Kategori arşivi: Yazılar

Kış Uykusu

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yerli filmlerimizin sesli çekilmediği, yabancı filmlerin dublaj yapıldığı yıllarda oyuncuları seslendiren dublaj sanatçılarının bazıları adeta ses verdikleri oyuncularla birlikte anılırdı. Genelde Hayri Esen, Ediz Hun ve Ayhan Işık’ın; Toron Karacaoğlu, Cüneyt Arkın’ın; Jeyan Mahfi Ayral, Türkan Şoray’ın; Belkıs Özener ise sinemamızın dört yapraklı yoncası, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik’in şarkılardaki sesi olarak bilinir ve hatırlanır. Yabancı film dublajlarında da efsane seslendirme sanatçıları vardır. Ülkemizde Sylvester Stallone, Sezai Aydın’ın; Anthony Quinn, Agâh Hün’ün; Robert De Niro, Ali Gül’ün sesiyle yıllarca konuşmuşlardır. 23 Mart’ta kaybettiğimiz Ercüment Balakoğlu ise ses verdiği oyuncu çokluğu açısından adeta rekor kırmıştır. Balakoğlu’nun çeşitli sinema filmi ve TV dizilerinde ses verdiği oyuncular arasında Vahi Öz, Reha Yurdakul, İsmail Hakkı Şen, Kemal İnci, Faruk Savun, Ünsal Emre, Turgut Özatay, Şemsi İnkaya, Niyazi Er, Necdet Kökeş, Orhan Çağman, Hidayet Pelit, Ahmet Açan, İhsan Baysal, Sırrı Elitaş, Tuncer Necmioğlu, Hüseyin Zan, Bilal İnci, Baykal Kent, Mümtaz Alpaslan, Kenan Pars ve daha birçok tanınmış oyuncumuz vardır. Mekânı cennet olsun. (24 Mart 2018)

Mecburi reklam izlerken yakında TV.nin sesini kısmayı, sinemada kulaklarıma tıkaç takmayı düşünüyorum. Daha geçen aya kadar Haluk Bilginer deyince “Kış Uykusu”, Ahmet Mümtaz Taylan deyince “Daha” aklıma gelirdi; dünden beri Haluk Bilginer deyince internet, Ahmet Mümtaz Taylan deyince dondurma yalamak aklıma geliyor. Sanırım son zamanlarda çok fazla reklam izlemeye başladım. (27 Mart 2018)

Önümüzdeki hafta sinemalarımıza sanki “Karı Koca Film Günleri” veya “Koca Karı Film Günleri” düzenleniyor. “Eyvah Karım” ve “Karımı Gördünüz mü?” adlı yerli filmler ile “Eski Kocam(ız)” adlı yabancı film gösterime girecek. (30 Mart 2018)

Bizim kuşak hatırlar; Allah rahmet eylesin, İhap Hulusi her Milli Piyango bileti için tablo gibi resimler çizerdi. Günümüzde yapılanlar geçmiş güzellikleri hatırlattıklarında yararlı oluyorlar fakat kaderin cilvesi, aynı zamanda kendilerini de ikinci plana atmış oluyorlar. En taze örneği Beyoğlu Belediye binası. Restorasyon sonrası karşısına geçip bakın, “Zamanının mimarları ne kadar güzel, şaheser bir taş bina yapmış.” diyorsunuz; kafanızı 50 grad (dik açının yarısı) açıyla yukarı kaldırdığınızda tepesine kondurulmuş modern ekleme katı görünce zamanımız insanının “zevksizliğine hayran kalıyorsunuz” veya “zevkine hayran kalmıyorsunuz.” İkisi de aynı şey. (31 Mart 2018)

Kuruyemişçiye girdim, “100 gram kahve ver.” dedim. Makinede çekti, kesekâğıdına doldurdu, ağzını katladı. “At şu torbaya” dedim. “Ağzını zımbalayaym abi.” dedi. “Konuşmasın diye mi?” dedim. “Evet abi.” dedi. Manalı, manalı güldük. Eski Türkiye’de böyle bir espri aklıma gelmemişti. Demek ki espri üretiminde dahi zamanın ruhu önemli. (Yine eskiden “mânâlı, mânâlı” derdik, sonra kelimeler de bozuldu.) (31 Mart 2018)

Maşallah Mehmet Selçuk Bilge, Guinness Rekorlar Kitabı’na girse yeridir. Bir filmde, birden fazla işi üstlenmede rekoru Mehmet Selçuk Bilge kırdı sanırım. 37. İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilecek olan “Kuluçka” adlı filminin künyesinde Mehmet Selçuk Bilge’nin adı şöyle yer alıyor: Yapım Şirketi: MSB Film, Yönetmen: Mehmet Selçuk Bilge, Senarist: Mehmet Selçuk Bilge, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Selçuk Bilge, Kurgucu: Mehmet Selçuk Bilge, Özgün Müzik: Mehmet Selçuk Bilge, Yapımcı: Mehmet Selçuk Bilge, Dünya Hakları: Mehmet Selçuk Bilge. (Paylaşımın başında sanatçının adını bendeniz de üç kez de kullanarak rekora katkıda bulundum.) (03 Nisan 2018)

Sinemamızda bazı sanatçılarımızın isimleri gösterilen bütün ihtimama rağmen farklı yazılagelmişlerdir. İsimlerin özelliğinden midir, nüfus memurlarının azizliğinden midir orası bilinmez. Son örnek Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği Halef adlı filmin başrol oyuncularıdır. Filmin başrollerinde Muhammet Uzuner ve Muhammed Cangören oynuyor. Diğer örneklerden ilk akla geleni Tarık Papuçcuoğlu’dur. Sanatçının soyadı film afişlerinde Papuçcuoğlu (Hayattan Korkma), Papuccuoğlu (Şevkat Yerimdar), Papuççuoğlu (Benim Adım Feridun) şeklinde de yazılmıştır. Attila Özdemiroğlu’nun (Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi) adı da bazı film afişlerinde Atilla (Kilit) olarak geçer, ki böyle yazılımına sanatçı fevkalade kızarmış. (03 Nisan 2018)

Şu sıra sinemalarda ve TV.lerde gösterilmekte olan bazı dizi ve filmlere bakınca, memleketimizin sinema sektörü ile tarım sektörü arasında benzerlikler olduğu konusunda bir çağrışım oluştu hafızamda. Şöyledir hafızamda oluşan bu çağrışım: Eskiden beri sinemamızda, filmlerin o sezon hangi konulara yoğunlaşacağı esen rüzgâra göre belirlenir. Misalen birisi tutar “Hazreti Yusuf” (başrolünde oynayan Yusuf Sezgin’in kulakları çınlasın, severim kendisini, çok tatlı adamdır) diye bir film çeker ve vizyonunu Ramazan’a rastlatır. Bu film aşırı ilgi görünce, ertesi sinema sezonunda memleket tarihinde ne kadar hazret varsa beyazperdede arz-ı endam eder. O yıl soğan çok para eder, ertesi yıl çiftçimiz domatesi, patatesi bir kenara bırakır, her yere soğan eker. Sinemalarda gösterilmiş “Bordo Bereliler 2: Afrin”, gösterilecek “Vatana Millete Can Feda”, TV.lerde gösterilmekte olan “Söz” ve “Savaşçı” gibi dizilere bakarsak, gösteri sektörümüz memleketin halihazırdaki havasından, suyundan, etinden sütünden maşallah çok güzel fayda sağlıyor. Keza Şahan Gökbakar, kendi adıyla kafiyeli “Kayhan”dan umduğunu bulamayınca yine “Ne varsa Recep’te var” deyip “Recep İvedik 6”nın çalışmalarına başladı. Gerçi Recep İvedik kabak tadı verdi ama demek ki hâlâ sevenleri var. (04 Nisan 2018)

(26 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Dünyanın Tüm Kötülükleri

Lynne Ramsay imzalı ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin / You Were Never Really Here’, sanatçının 6 yıl aradan sonra çektiği dördüncü uzun metrajı. İskoçya doğumlu sinemacıyı, ilk ikisi bizde gösterilmemiş ‘Ratcatcher’ (1999), ‘Morvern Callar’ (2002) ve ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need To Talk About Kevin’ (2011) filmleriyle tanıdık ve sevdik. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde senaryo ve erkek oyuncu dallarından çifte ödüllü son çalışmasını heyecanla bekliyorduk. Önce Adana Film Festivali’nde, daha sonra geçen senenin Filmekimi’nde seçkiye alınmış ancak yönetmenin yeni kurgusu beklendiğinden film programdan çıkarılmıştı.

Baştan söylemek gerekirse, beklediğimizin ötesinde bir film, katıksız bir başyapıt Ramsey’nin filmi. Önceki filmlerinden çok daha tekinsiz ve kapkara bir dünyayı ustalıkla tasvire soyunan sinemacı, Amerikalı yazar Jonathan Ames’in aynı adlı 90 sayfalık kısa romanından yola çıkmış. Öykünün ana karakteri Joe ile başına torba geçirmiş halde ölümü arzuladığı sahnede karşılaşıyoruz. Akabinde, gece vakti bir otel odasında tamamladığı işin kanıtlarını ortadan kaldırırken izleriz onu. Elindeki kanlı çekiç ile bir seri katil izlenimi vermektedir yüzü seçilemeyen adam. Çöp kutusunda yakılan fotoğrafının alevi çekmeceden alınan İncil ile söndürülen, yatağa saçılmış eşyalar arasında parlak rengiyle göz alan künyenin sahibi küçük kızın vahşi bir cinayetin kurbanı olduğunu düşünürüz. Joe’nun küçük kızları pedofil tacirlerin elinden kurtarmaya çalışırken her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir tetikçi olduğunu anlarız daha sonra.

Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatır öyküsünü yönetmen. Anti-kahraman Joe’nun geçmişi hakkında doğrudan bilgi vermez. Aralara onun geçmişinin hayaletlerinden ve acılı çocukluk yıllarından bölük pörçük anılar serpiştirerek, eksik parçaları izleyicinin biraraya getirmesini ister. Özgün romanın ve filmin adından hareketle ‘görünmez’ olmayı seçmiştir Joe. Çocukluğunun travmatik anılarında, Joe’nun adam öldürürken kullandığı topuz başlı çekicin benzeriyle karısına ve küçük oğluna eziyet eden baba figürü belirir. İri bedenini kaplayan derin yara izleri Afganistan’da yaşadığı dehşetli yıllardan kalmadır muhtemel. Bir küçük gofret için öldürülen küçük kızın can çekişmesi ya da konteynır içine yığılmış Uzak Doğulu ölü bedenlerin görüntüsü kafasının içinde döner durur. Yaşlı annesiyle gözlerden uzak mütevazi evinde karabasanlarıyla boğuşurken, dünyanın tüm kötülükleri peşini bırakmayacak, bir senatörün seks tacirlerince kaçırılmış küçük kızının izinde yeni aldığı işi onu daha önce yaşadıklarını aratmayacak bir dehşet girdabına sürükleyecektir.

Her filmiyle izleyicisini şaşırtan Ramsey son filmiyle kariyerinde yeni bir doruk noktasına imza atmış. Ana metnin kara film özelliklerini kendine özgü bir biçimde çözmüş. Hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Baştan itibaren saf sinemanın peşinde. Sinemada hikâye anlatımının temel özelliklerini araştırıyor. Olan biteni kelimelerle anlatmak ya da gözümüzün içine sokmaktan ziyade, duyularımızla hissetmemiz üzerine geliştirmiş çabasını. Joe’nun ne yaptığı, ne söylediği veya neden yaptığından ziyade kafasının içiyle meşgul Ramsay. Onun nefes alıp verişi, sessiz çığlığı, gözlerinden süzülen yaş, iflah olmaz ölme arzusunun nedenleriyle yüzleştirmeyi yeğliyor izleyicisini. Çağdaş sinemanın belki de en mükemmel oyuncusu Joaquin Phoenix bu açıdan en büyük şansı. Usta oyuncu da İskoçyalı sinemacı ile çalışmanın ayrıcalığını yaşarken, olağanüstü yorumuyla ‘The Master’dan sonra bir kez daha büyülüyor bizleri.

Ramsay kara film kurallarını oynarken işin kolayına kaçmıyor. Kan reva şiddet sahnelerini dolaylı yoldan vermeye özen gösteriyor. New York’ta pedofillerin ziyaret ettiği lüks randevu evinin güvenlik kamerasından aktardığı şiddet sahnelerinde, otel odasındaki kanlı hesaplaşmayı kurşunun çatlattığı aynanın camından izlediğimiz bölümde yönetmenlik dersi veriyor. Thomas Townend’in New York’un arka sokaklarını, izbe otel odalarını, lüks malikanelerini turlayan, Joe’nun alacakaranlık dünyasının içine dalan tedirgin görüntüleri, Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’un metalik müzik çalışması ve de Paul Davies’in bu kapkara dünyayı sarmalayan huzursuz ses tasarımından sonuna dek yararlanıyor. ‘Angel Baby’ benzeri pop şarkılarını vahşet yüklü sahnelerin fonuna yerleştirerek tezat ve yanılsama duygusunu pekiştiriyor. Tribünlere oynayan hesaplı bir duygusallıktan özenle kaçınıyor. Joe’nun ölmekte olan kurbanının yanına çöküp, onunla birlikte Charlene’in seslendirdiği fondaki şarkıya (I’ve Never Been To Me) eşlik ettiği unutulmaz sahnede çaresizliğin hüznünü derinden yakalıyor.

Tematik benzerliğiyle 40 küsur yıl öncesinin Scorsese klasiği ‘Taksi Şoförü / Taxi Driver’ ve anti-kahramanı Travis’e, Joe’nun annesi ile ilişkisi üzerinden Hitchcock’un ünlü filmi ‘Sapık / Psycho’ya selam gönderen Lynne Ramsay filmi, klasik anlatımı reddeden yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle şimdiden sinema tarihine geçmeyi hak ediyor.

(24 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cannes’da Altın Palmiyeler Sahiplerini Buldu

71. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. Avustralya asıllı oyuncu Cate Blanchett’in başkanlığındaki ana jürinin kararı doğrultusunda Altın Palmiye en iyi film ödülü Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda imzalı ▲‘AİLE MESLEĞİ / Manbiki Kazoku’ filmine gitti. 1995 yapımı ilk uzun metrajı ‘Maborosi’den beri kariyerini hayranlıkla takip ettiğimiz sinemacının önceki filmleri ülkemizde vizyon şansı bulamamıştı. Usta sinemacı bir kez daha sıcacık aile öyküsüne soyunduğu bu son çalışmasında, soğukta sokağa bırakılmış küçük kız çocuğuna kol kanat geren yoksul ama sevecen ailenin hikâyesini anlatıyor. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden izler taşıyan ve bizde Arzu Film ekolünün örneklerini çağrıştıran bu güzel filmin sinemalarımıza gelmesini bekliyoruz.

Festivalin ikincilik ödülü sayılabilecek Büyük Jüri Ödülü ‘BLACKKKLANSMAN’► filmine verildi. Siyahi yönetmen Spike Lee’nin ‘Doğruyu seç / Do The Right Thing’den tam 29 yıl sonra Cannes’a dönüş yaptığı yapım, gerçek bir olaydan yola çıkmak suretiyle ABD’nin güneyinin kanayan yarasına, ırkçılık sorununa odaklanıyor. Filmi 2019 yılı Oscar favorileri arasında göreceğimizi şimdiden tahmin etmek zor değil. Üçüncülük ödülü olarak kabul edilen Jüri Ödülü bu yıl Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin yeni çalışması ‘CAPHARNAÜM’e gitti. Lübnanlı sinemacı genel olarak fazla duygusal bulunan filminde çoğunlukla amatör oyuncular kullanıyor ve filme adını veren küçük balıkçı köyünde geçen mizah ve hümanizm yüklü öyküsünde yarı belgesel bir anlatıma başvurmuş.

En iyi yönetmen ödülü, Oscarlı ‘İda’nın yaratıcısı Pawel Pawlikowski’nin oldu. Polonyalı usta sinemacının tadına doyulmaz yeni siyah-beyaz çalışması ‘SOĞUK SAVAŞ / Zimna Wojna’► adını taşıyor ve 1950’lerde Polonya, Berlin, Yugoslavya ve Paris’te geçen birbirinden tamamen farklı karakterlere sahip bir kadın ve bir erkek arasındaki tutkulu ama imkansız bir aşkın öyküsü üzerinden ilerliyor. En iyi senaryo ödülü geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu sene de iki film arasında paylaştırıldı. Bunlardan ilki olan ‘MUTLU LAZZARO / Lazzaro Felice’, dört yıl önce ‘Mucizeler / Le Meraviglie’ ile büyük jüri ödülünü kazanan Alice Rohrwacher imzasını taşıyor. İtalyan yönetmen 50 yıllık bir zaman dilimi içinde bir yolculuğu anlattığı filminin bilim-kurgu olmadığının altını özellikle çizdiğini belirtmek gerekir. Senaryo dalında ikinci ödülü kazanan ‘ÜÇ YÜZ / 3 Rokh’ ülkesinden yurt dışına çıkış yasağı halen sürmekte olan Cafer Panahi’nin son çalışması. İranlı yönetmen, kariyerlerinin farklı dönemlerini yaşamakta olan üç aktrisin öykülerini anlatmış bu kez.

Cannes’ın gediklilerinden olan ve daha önce ‘Gomorra’ ve ‘Gerçeklik / Reality’ ile iki kez ikincilik ödülü almış olan İtalyan sinemasının çağdaş ustalarından Matteo Garrone imzalı ‘DOGMAN’►in pek tanınmamış oyuncusu MARCELLO FONTE en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Garrone’nin filmi, seksenli yılların sonunda Roma kırsalında yaşanmış bir cinayet ve intikam öyküsünden yola çıkan hayli sert bir yapım. En iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Tulpan’ ile gönüllerimizi fethetmiş Kazakistan doğumlu Sergey Dvortsevoy, on yılın ardından çektiği ikinci uzun metrajı ‘AYKA’daki rolüyle büyük beğeni toplayan SAMAL YESLYAMOVA kazandı. Kanunsuz olarak Moskova’da çalışan ve doğum yaptıktan sonra hastanede bıraktığı bebeğini pişman olup geri almak için mücadele veren Kırgız kızındaki performansı övgüyle karşılandı.

Festivalin çeşitli bölümlerinde gösterilen ilk ya da ikinci filmlere takdim edilen Altın Kamera ödülü bu yıl ‘KIZ / GIRL’▼ filminin oldu. Eşcinsel Palmiye ile de ödüllendirilen bu ilginç yapım, kısa filmleriyle ödüllü Belçikalı Lucas Dhont’un ilk uzun metrajı. Balerin olmak için çırpınan transseksüel gencin hikâyesinde VICTOR POLSTER’in övgüyle karşılanan yorumu kendisine filmin yer aldığı ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinin en iyi performans ödülünü getirdi. İran asıllı sinemacı Ali Abbasi imzalı ‘SINIR / Grans’ şaşırtıcı öyküsü ve makyajla deforme edilmiş çehreleriyle rollerini yorumlayan iki baş oyuncusuyla festivalin en dikkate değer filmlerinden biriydi. Yine bu bölümde Ukraynalı tanınmış sinemacı SERGEY LOZNITSA, iç savaşın acılarını konu ettiği ‘DONBASS’ ile en iyi yönetmen, İranlı genç sinemacı MERYEM BENMÜBAREK ülkesindeki kadın sorununu irdelediği ‘SOFIA’ ile en iyi senaryo ödülüne layık görüldü. Festivalin prestijli yan bölümlerinden ‘Yönetmenlerin 15 Günü’nde gösterilen Gaspar Noé’nin son kışkırtıcı denemesi ‘DORUK NOKTASI / Climax’ CICAE’nin Sanat Sineması Ödülü’nü kazandı.

Ana yarışmada yer alan festival broşüründe ‘sadece sessizlik, yalnızca devrimci bir şarkı, bir elin beş parmağı gibi beş bölümlük bir öykü.’ ifadeleriyle tanıtılan son denemesi ‘İMGE KİTABI / Le Livre D’Image’ vasıtasıyla 87 yaşındaki efsanevi sinemacı Jean-Luc Godard özel bir Altın Palmiye uğurlandı festivalden. Yoğun diyalogları nedeniyle aynen bir önceki ‘Kış Öyküsü’ gibi bir nehir romana benzetilen son Nuri Bilge Ceylan filmi ‘AHLAT AĞACI’, tanınmış sinema yazarı Michel Ciment başkanlığındaki FIPRESCI Eleştirmenler jürisince en iyi film seçilen ve göz kamaştırıcı görselliğiyle festivalin en iyilerinden biri olarak kabul edilen Güney Koreli sinemacı Lee Chang-Dong imzalı ‘BURNING’ gibi ana seçki ödül listesine giremediler. 71. Cannes Film Festivali, Terry Gilliam’ın çekimlerini tam 20 yıldır türlü aksilikler yüzünden tamamlayamadığı olay filmi ‘DON KİŞOT’U ÖLDÜREN ADAM / The Man Who Killed Don Quixote’un gösterimiyle sona erdi.

(20 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bana Onun Kellesini Getirin

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Seyir sırasında filmden sıkılıp salonu terk eden seyirciler sayesinde yeni bir hayranlık türü keşfettim. Çıkarken perde önünden geçmek zorunda kalan ve görüntüyü zedelememek için eğilerek ve lap lap lap yürüyerek çıkan tüm seyircilere hayran olduğumu belirtirim. Gerçi bu hayranlığım hareketin sadece kafa eğme bölümüne ama olsun hayranlık hayranlıktır. En azından gürültülü bir şekilde salonu terk etmenin ne kadar çirkin bir hareket olduğunu sadık izleyicilere göstermiş oluyorlar. Hayranlık uyandıran diğer bir seyirci türü de filmin sonrasında yapılan söyleşilerde olumsuz görüşlerini belirttikten hemen sonra salonu terk eden seyircilerdir. Halbuki söyleşinin sonunu bekleseler muhtemelen görüşlerini değiştirecek ve filmi anlayacaklardır. Tecrübeyle sabittir ki seyrettiğim ve sevemediğim onlarca filmin söyleşisini izledikten sonra zat-ı kendimin kanaati olumluya evrilmiştir. (22 Şubat 2018)

Tuhaf bir film değerlendirmesi: Neyse ki filmleri bedava seyrediyorum, yoksa gişeye gidip bilet parasını geri isteyecektim. Sanat ve sanatseverlik farklı bir yaratıcılık ve beğeni içeriyor. Sinema salonlarında karşılaştığımızda temizlikçi kardeşlerimize hiç dikkat etmeyiz ama filmde onları sanattır deye 10 – 15 dakika temizlik yaparken izleriz. Keza şehirlerarası yollarda seyahat ederken koyun sürüsünü görürüz de çobanları fark etmeyiz bile. Gelgelelim bir western filminde, bildiğin inek çobanını “Amerikan kovboyları Aslan Cinotri” diye kahraman niyetine hayran hayran izleriz. Hakeza yolda giderken arabadan üzerimize çamur sıçrasa yarım saat oramızı buramızı silkeleriz fakat filmde oyuncular baştan sona çamur içinde cenk ederler avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Demem o ki festivallere film seçen kişilerin adları da jüri üyeleri gibi açıklanmalı ki beğenilerimizi belirteceğimiz muhataplarımız olsun. Tuhaf bir şekilde başlayan bu paylaşımı tuhaf bir şekilde bitireyim: Film seyrederken önümdeki sırada cep telefonunu açan seyirciye ilk defa hak verdim. Sanıyorum filmden sıkıldı. (24 Şubat 2018)

Ne zaman açsak, şu küçüçük çerçevede sağ olsun Facebook “Ne düşünüyorsun Sadi?” diye hâl hatır soruyor. Emeklilikten sonra ikinci meslek olarak sinemacılık ve filmciliği seçtiğim için buradan çoğunlukla bu iki konuyla ilgili paylaşımlarda bulunuyorum. Olur da takipçilerimin bazıları hep aynı konuları dilime doladığımdan sıkılır diye bir öneride bulunmak isterim. Böyle durumlarda, “Sadi Bey yine saçmalamış” diye aklınıza gelirse ne olur, bir TV kanalını açıp 5 dakika futbol yorumcularını ve yıldız falcılarını dinleyiniz. Her türlü sıkıntınızın, ağrınızın, sızınızın, karamsarlığınızın, bunalımınızın, gelecek kaygınızın, geçmiş pişmanlığınızın sona ereceğine garanti veriyorum. (26 Şubat 2018)

1970’lerde devlette sendikalı işçi olarak çalışırken 2 gün sakal tıraşı olmadan işe gittiğimizde personel müdürümüz “Devlet ciddiyetine yakışmıyor.” diye ikaz ederdi. Ki dağda bayırda, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki enerji nakil hatlarında çalışır, insan yüzü görmezdik. Şimdi maşallah bakan da bakmayan da sakallı. O nedenle biz, bıyıksız, sakalsız, saçı boyasız, naturel erkek milleti acilen korumaya alınmalı çünkü ülkemizdeki son örnekler olabiliriz. (01 Mart 2018)

Kendimizi, hayattan gelen her şeye olumlu bakmaya zorlamalıyız. Örneğin, unutulmak bile bir ayrıcalıktır. Hatırladığınız onbinlerce şey arasında beni unutmuşsanız bu bir özel durumdur; bundan dahi çok mutlu olmalıyım. (“Hasretinden yandı gönlüm” şarkısının müziğinin, kanun, ney ve piyano karışımından dinlediğim enstrümantal versiyonunun verdiği ilhamla.) (04 Mart 2018)

Telefondaki sanal Siri’ye “Merhaba hayatım.” dedim, “Selam tatlım.” diye cevap verdi; “Allah senin…” dedim, “Sana bu kadar yaptığım yardımdan sonra mı?” diye sordu. Bu sanal anekdotum sizlere de ders olsun. Sanal dahi olsa siz siz olun sözle bile tacizde bulunmayın. (06 Mart 2018)

Ekrandan “Bakın şimdi, doğa bize burasını hediye etmiş, doğaya zarar vermemeliyiz, olduğu gibi muhafaza etmeliyiz.” diye seslenince kafamı kaldırdım, ekranda doğayla ilgili faydalı tavsiyelerde bulunan BRC Seyirci Kalmayın Programı var. Kamera vadiyi öyle bir yerden gösteriyor ki, ekranın sağ tarafındaki sevimli sunucunun küpeli sol kulağını görmemek mümkün değil. Doğayı koruma öğüdü veriyor ama kulağını deldirdiği için sanıyorum doğaya zarar verdiğinin farkında değil. Neticede küpe de vücuda yapılmış bir HES sayılır. (07 Mart 2018)

Güftekâr yazmış, bestekâr bestelemiş: “Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi.” Doğrudur ama bir de Ada’nın gözünden bakarsak, acaba “Yine bu yıl sen, O’nsuz adanın içine sindin mi?” (11 Mart 2018)

“Martı” adlı yerli filmin “Martı”n 23’ünde gösterime girmesi de çok manidar. (21 Mart 2018)

Tesadüfün bu kadarı / Aynıyla vaki: Bu sabah Çağan Irmak’ın son filmi “Çocuklar Sana Emanet”in basın gösterimine giriyoruz, ev sahibi, filmin yapım şirketi Avşar Film’in Yapım Koordinatörü Murat Çiçek’le kapıda karşılaştık. Espri yapayım dedim, “Murat Şeker, hep filmin sonunda kanaatimizi sorarsınız, değişiklik olsun, girerken söyleyeyim, filminiz çok güzel olmuş.” dedim. O anda etraftaki bir-iki arkadaş gülümsedi. Murat da “Abi, bana bir de İzmit’teki sinemacı arkadaş hep yönetmen Murat Şeker’in adıyla hitap eder, gülüşürüz.” dedi. Sektörün iki şeker adamının adı Murat olunca insan mecburen böyle duruma düşebiliyor. Murat Çiçek’ten özür dilerken “Neyse Murat Şeker’le karşılaşınca O’na da Murat Çiçek derim.” diyerek şakamı sürdürdüm. Filmi seyrettik, çıktık, Erdoğan Mitrani’yle Kanyon’un yemek masaları işgalindeki koridorundan yürüyoruz, kim çıktı karşımıza dersiniz: Murat Şeker. Anlattım durumu Murat Çiçek’e, bir kez daha gülüştük. Murat Şeker de tam o saatte bir arkadaşıyla buluşmaya gelmiş Kanyon’a. Bir filmin senaryosuna böyle bir bölüm koysanız kimse inanmaz, neyse ki şahitlerim var. İnanabilirsiniz. (21 Mart 2018)

(16 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Deadpool 2

Geçmişten gelen ama geleceği olmadığına inanan Deadpool, bu kez de bir taraftan güldürüyor, bir taraftan da hoşça vakit geçirtiyor.

2016’da ilkini izlediğimiz ve tadı damağımızda kalan Deadpool, aynı mizahi duygu, aynı vurdumduymazlık (bu açılıyor filmde, belirleyici olan da bu zaten), aynı aksiyonla yeniden karşımızda.

Devam filmlerinin sorunları

Film boyunca, Deadpool’u takip ettiği apaçık belli olan izleyicinin göndermeleri anladığını, buna bağlı olarak da kahkaha ve kıkırdamayla yanıtladığını hemen baştan belirteyim.

Ancak ilk filmdeki heyecanlılık, ilk filmdeki merak ve hareketlilik bu filmde yoktu, muhteşem bir açılışa rağmen.

Ryan Reynolds, başrolle yetinmemiş yapımcı olmasının yanında senaryoya da imza atmış. Doğal olarak kendine uygun diyaloglar yazmış ama ilk filmin yönetmeni de değişmiş, yani sinema dilinde de değişiklik var. Belki bana öyle geldi, izleyicisi çok sevebilir ama klasik devam filmi sendromu Deadpool 2’de de yaşanıyor.

Gelecekten gelen…

Cable, yani gelecekten gelen, Deadpool’un kız arkadaşı Vanessa’yı öldürünce, ölümsüz Deadpool da ölmek ister. Kolay değildir ölmek, orası Türkiye mi? Sahi, Aziz Nesin öyküsünde geçer, sizler de hatırlarsınız… Demiryoluna yatar, tren gelmez. Havagazını açar, ciğerleri bayram eder, çünkü temiz hava gelmektedir borulardan. Fare zehri içer, bir şey olmaz. Keyifle bir yemek yiyebilmek için lokantada zehirlenir… Zaten ölümsüzdür ve bir çocuğu kurtarması gerekir. Film o çocuğun kurtarılması öyküsü. Ödülü de ölüm hakkı alabilmek.

Alabilecek mi acaba? Onca heyecan, onca hareketlilik, onca düş ve duygu karşısında alıp alamadığına siz karar vereceksiniz.

Ramazanda, hem de bu sıcakta güzel vakit geçirmek için…

Sinemalarda…

(16 Mayıs 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hemşire

Her koyunun kendi bacağından asılacağı, dolayısıyla da kişinin kendi suçunun cezasını kendisinin çekeceği söylenir. Siz de karşılaşmışsınızdır, polisiye olması gerekmiyor illa ki, birçok cezayı en ilgisiz insanlar çekiyor. Timsah gözyaşlarıyla bir iki konuşuluyor, sonrası… yok. Gerçekten de bizi asıl ilgilendiren durumlara karşı bizim yapabileceğimiz pek bir şey yok.

Cumartesi Anneleri

Çocukları gözaltında kaybolan anneler, yıllardır yaz kış, soğuk sıcak, yağmur fırtına demeden Galatasaray’da toplanıyor, çocuklarını arıyorlar. Haklı olduklarını, Mısır’da sağır sultan bile duydu da, bizim yöneticilerimiz üzerlerine, gazlı coplu polisi salıyor. Onlar yılmıyorlar yine de. Çocuklarını arıyorlar, talepleri de zor değil: gözaltında kaybedilen çocuklarının mezarlarının bilinmesi.

Sinemanın durumu…

Yaşanan toplumsal olaylar, direnişler, gerilimler, hatta seçimler ve seçimler boyunca yaşananlar, sinemacıların ilgi alanındadır ve hemen filmini çekerler. Bizim ülkemizde bu, biraz geç oluyor. Biraz zor ve üstü kapalı yapılıyor, çünkü egemen erk izin vermiyor; bir başka deyişle baskısına ara vermediği için kimse böylesi bir girişimde bulunamıyor.

Sadece sinema için değil, diğer sanat alanları için de geçerli bu durum. Romanını yazmak da, resmini yapmak da, heykelini yontmak da, dansını düzenlemek de kolay değil.

Belgesel yönetmeni Dilek Çolak, büyük bir özveri, cesaret ve inançla Hemşire filminde yaşanan toplumsal travmanın bir kısmını sunuyor bizlere izlememiz için.

Hayattan bir kesit

Yaşadığı sıkıntılar bir yana, bir de şişmanlıkla boğuşan hemşire Leyla, F tipi hapishaneden açlık grevi yaptığı için hastanede bir odaya kapatılan Kerem ile içsel bir duygu paylaşımı yaşar. Bir kesittir anlattığı Çolak’ın… Martı, yeşillik ve uçsuz bucaksız gökyüzü… Sahi, bu iki kelimeyle pek bir şey anlaşılmıyor, filmi izlemek gerekir. İki zıt kutup gibi gözüken iki kişi, demir parmaklıkların arkasında kendilerince, kendilerine özgü bir dünya kurarlar. Gerisi size kalmış…

Sakin dili ve iyi görüntüsüyle, birleşen iyi oyunculuk filmin anlam düzeyine katkıda bulunuyor. Sadece küçük bir nokta… içimi acıttı. Kerem’i oynayan Sermet Yeşil de, yönetmen Dilek Çolak da, Taner Barlas’ın, Bach’tan uyarlanan “Martı”sındaki müthiş oyunculuğunu görmüş olsalardı keşke.

Hemşire, Yönetmen Dilek Çolak, Oyuncular Evren Duyal, Sermet Yesil, Aytaç Öztuna… 11 Mayıs’tan itibaren gösterimde…

(09 Mayıs 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Cannes Film Festivali 71 Yaşında

08 – 19 Mayıs 2018 tarihleri arasında düzenlenen Cannes Film Festivali bu yıl 71. yaşını kutluyor. Festivalin afişini Jean-Luc Godard imzalı 1965 yapımı ‘Pierrot Le Fou / Çılgın Pierrot’dan alınmış Jean-Paul Belmondo ile Anna Karina’nın ünlü öpüşme sahnesi süslüyor. Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın jüri başkanı ise Avustralyalı ünlü aktris Cate Blanchett. Çinli Chang Chen, Fransız Léa Seydoux ve Amerikale Kristen Stewart jürinin diğer oyuncu üyeleri. Geçtiğimiz yıl ‘Sevgisiz’ ile gönülleri fetheden Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev, yeni sürüm ‘Blade Runner’ ile karşımıza gelen Kanadalı Denis Villeneuve, Ermeni asıllı Fransız sinemacı Robert Guégidian ve Amerikalı yazar yönetmen ve yapımcı Ava DuVernay jürinin yönetmenler kanadını oluştururken, Afrika kıtasını temsilen Brundili söz yazarı/besteci şarkıcı Khadja Nin ile ekip tamamlanıyor.

Tanınmış İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin İspanya’yı mekân almış son çalışması ‘TODOS LO SOBEN / Herkes Biliyor’ hem festivalin açılış filmi olarak seçilmiş, hem yarışmaya dahil edilmiş. Başrollerinde Javier Bardem / Penelope Cruz çiftinin yer aldığı yapımda, Buenos Aires’te yaşayan ve bir kutlama için baba ocağı İspanya köyüne dönen ailenin hayatı beklenmedik bir olayla altüst oluyor. Farhadi’nin hemşerisi Cafer Panahi’nin yeni filmi ‘ÜÇ YÜZ’ seçkinin İranlı yönetmenlerden gelen bir diğer yapımı. Ülkesinden yurt dışına çıkış yasağı halen sürmekte olan Panahi’nin filmi, kariyerlerinin farklı dönemlerini yaşamakta olan üç aktrisin öyküleri üzerine kurulmuş. Cannes Film Festivali’nden en çok ödül kazanmış yönetmenler arasında yer alan değerli sinemacımız Nuri Bilge Ceylan’ın son projesi ‘AHLAT AĞACI’ yarışmanın iddialı isimlerinden. Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin ve Özay Fecht’in aralarında bulunduğu zengin bir oyuncu kadrosuna sahip, üç saati aşan süresiyle seçkinin en uzun filmi olan yapım, kapanıştan bir gün önce gösterilecek. Ceylan’a şimdiden sonsuz başarılar diliyoruz.

Festivalin Fransız sinemacılar ayağı her sene olduğu gibi ağırlığı oluşturuyor. Efsane sinemacı Jean-Luc Godard’ın 87 yaşında çektiği son denemesi ‘LE LIVRE D’IMAGE / İmge Kitabı’ festival broşüründe ‘sadece sessizlik, yalnızca devrimci bir şarkı, bir elin beş parmağı gibi beş bölümlük bir öykü.’ ifadeleriyle tanıtılmış. Stéphane Brizé, Cannes’dan ödüllü deneyimli oyuncusu Vincent London’a başrolü verdiği ‘EN GUERRE / Savaşta’ ile ‘İnsanın Değeri’nin ardından bir kez daha emekçilerin sözcülüğüne soyunuyor. Christophe Honoré, ‘PLAIRE, AIMER ET COURIR VITE / Hoşlanmak, Sevmek ve Hızlı Koşmak’ genç Arthur ile deneyimli yazar Jacques arasında gelişen eşcinsel aşk üzerine. Yarışmaya sonradan dahil olan Yann Gozalez imzalı ◄‘UN COUTEAU DANS LE COEUR / Kalpte bir Bıçak’ yönetmenin cüretkâr ilk filmi ‘Les Rencontres D’Après Minuit’ benzeri bir olay yaratacağa benzer festivalde. 70’li yılların sonunda porno filmler çeken bir kadın yapımcının bir seri katil ile mücadelesini anlatan filmde popüler Fransız aktris Vanessa Paradis başrolde. ‘LES FILLES DU SOLEIL / Güneşin Kızları’ ile Fransız sinemasından yeni bir yönetmeni tanıyacağız. Eva Husson imzalı yapım, Işid’e karşı savaşan Ezidi Kürt kadınların mücadelesini perdeye aktarıyor.

Netflix’in olaylı bir anlaşmazlık sonucu filmlerini geri çekmesinin de etkisiyle festivalde yer alan Amerikan filmlerinin sayısı, önceki yıllara göre daha az bu yıl. Ana yarışma seçkisine dahil olan ‘BLACKKKLANSMAN’ bunlardan biri. Siyahi yönetmen Spike Lee’nin ‘Do The Right Thing / Doğruyu Seç’ten tam 29 yıl sonra Cannes’a dönüş yaptığı yapım, gerçek bir olaydan yola çıkmak suretiyle ABD’nin güneyinin kanayan yarasına, ırkçılık sorununa odaklanıyor. ‘Peşimdeki Şeytan’ filmiyle tanıdığımız David Robert Mitchell imzalı ‘UNDER THE SILVER LAKE / Gümüşi Gölün Altında’▼ ise bir kayıp vakasının izinde gizemli bir serüven vadediyor.

Amerikalıların eksikliğini Uzak Doğu sinemasının tanınmış ustalarının filmleri ile dengeliyor festival. Festivalin gediklilerinden Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda yine sıcacık bir aile öyküsüyle karşımıza geliyor. ‘YANKESİCİLER’ soğukta sokağa bırakılmış küçük kız çocuğuna kol geren yoksul ama sevecen bir ailenin hikâyesi üzerine. Daha az bilinen bir diğer Japon sinemacı olan Ryusuke Hamaguchi ‘ASAKO 1 & 2’ adlı yapıtında, birkaç yıl arayla fiziki olarak birbirine çok benzeyen zıt karakterli iki erkeğe aşık olan 21 yaşındaki Asako’nun tercihleri üzerinden ilerliyor. Cannes’dan ödüllü Çinli usta Jia Zhang-Ke’nin ‘SAF BEYAZ KÜL’ adlı son filmi, yüzyıl başından günümüze sert bir sevda öyküsünü ülkesinin kanunsuz yeraltı dünyası fonunda anlatıyor. Yine Cannes’dan ödüllü Koreli usta Lee Chang-Dong, sinemaseverleri büyülemiş ‘Şiir’den sekiz yıl sonra ‘YANAN’ ile Cannes’a dönüyor. Haruki Murakami’nin kısa hikayesinden yola çıkan yapım, iki erkek ve bir kadın arasında kundakçılık saplantısıyla yön değiştiren gerilimiyle festivalin öne çıkan filmlerinden biri olabilir.

Bu yıl festivalde iki İtalyan filmi yer alıyor. Dört yıl önce ‘Mucizeler’ ile büyük jüri ödülünü kazanan Alice Rohrwacher imzalı ‘LAZZARO FELICE / Mutlu Lazzaro’nun hikâyesi şimdilik sır gibi saklanıyor. Ancak bildiğimiz kadarıyla 50 yıllık bir zaman dilimi içinde zamanda yolculuk eden ama yönetmenin ifadesiyle bilim-kurgu olmayan bu yapımı merakla bekliyoruz. Daha önce ‘Gomorra’ ve ‘Gerçeklik’ ile iki kez ikincilik ödülü almış olan İtalyan sinemasının çağdaş ustalarından Matteo Garrone imzalı ▲‘DOGMAN’ ise, seksenli yılların sonunda Roma kırsalında yaşanmış korkunç bir cinayet ve intikam öyküsünden yola çıkan hayli sert bir yapım.

Yarışma seçkisinin son 5 filmi farklı ülke sinemalarından gelen iddialı filmler. Oscarlı ‘İda’nın yönetmeni Pawel Pawlikowski yine tadına doyulmaz bir siyah-beyaz çalışmayla Cannes’da. ‘ZIMNA WOJNA / Soğuk Savaş’ 1950’lerde Polonya, Berlin, Yugoslavya ve Paris’te geçen birbirinden tamamen farklı karakterlere sahip bir kadın ve bir erkek arasındaki tutkulu ama imkânsız bir aşkın öyküsü. ‘Öğrenci’ adlı ilk uzun metrajıyla radarımıza giren Rus sinemacı Kirill Serebrennikov ‘LETO’da,▼ Led Zeppelin ve David Bowie gibi rock yıldızlarından etkilenmiş bir grup Rus müzisyenin 1981 yazında yaşanmış aşk, dostluk ve rock tutkularının izini sürerken gerçek karakterlerden yola çıkmış. ‘Tulpan’ ile gönüllerimizi fethetmiş Kazakistan doğumlu Sergey Dvortsevoy, on yılın ardından çektiği ikinci uzun metrajı ‘AYKA’da kanunsuz olarak Moskova’da çalışan ve doğum yaptıktan sonra bebeğini hastanede bırakan Kırgız kızının pişman olup çocuğunu bulmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki yarışmaya seçilen yeni filmi ‘CAPHARNAÜM’da yine çoğunlukla amatör oyuncular kullanıyor ve filme adını veren küçük balıkçı köyünde geçen mizah ve hümanizm yüklü öyküsünde yarı belgesel bir anlatıma başvuruyor.

Festivalde bir ilk film de yer alıyor bu sene. Üç yıl öncesinde yine bir ilk film olarak yarışmış ‘Saul’un Oğlu’nun Oscar’a kadar giden dünya çapındaki başarısı düşünüldüğünde A. B. Shawky imzalı ‘YOMEDDINE’i ilgiyle beklediğimizi vurgulamak isterim. Cüzzamlı bir adam ile onun öksüz çırağının ailelerinden kalanları bulmak için yaşadıkları koloniden Mısır’ın merkezine yaptıkları zorlu yolculuğun hikayesini anlatıyor Mısırlı sinemacı. Festivalde yarışma dışı olarak gösterilecek olan Lars von Trier imzalı ‘THE HOUSE THAT JACK BUILT / Jack’in İnşa Ettiği Ev’▼ belki de yarışma filmlerinden daha heyecanla beklendiğini vurgulamak isterim. 2011 yapımı ‘Melancholia’nın basın toplantısı sırasında Nazi sanatına hayranlığını dile getirdiği olaylı konuşmasının ardından festival yönetimince aforoz edilen sinemanın haşarı çocuğu, başrolünde Matt Dillon’un yer aldığı bir seri katil öyküsüyle Cannes semalarına dönüşe hazırlanıyor. Festivalin kapanışı için Terry Gilliam’ın yönettiği ‘THE MAN WHO KILLED DON QUIXOTE / Don Kişot’u Öldüren Adam’ın yarışma dışı gösterilmesi planlanmış durumda, ancak gösterimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz bilinmiyor. Çekimleri tam 20 yıldır türlü aksilikler yüzünden tamamlanamayan bu olay filmin yapımcılarından Paolo Franco filmin Cannes gösterimini engellemek için mahkemeye başvurmuş durumda. Festival yönetimi Gilliam’ın yanında olduğunu açıkladı. Durum 07 Mayıs’taki duruşmada kesinlik kazanacak.

(06 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kirli Bir Düzende Temiz Kalmak Mümkün mü

70. Cannes Film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünün büyük ödülünü kazanmış olan ‘İnatçı Bir Adam / Lerd’ sürpriz bir kararla vizyona girdi. Film yurt dışında ‘Dürüst Bir Adam’ adıyla gösterilmişti. Halen sinemalarımızda gösterilen kopyada çevirmen Engin Ertan da aynı adı kullanmış. İthalatçı film şirketinin son andaki karar değişikliği diyelim ve bu güzel film hakkında konuşmaya başlayalım.

Film, muhalif tutumu nedeniyle üniversiteden atılmasının ertesinde, karısı ve küçük oğlu ile şehirden uzakta bir köyde süs balığı yetiştiriciliği yaparak sakin bir hayat sürmeye çalışan Reza’nın hikâyesini anlatıyor. Reza her türlü yolsuzluğa karşı çıkmış idealist bir insandır. Borç faizinin düşürülmesi için banka yöneticilerine rüşvet vermek yerine karısının arabasını düşük fiyattan satmayı yeğleyecektir filmin ilk sahnelerinden birinde. Hedefi, yılbaşı öncesinde talebi artan kırmızı süs balıklarından kazandığıyla borcunu kapatabilmektir. Ancak çiftliğinin yanıbaşına konuşlanmış ve arazisinde gözü olan ‘şirket’ onu rahat bırakmaz. Şirketin bölge eşrafından adamı Abbas önce balık havuzunun yararlandığı nehir suyunun akışını engeller. Aralarında yaşanan arbede sonrasında sahte bir raporla üç gün gözaltında tutulur Reza. Bu süreçte balıkları zehirlenir, sermayesini yitirir. Doktorundan polisine, hakiminden belediye başkanına tüm idari erkanın rüşvet aldığı kirli çarkı dehşetle gözlemleyen genç adam, ahlaki yozlaşmanın had safhaya vardığı bu düzende dürüst kalabilecek midir.

İranlı sosyolog sinemacı Mohammad Rasoulof’un altıncı uzun metrajı ‘İnatçı Bir Adam’. Yönetmen aynen baş karakteri Reza gibi iflah olmaz bir muhalif. İran rejimini eleştirdiği, toplumsal yozlaşmayı her fırsatta dile getirdiği için yasaklı yönetmenler arasında. Bu nedenle devlet sansürünün hışmına uğrayan filmlerinden hiçbiri ülkesinde gösterilememiş. İran’daki devlet sansürü üzerine 2008 yılında bir belgesel bile çekmiş. İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz 2013 yapımı ‘Elyazmaları Yanmaz’dan sonra başı iyice derde girmiş. İran rejiminin 21 yazar ve gazeteciye suikast planladığı 1995 yılında yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak çekilen bu filmde yönetmen, hapishane anılarını gizlice kâğıda aktaran yazar Kasra’nın yaşadıklarından hareketle otoriter rejimin net bir resmini çizer. Cannes’dan FIPRESCI ödülüyle dönen film üzerine önce 6 yıl hapis cezası alan, daha sonra ceza süresi 1 yıla indirilen ve rejim tarafından ‘akıllı ol’ uyarılarına maruz kalan Resulof, yılmadan gerilla usulü filmlerini çekmeyi sürdürüyor.

‘İnatçı Bir Adam’ her açıdan gözüpek bir yapım. Bir karakterin ağzından döküldüğü üzere ‘ya zalim ya da mazlum’ olduğun bir düzene itirazını açık yüreklilikle sürdürüyor. Personelinin rüşvetle iş yaptığı bürokratik kurumların kirliliğine işaret ediyor. Bu yoz çark içinde değerlerini korumaya çalışan dürüst bir insanın çaresizliğini resmediyor. Olan biteni Andrey Zvyagintsev’in çarpıcı başyapıtı ‘Leviathan’da olduğu gibi bir sistem sorunu olarak ortaya koyuyor. Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkarak Putin Rusya’sında ahlaki yozlaşmayı cesurca irdeleyen ve Kremlin ile polemiğe girmeyi göze alan Rus sinemacıya oranla çok daha korunaksız İranlı Resulof ama bir o kadar gözü kara bir tutumla hikâyesini İran rejiminin yozlaşmış kurumları üzerine çarpıcı bir tanıklığa dönüştürmeyi başarıyor.

Reza’nın bölgenin kız lisesinin müdiresi olan karısı, kocasının ve ailesinin selameti için çabalıyor. Gözünü karartıp işi, okuldaki nüfuzunu kullanarak Abbas’ın liseli kızının eğitim hayatını sekteye uğratma tehdidine kadar vardırıyor. Ancak aynı rejimin, aynı hükümetin memurudur genç öğretmen. Başka bir inanca mensup olduğu için yetkililer tarafından okulla ilişkisi kesilen genç bir kızın trajediyle sonuçlanacak durumuna duyarsız kalmayı seçecektir o da. Bu kirli düzende temiz kalmayı başarabilecek midir Reza. Filmdeki hamam sahnelerinin çokluğu genç adamın pislikten arınma arzusunu vurgular. Çamura bulaşmamak için çırpınır durur. Ormandaki gizli mağaranın içinden geçen şifalı suya huzur bulmaya koşar.

Yalnız haftanın değil, son dönemin en çarpıcı filmlerinden biri ‘İnatçı Bir Adam’. İran özelinden yola çıkarak ülkemizi de sarmış olan evrensel bürokratik çürümüşlüğü soğukkanlılıkla masaya yatırıyor. Final jeneriğine eşlik eden Peyman Yazdanian imzalı piyano ezgileri 45 yaşındaki İranlı muhalif sinemacının ağıdına dönüşüyor.

(05 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İftarlık Gazoz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Şimdi bendeniz, mesela, Müçteba Doğruyazar takma adını kullansaydım ve bugünkü ünlü halime ulaşmama beş kala tutup “Bu benim takma adımdı, gerçek adım Sadi Bey’dir” diye bir açıklama yapsaydım, muhtemelen birçok okurum gücenir ve “Bizlere neden samimiyetsiz davrandın” deye sitem edebilirdi. Takma isim kullanmaları belki kendilerince makûldür ancak onları seven bir sinemasever olarak ne zaman -bilhassa- bir sinema sanatçımızın gerçek adının farklı olduğunu öğrensem içimde bir sızıntı duyarım. Netekim geçtiğimiz Elâzığ Film Festivali’nde sanatçıların halkla buluştuğu AVM sohbetinde, yine bir sanatçımızın adının menşeini kendi ağzından dinledim. Soyadının nereden geldiğini belirtirken, ünlü bir pehlivanın torunu olduğunu belirtti. İtiraf edeyim daha önce bu oyuncumuzun ne cazibesi ne de gazozunun lezzeti pek ilgimi çekmiyordu. Bu açıklaması üzerinde gözümde birden yükseldi. Daha sonra hayranlarına gösterdiği samimiyetle bu yükselme daha da perçinlendi. Birçok ünlü, hayranlarıyla yapılan fotoğraf çekimlerinde lütfen görüntü veriyormuş gibi davranırken, bu arkadaşımız hiç üşenmeden ve kafasını sağa sola çevirmeden saniyelerce karşısındaki telefonun kamerasına bakarak poz veriyordu. “Aferim adama” diye takdir ediyordum. Gel gelelim, dün mü evvelsi gün mü, bir TV magazin programında kulağıma “ünlü sanatçıların gerçek isimleri” diye bir duyuru gelince, duyuru gelen kulağımı kabarttım. Keşke kabartmaz olaydım, meğer bahsettiğim oyuncumuzun gerçek adı ve soyadı başka imiş. Sohbetinde soyadının ünlü pehlivandan geldiğini o kadar ballandıra ballandıra anlatmıştı ki, gerçek soyadını öğrenince sükûtu hayale uğradım. Artık gazoz mazoz da içemem. (29 Ocak 2018)

Kafasının saçsız bölümünü yanlardan uzattığı saçlarla örten ve saçlarını boyayan beylerin söylediklerine bir türlü konsantre olamıyorum. Dinlemeye başlıyorum, tam inanacağım, gözüm saçlarına kayıyor, ne dediğini duymaz oluyorum. Yul Brynner, Telly Savalas, Dwayne Johnson ve Ahmet başımızın tacıdır. Birilerinin bu konuyu sosyal medya ortamına intikal ettirmesi lazımdı, ben ettirdim. (03 Şubat 2018)

Bendeniz, kazara dikkatimden kaçırsam ve “nihai netice” diye yazsam hemen topa tutarsınız; “Olmuyor ama Sadi Bey, ‘ful dolu’ der gibi yazılmaz” diye dalga geçersiniz ama beyefendi söyleyince özlü söz gibi duvara bile asarsınız. (05 Şubat 2018)

Sevgiliye “Taze söğüt dalısın” diye iltifatta mı bulunulur arkadaş? Bestesi başımızın tacı ama böyle güfte mi olur abiciğim? “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın” ne demek birader? (07 Şubat 2018)

Tam Türk Sineması söylemi, Türkiye Sineması söylemine dönüştürülürken sırası mıydı bunun? Sinemamızı nasıl anacağız şimdi? Anadolu Sineması desen olmaz, Trakya Sineması desen olmaz. İstanbul Sineması desen, Ege’nin ne günahı var? (08 Şubat 2018)

Mütevazı olun ve deyin ki: Güzelliğim on par’ etmez, şu sendeki aşk olmasa. (12 Şubat 2018)

Geçen gün girişinin fotosunu koymuştum. 12 Şubat 2018, saat 10:00 itibariyle Harbiye Konak Sineması’nın arka sokaktaki çıkış kapısı. Nişantaşı City’s Sineması’nda yapılan gösterimlere bu sokaktan yürüyerek giderim, geçerken arka kapıyı da anayım dedim. Küçük gibi göründüğüne bakmayın, kapıdan aşağı istikamette onlarca merdiven vardır. “Bu merdivenlere 2 tane Beyoğlu Sineması sığar.” diyeyim de anlayın ana salonun görkemini. (12 Şubat 2018)

TV 8.de gösterilmekte olan “Mavi Boncuk” filminin arasında “Kayhan” filminin reklamı yayınlandı. Gökbakar’ın Arzu Film ekolü filmlerden medet umması iyi bir şey. Hayırlara vesile olur inşallah. (12 Şubat 2018)

“Halkımız bizim kıymetimizi bilmedi. Senelerce fedakârca çalıştık. Dağlarda, tepelerde, dere boylarında, çeşitli imkansızlıklar içinde görev yaptık. Çoğumuz emekli olamadı, hayatlarının son günlerini sefalet içinde geçirdi. Bugünlerde bizi ne arayan var ne de soran. Oysa bu tecrübemizle her an görev yapabiliriz. Bizlere huzur evi yapılmalı, darda olanlarımıza iş adamları, devlet yardımda bulunmalı.” (Bunlar, emekli olmuş bir harita teknisyeninin kamuoyuna yönelttiği sitemlerdir. Yani mahrumiyet ve mağduriyet sadece tekstil sektöründe değildir. Akşam olunca takeometreler, hesap makineleri, rapidolar, jalonlar yavaş yavaş depolara çekilir; nirengi ve poligon noktaları sessizce uykuya dalar.) (16 Şubat 2018)

Geçenlerde bir film festivalinden davet aldım, “Abi, Türk Sinemasının Bugünkü Durumu başlıklı bir söyleşi planladık, konuşmacı olarak katılır mısınız?” dediler. Sinemamıza özel merakım olduğundan “Türk Sineması” denildiğinde nezdimde akan sular durur, kabul ettim tabi ki. Gelgelelim, “Söyleşimize Harita Teknisyeni Sadi Bey de katılacak” diye tuhaf bir duyuru yapmışlar. Sinema konusunda yapılacak söyleşiye Harita Teknisyeni’nin katılması kel âlâka gibi görünüyor ama duyuru doğru. Çünkü bendeniz sinemayla 30 yıllık iç içe yaşamım öncesinde ekmek paramı haritacılıktan kazandım, emekli olduktan sonra sinema hobimi meslek haline getirdim. Hemen açtım telefonu “Oğlum” dedim, “Bu nasıl duyuru, vatandaşı niye yanıltıyorsunuz? Ben söyleşiye Sinema Yazarı vasfımla katılıyorum, düzeltin şu duyurunuzu. Yanıltmayın vatandaşı. Yapmayın böyle. Ayıp ha.” Dedim. (18 Şubat 2018)

Bir gün her şey müzelik olacak. Gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey… Abartmayın o kadar. (20 Şubat 2018)

(04 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Avengers: Sonsuzluk Savaşı

Mitolojik öyküler hem ilgi çekiciliği hem de felsefesi nedeniyle eskimezler. Her biri de bir yerinden muhakkak güncel gündemle iç içe geçer. Geleceği de aydınlattığı için önerilmesi gereken öykülerdir onlar.

Uzay ve/veya gelecekle ilgili kurgusal filmler de aynı mıdır acaba? İlk örneklerinden bu yana, kısmen gerçekleşenler olduğu gibi hâlâ olması için umutla beklenenler de var. Belki hiç gerçekleşmeyecekler ama bir şekilde gerçekleşenlere rehberlik yapacakları kesin.

Uzaylılar gelir mi?

Ne uzaylılar gelir ne de biz uzaylılara gidebiliriz, şimdilik. Bizim teknolojimiz nasıl ki Ay’dan öteye gitmemize izin vermiyorsa, onların (üzerinde yaşam bulunan olası gezegenlerde yaşayanların) da yetmiyordur; tabii, o da şimdilik.

Edebiyat başta olmak üzere sanatın bütün dallarında gelecekle ilgili ürünler veriliyor. En ilgi çekiciler, doğaldır ki sinemada… Çünkü gördüklerimiz üzerinden geliştiriyoruz hayallerimizi. Sağ olsun Hollywood öyle alıştırdı.

“Tüm zamanların en muhteşem ve ölümcül hesaplaşması” olarak tanıtılan Avengers: Sonsuzluk Savaşı, yenisi gelinceye kadar öyle kalacaktır. Ancak biz, izleyici olarak sadece hesaplaşma olarak görmüyoruz bu filmde geçenleri. Müthiş bir müzik, güçlü bir montaj (kurgu dediğimiz senaryo aşamasındakidir, filmin kesilip biçilmesi -editing- için biz montaj sözcüğünü kullanıyoruz), olağanüstü bilgisayar oyunları… Beklenti kadar ürün de çok büyük.

Günümüzdeki hali…

Tarihteki savaşlardan hiçbir farkı yok, “Yenilmez”lerin “sonsuzluk savaşı”nın. Dostlar var, düşmanlar var. Doğrudan ve gerçekten yana gözüküp içeriden hançerleyenler var. Kendi çıkarları için kandıranlar var. Tabii, umut da var. Kazananın sevinci de… Aslına bakarsanız, bugün, öylesi büyük savaşlar yok ama yaşananların (ekmek aslanın midesine inmiş) savaştan da pek farkı yok. Yaşam savaşında da dost düşman ayrımı var, çelme takmaya çalışanlar var… Avengers: Sonsuzluk Savaşı, bilgisayarla oyun oynayanların seveceği film gibi gözükse de, hepimizi bir yerden yakalıyor.

Güzel bir film, üzmüyor, sıkmıyor, zorlamıyor… Olsun… Ben yine de barıştan yanayım.

Avengers: Sonsuzluk Savaşı, yönetmenler Anthony Russo, Joe Russo, oyuncular Robert Downey Jr, Chris Hemsworth, Mark Ruffalo, Chris Evans, Elizabeth Olsen, Anthony Mackie, Sebastian Stan… 27 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(26 Nisan 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

37. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler

Bir festivali daha geride bıraktık. Hızla geçen 11 gün içinde bir sinema salonundan diğerine koştuk. Kaçırdığımız bazı filmleri İKSV – Festivalscope işbirliği sayesinde online olarak festivali takip eden hafta içinde izleme fırsatı bulduk. Festival boyunca izlemiş olduğum filmlerden en çok etkilendiklerimden söz etmek istiyorum bu haftaki yazımda.

Yaz aylarında Başka Sinema programı dahilinde gösterime gireceği açıklanan Berlinale 2018’in ödüllü filmleri üzerine görüşlerimi vizyon haftalarına saklamak istedim. Kişisel ilgim nedeniyle İran ve Romanya filmlerini ilk ağızda izlemeye çalıştım. İran yapımlarından ‘Tarihsiz, İmzasız’ı talihsiz bir programlama yüzünden kaçırdım. İran sinemasından Ali Asgari imzalı ‘Kaybolma’ festivalin en iyi filmlerinden biriydi. Daha önce kısa filmleriyle Cannes, Venedik ve Sundance Film Festivalleri’nden ödüllerle dönen Asgari bu ilk uzun metrajında, uzun ve soğuk bir gece boyunca hastane hastane dolaşan çaresiz iki sevgilinin peşinde Tahran’ın dört bir yanından insan manzaralarını perdeye taşıyor, geleneksel bir toplumda kimlik arayışına çıkmış gencecik insanların mücadelesini çok etkileyici bir sinema diliyle anlatıyordu. Uluslararası Yarışma seçkisinde yer almış bir diğer İran yapımı olan ‘Ev’ hayranlık uyandırıcı bir yönetmenlik denemesiydi. Asghar Yousefinejad’ın bir ölü evinde gerçek zamanlı olarak çektiği ilk filmi, uzun planlar ve hareketli kamerayla psikolojik gerilimini hep ayakta tutuyor, tek mekânda insan denen varlığın tüm zaaflarını mizah duygusunu es geçmeden çarpıcı bir biçimde vermeyi başarıyordu.

Festivalin en yeni bölümü olan ‘Çiçek İstemez’, kahramanı güçlü kadınlar olan filmleri bir araya getirmişti. Bu bölümde, baskılara boyun eğmeyen, kendi yolunu çizen, kendi ayakları üzerinde duran muhteşem kadınların öykülerine tanıklık ettik. Locarno Film Festivali’nden en iyi ilk film ödülüyle dönen ‘Korkunç Anne’, her şeyi karşısına alıp yazma tutkusunun peşinden gitmeye karar veren ve bu sayede zincirlerini kırmayı hedefleyen elli yaşlarındaki Gürcü ev kadını Manana’nın izini takip ediyor, yönetmen Ana Urushzade imzalı yapım, absürd mizahi tonları ve özgürleşen kadın figürünü ele alışıyla seçkinin diğer yapımları arasında öne çıkıyordu. Aynı bölümde yer alan Arjantin filmi ‘Alanis’, Buenos Aires’te seks işçiliği yaparak geçimini sağlamaya çalışan çocuklu genç bir kadının mücadelesi üzerineydi. Yönetmen Anahi Berneri’nin duygusallıktan itinayla arınmış belgesele yaklaşan mesafeli gözleminden ve Alanis’i doğallıkla canlandıran Sofia Gala Castiglione’nin film boyunca gerçek oğluyla çizdiği müthiş performansından hayli etkilendik. Tunuslu deneyimli sinemacı Mehdi Ben Attia’nın son filmi ‘Erkeklere Bakmak / L’Amour Des Hommes’, erkeklerin erotik fotoğraflarını çekmeye kalkışan eğitimli bir genç kadının öyküsünden yola çıkarak ülkesindeki erkeklik, bağlılık, müstehcenlik gibi kavramlarla ince ince dalgasını geçen hoş bir filmdi. Aynı seçkide yer alan ‘Nigar’, İran sinemasında görmeye alışık olmadığımız gerilimini sonuna dek koruyan bir polisiye dram olarak dikkatimizi çekti. İran’ın tanınmış televizyon ve sinema oyuncularından Rambod Javan, varlıklı babası beklenmedik bir şekilde intihar eden Nigar’ın babasınının gizemli ölümünü araştırma öyküsünü rüyalarla gerçeğin içiçe geçtiği farklı bir sinema diliyle anlatmayı seçmişti bu üçüncü uzun metraj yönetmenlik denemesinde.

İsrail sinemasından gelen ‘İskele’ festivalin ilgiye filmlerinden bir diğeriydi. Yıllarca sorunlu çocuklara tarih ve edebiyat öğreten yönetmen Matan Yair’in, Aşer Lax isimli öğrencisinin hayatından bir kesiti, üstelik son derece yetenekli bu gence kendini oynatarak sinemaya aktardığı ilk uzun metrajlı filmi, eğitim, erkeklik ve aile kurumlarına dair keskin gözlemler içeriyordu. Aşer’in gerçek hayatta, hala babasıyla birlikte iskele kurduklarını buradan bir not olarak düşelim. Bir diğer kişisel gözde ülke sinemalarımdan Romanya Yeni Dalgası’ndan iki taze örneği daha izledik festivalde. Bunlardan ‘Charleston’, karısını talihsiz bir trafik kazasında kaybeden Alexandru’nun yas sürecini karısının aşığıyla birlikte atlatmaya çabalamasının hikayesi üzerine. Sinema yazarı ve kısa film yönetmeni olan Andrei Cretulescu’nun imzasını taşıyan film, aşk, hüzün, pişmanlık ve kader kavramlarını sıra dışı bir arkadaşlık üzerinden ele alan çok hoş bir filmdi. Heyecanla beklediğimiz ‘Pororoca’ ise son derece başarılı yönetmenlik çalışması ve kabus finali ile festivale damga vuran filmlerden biriydi. Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan film, beş buçuk yaşındaki kızlarının babasının gözü önünde kaybolmasıyla hayatları alt üst olan bir aileyi gözlemliyor. ‘Altın Çağdan Öyküler’ filmindeki epizodundan hatırladığımız yönetmen Constantin Popescu’nun üçüncü uzun metrajı, başlardaki kesintisiz 18 dakikalık park sekansı ve kesintisiz olarak yaklaşık 7 dakika süren final sekansıyla teknik kusursuzluğu yakalıyor, başroldeki Bogdan Dumitrache ise baştan sona müthiş bir fiziksel ve ruhsal değişim gösterdiği performansıyla San Sebastian Film Festivali’nde kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyordu.

Festivalde gösterilen ülkemiz sineması örneklerine gelince. Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan ve daha önce festivallere katılmış ve gösterime girmiş ‘Buğday’, ‘Körfez’ ve ‘Sofra Sırları’ filmleri hakkındaki olumlu görüşlerim daha önceki yazılarımda yer almıştı. İlk kez izlediklerimiz arasında gönlümüze yerleşen film ise ‘Halef’ oldu. Daha önce ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ adlı ilginç çalışmasıyla adını duyurmuş olan yönetmen Murat Düzgünoğlu’nun Melik Saraçoğlu ile ortaklaşa kaleme aldığı çok başarılı senaryo metninden yola çıkan üçüncü uzun metrajı, portakal hasadı için Adana’ya baba ocağına dönen matematik öğretmeni Mahir ile onun yıllar önce bir kaza sonucu ölen abisinin yeniden dünyaya gelmişi olduğunu iddia eden Halef’in karşılaşması üzerinden ilerliyor. Hayata rasyonel bakan Mahir’in mistisizme, mistik bakan diğerinin ise şüpheciliğe kaymasıyla rotalarını kaybeden iki kardeşin öyküsü, her şeyin başladığı yerde bitecektir. İki kardeşi canlandıran Muhammed Uzuner ile Baran Şükrü Babacan’ın etkileyici performanslarıyla yükselen bu başarılı filmden vizyona girdiğinde uzun uzun söz edeceğiz.

(25 Nisan 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Taksim Hold’em

Bir şey yapacağı zaman ince eleyip sık dokumayı isteyenler vardır; ıcığını cıcığını çıkarırlar her şeyin ve çileden çıkarırlar yanındakileri. İkna etmek zordur onu veya onları, ya bıktığı ya da kızdığı için isteksizce / mecburen kabul ederler yanındakiler.

Dünya yansa içinde bir tutam otları yoktur bu türlerin. Her zaman kendilerini “temiz”e çıkaracak yolu bulurlar. Ne kadar kızarsanız kızın, ne kadar tepki gösterirseniz gösterin, bir şekilde hak verir pozisyonunda bulursunuz kendinizi. Karşı çıksanız bile içten içe bilirsiniz, sizi mutlaka ikna edecektir.

Masa bir bütündür…

Taksim yakınlarında, bir evde, sevgilisi dışarıda giderek yükselen protesto eylemlerine katılmak isteyen erkek, sadece arkadaşlarıyla oynayacağı pokeri düşünmektedir. Tüm karşı çıkışlar, itirazlar onun için anlamsızdır ve herkesi masaya oturtur. Tabii ki, kendi istekleriyle…

Dört arkadaş, poker oynamak amacıyla buluşmuşlardır ama dördü de ayrı duyguların ayrı nitelikli (niteliksiz mi demeliydim) insanlarıdır. Dördü de herkes kadar bilgili (evdeki kitaplık, kütüphaneyi andıracak denli büyük), herkes kadar fikir yürütebilen, yaşama değer veren, aile kuran ve geleceğe umutla bakan insanlardır. Biri işten atılmıştır, kaygılıdır, annesinin de ev kirası üzerine kalmıştır. Biri eşi hamile olduğu için bir sevgili edinmiştir; tabii ki “erkektir, ne yapsa hakkıdır”. Biri tam bir kışkırtıcı ajan… Bir söylediğiyle sonraki birbirini tutmadığı gibi zeytinyağı gibi üste çıkmayı her seferinde başarır. Ev sahibi olanın, yukarıda da dediğimiz gibi bir tutam otu yoktur dünya yansa, arasında.

Sinemanın gücü…

Bir salonda, dört kişi arasında Türkiye’yi tartıştırmak, bunu da ilgiyi kaybettirmeden, sıkmadan izlettirmek büyük başarıdır. Michael Önder bu zoru başarmış yüz akıyla. İyi oyuncular toplamış, mekânı iyi bulmuş ve iyi çözmüş işlediği konuyu… çok başarılı bir film yapmış. Siz de denk geleceksinizdir muhakkak, birçok yönetmenle kıyaslanacaktır ister istemez. Bana kalırsa o kıyaslamalardan sıyrılacak olan Michael Önder’dir.

Poker…

Poker oyununu bilmem, hele “hold’em” türünü hiç (ilk kez karşılaştım desem inanır mısınız). Şansa dayalı olsa da stratejik bir oyun olduğunu gerek oyunla (çok başarılı oyuncular) gerekse sözlerle (“ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir”) anlıyoruz.

Filmin, daha baştan senaryosuyla felsefesi iyi kurulmuş. İzleyici olarak, siz de katılıyorsunuz oyuna / filme…

Dışarıda protesto eylemleri sürerken salonda oyun oynayanlar üzerinden tartışmak ve tarafları görmek (tanımak aslında) çok ilginç. Sahi, hepimiz bir evde / okulda / işte, bir arada yaşamıyor muyuz? Herkesle anlaşabiliyor musunuz? Muhakkak biri/leriyle daha iyidir iletişiminiz, kafa yapınıza daha uygun biri vardır çevrenizde…

Barış içinde…

Aynı çatı altında, aynı işi yapıyorsunuz (burada oyun oynuyorsunuz) ama aynı düşünceyi paylaşmıyorsunuz, kavga da etmiyorsunuz bu arada. Kavgaya varmıyor ayrılıklarınız. Umursamıyorsunuz veya çok ilginizi çekiyor ama işte o kadar.

Tam da bu günlerde hepimizi etkileyen erken / hızlı / baskın seçim gibi… Düşüncelerimiz farklı, inançlarımız farklı, çözüm önerilerimiz farklı (bu filmi beğenip beğenmemek bile farklı) ama aynı sokağı, aynı evi, aynı sıraları, aynı yaşamı paylaşıyoruz.

Barış içinde bir arada yaşamak bu değil mi?

Taksim Hold’em, yönetmen Michael Önder, oyuncular Kenan Ece, Damla Sönmez, Emre Yetim, Berk Hakman, Nezih Cihan Aksoy, Tansu Taşanlar… 27 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(23 Nisan 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Horoz Nuri

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Önce peşin peşin, nakit, keş, belirteyim: Sinemalarda gösterilen, yerli, yabancı, kurmaca, belgesel, her türden filmin rekor sayıda izleyici tarafından izlenmesini canı gönülden isterim. Ancak gelin şu “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” safsatasından vazgeçin. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti, öyle bir şey yok ve olamaz; çünkü film şirketlerinden alınarak tutulan resmi box office rakamları 1989’dan bu yana kayıt altına alınıyor. Onda dahi şöyle bir tereddüt var. Yanlış hatırlamıyorsam önceleri filmlerin hasılatları topladığı para üzerinden, “Bu film şu kadar TL hasılat yaptı, şu film bu kadar TL hasılat yaptı” deye kaydediliyordu. Bir film 5 liralık biletle, diğer film 20 liralık biletle gösterilebildiğinden bu uygulamadan vazgeçildi ve kişi adedine göre kayıt tutulmaya başlandı. “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” diye bir şey yok yani. Bugün itibariyle “Son 29 yılın en çok izlenen filmi” veya “Son 29 yılın ilk hafta sonunda (ilk 3 gününde) en çok izlenen 4. filmi” deyebilirsiniz. Öyle deyin. (11 Ocak 2018)

Alın size bir kısa film hikâyesi: Kadıköy Selamiçeşme’de metrobüsten indim, belediyeye doğru yürüyorum. Yolcu almak için bekleyen minibüsün yanından geçerken şoför pat deye sigarasının izmaritini önüme attı. Durdum, “Aferim. Sana, teşekkür ederim.” dedim. Cevap vermesine fırsat bırakmadan “Ben de senin gibi yapıyorum. Yalnız olmadığımı gösterdin bana, sağol.” dedim, yürüdüm. Muhtemelen bir müddet sigara izmaritini kimseye göstermeden atmaya çalışacak. Gönül sokağa hiç atmamasını arzu ediyor ama bu da kârdır. (13 Ocak 2018)

İkisi de komedi filmi olduğuna göre, bendeniz de mizahi bir katkıda bulunayım. Milliyet Gazetesi’nin bugünkü Cadde ekini, ortadaki sayfasını çıkarıp açtığınızda “Arif V 216” ve “Deliha 2”nin ilanları fotoğraftaki gibi görünüyor. Her iki film de “Tüm Sinemalarda”ymış. Demek ki sinemada “İki Film Birden” dönemi geri geldi. Bol hasılatlara vesile olur inşallah. (13 Ocak 2018)

Filmler hakkında “tüm zamanların hasılat rekoru” ifadesinin gerçeği hiçbir zaman ifade edemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü “tüm zamanların rekoru” diye bir şey yok. Misalen 80 milyonluk ülkede 8 milyon kişinin izlediği filmle, 13 milyonluk ülkede 1.300.001 kişinin izlediği filmi mukayese ettiğimizde bence 1.300.001 kişi 8 milyondan daha fazla sayılır çünkü izleyici sayısı ülke nüfusunun % 10’undan 1 fazladır. Keza “tüm zamanların hafta sonu rekoru” da olmaz. Çünkü 25-30 yıl önce filmler Cuma günleri değil Pazartesi günleri vizyona çıkardı; dolayısıyla “hafta sonu / 3 gün” gibi bir ölçü yoktu. Anlatamayabildim mi? (14 Ocak 2018)

Sanıyorum “İzmir’in Kavakları” ile “Ankara’nın Bağları” arasında bir akrabalık var. Cuma gösterime girecek olan Tony Gatlif filmi “Aman Doktor” (Djam) hakkında eleştiri yazacak olan bir arkadaşımızın, filmdeki Türkçe şarkıları sorduğu bir telefon konuşmasına şahit oldum. Konuşması bitince aklıma “İzmir’in Kavakları” geldi onu söyledim. Basın gösterimi için salona girerken de “Ankara’nın Bağları”nı hatırladım, onu söyledim. Kavaklar ile bağları peşpeşe hatırlayınca akrabalık esprisini yapayım dedim. Bu vesileyle yabancı filmlerin altyazı çevirileriyle ilgili dikkatimi çeken bir konudan bahsedeyim. Bu konuya daha çok içinde Türkçe şarkı ve türkü geçen komşu ülke filmlerinde rastlanıyor. Bu filmler ithal edilirken diyalog yazıları muhtemelen İngilizce olarak geliyor. Altyazı çevirmenleri de -yine muhtemelen- filmin içinde geçen Türkçe şarkı ve türküleri bilmediğinden veya hatırlayamadığından türkünün orijinali gibi değil de kendi çevirdiği gibi altyazı yazıyor. Seyrederken 40 yıldır bildiğiniz şarkı veya türküyü tuhaf çeviriyle izleyince sanki bir eksiklik oluyor gibime geliyor. Geçenlerde bir Azerbaycan filminde de böyle bir eksiklik veya tuhaflık hissetmiştim. İthal filmcilerimizin dikkatine sunayım dedim. (15 Ocak 2018)

Son 2-3 gündür Türk sinemasını çok bilenler sosyal medyada adeta yağdırdılar. Sinemamızın kült filmi “Sevmek Zamanı”nın yenilenmiş kopyası 15 Şubat 2018 tarihinde başlayacak 17. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde İLK DEFA gösterilecekmiş. Oysa filmin restore edilmiş kopyası -davetiyede görüldüğü üzere- 25 Şubat 2016 Perşembe günü 19:30’da -iki yıl önce- yapılan galada gösterilmişti. Neyse ki festival, filmin yenilenen kopyasının GENEL SEYİRCİ karşısına ilk kez çıkacağını belirtti de yanlış bilginin yayılmasının önüne geçti. (19 Ocak 2018)

Markette kuruyemiş reyonunun önünden geçerken Peyman paketlerinin cazibesine kapıldım, Keju ve Badem alayım dedim. Genelde bu kabil keyfe keder yiyecekleri alırken gramajları üzerinden kilo fiyatını hesaplarım, açıkta satılan kuruyemişlerle mukayese eder, öyle alırım. Keju paketlerine baktım 137 gram yazıyor, bademlere baktım 146 gram yazıyor. 100 gram olsa paket fiyatını 10’la çarpıp, 150 gram olsa 3’e bölüp 20’yle çarpıp kafadan kolaylıkla kilosunun fiyatına ulaşıyorsun. Ama gramajlar yukarıya yazdığım gibi olunca şaşırdım, telefondaki hesap makinesiyle hesaplayayım dedim. Aaa baktım, telefonu evde unutmuşum. Hesap edemeyince alamadım tabi. Sonra, memleketin bunca kafa yoracak işi yokmuş gibi kafamı bu konuya yordum. Kendi kendime “Herhalde böyle küsur gramajlı paketleme, vatandaş kilosunu hesaplamadan şak deye alsın düşüncesiyle yapılıyor.” dedim. 900 gramlık paket makarnayı 5 liraya alınca sanıyorsun ki makarnanın kilosu 5 lira, halbuki daha fazla liraya satmış oluyorlar. (Acaba Ahmet bu konuda ne düşünüyor?) (21 Ocak 2018)

“Horoz Bayram” adında bir yerli film çevirmişler, 20 Nisan’da vizyona girecekmiş. Vallahi ben Bayram, Seyran anlamam, Türk sinemasında tek Horoz vardır, o da Vahi Öz’ün canlandırdığı Horoz Nuri’dir. (21 Ocak 2018)

Yeni bir keşifte bulundum. Süt ve kahve arasında kesin bir akrabalık var; ikisi de aynı hızla taşıyor. Önce sütü taşırdım, sonra kahveyi. (Copyright © Sadi Bey) (24 Ocak 2018)

(22 Nisan 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sessiz Bir Yer -A Quiet Place-

Çocukken ‘tıp’ oynardık, en uzun süre sessiz kalan kazanırdı ama çabucak biterdi oyun, çünkü kimse dayanamazdı sessizliğe… Çok zordu sessiz kalmak, hele kahkaha atmamak, koştururken bir şeyleri görüp hayret sesleri çıkarmamak, özellikle de büyüklerden bir şeyler isterken ağlayıp tepinmemek… mümkün değildi.

Şimdi, bir dünya düşünün, kimseler yok, küçük bir ailesiniz yaşamını sürdürebilen… Her yer, her şey sizin ama bir tek şey var: Asla ses çıkarmamalısınız. Çıkarılan en küçük bir ses ölüm demek.

Nasıl da içinize oturur o mutlu anlar, nasıl da anlatamamanın haklı hüznüyle bükülür boynunuz, nasıl da yanar içiniz. Umudunuz tükenir…

Yönetmen John Krasinski, Emily Blunt ile başrolü paylaştığı “Sessiz Bir Yer”de, dört çocuğuyla bu sessizliği yaşamak zorunda kalan aileyi canlandırıyor. Günler birbirini kovalıyor ve yaşam kendi mecrasında bildiği gibi akıyor. Biz seyirciler de gerim gerim gerilerek ne olacağını bekliyoruz. Hayır, kan yok, küfür yok, çirkin görüntüler yok ama gerilim var. Baba, gidilecek tüm yerlere sesi izole etsin diye baştan sona kum döşemiş. Zaten ayakkabısızlar… Her ne kadar birbirlerinden ayrılmıyorlarsa da bir şeyler istemek, bir şeyler demek için gözleri birbirlerinin üzerinde hep, tek iletişim olanağı gözler. Çocuklar annelerinin gözetiminde gözleriyle çözüyorlar matematik problemini, ders çalışmak amacıyla…

Büyük kız, sağır ve dilsiz olduğu için aile aşina işaret diline ama küçük bir sevgi kaçamağı, ne yazık ki büyük bir acıya, sarsıntıya yol açıyor. Artık “annem babam beni sevmiyor” duygusu büyüyor içinde. Geri dönülemez bir nokta… Ya mücadele edecek ya gidecektir.

Korkmak gül açmıyor bu yarada

Küçük mutluluklar bulabiliyor aile yine de… Derenin suyu, yakalanan balıkların tazeliği… Ama korku ama korku bekliyor dağları, geleceği…

“Sessiz Bir Yer” gerçekten gerilimi hissettiriyor izleyiciye, yaşatıyor. Büyük şehirlerin o bitmek tükenmek bilmeyen gürültüsünden kaçıp sessizliğin sesini dinlemek isteyenler, bu filmle sessizliğin de büyük bir gerilimin ana kaynağı olabileceğini görecekler.

Müthiş bir bilinmezlik de var film boyunca… Ne olacak da kurtulacaklar? Acaba kurtulabilecekler mi? Hepsi mi? Merak da at başı yarışıyor gerilimle. Gerilimi aşabilenler meraka yenilerler mi?

Sessiz Bir Yer (A Quiet Place), yönetmen John Krasinski, oyuncular Emily Blunt, John Krasinski, Millicent Simmonds, Noah Jupe… 13 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(12 Nisan 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yeşilçam’dan Bugüne

37. İstanbul Film Festivali Onur Ödülleri bu yıl, Aram Gülyüz, Perihan Savaş, Osman Şahin, Arif Keskiner ve Cevdet Pişkin’e verildi. Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nde, sinema yazarı Atilla Dorsay moderatörlüğünde, yönetmen Aram Gülyüz, yazar ve senarist Osman Şahin ile yapımcı işletmeci yönetmen Arif Keskiner’in katılımıyla gerçekleştirilen “Festival Sohbeti: Yeşilçam’dan Bugüne” keyifli, bir o kadar da bilgilendirici idi.

Türkiye’de ilk sinema…

Fuat Uzkınay’ın 1914’te çektiği, kimse tarafından izlenmeyen, izi bulunamayan, “Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı” filmi Türkiye sinema tarihinin başlangıcı kabul edilse de, bu gün azınlık dediğimiz Ermeni ve Rum sinemacıların çektiği filmler var.

Yerli ve milli olmak, başından beri var olan beklentimiz… Her şeyi Türklerin yaptığı, başardığı ve yapıp başaracağı kabul ediliyor, başından beri. O nedenle de Burçak Evren’in iddiası egemen erk tarafından yok hükmünde görülüyor. Fuat Uzkınay’ın filmi ortada yok, izleyen de yok… Buna karşın özellikle Ermeni sinemacıların filmleri sadece ulusal değil, uluslararası kayıtlarda da yer almasına rağmen göz ardı ediliyor.

Sadece eskiden olsa yine iyi, hâlâ geçerli bu yanlış anlayış. Atilla Dorsay, ilginç bir soruyla girdi söyleşiye… Ayhan Işık da Ermeni midir? Aram Gülyüz bilmediğini söyledi. Etkinlikte bulunanlar kadar okurlar da bilecektir, Nubar Terziyan, Ayhan Işık için verdiği taziye ilanında, “Amcan” dediği için, Işık’ın ailesi ertesi gün aynı gazete sayfalarına “hiçbir akrabalığımız yoktur” diye karşı ilan vermişti. Her ne kadar “amcan”, Nubar Terziyan’ın insani yakınlığından, ilişki sıcaklığından geliyor olsa da, bu toplumsal ırkçı yaklaşımımızın ne denli büyük ve bir o kadar da korkunç olduğunun göstergesidir.

O zamandan bu zamana…

Sinemamıza da emek vermiş, iki büyük sanatçı Ruhi Su ile Yaşar Kemal de Ermeni kökenli olduklarını açıktan dile getirememişlerdi… Son zamanlara kadar, gerek siyasi gerekse resmi güçler, azınlık diye ötekileştirilen Rumları, Ermenileri, hatta Kürtleri toplumun dışına ittiği için kimse açıkça kökenlerini belirtemiyordu. Her şey gibi değişim belirleyici oldu ve gizlice söylenenler bir şekilde açıklanmaya başladı.

Hem ünü hem de geleceğe yönelik beklentileri (kendisinin olduğu kadar yapımcıların da kesinlikle) nedeniyle Ayhan Işık’ın Ermeni olduğunu dile getirebilmesi çok kolay değildir. Birçok oyuncu, şarkıcı kimliklerini gizliyor sırf bu nedenle. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz sözüne bağlı olarak böylesi bir söylentinin çıkması da dikkate değer bir husus olsa gerek.

e-devlet üzerinden soyağacı çıkarılabiliyor artık. Birçok insan geçmişindeki gizleri öğrendi. Kim bilir, belki bir gün Ayhan Işık üzerindeki bilinmezlik de kalkar.

Sinemanın Aram Ağabeyi…

Kore savaşına tercüman olarak giden, birlikte aynı bölükte bulunduğu Halit Refiğ’den etkilenerek sinemaya başlayan Aram Gülyüz, bu güne kadar 140 film çekmiş. Dizilerinin sayısı, filmlerinin belki de üç katı. Türkiye’de ilk sesli filmi çeken Aram Gülyüz, sinemacı bir konuğunun peş peşe izlediği dört filmde, dört ayrı oyuncuyu aynı kişinin (Hayri Esen) seslendirmesini komik bulunca, o hırs ve inançla, sesli film çekmenin zorluklarını aştığını anlattı. Her şey tamam da, “değirmen” nitelendirmesiyle bilinen kameranın sesini nasıl kestiler, ciddi bir soru işareti… Bildiğim kadarıyla, sessiz çalışan “blimp” kameralar hem Türkiye’de bulunmuyordu hem de “ata karnesi” ile kiralamak bile çok çok pahalıydı.

Hayata hep mizah penceresinden baktığını, filmlerinin adlarının da bu çerçevede hem mizahi hem de kafiyeli olduğunu da ifade etti. 70’li yıllarda sinemamızı kasıp kavuran erotik filmler furyasında da bulunduğunu söyleyen, ama kendi filmlerinin “müstehcen fıkra” sayılması gerektiğini söyledi, üstüne basa basa.

Farkında değilsin ama sen sinemacısın

Yılmaz Güney, öykülerini okuduğu Osman Şahin’e söylemiş bu sözü. Olağanüstü yalın anlatımı, görsel dili, Anadolu’nun bağrından kopup gelen gerçek öyküleri ile Osman Şahin, sinemamızın en somut öykücülerinden… Ondan öykü ve/veya senaryo istemeyen var mı sinemamızda?

Bir dönem kan ve ölümle anılan, Anadolu’nun geri kalmış bölgelerinde yaşanmışlıkları derlemiş ve olanca yalınlığıyla aktarmış Osman Şahin. Sinemanın böylesi bir hazineyi kaçırması mümkün değil. Şahin’in, ilk başlarda, daha öğretmenken Anadolu’nun ücra köylerinde tanık olduğu, kendisini Balzac, Stendhal, Shakespeare kopyacısı olarak niteleyenlere inat, “mecbur insanı” anlatan özgün öyküleri, gerçekten de sinema için yazılmış gibidir.

Yaşamak edebiyattan üstündür

Sırf Balzac, Stendhal okuyarak bunların yazılabileceğini sananlara karşı, “yaşamak edebiyattan üstündür” dedi, Osman Şahin ama ben “edebiyat hayattır” sözüyle karşı çıkıyorum ona. Edebiyat olmasaydı, yazıldığı dönem itibariyle 200 – 300 yıl geri yaşamı nasıl öğrenecektik? Devletin sorumluluğundaki ama 25 – 30 köyün ağasının yönetimindeki insanların bu kan ve ölüm dolu yaşamı tarihin derinliklerinde kalacaktı. Muhakkak ki, yaşamak, gözlemek önemlidir ama edebiyat onun süreğenliğidir.

Her derde deva…

Arif Keskiner’i film yapımcısı ve “Çiçek” sahibi olarak tanıyanlara, Atilla Dorsay, başka birçok özelliğini daha sıraladı. Çocuk yaşta evinden ayrıldıktan sonra akla gelen gelmeyen birçok işte çalışmış Keskiner. Gazeteci, oyuncu, yayınevi müdürü, sinema muhabiri, yönetmen, hatta bulaşıkçı… En önemlisi, sinemada karaborsayı kaldırması ve Sinema Yasası’nın çıkarılmasına katkısı…

Şiirle başlamış sanat buluşması Keskiner’in. Sanatla sanatçının birbirinden ayrılması pek mümkün değilse, set görmek amacıyla gittiği bir film çekiminde postacı kıyafeti giydirilip küçük bir figüranlık verilmiş kendisine, “kıyak” olsun diye… Sete tozu yutan birinin bir daha iflah olmayacağının kanıtı olsa gerek, sinemacı olup çıkmış Arif Keskiner de.

“Çiçek Bar”ı -ki sanatçıların buluşma yeridir- açtıktan sonra yazarlığa da başlamış… Adları hem “Çiçek”li olan dört kitapla tüm yaşamını kamuya açmış Arif Keskiner. (Ben biraz geride kalmışım, bir de “sözlü tarih” okumayı görev edinmiş biriyim kendimce… ikisini okudum; demek ki kalanları da okuma listeme eklemeliyim.)

Gelsin, gelsin gelemesin…

Atilla Dorsay, yönetmenliğe nasıl başladığını sordu… Adanalı bir işletmeci, Aydemir Akbaş’ın başrol oynadığı beş filmi kendisinin çekmesi koşuluyla peşin para vereceğini söylemesiyle, doğaldır ki uyarlama… başlamış bu serüven…

İyi bir ekip kurunca film çekmek o kadar da zor olmasa gerek (tabii, tarihe bu niteliğiyle değil, kendisiyle geçmesi istenir). Tele objektifi bilmediği için “hani var ya, gelsin gelsin gelemesin, işte o objektifi tak” dese de kameramanına; koşan oyuncuları “kadrdan çıkarlar, sonra kameraman yakalayamamış diye bir daha iş alamam abi” savunusuyla daha geniş görmesi… sinema yapmanın yine de kolay olmadığını göstermiyor mu?

“Umut” yurtdışında…

Sinema konulu bir söyleşide Yılmaz Güney’in olmaması mümkün mü? Her ne kadar Osman Şahin değindiyse de, Arif Keskiner’in anlattıkları sinemamız için önemli. Yılmaz Güney “Umut”u çekmiş, 12 Mart koşullarında, yurtdışına çıkarılmasına izin verilmemiş ama filmin bir şekilde Cannes’a gitmesi gerekiyor. Buraya hemen bir parantez açıp, Aram Gülyüz’ün, yabancı bir yönetmenin Boğaz’ın bir yanının Asya, bir yanının Avrupa olduğunu öğrenmesinin ardından vapurun altına yapıştırılacak paketle kaçakçılık yapılacak öyküsünü, “Yahu, koysun cebine geçsin, kim karışır” dediğini eklemeliyim… Boğaz’ın iki yakası arasında yapılan kadar kolay olmasa da ciddi gerilimli bir yolculuk arkasından “Umut”, sinemamıza önemli bir kapı açıyor yurtdışında.

Ölüme çare…

Atilla Dorsay moderatörlüğünde, Yeşilçam’ı ve sinemamızı öğrendik Onur Ödülü sahiplerinden. Çok şey anlattılar, çok şey öğrendik… Teşekkür ediyoruz. Katılımın daha çok olacağını umduğum ama yanıldığım bu toplantıdan ölüme çare çıktı bence…

Yeryüzünde, öleceğinin ayırdında olan tek yaratık insansa, kalıcı olmak için çabalaması gerçekten haklıdır. Aziz Nesin, çocuk yetiştirerek ölümsüzlüğü yakaladıklarını sananlara karşı sanatı öneriyordu. Ölüme tek çare sanattır. Geçmişten gelenleri gelecekle buluşturmak da sanatla mümkündür. Siyasi, ekonomik, toplumsal her türlü gelişimin temelinde de sanatın gücü yatar.

(09 Nisan 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com