasvetli barlarda gizli gizli buluşurken, Phil’e sessiz sinemanın büyük oyuncularından Rudolph Valentino’nun imzalı mektubunu hediye ederken gerçekle de yüzleşiyor. Phil, 25 yıllık karısı Karen’den ayrılmayı göze alamamış. Onun metresi olmayı sürdürecek miydi? Bobby acılı anlarında Vonnie’ye destek oluyor ve onun aşkını da kazanıyor. Ama Bobby’nin New York’a dönme düşleri ne olacaktı? Kadınlar aşkta mantıklarıyla karar verdikleri söyleniyor. Romantikliğe uzak mıydılar? Her taraflarından şiir düşse de şiirden etkilenmiyorlar mıydı? Erkekler, genelde romantik olduklarından aşkın acısını en çok çeken taraf oluyorlardı herhalde. Kadınlar, hayatın da kendi planları olduğunu fark edemeyecekler hiç belki de.

Mizahla gerçeklerin dökülüşü…

Allen, bütün büyük ustalar gibi küçük dokunuşlarla zihinsel trajedilere mizah katarak filmdeki hayatı devam ettiriyor. Bobby’nin hayatına Veronica girse de o büyük aşk hiç peşini bırakmıyor. Ama Veronica’ya saygısını azaltmıyor. Bobby’nin çok geçmeden Veronica’dan bebeği de oluyor Bobby, öncesinde gangster abisi Ben’le New York’un gözde gece kulübü olacak Café Society’yi açıyor. New Yorkluların buluşma yeri oluyor bu mekân. Gangster Ben, Evelyn’in komşu sorununu kendi yöntemiyle çözüyor. Ama FBI başka suçlarla beraber onu tutuklayınca elektrikli sandalyede sonunu buluyor. Ama ölmeden önce Hıristiyanlığı kabul ediyor. Yahudilikte öbür dünya yokmuş.

Allen ustanın bu filmindeki mizahına seyirciler çokça gülecek sanki. Ayrıca filmdeki tüm oyunculukları seyretmek de büyük keyif. Oyuncular, kelimeler kadar güç katmışlar mizah duygusu yüksek bu filme. Elbette estetik de var. Filmin görselliği insanı hemen atmosferin içine alıveriyor seyirciyi. Allen, filmin renk tonlarını, birçok dönemsel filmde olduğu gibi kahverenginin tonlarıyla yansıtmış. “Technicolor” hissi yaşıyor seyirci. Sanatseverler de filmin estetiğinden etkilenecek belki. Filmde, 1920’lerin, 30’ların sinemasında her zaman olan “silme” (wipe) tekniği de bolca kullanılmış. Bir de Vittorio Storaro var. 1940’ta Roma’da doğan büyük Storaro, büyük Bernardo Bertolucci’nin kameramanı olarak biliniyor. Büyük Coppola’yı da heyecanlandırmıştı. Ustanın 1979 yapımı “Apocalypse Now-Kıyamet” filminde unutulmaz fotoğraflar yansıtmıştı. Warren Beaty’nin Amerika’daki sola adadığı 1981 yapımı “Reds-Kızıllar” filmindeki görüntüleri de keşfedilmeli Storaro’nun. Allen’ın filmindeki fotoğrafları da sinema tarihine kalacak gibi. Filmde fark ettiğimiz en harika şeyse, çoğu anda çerçevenin hiç titrememesiydi. Eğer 1960’ların, 70’lerin filmlerini perdede görmüşseniz bunu hemen fark edebilirsiniz. 1950’lerin filmlerinde de bu böyleydi. Alain Resnais usta, kameranın hiç titrememesi için çok büyük çaba gösterirdi. Acı çekecek kadar. Günümüz sinemasında çerçeveler aşağı ve yukarı hep titriyor ne yazık ki! Allen usta, bu filminde caz tınılarını kullanmış bolca. İnsana gerçekten iyi geliyor. Bobby’yle Veronica’nın “Cotton Club”ta baş başa caz dinlemeleri aşklarının büyütüyordu. Ya Robert Florey’nin 1935 yapımı siyah-beyaz “Woman in Red” filmindeki serenat sahnesi? Bu an aşka adanmıştı sanki.

(18 Ağustos 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Dostum Kieslowski

Sinemada büyük yaratıcılar çağının son temsilcilerindendir Krzysztof Kieslowski. Kısa ömrüne sığdırdığı bir avuç filmiyle karamsar dünyamıza umut aşılayan yeri doldurulmaz ustanın ünlü ‘Üç Renk Üçlemesi’nden önce çektiği unutulmaz başyapıtı ‘Véronique’in İkili Yaşamı / La Double Vie de Véronique’ 25 yıl sonra yenilenmiş kopyasıyla ülkemiz sinemalarında ilk kez gösterime giriyor.

Alman asıllı ‘doppelgänger’ sözcüğüyle anılan ikiz ruhların hikâyesidir bu. Weronika ile Véronique aynı tarihlerde iki farklı ülkede, Polonya ve Fransa’da dünyaya gelmiştir. Annelerini erken yaşta kaybeden ikiz ruhlar babalarıyla sevgi dolu ortamlarda büyürken dünyada yalnız olmadıkları hissini güçlü bir biçimde hissederler. Kraków meydanında benzeriyle mucizevi bir şekilde karşılaşır Weronika. Kısa bir süre sonra meleksi lirik sesiyle solist olarak katıldığı konser esnasında sahne üzerinde hayata veda eder. Zayıf ve kırılgan kalbi performans heyecanına yenik düşmüştür. Filmin ikinci bölümünde ikizinin yarım bıraktığını tamamlayan Véronique’in hikâyesine yöneliriz. En coşkulu anında içini kaplayan kedere anlamaz veremez Paris’li genç kadın. Weronika’dan aldığı titreşimlerle zayıf kalbini zorlamamak için şarkı söylemeyi bırakır, kariyerine müzik öğretmeni olarak devam etmeye karar verir.

Sözcüklerle kolay kolay anlatılamayan bir görselliğin hâkim olduğu Kieslowski sinemasının karamsar öykülerinde umut ışığı hiç sönmez. Metafizik olanla dünyevi etik meseleler birlikte yer alır onun dünyasında. Bilinmeyenin gizemi, düşler, insanoğlunun iç âlemine kanlı canlı yaşama coşkusu, tensel aşkın büyüleyiciliği karışır eşsiz kadrajlarında. Varoluşumuza dair küçük detaylardan oluşur Veronik’lerin dünyası. Şarkı söylerken Weronika’nın yanağına düşen yağmur damlaları, şeffaf küçük topun tavana çarpmasıyla dökülen sıvanın verdiği neşe, hayatımızda yer etmiş önemsiz gibi gözüken objelerin varlığı, asırlık ağaca dokunulduğunda hissedilenler varoluşumuzu anlamlandırmamıza yarayan detaylardan birkaçıdır sadece.

Flaubert’in ‘Madame Bovary’ karakteriyle kendisini ifade etmesi gibi Veronik’ler de Kieslowski’nin birer yansımasıdır. Weronica’nın hüzünlü vedasında kendi ölümünü görmüştür sinemacı. Filmin çekiminden beş yıl sonra yaratım uğraşının, Perestroyka öncesi Polonya’nın baskıcı ortamında sinema yapmanın yorgunluğunu daha fazla taşıyamayan kalbine yenik düşmüş, Véronique’in kuklacı aşığının ölen balerini misali kelebek olarak göğe yükselmiştir.

‘Véronique’in İkili Yaşamı’ yönetmenin olduğu kadar baş kadın oyuncusunun da filmidir. Sinemacının dikkatini Louis Malle’in ‘Au Revoir Les Enfants’ filmindeki piyano öğretmeni rolüyle dikkatini çekmiştir Irène Jacob. Film çekildiğinde 24 yaşında olan Jacob’un duru güzelliğine, Kieslowski’nin benzersiz kadrajından süzülen kırılgan, romantik, coşkulu ve şefkatli bakışlarına aşık olmuşuzdur. Bir de Kieslowski sinemasının ayrılmaz bir parçası niteliğinde olan Zbigniew Preisner’in hüzün yüklü müziği filmin önemli aktörlerinden biri olarak yerini almayı sürdürür bu güzel filmde.

Sinema derslerimde onun sinemasından söz etmediğim, bende özel bir yeri olan ‘Aşk Üzerine Kısa Bir Film’in tamamını ya da önemli bölümlerini öğrencilerime izlettirmediğim hiç olmamıştır. Yoğun bir yalnızlık duygusuna kapıldığım anlarda can dostum Kieslowski’ye sığınırım ben. Gerek metafizik gerekse dünyevi meselelerde rehberim olmuştur büyük sinemacının bir avuç filmi. Ustanın vasiyet filmi olarak kabul ettiğim ‘Véronique’in İkili Yaşamı’nın içinde yaşadığımız karanlık günlerde kendini yalnız ve aldatılmış hisseden her sanatsever için sığınılması gereken bir liman olduğunu düşünüyorum. Bir kültür barbarlığına kurban giden tarihi Emek Sinemamızın fuayesindeki, yanında Angelopoulos ve Bertolucci olduğu halde o ışık dolu gülümsemesiyle sinemaseverleri selamladığı Emek sahnesindeki izlerini yok ettiler belki ama o ‘Başka Sinema’ salonları perdelerinden bizleri selamlamaya hazırlanırken, coşkun bir yaşama sevinciyle kaybettiklerimizin kederinin birlikte yaşandığı o unutulmaz deneyime bir kez daha davet ediyor hepimizi.

(10 Ağustos 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yıkıcı Bir Aşkın Günlüğünden

Fransız sinemasının yükselen oyuncu yönetmeni Maïwenn dördüncü uzun metrajında kariyerinin ilk aşk filmine imza atmış. Bizde yeni gösterime giren ‘Prensim / Mon Roi’ kırklı yaşlardaki çiftin yakıcı olduğu ölçüde yıkıcı ilişkileri üzerine inşa edilmiş. Aklı başında ceza avukatı Tony (Marie Antoinette’den kısaltılmış) şehrin en fırlama adamlarından birine tutulursa ne olur. Genç kadının (yönetmenin tabiriyle) bir sandalyeyi baştan çıkaracak kadar cazibeli Vincent Cassel’in hayat verdiği Giorgio ile ilk karşılaşması değildir bu. Onu öğrencilik yıllarında çalıştığı barda ilk kez gördüğünde büyülenmiştir zaten. Yıllar sonra bu ikinci karşılaşmada genç adamın bu sıradan görünüşlü kadının arzularına karşılık vermesiyle yol almaya başlıyor hikâye.

İlk sevişmeleri müthiştir. Ardından evlenme teklifi gelir. Yakın arkadaşlarının katıldığı bohem bir parti ile evlenirler. Bizim arabesk şarkıdan misal Tony’den bir çocuğu olsun da ister Giorgio. Lakin o filmin Türkçe adına esin olmuş haliyle masallardaki atlı prens değildir. Fransızca özgün adında olduğu gibi bir kral, tam anlamıyla bir monarktır. Yarı şaka yarı ciddi kendi tanımlamasıyla ‘pisliklerin önde gidenidir’. Herşeyi kontrol etmek ve avucunun içinde tutmak ister. Yine Maïwenn’e göre yaşamın en büyük uyuşturucusu olan ‘aşk’ın tutsaklığını kabullenen Tony,onu değiştirmek için çok çabalar ancak sonunda kralının her dediğine razı olur. ‘Seninle 7/24 beni aşıyor’ diyerek evlerine çok yakın bir daireye taşınmasına, intihar teşebbüsünde bulunan eski sevgilisiyle kendinden daha çok vakit geçirmesine ses çıkaramaz. Kıvrak zekâsı, yaşam enerjisi ve özgür tavırlarıyla gönül çelen adamın şen gevezelikleri giderek tahammül edilmez hale gelir ve bu can yakan aşk Tony’yi yavaş yavaş tüketir.

Cannes’ın gediklilerinden olan Maïwenn (soyadı Le Besco’yu filmde Babeth rolünde gözüken oyuncu kızkardeşi Isild kullanıyor) beş yıl önce festivalde ‘Jüri Ödülü’nü kazandığı ‘Polis / Polisse’ de olduğu gibi detaylara ağırlık veren bir metinle çıkıyor karşımıza. Polis’i birlikte yazdıkları Emmanuelle Bercot ise bu kez Tony kompozisyonu ile çalışmaya ağırlığını koymuş. Ortak senaryo çalışmasını benimsediğini vurgulayan yönetmen, bu defa bizde de gösterilmiş Xavier Beauvois imzalı 2010 yapımı ‘Tanrılar ve İnsanlar / Les Hommes et Les Dieux’nün usta yazarı Etienne Comar ile işbirliği yapmış. Böylece yıkıcı bir aşkın on yıllık serüvenini kadın ve erkek gözünden ayrı ayrı kaleme almışlar.

Buna rağmen filmde olaylar ağırlıklı olarak Tony’nin bakış açısından veriliyor. Hikâye sondan başlıyor. İntihar girişimini andıran ski kazasında dizindeki çapraz bağlar yırtılan genç kadın tedavi için bir süreliğine yattığı rehabilitasyon merkezinde geriye dönüşlerle yaşadığı tutku ve acı dolu yıllarını anımsıyor. Bu noktada Fransızca ‘ben ve biz’ (je, nous) kelimeleriyle sesdeş ‘diz’ (genou) metaforundan yola çıkıyor sinemacı. Ben ve bizin ya da diz bağlarının kopuşu ile tedavi süreci başlıyor ve genç kadının tek başına hareket kabiliyetine kavuşma süreci Prozac ve Xanax’lı yıllara geri dönüşler eşliğinde film boyunca sürüyor.

Bu tüketici ilişkinin öyküsünü aynen ‘Polis’te olduğu gibi zengin detaylar eşliğinde sunuyor Maïwenn. ‘Polis’in ses bandında da imzası olan ‘Aşık Shakespeare’in Oscarlı bestecisi Stephen Warbeck’in etkileyici müzik çalışmasından, ‘Göldeki Yabancı / L’Inconnu du Lac’taki çalışmasıyla beğenimizi kazanmış Claire Mathon’un geniş ekran görüntülerinden yararlanmasını biliyor. Gündelik hayatın ince ayrıntılarını bir belgesel titizliği ile aktarıyor perdeye bir kez daha. Tekrara düşme ve tempoyu düşürme tehlikesine rağmen kimi fazla kaçmış bölümleri kesmeye kıyamıyor yine. ‘Polis’te aralarında kendisinin de yer aldığı kalabalık bir oyuncu ekibini yönetmiş olan sinemacı bu defa filmin iki ana karakterinin yakın plan ağırlıklı doğaçlama performanslarına yüklenmiş. Geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘Carol’un ‘gökten düşmüş meleği’ Rooney Mara ile birlikte en iyi kadın oyuncu seçilen Bercot parlak yorumuyla belleklere kazınırken, çekici, küstah, eğlenceli, sorumsuz Giorgio’da Cassel ondan aşağı kalmıyor.

Rayından çıkmış bir ilişkiyi detaylı bir biçimde sergileyen ‘Prensim’, öykünün can acıtıcı iniş çıkışlarına karşın beklendiği gibi hüzünlü bir film değil. Aşka düşmenin bir hastalık olduğunu ima ederken yaşanan çok eğlenceli anları vermeyi ihmal etmiyor. Karakterleri hakkında iyi veya kötü yorumda bulunmuyor Fransız yönetmen. Onları yargılamıyor. Başka bir sinemacının elinde rahatlıkla ağdalı bir melodrama dönüşebilecek bu marazi ‘aşk yakar’ meselini bilinen doğalcı üslûbuyla mercek altına alırken yaşamı olduğu gibi aktarma yolunu seçiyor.

(01 Ağustos 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Jason Bourne

Son yılların en sevilen, en hareketli, en sürprizli casuslarından biri Jason Bourne. Bu kez çok daha aktif, çok daha güçlü, çok daha etkileyici…

Serinin bu filmini de (The Bourne Supremacy ve The Bourne Ultimatum filmlerinin yönetmeni) Paul Greengrass yönetmiş, tabii Matt Damon, Bourne rolünde yine. Damon’a, Alicia Vikander, Julia Stiles, Vincent Cassel ve Tommy Lee Jones eşlik ediyor.

Sinemanın en büyük özelliklerinden birisi gündemle doğrudan bağ kurabilmesi, daha doğru deyişle izleyici hemen o bağı kuruyor ister istemez. Biz, kendi ülkemizde yaşananlarla bağ kurarken, kim bilir başka ülkelerdeki izleyiciler kendilerince ne sonuçlar (dersler) çıkardılar, çıkarıyorlar. Filmin girişindeki o hareketlilik ve CIA merkezinden hemen her alanın kontrol edilebilirliği, casusların (biz ‘gizli’, sivil polislerin diyebiliriz) hemen her yerde olması ve genel güvenlik kameralarının (MOBESE) her anı ve her hareketliliği takibi o izlenimi hiç kuşkuya yer bırakmaksızın sağlıyor. Siz, izleyici olarak ne süzersiniz tüm bunlardan, bilemem. Ama gerçekten çok etkileyici bir film izleyeceğiniz garanti.

Dünyanın dört bir yanında yaşananların hepsini, hiçbir anını kaçırmaksızın takip eden CIA, bu arada kendi iç sorunlarını da taşıyor oralara… Belki de tetiklediği olaylar da var. O karışıklığı fırsat bilip başka şeyler de karıştırıyor muhakkak ki. Film boyunca Atina’dan Londra’ya, Berlin’den Washington’a, Las Vegas’tan Silikon Vadisi’ne gidip geliyoruz, tabii yanımız sıra dijital dünyanın gelişmişliğini de taşıyarak. Filmin etkili yan öykücüklerinden biri de bu dijital gelişmeler…

Etkili yakın planlar
Hemen baştan belirtelim ki, bu filmi ekrandan izlemeyi kuruyorsanız eğer, tüm etkisini, tüm gücünü yitirmiş olacağını bilmelisiniz. Filmin önceki iki filmini de yöneten Greengrass, yakın plan çekimlerle hem izleyiciyi, kafanızı çevirmenize bile izin vermeksizin perdeye sabitliyor hem de sizi de o anın içindeymişçesine çekip alıyor içeriye. O güçlü görüntü eşliğinde, aksiyonun etkisini daha da yoğun hissediyorsunuz. Hızlı planlar, takip sahneleri içinde, birine ve/veya hedefe odaklanma çok zor ama film bunu yaşatıyor. O hızın arasında kaçabilme olasılığı yüksek planlar -ki, onlar belirleyici muhakkak- arada yineleniyor.

Filmin ne anlattığından öte nasıl anlattığı çok önemli. Ölüme odaklı bir casus, babasını öldürenleri belirleyip intikamını alıyor. Bu, bu kadarıyla hemen her casus filminin temel öykülerinden biri… Jason Bourne, diğerlerinden yakın planın etkileyici gücüyle sıyrılıyor.

Soğukkanlı geçiş…

Hemen her aksiyon filminde açık vardır, bir ve/veya birkaç soru işareti oluşur izleyicinin kafasında. Bu filmde de var kuşkusuz. CIA’nın en üst düzeyine kadar gelebilmiş (Alicia Vikander) biri, neyin peşinde olabilir? Sahi, bu sorunun yanıtını bulan, bizim ülkemizdeki darbe girişiminde bulunan komuta düzeyindeki askerlerin de gerekçesini çözebilir.

Günlerdir televizyon ekranlarından izlediğimiz darbe girişimi, sonuçları, etkileri gibi bitmez tükenmez komplo teorilerinden sıyrılmak, yeni bir soluk almak, belki de bakış açısını (Yavuz Turgul’a selam olsun) değiştirmek için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

(29 Temmuz 2016)

Korkut Akın