Kategori arşivi: Yazılar

Valslerle Fındıkkıranlar…

Müziğin hayatınıza etkisini göz ardı etmeyin… Kimi dramatik kimi komik kimi hüzünlü ama her haliyle sizi sizinle baş başa, bir yerlerden alıp bir yerlere götüren o büyülü tınılar…

Bir yılbaşı öyküsü, ama biraz erken giriyor gösterime… Belki biz izleyiciler hazırlıklı olalım diyedir, kim bilir.

Büyülü bir dünya ve bu dünyada aradığını bulmaya çalışan genç kız. Kolay mı? Değil tabii. Zor mu? Pek zor değilmiş. Yeter ki, kararlı ve güvenli olun, öz güvenli tabii.

Düş dünyası olunca insanlar kurşun asker, fareler de sevimli oluyor ister istemez. Korkunç insanlar da var, hayatta olduğu gibi, iyi niyetli olanlar da… Beceremeyenler kadar korkaklar da… Fırsatçıları unutmamak gerekir.

Yakın bir zamanda kaybettikleri annesinin armağanını alan üç kardeşin biri, akıllılığıyla da biliniyor. Zaten icatlarla, bilimsel deneylerle ilgileniyor. Bir çocuğun engellenmemesinin, hatta çabasının desteklenmesi gerektiğinin vurgulandığı sevimli deneyler bunlar…

Biz de birlikte katılıyoruz bu serüvene… Tam seyirlik, herkesin kendince alacağı bir mesajı bulabileceği keyifli bir film.

Fındıkkıran ve Dört Diyar, yönetmen Lasse Hallström, oyuncular Keira Knightley, Mackenzie Foy, Eugenio Derbez, Matthew Macfadyen… Helen Mirren, Morgan Freeman… 2 Kasım’dan itibaren gösterimde…

(01 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşam Sizin Elinizde… Ya Aşarsınız Ya Kalırsınız

Gösterime birbiri ardına giren filmler hep müzikle ilgili. İyi bir şey, çünkü hayatın tüm zorluklarını müzik gibi naif ve -aslına bakarsanız, çok da zor ama- güzel anlarla aşabiliriz.

Queen desem aklınıza ilk gelecek olan Freddie Mercury’dir, değil mi? Yanılıyor olamam… Hatta birçoğunuz şarkıları bile sıralamıştır birbiri ardına. Kimdir bu Queen grubunu oluşturan güç ve düşünce diye sorsam, şarkıların sözlerinden bir şeyler süzüp söyleyecekleriniz de olacaktır muhakkak. Queen grubunun oluşumuyla Freddie Mercury’nin büyümesinin öyküsü anlatılıyor Bohemian Rhapsody’de…

Dört arkadaş…

Göçmen bir ailenin, biraz da ötekileştirilen genç üyesi olan Farrokh Bulsara, ses aralığının geniş ve ilginç olmasıyla Queen grubuna girmiş, şarkı sözlerini yazmış ve dünyaca üne kavuşmuş, artık herkesin bildiği bir müzik efsanesi…

Filmde hayatını tanıyoruz. Neler yapmış, neler düşlemiş, neleri başarmış veya başaramamış…

Cinsel tercihleri nedeniyle, kısacık yaşamında gelgitli süreç belirleyici… Kız arkadaşıyla (ayrılsalar da, Mary’nin çocuğunun vaftiz babası olduğu bilinen bir gerçek) arasındaki duygusal bağ, her ne olursa olsun kopmuyor. Bu önemli…

Aile önemli…

Her ne kadar yalnız biri olsa da ailesiyle bağını hiç koparmamış Mercury, arkadaşlarıyla arası bozulmuş, gruptan kopmuş ama ailesi ve kız arkadaşıyla hep yakın ilişki içinde olmuş.

İşlediği kişi ve müzikle önemsenecek bir film olsa da Bohemian Rhapsody, izler bırakacak düzeyde değil. Büyük bir keyifle izleniyor, su gibi akıp gidiyor… sizinle sadece şarkılar kalıyor.

Müzik ve yaşam…

Biyografi filmleri bu yıl müzik ağırlıklı. Ezgileri ve tınılarıyla bildiğimiz o ünlü müzisyenleri ve sesleri filmde görmek, yaşamlarına şahit olmak önemli… Müslüm yerli ve başarılı bir yaşam öyküsüydü. Önümüzdeki günlerde izleyeceğimiz Whitney de, Bohemian Rhapsody gibi yakın geçmişimizin önemli figürü… Başka örnekler de var kuşkusuz… onları da siz ekleyin lütfen.

Bohemian Rhapsody, yönetmen Bryan Singer… oyuncular Rami Malek, Gwilym Lee, Ben Hardy, Joseph Mazzello. 2 Kasım’da vizyonda…

(01 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Müze ya da Yaman Bir Yönetmenin Ayak Sesleri

Yeni Dalga tadındaki siyah/beyaz ilk uzun metrajı ‘Güeros’ (2014) ile izleme alanımıza giren Alonso Ruizpalacios, bu hafta bizde de gösterime giren Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödüllü son çalışması ‘Müze / Museo’ ile beklentilerimizi boşa çıkarmıyor.

Gerçek bir vak’adan esinlenmiş olan film, 1985 Noel’inde yaşanmış Mexico City’deki ünlü Tarih ve Arkeoloji Müzesi soygunundan yola çıkıyor. 30’lu yaşlarında hala veterinerlik eğitimini tamamlayamamış, aileleri ile birlikte yaşayan Juan ile Benjamin’in artık kendi başlarına bir şeyler yapma çabalarının tezahürüdür bu akıl almaz soygun girişimi. Aileleriyle birlikte yedikleri Noel yemeğinin ardından harekete geçen ikilinin planı kusursuz işler. Aralarında efsanevi Maya kralı Pakal’ın cenaze maskesinin de bulunduğu yükte hafif 140 parça antik eser ellerindedir artık. Ancak bu tarihi hazinenin elden çıkarılması o denli kolay olmayacaktır.

Hikâye gerçek bir olaydan yola çıkmasına karşın, sorulara yanıt aramaktan ziyade yeni sorular ortaya koyan bir senaryosu var filmin. Doktor babasının bir türlü akıl erdiremediği gibi, hayatta ne istediyse yapılan, Mexico City’nin 23 kilometre yakınındaki huzurlu banliyöde dilediği hayatı süren Juan’ın böylesine bir hırsızlık olayına girişmesi için gerçek neden nedir acaba. Genç adamın ifade ettiği gibi neyi neden yaptığını kişinin kendisi de tam olarak bilmiyordur belki. Ya da peşinde koşturan kankasına dediği gibi ‘güzel bir hikâyeyi gerçeklerle berbat etmeye ne gerek vardır’.

Kusursuzca yürüyen bir soygun olayından yola çıkan ‘Müze’ sürekli yeni sorular sorarak yoluna devam ediyor. Sinema tarihini çok iyi özümsemiş Meksikalı yönetmen türden türe atlayarak, farklı referanslarla izleyiciyi şaşırtmasını biliyor. Jules Dassin imzalı ‘Rififi’ (1955) ya da 1964 yapımı ‘Topkapı’daki değme hırsızlık planıyla aşık atan soygun bölümünü neredeyse sessiz çekiyor. Tomás Barreiro’nun Bernard Hermann esintili tınıları bu ustalıklı sahnelere başarıyla eşlik ediyor. Anlatı ikinci yarıda Damián García’nın mükemmel geniş ekran görüntüleri eşliğinde keyifli bir yol filmine dönüşüyor. Juan’ın Şehrazad olarak hitap ettiği gizemli erotik dansöz ile Acapulco kumsalındaki kaçamağı ise hınzır bir Fellini güzellemesi olarak (bkz. La Saraghina / 8,5) sinefillere göz kırpıyor.

Juan’ı Meksika sinemasının muhteşem ‘bücür’ü (filmde de ailesi böyle hitap ediyor genç adama) Gael García Bernal’in canlandırdığı, baba rolünde Pablo Larraín’in müthiş ‘Tony Maneiro’su olarak belleklerimize yerleşen deneyimli oyuncu Alfredo Castro’yu izlediğimiz ‘Müze’, ustalıkla anlatılmış bir soygun hikâyesinin ötesinde farklı meseleler üzerinden ilerliyor. Kâh varlıklı ailesinin himayesinde büyüyememiş erkeklerin yırtma çabasından dem vuruyor, kâh antik eserleri toprağından koparmak suretiyle kapalı mekânlarda sergileyen geleneksel müzecilik anlayışını eleştiriyor, kâh Meksika halkının tarih bilinci ile inceden dalgasını geçiyor. Yeni çalışmaları heyecanla izlemeye alınacak çağımızın genç yeteneklerinden biri Ruizpalacios. Bu başarılı filmin ardından, Hollywood’un cazibesine fazlasıyla çekilerek kendine has mizahını ve hınzır sinemacı kişiliğini yitirmez umarım.

(29 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

40 Yıl Sonra -Cadılar Bayramı-

“Kazan-kazan” mantığını öyle bir yerleştirdiler ki beynimize… her şeyden her zaman bir kazanç (çıkar mı demeliydim?) bekliyoruz. Sırf keyif için bir şey yapılamaz mı? Örneğin oltayı alıp deniz kıyısında saatlerce öyle durmak mutluluğu… Kimse, “Ver 10 lira al balığını, öldürme zamanını” demesin. Üzülmek doğru olabilir o akıp geçen zamana, ama kendinizle dertleşmenizin, hedefler belirlemenizin, kararlar almanızın kazancı başka nerede bulunabilir ki!

Kırk yıl geçince aradan…

Yaşar Kemal, “İnce Memed”in devamını ilkinin düzeyini düşüreceğinden çekinerek çok yıllar sonra yazmış… Belli bir iz bırakmış hemen her işte böyledir, tedirginlik, çekingenlik yaşar insan ister istemez. Cadılar Bayramı, ilkin 1978’de çevrilmiş… Bu onun devamı…

Korkudan çok gerilim var perdede… Önce “kim” diye soruyorsunuz? Sonra kime ve niye yönelecek diye merak içerisinde kalıyorsunuz. Her şeyden kuşkulanıyorsunuz, zaten kuşkulanmamanız için hiçbir sebep yok. Her şey bir anda fail ve/veya gerekçe olabilir. …olabilir mi?

Haluk Bilginer…

Bizim televizyon dizilerinde de yeni moda kan ve şiddet. Cadılar Bayramı’nda da aynı şeyler var… Bir an, bitecek diye umutlanıyorsunuz; bitmemesi için de bir neden yok… film boyunca tırnak kemirmeye devam!

Bir Hollywood filminde bir karakter canlandıran -belki de ilk oyuncumuz- Haluk Bilginer’den söz etmemek siyasi miyopluk olur. O kadar işine bağlı ve titiz çalışan bir doktor ki, sonunda o da deneyimlemeye kalkıyor canavar katil olmayı. Nedeni, niyesi yok. İnsan psikolojisi. Peki, öyle geçiştirebilir miyiz? Bilginer’in değil, senaryonun takıldığı bir nokta.

Cadılar Bayramı -Halloween- yönetmen David Gordon Green, oyuncular Jamie Lee Curtis, Judy Greer, Andi Meatichak, Haluk Bilginer, Rhian Rees… 26 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(25 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Tesadüfler

Bir sinemaseverden çok kısa bir Şişli fotoromanı:

Nişantaşı deyip geçmeyin; Nişantaşı sinemayı sever. Ben öyle düşünüyorum. (Nişantaşı Cinemaximum Nişantaşı City’s Sineması’ndan çıkıp sağ kaldırımdan yürüyün Halaskârgazi Caddesi’ne yaklaşık 150 metre kala sağda. / Bilimkurgu türünün en önemli romanlarından biri olan Stanislaw Lem’in “Solaris” adlı eserini ilk olarak ünlü Rus yönetmen Andrei Tarkovsky 1972 yılında aynı isimle sinemaya uyarlamıştı. Bir diğer ünlü yönetmen Steven Soderbergh ise bu filmin yeniden çevrimini 2002 yılında gerçekleştirdi.)

Pangaltı deyip geçmeyin; Pangaltı sinemayı sever. Ben öyle düşünüyorum. (Şimdilerde kapanmış olan Şişli Site Sineması’nın bulunduğu kaldırımdan Harbiye’ye doğru yürüyün, yerine şimdilerde büyük bir market açılan eski Telekom binasının yanından sağa giren sokağın başında. / Hatırlayamayanlara hatırlatayım: Ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini, 20 Ocak 1920’de daha sonra filmlerinde sıkça kullanacağı Rimini’de doğmuş, çocukluğu ve gençliğinin büyük bir bölümü burada geçmiştir. “Satyricon”, “Roma”, “Amarcord”. Daha ne diyeyim.)

Harbiye deyip geçmeyin; Harbiye sinemayı sever. Dükkânın adını görüyorsunuz. (Bir şey söylememe gerek var: Her ne kadar dükkân, pencere önlerine çekilen perdelerin ticaretiyle iştigal ediyor olsa da neticede sinema filmleri beyazperdede gösteriliyor. Fotoromancı arkadaş konuyla bağlantıyı böyle kurabilmiş. / Ergenekon Caddesi’ndeki sinema birliklerinin bulunduğu binadan çıktınız, karşı kaldırıma geçip Halaskârgazi Caddesi’ne doğru yürüyün, caddeye kavuşunca sağa dönün. Şimdi orada yükselen büyük otelin yerinde çooook eskiden Pangaltı Tan Sineması vardı ve Sadi Bey orada Charlton Heston’lu “Hartum” (Khartoum) adlı filmi izlemişti. Taksim’e doğru sağ kaldırımdan yürümeye devam edin. 150 metre ileride sağda beyazperde.com’u göreceksiniz, pardon Beyaz Perde isimli dükkânı.)

(25 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Üç Boyutlu Dünyaya Cinema 4D Adımı

Dünyanın dönüş hızını duyduğunuzda dudaklarınız uçuklamadıysa, teknolojik gelişimin hızını anlayamazsınız. Bugün yapılan bir şey (artık ne derseniz adına, ister alet, ister yazılım, isterse trük) yarın -hatta yarına bile kalmadan- eskimiş oluyor. Dünyanın hemen her yerinde, birileri harıl harıl yeni şeyler üretiyor. Bizler de izliyoruz…

24 Ekim günü Levent Cinemaximum Kanyon Sineması salonlarında FGA Mimarlık’ın “Cinema 4D, Release 20” Türkiye tanıtımı vardı. Adında sinema olup da ilgimi çekmemesi mümkün değildi ve aralarına karıştım.

Kabul ediyorum, eskide kalmışım… Biz, “senaryonuzda, ‘gözleri ışıldadı’, ‘sevinçten havalara uçtu’ gibi hayatta olamayacak şeyleri yazmayın” öğretisiyle eğitilmiş insanlarız. Şimdi, bırakın gözlerin ışıldamasını, dünyayı bile takla attırmak mümkün artık. Öyle olsa da, “eski tüfek” olunca insan, gördüğünde çok seviniyor, hoşuna gidiyor, ama ne uygulamayı düşünüyor ne de yazmaya soyunuyor, kaldı ki çekmek… Dinozor olmak böyle bir şey besbelli…

Yeni bir yaşam serili önünüzde…

Gösterdiklerinin bizim ülkemizde, bizim arkadaşlarımız tarafından yapıldığını bilmek müthiş özgüven verdi. Kendi dilimle anlattığımda, bu alandaki yeni nesil genç arkadaşlarım gülecek hatta küçümseyecektir belki de… Çünkü onların birçoğu anlaşılabilir bir karşılığı olsa da yabancı dilce bir sözcük kullanmayı maharet sayıyor. O nedenle onların “lansman” dediği, benim kuşağımızsa “tanıtım” sözcüğüyle tanımladığı etkinlikte yapılan ve söylenenleri aktaramayacağım, bağışlanmamı diliyorum baştan.

Miladı 1990…

Orada edindiğim Cinema 4D kitabının girişinde, “Tebrikler! Siz bu kitabı alarak artık 3 boyutlu çalışmaların nasıl yapıldığını merak eden insanlar grubuna katıldınız (…) Elinizde tuttuğunuz bu kitap Cinema 4D programı için bir ansiklopedi niteliğindedir” dendikten sonra, “Hayal gücünüzü kullanmaktan çekinmeyin ve sakın yılmayın” cümleleri yer alıyor.

1990 yılında açılan bir yarışmayla başlayan süreç, Amiga ile ilk adımını atmış, ardından da bu güne gelmiş… Bundan bir önceki R15 sürümüyle “After Effeckts” için render gereksiz hale gelmiş… Ah ki, R20 sunumunu görseydiniz!

Okyanustan bir damla…

Abaküs Yayınları’ndan çıkan kitabı H. Deha Etabek yazmış. Kitap yazmanın zor olduğunu, ama bu kitabı kılavuz olma amacıyla yazdığını söylemiş. Buradaki rehberlikle kendi düşlerinizin yolundan gitmenizi öneriyor yazar… Hak veriyorum kendisine… Yıllar önceydi, Ulusal Video zamanı… İlk bilgisayarlar gelmişti, şimdi cep telefonunuzda bile yapabildiğiniz için küçümsenecek denli sade ve yavan gelen çalışmalar için saatler, günler harcıyorduk. Emre Dağdeviren en tepedeki isimdi, bizimle birlikte olan ise Larry Simmons… Her ikisi de hocamdı, ta Eskişehir’den… Stüdyo bize kaldığı zaman, “Oynayalım” derdi Larry, “Bu iş oynamadan öğrenilmez”. Elimizde kağıt kalem, her yaptığımızı not ediyorduk, epey bir kısmını unuttuktan sonra.

Neyse… artık bunlara gerek yok, bilgisayarların bellekleri var (belki o zaman da vardı, ama ek para istendiği için almamıştı patron). Aklınıza gelecek, gelmeyecek, küçük bir olasılıkla bile hiç karşılaşmayacağınız bütün soru(n)ların yer aldığını belirtmiş Etabek. İstediğiniz zaman ulaşmak da mümkün kendisine ve FGA Mimarlık’a…

(25 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kaotik Dünyamızda ‘Şiir’e Yer Kaldı mı?

Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş ‘Anaokulu Öğretmeni / The Kindergarten Teacher’ bu haftanın en ilgiye değer yeni yapımı. Genç kadın sinemacı Sara Colangelo bu ikinci uzun metrajında bir yeniden çevirime imza atmış. İsrailli yönetmen Nadav Lapid’in 2014 yapımı aynı adı taşıyan filminin öyküsü New York’a taşınmış. Amerikan versiyonunda hem başrolü hem de yapımcılığı üstlenmiş olan bağımsız sinemanın kraliçelerinden Maggie Gyllenhaal’ın canlandırdığı Lisa, yirmi yılını öğretmenliğe adamış, arayışlar içinde bir kadındır. Monoton evliliği ve cep telefonlarına gömülü ilgisiz çocukları ile sürdürdüğü günlük yaşamını geceleri devam ettiği şiir kursları ile anlamlandırma çabası içindedir.

Yuva sınıfındaki Hint asıllı küçük Jimmy’nin ağzından dökülenler Lisa’nın aklını başından alır. 5,5 yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek nitelikte sözcüklerdir bunlar. Mozart misali dahi bir çocuk olarak keşfettiği Jimmy’nin ailesiyle temasa geçmeyi dener önce. Anne, berbat bir velayet kavgasından sonra Miami’ye yerleşmiştir. İşi başından aşkın gece kulübü işletmecisi babanın ise oğluyla ilgilenecek vakti yoktur. Olsa bile onun dünyasında şiire yer yoktur. Jimmy iyi bir eğitim almalı ve iyi para kazabileceği ‘normal’ bir hayat sürmelidir. Jimmy’nin Tanrı vergisi yeteneği karşısında büyülenmiş olan Lisa bir süre sonra çocuğa karşı saplantılı bir ilişki geliştirir. Çaresizlik onu çizgiyi aşacak noktaya getirecektir.

İsrailli Lapid’in özgün filmi savaşın sürdüğü ataerkil İsrail toplumunda sanatın ve şiirin yerini araştırıyordu. Öyküyü Amerika’ya taşıyan Colangelo aynı soruları savaşın uzağında, liberal New York ikliminde soruyor. Çocukların küçük yaştan itibaren mobil telefonlara, televizyon programlarına ya da video oyunlarına terk edildiği tüketim kültüründe şiirin ve sanatsal yeteneğin tuzla buz edildiğinden dem vuruyor. Gyllenhaal’ın sözleriyle ‘çağımız kültürünün çıldırttığı bir kadın sanatçının’ feryadını haykırıyor film. Colangelo’nun başarılı çabası her türlü klişeden uzak kalabilmiş. Gyllenhaal ana karakterin psikolojik ve duygusal çıkmazlarını çarpıcı bir derinlikle yansıtırken, şimdiden Oscar’a göz kırpıyor. Meksikalı tanınmış oyuncu Gael Garcia Bernal’in şiir kursu yöneticisi olarak gözüktüğü, çocuk yetenek Parker Sevak ışıl ışıl parladığı filmde, Asher Schmidt’in özgün müzik çalışmasına Chopin’in 1 numaralı noktürnü ile Mozart’ın 14 numaralı do minör piyano sonatı eşlik etmiş. Küçük Jimmy’nin ağzından dinlediğimiz şiirler ise kendisi gibi göçmen iki şair, Ocean Vuong ve Kaveh Akbarto’nun külliyatından derlenmiş.

(19 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Kazanmak Kolay da Hazmetmek Zor

21 Temmuz 1969 günü, insanlık tarihinin unutulmaz ve en önemli günlerinden… O gün, ilk kez bir fani, Neil Armstrong, Ay’a “bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” sözleriyle ayak bastı. Dünyanın birçok ülkesinde, birçok insan Ay’a gidilemeyeceğine inanıyordu, çünkü Ay nurdu ve gidilmesi imkansızdı (ben de anlatamamıştım, konuştuklarıma ve çocuk oluşuma vermiş umursamamışlardı).

İnsanlık için…

Ay’a gitmek, iki rakip ülkenin birbirini geçme yarışından başka bir şey değil, ama gerekçesi sağlam… Nice insan ölmüş bu haksız ve anlamsız uzay savaşı nedeniyle… Nice kazanım hiçe sayılmış. Şimdi aradan geçen bunca yıl sonra ‘yazık’ diyemiyoruz, kazanımlarından yararlandığımız için…

Damien Chazelle, öyküsünü bu temel üzerine kurmuş, ama daha çok duygulara dayandırarak beklenenin ötesinde bir film çıkarmış. Senaryo, o anlamda, birçok uzay macerasından çok daha insancıl, çok daha duygusal. En çok da psikolojik, fizyolojik, anatomik olarak ele almış uzaya giden insanları. Tabii ki, onlar da etten ve kemikten oluşmuş insanlar, ama gördükleri eğitim ve çelikleşen iradeleriyle -belki de tırnak içinde yazmak gerekir- duygularını yitirmişler.

İnsan bu, ne kadar çelik iradeli olursa olsun, arkadaşlarının kaybında, küçük kızının ölümünde yanaklarını ıslatan gözyaşlarını engelleyemiyor.

Ailenin gücü…

Bir belgesel tatta, Neil Armstrong’un uzay çalışmaları sürecindeki yaşamını anlatan filmde, karısının önemini vurgulamadan geçmek mümkün değil. Her ne kadar eşinin kararlı biri olduğunu bilse de, bu kadar soğuk(!) biri olduğunu bilemediğini söylüyor. Birini kaybettikleri üç çocukları var ve onların tüm sorumluluğu kendi üzerinde, çünkü Neil, iyi bir astronot. Bildiğimiz gibi Ay’a giden ilk insan (zaten toplam 12 kişi ayak basmış Ay yüzeyine). İşinin zorluğu, iş kazalarında kaybettiği arkadaşları, ilk kez böyle bir yolculuğun yapılıyor oluşu, bir yanıyla insanın içini acıtırken örnek insan olmayı da beraberinde getiriyor diğer yanıyla… Bir de, 2018 üzerinden baktığımızda teknolojinin ne kadar ilkel ve zayıf olduğunu görünce, ister istemez daha bir saygı duyuyorsunuz o insanlara…

Keşke…

Bu denli önemli, bu denli çarpıcı, bu denli belirleyici bir öykü anlatacaksınız; olanaklarınız çok geniş olacak; güçlü bir ekiple çalışacaksınız ama tıpkı dereyi geçip çayda boğulmak örneğinde olduğu gibi çok yakın planda el kamerası kullanarak izleyiciyi altüst edeceksiniz… Olmaz. Sarsıntıyı verirken görüntü, neredeyse insanın içini dışına çıkarıyor…

Uzay yoluna çıkan araçta, birinci astronot, ikinciye, “bu aracı ihale ve açık eksiltme ile yaptırdılar galiba” demiş… Çünkü o kadar çok sarsılıyormuş ki araç, inanası gelmiyormuş insanın…

Ben, İzmir’deki uzay merkezinde, Cape Canaveral’da, uzay merkezinde ve Epcot Center’da similasyon da olsa deneyimledim, bu sarsıntıları…

Ay’da İlk İnsan -First Man- yönetmen Damien Chazelle, oyuncular Ryan Gosling, Claire Foy, Jason Clarke, Kyle Chandler… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(18 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Anlatılan Senin de Hikâyen -Bir Yıldız Doğuyor-

Biz hayata hangi açıdan nasıl bakarız? Biz hayata güç, güven ve aşk ile bakarız… Buna da bağlı olarak hayatı kazanırız, yaptıklarımızla.

“Denemelisin” diye başlayan, şarkıların anlamlı sözleriyle yüklü mesajlarla duygusal bir çizgide süren, iyi, iyi olduğu kadar sürükleyici, sürükleyici olduğu kadar yaşam mücadelesinde yalnız olmadığınızı yineleyen ve en az bir o kadar da romantik bir devam filmi “Bir Yıldız Doğuyor”.

Duyulmasını istediğimiz…

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, bazı filmlerin etkisi unutulmaz. Bir yıldız ilk kez 1954’te doğmuş ve bu güne dek dört kez daha doğmuş… 1976 yılında Barbara Streisand ve Kris Kristofferson ile doğan yıldız, aradan geçen 40 yılı aşkın zamanda unutulamadı.

“Çok uzağız artık sığlardan”, filmdeki önemli dizelerden biri… Bir aşkın dile getirilişi… Ama hepsinden önemlisi, biri artık sonlarda yaşayan bir sahne insanının tükenişiyle elinden tuttuğu “bir yıldız”ın doğumunu izleyişindeki büyük mutluluk… Bir aşk var bu iki kişinin arasında, her şeyden önce… Bir duygu yoğunluğu var… Yalın ve samimi.

Bradley Cooper, ilk yönetmenlik denemesinde, ilk başrolündeki Lady Gaga ile birlikte… Birbirine yakışmış ikilinin arasındaki doğal ve tutkulu aşk izleyiciye geçiyor, ilk kareden başlayarak. Cooper, ilk yönetmenliği olsa da başarıyla yansıtıyor bu yaşamsal sevgiyi, hem de yorum katarak.

Sen de denemelisin…

Filmin daha başında Jackson, Ally’e yılmaması gerektiğini, denemesini sürdürmesi gerektiğini söylüyor. Çok içten söylediği bu cümle Ally’nin her zaman duyduğu aynı sözlerden çok farklı. Hayatın her anında, her alanında karşınıza çıkabilecek bir durum, bu anlatılan. Herkesin başına gelebilir (gelsin, gelsin… iyi de olur. aşk herkese lazım). “Bir Yıldız Doğuyor”da bu aşka müzik eşlik ediyor. Bundan iyisi de yok zaten. Anlamlı, anlamlı olduğu kadar taşıyıcı -çünkü sonradan da düşünüyorsunuz o sözleri ve giderek daha bir güçleniyorlar- sözleriyle müzik filmin belki de tek başrolü. Lady Gaga ile birlikte yazıp söyledikleri ve canlı kaydedilen şarkılardaki duygu gerçekten içinize akacak.

Bir Yıldız Doğuyor -A Star Is Born- yönetmen Bradley Cooper, oyuncular Bradley Cooper, Lady Gaga, Sam Elliot… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(17 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Geçmişi Ararken

Sadi Bey’in 8. Malatya Uluslararası Film Festivali Kapsamında Düzenlenen Türk Sinema ve Televizyonunda Aile Başlıklı Sempozyumdaki Konuşması:

Öncelikle sinemamıza çok yararı olacağına inandığım bu sempozyumu düzenleyenlere, konuşmacılara, izleyicilere ve Malatya Uluslararası Film Festivali’ne sahip çıkan Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkürlerimi arz ediyorum. Küçük bir teferruat gibi görünüyor ama 8 yıldır festivalin adında şehir adının öne çıkarılması çok isabetli. Bir adım daha atarak, İstanbul Film Festivali’nin 4-5 yıldır yaptığı gibi festival adını önümüzdeki yıllarda Malatya Film Festivali olarak değiştirilmesini öneriyorum. Orijinal sözün müellifine uzak olsam da şöyle diyeyim: Malatya, Uluslararası’ndan büyüktür.

Yerli sinemamızı seven, fanatik bir sinemasever olarak festival filmlerinde aile veya film festivallerinde aile konusunda bir şeyler söylemeye çalışacağım. Her ne kadar önceki oturumlarda klasik çekirdek ailenin değiştiği belirtilse de sinemamızda aile filmleri dendiğinde hemen tüm yerli film severlerin aklına Arzu Film’in yaptığı Münir Özkul, Adile Naşit, Halit Akçatepe, Necdet Yakın gibi hepimizin babası, abisi, amcası, teyzesi, dayısını beyazperdeye taşıyan “Bizim Aile”, “Neşeli Günler”, “Gülen Gözler” gibi filmlerimiz akla geliyor. Bu tür filmler genelde kasabı, manavı, bakkalı, Ayşe teyzesi, Mehmet amcasıyla bizim mahalleyi anlatıyorlardı. Kapı önlerinde oturan teyzeler bir yandan örgü örerken, diğer taraftan günün haber ve dedikodularını sesli gazete görevi yaparak memleketin tüm sathına yaymaktaydılar. Adile Naşit, Mürvet Sim, Leman Akçetepe, Şükriye Atav gibi karakter oyuncularımız yeni yetme delikanlıları bir taraftan azarlarlar, diğer taraftan tüm mahallenin çocuklarına kol kanat gererlerdi. Hüseyin Baradan bir taraftan kabadayılık yaparken, diğer taraftan mahallenin kadınına, kızına sahip çıkar, keza Sadri Alışık, Turist Ömer’le, Feridun Karakaya, Cilalı İbo karakteriyle mahallelerimizin ve filmlerimizin neşe kaynağı oldular.

Aile filmlerinin yapımcıları muhtemelen halkımızın gösterdiği ilgiyi ticari açıdan yeterli görüyorlar ki bu filmler festivallerde nadiren karşımıza çıkıyor. Geçmişe gittiğimizde festival görmüş aile filmi olarak ilk akla gelen Halit Refiğ’in yönettiği ve başrollerini Cüneyt Arkın, Özden Çelik, Pervin Par, Filiz Akın’ın paylaştığı “Gurbet Kuşları” oluyor. “Gurbet Kuşları”, 1. Antalya Film Festivali’nde En İyi Film ve Yönetmen ödülleri kazandı. Başrol oyuncularından Özden Çelik’i de bu vesileyle rahmetle anayım. Sinemamızda Özden Çelik gibi başrollere çok yakışan fakat bir türlü değerini bulamamış, kendini gösterememiş oyuncularımız vardır. O da bir çeşit talihsizlik herhalde, bazı sinema sanatçılarının o beklenen filmle yolları hiçbir zaman kesişemiyor.

“Gurbet Kuşları” demişken rahmetli Halit Refiğ’le ilgili bir anı anlatayım. Buradaki ve başka yerlerdeki benzer oturumlarda Akademisyen arkadaşları dinlemek fevkalade zevkli oluyor, çok farklı ve güzel tatlar alınıyor. İstanbul’da Bilgi Üniversitesi’nin Kuştepe’deki kampüsünde, henüz kentsel dönüşüm belâsının uğramadığı zamanlarda “Halit Refiğ Sineması’nda Üçler” başlıklı bir oturum düzenlenmişti. Halit Refiğ’in de bulunduğu oturumda Akademisyen arkadaşlar filmlerini çeşitli açılardan anlattılar, misaller verdiler. “İşte, Harem’de Dört Kadın’ın bu sahnesinde Cüneyt Arkın ile Nilüfer Aydan rıhtımda yürüyorlar, açıkta bir balıkçı kayıkta balık tutuyor.”, “Şu sahnede salonda karşılıklı konuşuyorlar ama aynada Cüneyt Arkın’ın yansıması var.” vs. vs. şeklinde anlattılar ve Halit Refiğ’i sahneye davet ettiler. Rahmetli sahneye çıktı, “Ben bu filmleri çekerken hiç böyle üçlü sahneler tasarlamamıştım ama Akademisyen arkadaşlar o kadar güzel açıkladılar ki, öyle çektiğime ben de ikna oldum.” dedi. Bizim zamanımızda sinema okulları açılmamıştı, şimdiki gençler o bakımdan şanslı. Her şeyde olduğu gibi eğitim almak ilk aşamada hayatı daha güzel algılamaya sebep oluyor.

Geçmişteki bir çatı altında anne, baba, dede, gelin, damat birlikte yaşanan çekirdek ailelerin günümüzde dağıldığı doğrudur ancak sinemayı sevmek ve sinemasever olmak da bir başka büyük ailenin ferdi olmak mânâsına geliyor. Nitekim bizler burada ve sinema salonlarında büyük bir aile sayılırız. Bu bakımdan zaman zaman belirtildiği gibi sinema salonlarının geleceği konusunda karamsar değilim. Sinemada film seyri, bence, evimizden çıkıp o filme doğru yola koyulmakla başlıyor. Gişede kuyrukta bekleyip salona girmekle devam ediyor. Hep birlikte, topluca film seyretmenin başka bir tadı var. 1990’ların başında da İstanbul Harbiye’de benzer bir açık oturumda bir büyüğümüz 2000’li yıllara gelindiğinde sinema salonlarının yok olacağını belirtmişti. Yazarlık serüvenimin başlangıcına rastlayan o günlerde yazdığım bir yazıda sinema salonlarının kapanmayacağını yazmış, eğer kapanırsa ilk sinema eğitim kurumumuzun adının DVD ve Televizyon Eğitim Enstitüsü olarak değiştirilmesi gerekeceğini belirtmiştim. Nitekim 28 yıl geçti sinema salonları hâlâ hayatlarını sürdürüyor ve sürdürecek. Nasıl ki maçları stadyumlarda izlemenin, Cuma namazlarını camilerde kılmanın, Pazar günleri kiliselerde ayinlere gitmenin hazzı farklıysa, sinema salonlarında film izlemenin hazzı da bir başka.

Konumuza dönersek, günümüzde Arzu Film ekolüne benzeyen ve aile filmleri diyebileceğimiz filmleri zaman zaman Çağan Irmak yapıyor. Çağan Irmak’ın zirve filmi bilindiği gibi “Babam ve Oğlum” oldu. 25. İstanbul Film Festivali’nde bu filmdeki rolüyle Fikret Kuşkan En İyi Erkek Oyuncu, Şerif Sezer ise En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazandılar. Filme ayrıca Radikal Gazetesi Halk Ödülü verildi. Keza Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” da Ege bölgesinde geçen, göçmen aileleri anlatan bir filmdi ve bu film de herhangi bir festivalde yarıştırılmadı ancak 44. Sinema Yazarları Ödülleri’nde En İyi Sanat Yönetmeni ödülü aldı.

Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde de bizim mahalle havası vardı. Konusu futbol üzerine ve fazla erkek egemen bir film olsa da insanlar arasındaki o arzulanan sevgi ve saygıyı çok güzel yansıtan bir filmdi. 20. İstanbul Film Festivali’nden ve sinema yazarlarından birkaç ödül kazanmıştı.

Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatan, Seyfi Teoman’ın yönettiği “Tatil Kitabı”, 3. Uluslararası Dadaş Film Festivali’nde ve 27. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü aldı.

Atalay Taşdiken’in, annesiz büyüyen iki çocuğun göz yaşartan hikâyesini anlattığı “Kız Kardeşim” filmi 4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ve Jüri Özel Ödülüyle, 16. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nden ise Halk Jürisi En İyi Film Ödülüyle döndü.

Yeşim Ustaoğlu, “Pandora’nın Kutusu.” İstanbul’un farklı bölgelerinde yaşayan, her biri diğerinden farklı sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden habersiz, tam anlamıyla orta yaş ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı Karadeniz’in dağlarında bir yerlerde olan köylerinden gelen bir telefon ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri Nusret Hanım kaybolmuştur, aramaya çıkarlar. Filmdeki rolüyle Derya Alabora 28. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandı.

65 yaşındaki anne, huzurevinde yaşamına son vermiş, 36 yaşındaki abla annesinin vefatıyla sarsılmıştır. 32 yaşındaki erkek kardeş de yıllardır dönmediği ülkesine dönmüştür. Abla-kardeş annelerini defnederler, Büyükada’da münzevî bir yaşam sürmekte olan 71 yaşındaki babalarını bulurlar. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun “Orada” filminde büyükbaba Erol Günaydın’dır. Film, 21. Ankara Film Festivali’nde her iki yönetmene de Umut Veren Yeni Yönetmen ödülü kazandırır.

Sevgi mi, emek mi? Sıcak aile yuvası, sığınılacak kucak, Ahmet Mekin, bence güzel bir aile filmi: “Selvi Boylum Al Yazmalım”. 15. Antalya Film Şenliği, En İyi 2. Film, Yönetmen, Görüntü Yönetmeni ödülleri kazandı.

Malatya Film Festivali başladığında, tema olarak kendisine komedi filmlerini seçmişti. Daha sonra tüm filmleri kabul etmeye başladı. Gelecekte çoğunlukla aile filmlerine kucak açan bir festival haline getirilebilir ve sinemamızda aile filmlerinin çoğalmasına sebep olabilir.

Özel televizyonların yaygınlaşmaya ve sinema salonlarının seyirci kaybetmeye başladığı yıllarda Beyoğlu Emek ve Kadıköy Reks Sineması’nın iki slogan vardı, şöyle: “Sinemanın Tadı Başkadır”, “Film Sinemada İzlenir”. Dinlediğiniz için teşekkür ederim. Son / The End / Fine.

(13 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Baskıcı Toplumun Kadınları

68. Berlin Film Festivali’nin ödül listesinde yer alan güzel filmler birbirini ardına gösterime giriyor. Festivalden en iyi kadın oyuncu ödülünün yanı sıra, ‘sinema sanatında yeni ufuklar açan’ yapımlara Alman sinema tarihçisi Alfred Bauer adına verilen ödülle ayrılan ‘Mirasçılar / Las Herederas’ çok başarılı bir ilk film denemesi. Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi, iki yıl önce Venedik’ten ödülle dönen, ülkesinin yakın geçmişinden 2012 tarihli Curuguaty katliamını konu alan kısa filmi ‘Kayıp Ses / La Voz Perdida’nın ardından çektiği bu ilk uzun metrajında, kadınlar üzerinden metaforik bir dille baskıcı bir toplum portresi çizmeye soyunuyor.

Film, bir kapı aralığından izlediğimiz ev eşyalarının satılışı ile açılıyor. Ellili yaşlarını süren nazlı nazenin Chela’nın doğup büyüdüğü evdir burası. Uzun süredir birlikte olduğu, sosyal yaşamlarını çekip çeviren dışa dönük hayat arkadaşı Chiquita ile paylaşır evini. Sömürge ve diktatörlük yılları egemen sınıfının mirasçısıdır orta yaşlı Chela. Eli dardadır, eskinin mirasını birer birer elden çıkararak hayatını idame ettirmek zorundadır artık. Ancak satılan eşyalar, dededen kalma tablolara rağmen senetler zamanında ödenmediği için kısa süreliğine de olsa hapse girmek zorunda kalır Chiquita. Düzeni bozulan Chela, gönülsüzce de olsa dış hayata açılmak zorunda kalacaktır. Arabasıyla komşusunu konken partisine bırakmaya başladıktan sonra, yaşlı zengin kadınlara taksi şöförü olarak hizmet vermeye başlar. Evinde tuvalinin başında resim yapan ve eskiden kalma ritüellerle gününü dolduran Chela’nın hayatında ilk defa para kazanmak hoşuna gitmiştir. Özgürleşme yolunda attığı bu ilk adım sonrasında, konken evinde karşılaştığı çekici Angy onun cinsel heyecanını uyaracak, beklenmedik bir anda yüreğine düşen aşk Chela’nın hayatını değiştirecektir.

Latin Amerika’da geleneksel geniş bir ailede kadınlar arasında büyüdüğünü söyleyen Martinessi’nin filmi tümüyle kadın karakterler arasında geçiyor. Yönetmen özgün senaryoyu yazarken, teyzelerin, halaların, büyükannelerin diyaloglarından yola çıkmış. Ülkesinde yıllardır hüküm süren otoriter yönetimlerin baskıcı ortamını kadınlar üzerinden anlatmayı denemiş. Bu yönetimlerin, koruma kollama görünümü altında baskı altında tutmaya yönelik bir yaklaşımı olduğunu vurgulamak istemiş.

Baskıcı döneminin mirasçıları olan mutlu azınlıktan bu varlıklı kadınlar, rahat yaşayabilmek için erkek egemen toplumun kurallarını benimsemiştir. Chela’nın sevgilisi Chiquita ise bir kadın olmasına rağmen onu idare eden, mali kararları veren kişi olarak bir erkek konumunda çizilmiş. Tek başına kaldığında ve aşk aniden beliriverdiğinde Chela’nın vereceği kararı ise seyirciye bırakmayı tercih ediyor Martinessi.

‘Mirasçılar’ çok iyi yazılmış ve yönetilmiş yılın en iyi filmlerinden biri. Yönetmen Martinessi enfes bir kadın karakterler resmi geçidi içinde Paraguay’da baskı ve sınıf meselesini didiklerken, benzersiz bir aşk ve arzu hikâyesi anlatıyor. Berlinale’de aldığı en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak eden usta tiyatro oyuncusu Ana Brun’un özgürleşme süreci, ses bandında romantik Chopin noktürnünden Çaykovski’nin coşkulu 1812 uvertürüne geçişle destekleniyor.

(13 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Vücudumuz Bir Hediyedir

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan ‘Dokunma Bana / Touch Me Not’ sadece bu yılın değil, sinema tarihinin en ayrıksı yapımlarından biri. Romanyalı kadın sinemacı Adina Pintilie, gerçek ile kurmacayı özgür biçimde kaynaştırdığı ilk uzun metrajında, cinselliği ve beden algılarını sonuna kadar zorlarken, önyargıları ve korkuları didikliyor. Yaşamımızın temel mutluluk kaynağı olan tensel temas ve cinselliğin önündeki engeller ana meselesi. Kendisini de filmin içine yerleştirerek, cinsellik meselesinde tutuk kalmış gerçek hayattan bireylerin dünyasına eğiliyor. Deneysel süreçlere iştirak ederek onların arzunun nesnesi ile aralarındaki duvarı yıkmaya çalışıyor. Bunu yaparken bu konuda hem kendisinin hem de izleyicisinin ufkunu açmayı hedefliyor.

Ana karakterlerinden biri olan Laura’nın ciddi bir temas sorunu mevcut. Geçmiş aile yaşantısından kalma bir tıkanma yaşayan orta yaşlı kadın (bir sahnede sezdirildiği üzere babasıyla ilgili bir sorun nedeniyle belki), erkek fahişeleri duş alırken ve kendi yatağında mastürbasyon yaparken izleyerek cinsel ihtiyacını tatmine çalışıyor. Pintilie’nin karakterleri kabul edilir normların dışında. Küçük yaşta tüm saçlarını yitiren İzlandalı adam (‘Nói Albinói’den aşina olduğumuz Tómas Lemarquis) ve kol ve bacakları felçli Christian ile bir cinsel terapi uygulamasında tanışıyoruz. Laura’nın orta yaşlı transeksüel Hannah DeLuxe ve dokunma terapisti Seani Love ile buluşmalarına tanıklık ediyoruz.

Beden ile barışmak fikrinden yola çıkan yönetmen, toplum tarafından kabul edilmiş güzellik normlarını çöpe atmakla işe başlıyor. 13 yaşlarında tüm saçını kaybetmiş ve ayrıksı çocuk muamelesi görmüş olan Tómas, sürekli bir maskenin ardında saklandığımızı ve bir maske olarak gördüğü saçından kurtulduğu için mutlu olduğunu ifade ediyor. Önceleri kendini oradan oraya taşınan bir beyin olarak gördüğünü anlatan felçli Christian, cinsel hazla tanıştıktan sonra mutluluğa kavuştuğunu söylüyor. Hannah yıpranmış ve sarkmış bedeniyle gurur duyuyor. Arada devreye giren yönetmen Pintilie, özgürlüğün akıl almaz bir serüven olduğundan dem vuruyor. Vücudumuzun bir hediye olduğunu ve bu hediyeyi deneyimlememiz gerektiğini vurguluyor. Katman katman öfkeyi, önyargıları, suçluluk duygusunu aşarak vücudumuz ile barışmak ve içeride olup dışarı çıkmak isteyeni engelleyen ‘duvar’ı yıkmamız gerektiğinin altını çiziyor. Filmi yapma amacı da bu zaten. Gerçek karakterleri ve bizzat kendisi ile birlikte biz izleyicilerin bu deneyimi yaşamamızı ve vücudumuzla barışmamızı hedefliyor. Yargılanmaktan korkmadan vücudumuzu övmeye ve onun tadını çıkarmaya davet ediyor bizleri.

Yönetmen filmin hiçbir sahnesinde cinsel sömürüye yer vermiyor. Beyaz gri tonlarda bir laboratuvar ortamında deney fareleri gibi inceliyor insan davranışlarını, ezeli ebedi korkularımızı ve bastırılmış duygularımızı. Bu ayrıksı cinsellik oyununa katılmak isteyenler için kaçırılmaz bir deneyim ‘Dokunma Bana’.

(12 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Benim Darbem Senin Darbeni Döver: Anons

Bir dönem Türkiye’sini anlatırken, “Her on yılda bir darbe ile siyasal iktidarların sonu gelir” denirdi. Kimsenin ses çıkarmadığı bu tanımlama, ister istemez herkesin zımnen de olsa kabul ettiği bir gerçekti.

Özellikle 60’lı yıllarda bir tür “erken kalkan darbe yapar” çabası ile yüz yüze kaldık. Kimi bilinen, kimi kamuoyuna yansımadığı için gündemi pek meşgul etmeyen bu darbecik ve/veya darbe girişimleri söz konusuydu. Madem bu kadar kolaydı darbe yapmak, ne duruyorduk ki! Biz de yapardık.

Sinemanın böylesi işlenebilir, düş ve düşünce geliştirmeye açık konuları işlememesi kaçılmazdı… Ancak düne kadar askeri vesayet (bir de darbecilerin kendilerini korumak amaçlı yasaklar koymaları) nedeniyle bu konu üzerine, bu çerçevede gidilemedi. Artık askeri vesayet kalmadığı, asker korkusunun da tarihin karanlık sayfalarına atıldığı günümüzde, öylesine ortaya atılan öykülerin hayata geçmesi gerekirdi… Geçti de.

Mizah mı yoksa?

Öyküsü ilginç olmakla birlikte, yönetmenin sinema diliyle doğru orantılı bir durağanlık söz konusu… Korku geçtiğine göre, oyunculardaki “acaba, yönetmen bir şey mi diyecek” tedirginliğinin ne nedenini bulabildim ne de anlamlandırabildim.

Darbe yapmaya soyunan bir takımın, İstanbul’daki uzantıları, darbe anonsunu İstanbul Radyosu’ndan da yapmak isterler. Tek cümleyle özetlenebilse de alabildiğine işlerliği olan güzel bir konu… Ancak akmıyor. İzleyicinin yorumuna açık bırakılmış noktaları bir tarafa bırakırsak, sinemacıların kendi aralarında dedikleri “soğukkanlı geçiş” bile yeterli kalmıyor.

Başarıya gelince sıra…

Anons, 75. Venedik Film Festivali kapsamında İtalyan Ulusal Gazeteciler Birliği ve Venedik Güzel Sanatlar Akademisi’nden “Yenilikçi sinematografisi, şaşırtıcı derecede iyi ayarlanmış anlatımıyla yeni bir Akdeniz komedisi yaratıyor” gerekçesiyle, En İyi Akdeniz Filmi ödülüne layık görüldü.

Mahmut Fazıl Coşkun’un sakin sinema dili, konunun kendi gerilimini öne çıkarıyor. Bir şeyler olacak, olmalı… ama ne? Durağan kamera, alabildiğine mimiksiz ve abartısız oyuncular… Saatler geçiyor, gün ağarmak üzere ama hâlâ sorunlar var çözülmesi gereken; yani heyecan dorukta. Siz izlerken tırnaklarınızı kemirmiyorsunuz meraktan, ama onlarca soru işareti uçuşuyor gözlerinizin önünde…

Anons, yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, oyuncular Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Murat Kılıç, Şencan Güleryüz…

(11 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Irkçılık Kötüdür: Kings

En uysal kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız, tırmalar. Bu, yaşamın her anı ve her alanı için geçerli bir gözlem. İnsanlar da uygarlık geliştikçe gerginlikten ve kavgalardan uzaklaşırlar, ancak birileri buna izin vermiyor.

1992’de Los Angeles’ta, siyahi Rodney King, polisin uyarısıyla durdurulmuştu, ama şiddetten de nasibini almıştı. Bir de üstüne üstlük, adet yerini bulsun diye yargılanan polisler, serbest bırakılmışlardı. Irkçılığın bu kadarı da fazlaydı… Irkçı baskılardan bunalan siyahiler, ayaklandı.

Günler süren ve gerçekten de büyük boyutlu olarak tüm dünyanın tepkisini çeken bu ırkçı yaklaşımın ardından başlayan ayaklanmanın sinemanın (ve tabii, edebiyatın da) ilgisini çekmemesi söz konusu bile edilemezdi.

Sinemanın görevi…

Geçen yıl, Mustang filmiyle Fransa adına Yabancı Oscar Adayı olan Deniz Gamze Ergüven, toplumsal boyutu belirleyici olan bu filmi, Amerika’da Hollywood oyuncularıyla çekmiş.

Mustang filminde, Karadeniz kasabasında aile baskısı altında yaşayan kız kardeşleri anlattığı filminden de tanıdığımız yönetmenin sakin ve yalın dili Kings’te de belirgin bir biçimde önde…

Kendi yazıp yönettiği Mustang’da da “kör gözüm kör parmağına” davranmayan, senaryosunda izleyicinin yorumlamasına fırsat tanıyan Ergüven, Kings’te de senaryoya alabildiğine hakim olduğunu gösteriyor.

Oyuncuların gücü…

Halle Berry ile Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı filmde, oyunculara ve canlandırdıkları karakterlere söyleyecek söz yok. Dozunda ve rahat oynamışlar…

Filmin en önemli kozu, izleyici aslında, bir bakıma… Olayları sadece ekran aracılığıyla izliyoruz… Rodney King’i darp eden polislerın haksız yere suçsuz bulunmasıyla yaşanan karmaşa ve şiddete uzaktan -ekranların izin verdiği ölçüde- bakıyoruz. Hem zaten konu bu değil… Halle Berry, evsiz çocuklara bakıcılık yapan bir yalnız kadın. Ancak belli ki bu görevini sadece para kazanmak amaçlı, iş olarak yapmıyor… Çocuklarını çok seviyor ve onların sağlıklı gelişmesi, eğitimlerini tamamlamaları için elinden geleni yapıyor. Çevreden ve daha büyük arkadaşlarından etkilenen çocuklar, doğal olarak olayların arasında kalıyorlar. Yalnızlığı kadar gergin ve bir o kadar da saldırgan Daniel Craig ise kapı komşusu bu kadından etkileniyor. Olayların arasında kalan çocukları bulmak için birlikte çabalıyorlar.

Çıkarılması gereken ders

Futbol karşılaşmalarından “No To Racism” (ırkçılığa hayır) pankartını hatırlarsınız (Dünya Kupası finallerinde takımlar taşımışlardı). Irkçılık sadece siyah-beyaz ayrımında değil, dünyanın her yerinde yaşanan bir kavga. Irkçılığa karşı mücadele yükselirken hayatın her alanında ırkçı sataşmalar da artıyor… Buna da bağlı olarak ırkçılık duygusunun yok edilmesi gerekir. İlgi çekici bir konu, iyi bir film… ve hep bir ağızdan: Irkçılığa Hayır!

(10 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Batıda Kan Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yüzlerce güzel yabancı film izlememize sebep olan Calinos Film’e ne oldu? Radikal ve Habertürk Gazetesi gibi faaliyetini sonlandıran veya geçici durduran yapım ve ithalatçı film şirketleri de “Bu bizim son filmimiz.” şeklinde duyurmalı ki o şirketler ve filmleriyle olan anılarımızın ucu açık kalmasın. Örneğin yabancı film ithalatını durdurduğuna bir vesileyle vakıf olduğumuz ve “Belge Film seçkin filmler sunar.” cümlesiyle hafızalarımıza kazınan Belge Film’i, “Ağlayan Çayır” ile “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filmleri ne zaman aklıma gelse minnetle anarım. Calinos Film’i de minnetle anıyorum ama akıbeti hakkında bilgim olmadığı için bir burukluk duyuyorum. Yüzlerce güzel yabancı film izlememize sebep olan Calinos Film’e ne oldu? (05 Temmuz 2018)

Alkole zam gelmiş diyorlar. Ben hep 3 kadeh içiyorum; niye şikâyet edeyim ki? (10 Temmuz 2018)

Töreni TV.den izlerken lahmacun yiyelim dedik, telefonla sipariş verdik. Her zaman yeşilliğin yarısı soğan olurdu, bu sefer gelende hiç soğan yoktu. Bundan sonraki aşamada sanırım lahmacun da tamamen kıymadan yapılacak. Soğanlı lahmacunu özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Allah devlete, millete zeval vermesin. Amin. (18 Temmuz 2018)

İki seçenek var: Ya söylediğini yapacaksın veya yapmayacaksan söylemeyeceksin. Neden Didim bu lâfı, şundan Kuşadası(*): İlk iki film çok sevilmişti, tam o aşamada yönetmen “Üçüncü son olacak, tadında bırakacağım.” demişti. Bırakmadı, devam ediyor. Muhtemelen “Hızlı ve Öfkeli” veya “Uzay Yolu” gibi 8, 9…. gidecek. Hayırlısı. En azından Recep’ten (**) daha iyi bir film dizisi.
(*) Farkındayım, kötü bir espri oldu.
(**) Recep İvedik (14 Temmuz 2018)

Günün müjdesi: Bugün itibariyle zengin olma ihtimalimiz yüzde yüz arttı. Dünkü Sayısal Loto çekilişinde hiçbir şey çıkmayınca umudumu taze tutmak için lotocuya gittim, “Abi bu Çarşamba günkü oluyor, haberin olsun.” dedi. Şaşırdığımı görünce “Sayısal Loto bundan böyle haftada iki kez oynanacak.” diye izah etti. Sayısal Loto’ya haftada 12 TL yerine 24 TL vereceğimi görmezden gelirsem, zengin olma ihtimalimi ikiye katladığım için sevindim tabi ki. Dolarsa ne olur, dolmazsa ne olur hesabı yani. (15 Temmuz 2018)

Bu ifadeye bayıldım: “Mevsim etkilerinden arındırılmış işgücü göstergelerine göre” işsizlik azalmış. “Çevir kazı yanmasın.” ifadesi yerine de pekâlâ kullanılabilir. (17 Temmuz 2018)

Tek kürdan ambalajı jelatini atacak çöp kutusu bulamayınca bir süre elimde taşıdım. Sokakla caddenin birleştiği köşede elindeki süpürge ve yarım teneke benzeri saplı faraşıyla dinlenen işçi kardeşimizi görünce eğildim, hava hafif rüzgârlı olduğu için “Uçacak ama…” diyerek bıraktım. İşçi arkadaş güldü, “Sağol abi” dedi. Sanıyorum işinin ne kadar değerli olduğunu hissettirdiğim için mutlu oldu. (19 Temmuz 2018)

Eski Türkiye’de gazeteler 8 sütun olurdu. Az önce, eskiden “Amiral gemisi” dediklerinin bugünkü sayfalarını karıştırdım, genelde 6 sütun, bazı sayfalarda daraltılmış 7 sütun. Merak bu ya niye böyle diye arşivimde bulunan 8-10 yıl önceki bir gazeteyle karşılaştırdım. Günümüz gazetelerinin eni 5 cm daha küçülmüş. İyi tarafından baktığımızda memleketin kâğıt tasarrufuna katkı gibi görünen bu durum, kötü tarafından bakıldığında gizli zam gibi görünüyor. Artık varın siz, milli irade olarak karar verin. Ne diyorsanız kabulümdür, yeter ki % 50,01 olsun. (19 Temmuz 2018)

Lahmacunun adı mermacun olsun. Önce kıyma terketti garibimi, şimdi de soğan. Meydan mercimeğe kaldı; onunçün adı mermacun olsun. (21 Temmuz 2018)

Bilmeyenler için yazayım. Bizim sinema sektöründe filmleri sinemalara dağıtan şirketlere ve çalışanlarına genelde “Dağıtımcı”, seyirciye gösteren salon sahip ve yöneticilerine “Sinemacı” denir. Bu arkadaşlarımız veya kardeşlerimiz veya dostlarımız bu vatanın çocukları ve çalışanları olduklarından doğal olarak Türkçe konuşurlar. O zaman “Dağıtımcı” dediğimiz kardeşlerimizin bazıları, sinemacılara ve basına gönderdikleri önümüzdeki günlerin filmlerini gösteren listelere, hadi yabancı filmlere henüz Türkçe isim konulmamıştır, onların isimlerini İngilizce, Alamanca, Fransızca, İtalyanca, Sanskritçe, vs.ce yazsınlar da, neden ısrarla removed, untitled, live action, project gibi kelimeleri kullanırlar? Bu kelimelerin Türkçelerini kullansalar da biz yabancı dil fukarası vatandaşlar konuyu daha iyi anlasak ve hafızamıza nakşetsek olmayor mu? (Son kelime Özdemir Asaf özentisidir.) (22 Temmuz 2018)

IMDb, Türkiye’de gösterilen yabancı filmleri TRT’den daha iyi takip ediyor. Şu anda TRT 1′de “Bir Zamanlar Batıda” (C’era Una Volta il West – Once Upon a Time in the West) Türkçe adıyla gösterilmekte olan Sergio Leone’nin, başrollerinde Henry Fonda ve Charles Bronson’un oynadığı western filmini Türkiye’de sinemalarda gösterildiği “Batıda Kan Var” Türkçe adıyla kayıtlarına almışlar. Özel TV.ler ilk yıllarında yabancı filmleri ısrarla Türkiye’de sinemalarda gösterildiği Türkçe adlarıyla oynatırlardı. Tabi bu ısrarın programları düzenleyenlerin danıştığı sinema yazarı arkadaşlarımızın titiz araştırmalarından kaynaklandığını bilmiyor değiliz. Örnekte anlatıldığı üzere devlet kurumu TRT bu özeni göstermiyor. “Orijinal ismin tam çevirisiyle sunmak da bir çeşit özen göstermektir” diyerek zevahiri kurtaralım. Yabancı filmler TV.lerde mutlaka sinemalarımızda gösterildikleri Türkçe isimleriyle sunulmalıdır. Böylece aynı film muhtelif TV.lerde onlarca farklı isimle gösterilmemiş ve seyirci de yanıltılmamış olur. (22 Temmuz 2018)

(05 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]