Kategori arşivi: Yazılar

Murtaza – Anayurt Oteli – Böcek – Takva

Roman, Fransız Devrimi sonrası gelişme gösteren bir edebiyat türü olarak yaygınlık kazanmaya başladı. O güne kadar en önemli edebi anlatım türü olan tiyatrodan farklılık göstererek, gelişme yolunda ilerlerken çeşitleri de ortaya çıktı. Yalnızca bir olayı anlatanların yanında, kahramanlarının psikolojisini inceleyen daha derin kişilikler ortaya koyan örnekleri de ortaya çıktı. Bu örneklerden kimileri derinlemesine kişilik çözümlemelerini kahramanları için değil bir tek kahramanında yoğunlaştırdı, romanın hele Dostoyevski’deki örnekleri, sonradan bir takım bilimsel araştırmalara zemin hazırladı. Roman edebiyatımıza da Fransız Devriminin etkileri ile girdi. Roman öncesinde destanlar, masallar şeklindeki anlatımlar, yanlarına gelen bu yabancı kaynaklı türle birlikte yaşanırlılıklarını sürdürdüler. Romanlardaki karakter incelemeleri, batıdaki örnekleri gibi bizde de örneklerini verdi, yazarın kelimelerle inşa ettiği, derinlemesine çözümlediği kahramanlar okuyucu gözünde ete kemiğe büründü. Bir Feride, bir Rabia, bir Irazca Ana, bir Ahmet Cemal, bir İnce Memed, bir Ahmet Cemil edebiyat sayfalarında gezinenlerin hemen hatırlayacakları kişilikler olacaktır.

Romandan uzun bir süre sonra önce icat edilen, sonra da sanata dönüştürülen sinemada, kendi tekniği ile anlatımlarını geliştirirken, kendisine uçsuz bucaksız bir olanak sunan edebiyattan faydalanacak idi, kaçınılmaz bir şekilde. Faydalandı da ve sinemanın sırf görselliğine malzeme oluşturan tarafı ile değil, yukarıda değinildiği gibi kişilik çözümlemesi yapılan kahramanların durumlarını da görselleştirdi.

Bunu sinemanın geneli için söylerken, sinemamızın da bu kapsamın içinde olduğunu göz ardı etmeyelim. Sinemanın, edebiyatın derin çözümlemelerini, görsel olarak bire bir vermesi olanaklı olmayabilir ama önce görüntü olarak başlayan bu genç sanat uğraşı sonradan edindiği ses kullanımı ile de görüntüyü destekleyecek, bu şekli ile yeni bir boyut kazanacak, böylece “sinema” olacak biçimde, kendi karakterlerini üretti. Sinema, ülkelerde farklı gelişimler, farklı anlatım biçimleri oluşturdu, bazıları genel kitlelere ulaşırken bazıları lokal kaldı. Sinemamız öykü anlatma olarak geliştirdiği dili içinde karakterlerden çok tiplere yer vererek kişileri yaratma yolunu tuttu, bununla beraber zaman zaman karakterleşen tiplerde perdede göründü. Bunlar rolün yapısı gereği olduğu gibi, oyuncunun rolünü bastırması ile de oluştu. Anlatılan öykünün karakterleşmeye yatkınlığı veya amacının bu olması nedeni ile karaktere yönelik çalışmalarda yapıldı. Bir sınırlama getirmeden, dağarcığımızdan ilk gelenlere bir göz atmaya çalıştık.

Murtaza (Orhan Kemal / Tunç Başaran > Müşfik Kenter // Orhan Kemal / Ali Özgentürk > Müjdat Gezen )

Murtaza, Orhan Kemal’in 1952 de yayınlanan romanı. 1927 mübadelesinde Yunanistan’ın Alasonya kasabasının yakın köylerinden birinden gelen Murtaza, karısı ve altı çocuğu ile Çukurova’da bir araziye yerleştirilir. Burada tarım ve tavukçuluk yaparken sıtmaya yakalanınca şehre göç eder, bir süre mahalle bekçiliği yaptıktan sonra, çırçır fabrikasında gece kontrolü yardımcısı olur. Çocuklarından ikisi okula giderken, ikisi kontrolör olduğu fabrikada çalışır, ikisi de evdedir. Çok disiplinli olması, en ufak ihmali bile affetmemesi nedeni ile, usta ve işçiler tarafından fazla sevilmez, bu katılığı ve dürüstlüğü ile fabrika Fen Müdürü tarafından desteklenir, bu destek diğerlerinin düşmanlığını daha da artırır. Bir gece ileri saatlerde çocuklarından biri yorgunluktan uyuyunca durumu hemen Murtaza’ya bildirirler, o da uyurken yakaladığı çocuğu saçlarından tutup savurunca başını çarpan çocuk birkaç gün içinde ölür. Edebiyatımızın derinlikli tiplerinden biri olan Murtaza, inandığı değerlerden ve disiplinden ödün vermeyen kişiliği ile çevresinde çeşitli eleştirilere maruz kalır, aynı disiplini çocuklarına da göstermeye yönlendirilince en ufak duraksama göstermeyerek bir faciaya neden olurken, kendini savunacak düşünceler içindedir. Roman 1965 yılında Tunç Başaran tarafından sinemaya uyarlanır, Başaran, Orhan Kemal’in romanına bağlı kalarak, Murtaza’nın disiplin anlayışının altını çizer, fabrikada gösterdiği disiplini evde de kurmak ister. Ama yaşamın her anını kontrol etmesi olanaksızdır, Murtaza’nın kişiliğine işlemiş disiplini çocuklarında dahi aynı şekilde görmek olanaklı değildir, çocuklar babalarının denetleyemediği zamanlarda kaçamaklar yapabilmektedirler.

Gecede olsa mesai saatinde uyanmasına babasının izin vermeyeceğini bildiği halde, dayanamayarak uyuyan kız, babasının gereğinden fazla tepkisi ile yaşamını yitirecektir. Film, Murtaza’yı oynayan Müşfik Kenter’in yaşama karşı bile hâlâ disiplini savunan, olayın ne olduğunu anlayamamış görüntüsü üstüne biter, vurucu bir finaldir. Romanda da, filmde de Murtaza’nın küçük dünyası içinde ele alınan, fazla derinliği olmayan kişilik çözümlemesi, disipline, kurallara bağlılığın, asıl olan insan faktörü göz önüne alınmadan uygulanmasının varabileceği sonuçları anlatır / gösterirken, bu anlayışın arkasındaki zihniyeti de eleştirir.

Gerek romanda gerek filmde Murtaza’nın disipline düşkünlüğü altı çizilerek anlatılır. Karısı ve çocukları ile ilişkisi dahası ilişkisizliği, fabrika ve yakın çevresindeki kişilerle de ilişkisizliği Murtaza’nın dramını ortaya koyar; Başaran öyküsünü çok fazla derine inmeden ve genişletmeden çözümlerken, disipline bağlılık tutkusunun vardığı son noktaya kadar inceler, bunda en büyük yardımcısı Müşfik Kenter’dir. (Hele finaldeki -olayın gerçekliğini hâlâ anlayamamış- görüntüsü!) Orhan Kemal’in “50’li yıllarda geçen olayı sermayenin özelleşmesi sürecine oturtturan somut tabanı”nın (*) altı fazla çizilmese de Murtaza kişilik çözümlemesi yönünden sinemamızın ilk örneklerinden birini oluşturmaktadır, çözümlemesini dar bir alanda tutmuş olsa bile.

Roman 1984 de, Işıl Özgentürk’ün senaryosundan Ali Özgentürk tarafından ikinci kez sinemaya uyarlanır. Özgentürk filmin adını Bekçi olarak değişik şekilde kullanır. Başaran’ın filmi Orhan Kemal’in romanının getirdiği “gerçek duygusuna” (**) ne kadar yakınsa, Özgentürk’ün soyut denebilecek çalışması (***) giderek Orhan Kemal’in Murtaza’sından uzaklaşmaktadır. Bekçi’deki Murtaza Balkan Savaşı gazilerinden Kolağası Hasan Bey’in torunudur ve dedesinin yaşam kesitlerini devamlı dile getirmektedir. Başaran’in filmine göre daha abartılmış şekilde despotluğa varan disipline bağlılığı, acımasız baskı uygulamaları ile vazife tutkusu giderek hastalık ve çekilmez hale gelirken ister istemez çevresinden de kopacak, giderek yabancılaşacaktır. (*) Bu yabancılaşma ile -Özgentürk’ün finalinde- bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışırken gördüğümüz Murtaza, artık başka çıkarların bekçiliğini yapmaktadır. Bu soyuta kaçar biçimde ele alınan halinde Murtaza yine yeterince derinlemesine çözümlenmez, Özgentürk’ün kişilik çözümlemesi gibi bir derdi de yoktur. Orhan Kemal’in romanındaki somut (ekonomik) taban, soyutlama nedeni ile ortada gözükmemektedir. Müjdat Gezen de bu yorumun gerektirdiği kişiyi oynamaktadır.

Belirli bir alanda yoğunlaştırılmış bir kişiliğin işlendiği romandan yapılan iki -farklı- filmde, nasıl farklı sonuçlar alınabileceğinin tipik örneğini oluşturan Murtaza ile Bekçi ikilisi, edebiyat kaynaklarının da farklı yorumlanabileceğine iyi bir örnektir.

Anayurt Oteli (Yusuf Atılgan / Ömer Kavur > Macit Koper)

Bazı filmler vardır, beğenin veya beğenmeyin, sevin veya nefret edin, bir dönüm noktası, bir köşe başı olduğunu görmezden gelemezsiniz. Anayurt Oteli öyle bir film. Ayrıca öyle bir roman. Yusuf Atılgan’ın 1973’de yayınlanan romanı, Anadolu’nun demiryolu kenarındaki bir kasabasında İstanbul’da oturan dayısının Anayurt Oteli’ni çalıştıran Zebercet’in adım adım intihara gidişinin öyküsü. İçine kapanık, psikolojik sürüklenişlere açık bir kişilik olan Zebercet, bir gece “gecikmeli Ankara treni” ile gelip bir oda isteyen, bir gece kalan, civardaki bir çiftliğe giden, gizemli bir kadının dönmesi beklerken, zaten yalnız olan yaşamında var olan şeyleri tek tek geride bırakarak salt yalnıza doğru yol alır. Roman olarak -daha geniş tabanlara otursa da- bir kişilik çözümlemesi içeren eser, sinemamızın yaygın anlayışı olan öykü anlatma uygulamasına pek uygun olmayan yapısına rağmen Ömer Kavur’un elinde senaryo ve film olarak karşılığını bulurken, Macit Koper gibi bir destekçi ile de sinemamızın en yaşayan karakterlerinden birini perdeye getirir. Roman ve sinema olarak ele aldığı karakteri çözümleyen Anayurt Oteli romana nazaran biraz daralmış alanına rağmen sinemaya iyice ete kemiğe bürünmüş bir kişilik kazandırıyor: Zebercet. Uzun yıllardır yaşadığı tek düze yaşamını, otele gelen – giden yolculara pek de ilgi duymadan sürdüren Zebercet, gecikmeli Ankara treni ile gelen, odasında küllükte ruj izli bir sigara izmariti bırakan ve kişisel havlusunu unutan ve de geleceğini söyleyen gizemli kadını beklemeye başlar. Odasını saklı tutar, kadının gelmesinin gecikmesi, çöküşünün tetikleyicisi olur, fakat bu ani bir tetiklenme değil ağır ağır işleyen bir mekanizmadır. Hep aynı koltukta oturan yaşlı müşterinin de bir gün gitmesi ve hemen peşinden gelen polisler tarafından bir cinayet nedeni ile aranması, otelin ortalık işlerine bakan kadın ile giderdiği cinsel açlığının artık tatmin etmemesi Zebercet’in yolculuğunu hızlandırır. Otelde boş odalar olmasına rağmen, gelen müşterileri geri çevirir, gazete ve diğer ihtiyaç malzemelerinin alış verişini keser, meyhanede ve horoz dövüşü yapılan alandaki kişilerden aldığı tepkilerle daha da yalnızlığa itilir. Uykudaki ortalıkçı kadını cinsel ilişki sonrasında boğarak öldürür ve daha sonra adliyede duruşma dinlerden sanığa yüklenen suçları (kendince) kabûllenir… Zebercet bu iç yolculuğunda hedefine ağır ağır ulaşır. Kavur, uzun çekimlerle Zebercet’i intihara hazırlanırken gösterirken, filmde (romanda da) nasıl adım adım bu noktaya geldiğine paralellik kurar ve atalarından da bazılarının yaptığını yaptırarak ası yolu ile intihar ettirir. En canlı karakter yaratımlarından biri olan Zebercet, Kavur ve özellikle Koper’in ortak çalışması olarak sinema tarihimizdeki yerini şimdiden almıştır. Koper’in bu performansı 9. Nantes 3. Kıta Film Şenliği’nde ve Sinema Yazarlarının 1988 seçiminde ödüllendirilir. 9. Nantes 3. Kıta Film Şenliği’nde Anayurt Oteli de büyük ödül alırken, sinema yazarlarından da “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” ödülleri alır. Filmin başkaca ödülleri de var.

Anayurt Oteli’ndeki kişilik çözümlemesi, romandan kaynaklansa da, sinema olarak “yeniden” üretilmiş ve oyunculuk olarak da derinlikle işlenmiş, giderek içine kapanan birinin yaşama olasılıkları açısından yeteri kadar kapsamlı bir karakter (Zebercet) olarak sinemamızın ender sayıdaki örnekleri arasında en yukarılarda yerini almıştır.

Böcek (Erhan Bener / Ümit Elçi > Halil Ergün)

Yine bir roman uyarlaması, yine bir karakter çözümlemesi, yine sinemamız için ayrıksı bir çalışma. Halil Ergün’e 32. Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal, 9. Adana Film Festivali’nde Altın Koza, Magazin Gazetecileri Derneği’nin seçimi ve 1996 SİYAD seçimin de “En İyi Erkek Oyuncu ödülünü” kazandıran Böcek filmi Erhan Bener’in aynı adlı romanından Ümit Elçi tarafından yazılarak ve yönetilerek sinemaya uyarlanmıştır. Bir komiserin ölümünün öncesindeki son günlerini, bu sürede geçmişi ile hesaplaşmasını ele alır. Bu hesaplaşmada kendi yüzünden ölen kız kardeşi, bu nedenle onu suçlayan ailesi, karakola suçlu olarak getirilen sonradan evlendiği, bir kez olsun bile sevişmediği astım hastası genç kız vardır. Karakolda görüp geçirdikleri nedeni ile insanların bir kısmını böcek gibi gören, görevinin verdiği yetkileri kullanırken, daha da fazlasını yapmak isteyip yapamayan, acımayla karışık cezalandırma istediği de duyduğu, elini sürmediği karısının lezbiyen kaçamağına göz yuman; tüm bunların yanında çözemediği yalnızlığı, iletişimsizliği sonucunda cinsel organını kesmeye sürükleyen bunalımları ile canlı bir tip olan Recai Bey, iyi oynanmış bir oyun, iyi yönetilmiş bir film olarak, edebiyat uyarlaması da olsa sinemasal bir çözümleme üretebilen bir eser olarak sinema tarihindeki yerini alacaktır. Finalde geçirdiği kalp krizi sonucu sokakta yığılıp kalan, elindeki düşürüp kırılan şişeden dökülen sütü bir böceğin içmesi seyreden Recai Bey’in akıbeti de ilginç -sinemasal- bir finaldir.

Takva (Ozer Kızıltan > Erkan Can )

Öncelikle belirtmek gerekir ki Murtaza olsun, Anayurt Oteli ve Böcek olsun birer romandan kaynaklanan filmlerdi ve romandan çıkarılmış senaryolara dayanıyorlardı. Takva ise öncesinde bir roman bulunmayan özgün yazılmış bir senaryoya dayanıyor. Bu önemli bir fark. Önder Çakar senaryosundan Özer Kızıltan’ın çektiği Takva’ da Muharrem’in yolculuğunu ve tanıklığını, tanıklığının sonucunu izliyoruz. Basit bir kişi olan Muharrem “iyi bir dindar” olmanın yollarını arar, bu nedenle girdiği bir tarikat çevresinde diğer yoldaşları gibi topluca yapılan toplantılara, ayinlere katılır ve bir kısmını bildiği bir kısmını yeni edindiği bilgilerle gitmek istediği yere varmaya çalışırken, rüyalarına giren şeytan sonucu kontrolü dışında başına gelen durumlardan, yıkanarak ve çamaşırlarını yıkayarak arınmaya çalışır. İnsani zaaflarının farkındadır ve kendini denetleyebildiği kadar kontrol altında tutar. Kendini sona götüren değişim hiç beklemediği bir zamanda ve biçimde gelir. Tarikat yöneticilerince bağlılığından dolayı, yatkın göründüğü bazı görevler için vazifelendirilir. Kendisinden istenilenin önce ne olduğunu anlamaması ve içine girdikçe hiç de bildiği, beklediği ve de alışık olmadığı şeyler olduğunu görmesi ve ruhani bildiği kişilerin azımsanmayacak derece dünyevi olduğu bilgisine ulaşması, bunu anlayarak çözümleyememesi nedeni ile yıkıma uğrayacaktır. Muharrem’in bu yolculuğu bir kişilik çözümlemesi değil, beklemediği tanıklığın getirdiği bir kişilik çözülmesidir. Bu nedenle yukarıda ele aldığımız film kahramanları ile ve ele alınışıyla örtüşmez ise de onlar ile aynı düzeyde bir kişilik gösterisi ve değişimidir. Kendini yönlendirenlerce, çalışmaya başladıktan sonra yaptığı iş karşılığı daha büyük, rahat ve iyi bir yere yerleştirilen, üstü başı yenilenen, emrine araba verilen Muharrem, inançları doğrultusunda canla başla yaptığı çalışmasında, görevi başında tanık olduğu olaylarda inançlarına uygun olan kendi düşüncesini dile getirdiği zaman uyarılacak, yalnızca görevini yapması istenilecektir. Buradan başlayan çatlaklar, bütün kişiliğini saracak ve Muharrem büyük yıkımlara uğrayarak, hiçte hedeflemediği boşluklara sürüklenecektir. Muharrem’i Erkan Can başarı ile oynarken Zebercet ve Recai Bey gibi ödüllendirilecektir. (Ödülü doğal olarak oyuncu alır, ama canlandırdığı kişi nedeni ile alır. Murtaza hiçbir yarışmaya katılmamıştır.) Sinemamızda dini hiç ele alınmayan bir biçimde ele alan film, bu bakımdan da ilginçlik taşır ve dine bakış açısı evrensel bir gözlem taşıdığı için, bir farklılık daha kazanır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, özgün senaryoya dayanarak yapılmış olması da, ele alınan diğer filmlere göre sinemasallığını daha öne çıkarır. Özgün bir senaryoya dayanmak daha sinemasal olmak için tek başına yeterlilik değilse de, bu kısıtlı çalışmada, bu özelliği ile de diğerlerinden biraz ayrı -önde veya yukarıda değil- (tek başına) durmaktadır.

Film kahramanları anlatılan bir öykünün içindeki macerayı yaşarlarken, serüvenin öne çıkma olasılığı her zaman vardır, kişiliğin derinlikli olması, oynayışla da desteklenirse sinemada da edebiyattaki gibi kimi kişiler daha bir canlanır, öne çıkabilirler. Yukarıda ele aldığımız dört filmin dört kişisi, kişilik oluşturma bakımından farklı yoğunlukta sonuçlara ulaşmış olsalar da, yine de sinemamız birikiminde göz ardı edilemeyeceklerdir. Bu, bu kişilerle sınırlı mı, böyle bir iddiamız yok, ulaşma olanağımız olmayan filmlerde gizlenmiş niceleri olabilir, çeşitli yaklaşımlarla izlenebilecek olan bu kısıtlı çalışmamızdan kalkarak konuya ilgi duyabilecek olanlara daha geniş olanaklarla çalışma ve araştırma ortamları dileklerimle…

(06 Mart 2007)

Orhan Ünser

(*) Agâh Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü 2. Cilt, Sh: 195 – 196 (Yavuzer Çetinkaya’dan alıntı)
(**) Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, Sh: 385 – 386
(***) Agâh Özgüç, a. g. y.

Pan’ın Labirenti

Burnundan yüzüne yayılan kanla orada öylece hareketsiz yatan o küçük kızı gördüğümde, zorlu bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım. Ama kan yavaş yavaş geri çekildi. Ardında lekesiz, masum bir yüz bırakarak. Savaş sonrası işgâlcilerin, işgâl ettiği topraktan çekilmesi gibiydi bu. Perdede beliren İspanya – 1944 yazısını görünce gülümsedim. Kimi savaşlar bitiyordu, kimileriyse hep devam etmekteydi. Düşüncelerimi ağaçlıklı bir köy yolunda ilerleyen üç siyah araba böldü. Arabalardan birinin arka koltuğunda oturan küçük kız, okuduğu masal kitabını kaparken, bir masal dünyasının kapılarını açıverdi. Annesi Carmen Ofelia diye çağırıyordu küçük kızı ama, Ayşecik suratlı bir Alice’ti o. Rahatladım. Kendimi bir düş dünyasına bırakmaya hazırdım ki, araba varması gereken yere vardı.
Üvey baba Vidal’in otoriter tavrı karşısında, Ofelia ile birlikte ben de oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun ruh haline büründüm. Navarra’daydık artık. Sivil savaş sona ermiş gözükse de Navarra’nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde çatışmalar sürmekteydi hâlâ. Faşist rejime karşı savaşan silâhlı adamlardı o dağlara gizlenenler. Yüzbaşı Vidal onlara düşmandı çünkü o, faşist yönetimin emrinde çalışıyordu. Görevi sınırları isyancılardan temizlemekti. Acımasızdı. İstediği bir aile değildi asla. Değer verdiği tek şey soyuydu ve bunu devam ettirecek tek şeye, Carmen’in karnında taşıdığı bebeğe bağlıydı. Ofelia’nın tek ihtiyacı olansa sevgiydi. Oysa Vidal’den korkuyor, yolculuk ve ilerleyen gebeliği yüzünden hasta düşen annesine yaklaşamıyordu. Kendine sunulan o masal dünyasıydı tek avunduğu. İyi ve kötü, sihir ve tehlike, onun dünyaya açılan pencereleriydi. Bir de kâhya kadın Mercedes’in mırıldandığı sözleri unutulmuş o ninni… Ninniyi dinlerken masala geri dönme isteğiyle kıvrandım koltuğumda. Aslında masal, bir çocuk için fazla korkutucuydu. Karanlıktı. Garip yaratıklar, çamurlu dehlizler vardı. Ama savaşın, şiddetin, kanın, acının ve ölümün kol gezdiği gerçeğin kendisinden daha güvenliydi o anda. Masala döndük ama bu ne ilk dönüşümüz oldu, ne de son çıkışımız. Gerçekle, sihir arasında gidip geldik durmamacasına. Bir keçi Tanrı Pan’ın labirentindeydik, bir çatışmanın orta yerinde. Her geçiş bir tokat gibi indi yüzüme ve sonunda iki dünya birbirine geçiverdi. İspanya iç savaş sancısıyla kıvranıyordu, Ofelia iç dünyasındaki savaşla. Derken film bitiverdi ve ben, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun “Hangisini istersen onu seç” diye sunduğu iki ayrı sona bakakaldım.

Filmden çıktığımda, yolda yönetmenin nasıl zor bir şeyi başardığını düşündüm. Nasıl olmuştu da, çocukların o saf, sınırsız hayal gücüyle, dünyanın acımasız gerçeğini hem net bir şekilde birbirinden ayrı tutup, hem de böyle birbirine yedirebilmişti? Filmin fikrini yapımcılarından biri, Alfonso Cuaron vermiş del Toro’ya. Türk izleyicisinin de yakından tanıdığı Meksikalı diğer bir yönetmen, Alejandro Gonzalez İnarritu da, kurgu aşamasında yönetmenin filmi kısaltmasına yardım etmiş. Del Toro film üzerinde o kadar özenle çalışmış ki, filmin Amerikan pazarında iş yapabilmesi için altyazıları kendisi hazırlamış. Tam iki ay, sahne sahne, altyazı uyumuna çalışmış.

Oyunculara gelince… 12 yasindaki İvana Baquero, Ofelia rolünde oldukça başarılı. Del Toro’nun o rol için aslında 7 – 8 yaşlarında bir çocuk düşündüğü halde, yaşı 11’e çekmesinin nedeni de küçük Ivana’nın oyunculuğundan etkilenmiş olmasıymış. Ve filmin en etkileyici karakterlerinden biri: Pan. Keçi tanrıyı canlandıran Doug Jones, filmdeki tek Amerikalı aktör. Hiç İspanyolca bilmiyor. Üstüne üstlük, Pan kıyafetini giydiği zaman karşısındakinin konuşmalarını da hiç duyamadığı için, hem kendi repliklerini hem de karşısında konuşan kişinin repliklerini ezberlemek zorunda kalmış!

Sonuç olarak Pan’ın Labirenti’nin başarısı, bardağa hangi tarafından baktığınıza bağlı. Çünkü aynı film, Cannes Film Festivali’nde 22 dakika alkışlanır, çeşitli ödüllere aday gösterilir, En İyi Makyaj, En İyi Sanat Yönetmenliği ve En İyi Sinematografi dallarında 3 Oscar’a lâyık görülürken, şiddet içerikli sahneleri yüzünden Malezya’da yasaklanmış.

Şimdi durup düşünüyorum. Keşke ne yapacağımı bilemediğimde, elime boş bir defter alsam ve o bana ne yapacağımı anlatsa. Ve nereye gideceğimi bilemediğimde, bir tebeşir bulsam ve herhangi bir yere çizdiğim bir kapıdan geçip, bir masal dünyasına gidebilsem! Keşke…

(09 Mart 2007)

Gülay Oktar Ural

Haydi, trenlere binin…

Barış Pirhasan, 2001 yılında çektiği O da Beni Seviyor filminden 6 yıl sonra Adem’in Trenleri filmi ile 2 Mart’ta izleyicisiyle buluşacak. Başrollerinde Cem Özer, Nurgül Yeşilçay, Derya Alabora, Erkan Taşdöğen, Yıldız Kültür, Turhan Özdemir, Asuman Dabak ve Ezel Akay’ın rol aldığı filmin küçük oyuncuları ise Adem rolünde Fıratcan Aydın ve Fatmacık rolünde Zeynep Deniz Özbay.

Filmin konusu:

Manisa’nın Karaağaçlı kasabasında yaşananları 6 yaşında, Adem adlı küçük bir çocuğun gözünden anlatan film, aslında her insanın bir sırrı olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunu yaparken de değerlerimizi sorguluyor.

Hasan Hoca (Cem Özer), hamileyken terk edilmiş Hacer’i (Nurgül Yeşilçay), ailesinden ve söylentilerden korumak için nikâhına alır. Ama bu durumda köylerinde yaşamayacaklarını anladıkları için üçü birlikte köy köy, kasaba kasaba dolaşmaya ve geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Hasan Hoca yıllarca Hacer’in kızı Fatmacık’a karşılık beklemeden bakar. Hacer’e el sürmeyen Hasan Hoca, onları sadece korumak için sahiplenmiştir belli ki… Belki de bir gün Hacer’in ‘sahibine’ döneceğine inandığı içindir, bilinmez…

Bir Ramazan günü, alacakaranlıkta Hasan Hoca, Hacer ve Fatmacık, üç beş hanelik, küçük bir tren istasyonu olan Manisa’nın Karaağaçlı beldesinde inerler. Hasan Hoca abdestini aldıktan sonra yüksekçe bir yere çıkarak ezan okur. Herkes uyanır, kasabalı Ramazan’ı hocasız geçirmek istemediği için hoca çağırmıştır. Karaağaçlı’nın imamı olma karşılığında ise hocanın istediği sadece iftarlıktır. Hoca, Karaağaçlı’ya namaz kıldırır, ezan okur, çocuklara günde 2 defa Kur’an dersi verir. Günler birbirini kovalarken, hocanın yaşının büyük, ondan her zaman dört adım geri yürüyen ve korkak davranan karısının genç olması herkesin dikkatini çeker. Herkese göre onların bir sırrı vardır. Ama sırrı olan sadece onlar mıdır? Ya kasabalı! Onların sırrı yok mudur?

Kasabalı, hoca ve karısının yıllarca gizledikleri sırlarına tanık olurlarken aslında herkesin bir sırrı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Hacer, yıllar sonra Fatmacık’ın babasıyla karşılaşır, işte olaylar ondan sonra başlar. Lirik ve hüzünlü bir hâl alan film, sonunda bir aşk filmine dönüşür. Kazanan kim ve ne olacaktır?

Trenlerle selâm yollayın Adem’e

Yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sinema perdesine aktarılan film; Adem’in gözünden izleyiciyi “Günah ve sevap nedir? Merhamet ve erdem ne demektir?” gibi sorgulamalara davet ediyor. Film bunları yaparken, naif bir yaklaşımla izleyiciyi bazen acı acı güldürüyor bazen de düşündürüyor…

Adem, doğduğu zamandan beri, birileri kasabalarına gelip gitmişlerdir, bir gün Fatmacıkların da gideceklerini düşünür. Her gidenden, kendisine trenlerle selâm yollamasını söyler. Bir tren tutkunudur Adem. Onun bakış açısı ve söylemleri filmdeki bizden duygusunu çok güzel bir şekilde ifade eder. Hasan hoca bir gün derste öğrencilerine sorar, “Niçin dünyaya geldik?” Adem’in cevabı naiftir. “Süt taşımak için.” Oysaki sınıftaki diğer cevaplar, daha ciddidir. Hasan Hoca, filmin sonlarına doğru kasabada yaşananlardan dolayı bitkin bir haldedir ve kendisini sorgulamaktadır. Kendisinin nasıl biri olduğunu sorar sınıfta. Adem’in cevabı, “İlk geldiğinde zalim, sonra mübarek, şimdi de zavallı. Annem öyle diyor.” Hasan Hoca’nın film boyunca, kasabalı tarafından yorumlanışı işte bu üç sözcüktür. İsmail Doruk’un senaryosunu yazdığı bu filmin her karesi samimi, yalın, ‘bizden’ duygusunu hissettiriyor izleyiciye.

Hocanın, Hacer ve Fatmacık’a sahip çıkması ve bir gün Hacer’in “sahibi” arasındaki tercihi sırasındaki söyledikleri, Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım filminde Türkan Şoray’ın Asya rolündeki şu iç konuşmasını hatırlatıyor bize: “Sevgi nedir? Sevgi emek ister.” Barış Pirhasan’ın Atıf Yılmaz’la Aaah Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur, Adı Vasfiye filmlerinde birlikte çalışmış bir yönetmen. Bu etkilenme, seyircide olumlu etkiler uyandırıyor.

Cem Özer, hoca rolüyle çok başarılı bir performans sergiliyor. Ödüllü görüntü yönetmeni Peter Steuger’in başarılı çalışma sergilemesi sonucunda, kurgu ekibi, duyduğumuza göre “kesecek bir kare bulunamıyor” diye feryat etmişler.

Bir de müzikleri var tabii filmin. Kedi Müzik’ten Ender Akay ve Sunay Özgür imzası taşıyan filmin müzikleri, filmin galasının gerçekleştirildiği G-Mall sinemalarında kokteyl boyunca, konuklara eşlik etti. En yakın zamanda soundtrack’ini bekliyoruz.

Son olarak da filmin yapımcılarından Ezel Akay ve yönetmeni Barış Pirhasan’ın söylediklerine kulak verelim:

Haydi, trenlere binin,
bizim istasyonda inin,
başka hiçbir şey beklemiyoruz sizden;
sadece, bizi seyredin…

(28 Şubat 2007)

Asya Çağlar

Halûk Cecan ile 08 Mart 2006’da Yapılan Görüşme

Fotoğraflar

Yazı sonunda Halûk Cecan biyografisi vardır.

Su altına merakınız ne zaman ve nasıl başladı?

1958 yılında ortaokulda bir sınıf arkadaşımdan bir kamera almıştım, elle çevrilen. Ve deniz kıyısındaydık o zaman. Marmara Denizi’nin temiz ve güzel günleri olduğu için sualtı canlı hayatı zengin, deniz çok temizdi. Çocukluğum Moda ve Kalamış’ta geçti. Deniz kabuklarını, minarelerini toplayıp onlarla akvaryum gibi bir şey yapardım. Bazen de anne ve babamla birlikte İzmir’de Çeşme’ye giderdik, Ilıca’ya. O zamanlar oradaki denizde çok zengin bir canlı hayatına sahipti. Elimde olmadan denize yöneldim. Film işi de vardı bende. Kıyılarda bir şeyler çekiyordum. Sonra bu çekimleri daha da ilginç kılabilmek ve için ilk defa kendime bir hausing yaptım. Ve 1960’lı yıllarda sualtı filmciliğine başladım.

12 yaşında fotoğraf ve film çalışmalarına başladığınıza göre, ailenizde sizi destekledi ve imkân sağladı diyebilir miyiz?

Ailemde denizle ilgili pek kimse yok. Ama babamdan destek gördüm. 1960 yılında, 58 yılında aldığım makine bana yeterli gelmiyordu. Daha iyi bir marka makina istemiştim. Babam da bu hevesimi kırmadı benim. O makineyi aldı.

Çocukluğunuzdan itibaren sualtı ilginizi çekmiş, neden İktisat Fakültesi’nde okudunuz?

Benim zamanımda denizle ilgili bölümler yoktu. Hâtta ben sinema – televizyon okumak isterdim. Ama o yıllarda bu bölümler olmadığı için 1960’lı yıllarda maalesef iktisadı seçtim. Olsaydı mutlaka onlardan birini seçer ve yoluma o şekilde devam ederdim.

İLK TÜRK SUALTI BELGESELİ: SEYİR GÜNLÜĞÜ

1988’de TRT için ilk sualtı belgeselini çektiniz. Bu film Türkiye’nin de ilk sualtı belgeseli oldu. TRT mi sizi buldu, siz mi TRT’ye öneri verdiniz?

Şimdi İstanbul Televizyon Müdürü olan Zafer Karatay yönetmendi o zaman. Ben 1982 yılında “Ada” filmini yapmıştım ve İFSAK’ın yarışmasında ödül kazanmıştım. Bunları değerlendirebilir miyim diye düşünmeye başladım. İstanbul Televizyon Müdürlüğü’ne gittim. Zafer Bey’le konuştum. Filmi izlediler ve beğendiler ve yanılmıyorsam Orhan Boran’ın bir programında sualtı görüntüsü olarak yayınlandı. Bu arada Caddebostan Balıkadamlar Kulübü’nün yöneticisi olan Nezih Saruhanlıoğlu da o dönemdeki televizyon müdürüyle tanışmış ve benden bahsetmiş. 1987’de böyle dolaylı yollarla İstanbul Televizyonu’na gittim ve “Ada” filmini verdim, beğenildi. 1988’de de TRT’den “gelin beraber bir sualtı belgeseli yapalım” diye teklif geldi. Daha önce Rudolf Rahe gibi Almanların, George Bass gibi Amerikalıların yapmış olduğu arkeolojik belgeseller var ama bir Türk ekibinin yaptığı belgesel yoktu. “İlk Türk Sualtı Belgeseli” olarak da 1988’de Seyir Günlüğü’ne başladık.

İlk belgesele başlangıç nasıl oldu? Yaşadığınız zorluklar var mı?

Daha önce çekimler yapıyordum ama bir televizyonda belgesel çekmek çok ciddi bir iş. Tabii çok stresli bir başlangıçtı benim için. Şöyle düşünüyordum; bunda başarılı olamazsam bundan sonraki yaşantımda yapmak istediğim belgesel çalışmalarımda aksar. O stresle çok büyük bir çaba harcadım. 2 tane motor botumuz vardı. Onlarla İstanbul’dan çıkıp Bodrum’a kadar giderek bir “Seyir Günlüğü” yaptık. Şansımız da iyi gitmedi. Hava çok sertti. Hâtta bir de kaza geçirdik. Motor botumuzun bir tanesi arızalandı ve tamamen olmasa da yarı yarıya Çanakkale’de battı. İçinde malzemelerimde vardı. 90 günlük bir çalışmanın sonunda çekimleri bitirdik. Ama benim içime sinmedi. Çünkü 90 gün bir belgesel için kısa bir süre. 1980 – 1988 arasında çektiğim 8 yıllık görüntüleri de olduğu gibi TRT’ye hediye ettim. Ve film oldukça zenginleşti. Hem de gelecek dönemlere iyi bir referans oldu. Ve bu belgeselin beğenilmesiyle birlikte her iki sene de bir belgesel çekimlerimiz devam etti.

İNŞAAT İŞİNDEN KAZANDIĞINI FİLMLERE, DALIŞLARA VE MALZEMELERE AKTARIR

“Ben sponsor kullanmıyorum ve kendi imkânlarımla bu filmleri yapıyorum” diyorsunuz. Tek uğraşınız sualtı belgeselciliği mi oldu yoksa başka bir işle bu uğraşınızı desteklediniz mi?

Benim belgesel çalışmalarından pek bir getirim olmadı. Ben bu işten 1 aldıysam 10 verdim. Zira televizyondan aldıklarımla bu iş olacak gibi değildi. Benim inşaat işlerim vardı. Orada kazandığım paranın çok büyük bir bölümünü buraya yatırdım. Zira çok geniş bir ekipmanım var benim. Son 10 – 15 yıl içinde bir kamyon dolusu diyeceğim meselâ, son dönemde 8 – 10 kamerayla, 8 – 10 kabinle yola çıkıyorum. Diyelim bir köpekbalığı veya fok çekimleri için 7 – 8 kamera kullanıyoruz, kabinler kullanıyoruz. Son teknolojiyi takip ederek gittim. Betacamı 94’de aldım, getirdim. Bunlar karşılanması mümkün olan şeyler değildi tabi. Ben bunu sevdiğim için, manevi getirisi yüksek olduğu için yapıyorum. Ben dünya festivallerinden bu kadar ödül alabilmeyi, dünyanın tanınmış filmcileriyle tanışıp, dost olabilmeyi hayal bile edemezdim. Dolayısıyla manevi yönü çok doyurucu olduğu için maddi yönüne hiç takılmadım.

Kaptan Jacques Cousteau ile tanıştınız mı?

1990 yılında “Mavi Derinliğin Dişleri” diye bir film yapmıştım. Bu da 1985 – 1990 arasında beş yılda çektiğim filmlerin bir özetiydi. Ve bu filmlerde sualtı hayatının sert yüzünü, zaman zaman da güzel yüzünü gösteren ve beslenme zincirini anlatan bir çalışmaydı. Ve ilk kez Fransa’da Dünya Sualtı Film Festivali’ne gittim. Ve burada benim filmim “Dünya İkincilik Ödülü” kazandı ve “Gümüş Palet” aldım. 40 ülkeden 90 filmin katıldığı bir festivalde ikinci olabilmek rüya gibi bir şeydi benim için. Çok mutlu oldum. Hayallerimin birçoğu o gün gerçekleşmiş oldu. Ama bence ondan daha önemli olan da akabinde kaptan Cousteau’nun beni Paris’teki Oşinografi Parkı’na davetiydi. Ve orada kaptan Cousteau’yla tanıştım. Uzun sohbetlerimiz oldu.

Kaptan Cousteau her ülkeden dünyanın tanınmış filmcilerini kendi toplantılarına davet ederek, denizi, doğayı ve çevre problemlerini, kirlilik problemlerini anlatırdı. Toplantılara katılanların kendi ülkelerine döndüğünde toplantıların içeriklerini görsel ve yazılı basına aktarılmasını isterdi. Daha sonra 94’e kadar bu toplantılara birçok kez beni davet etti. Hâtta o dönemde Uzakdoğu çekimleri vardı, onu bitirdikten sonra Türkiye’ye gelecekti ve birlikte bir belgesel yapacaktık. Ama maalesef vefatıyla birlikte o proje kaldı.

Türkiye’de Kaptan Cousteau’nun belgesellerini herkes bilir ve izlemiştir. Sizin belgeselleriniz de aynı oranda izlendi mi? Türk halkı sizin çalışmalarınızı ne kadar biliyor?

Maalesef yeterince tanınamadım. Ben yurt dışında daha çok tanınıyorum. 90 yılından beri dünya festivallerine katılıyorum. Sanki oralarda daha geniş kitlelere hitap ettim. Özellikle de fantastik filmlerim nedeniyle.

Gerçi Türkiye’de de son dönemlerde tanınmaya başladım. Zira RTÜK televizyon kanallarına ceza olarak bizim filmleri verince bütün kanallar, hem de ikişer saatlik bölümler halinde belgesellerimi yayınlamaya başladı. Böylece daha geniş kitlelere ulaşmış olduk. Hâtta ilk 100’e girerek izlenmeye başladı. Dolayısıyla RTÜK’ün öyle bir faydası oldu bana. Gönül isterdi ki bu ceza olarak değil de normal yayınlar içerisinde yer alabilsin.

Ayrıca bu rahatsızlığım nedeniyle benim belgesellerim daha fazla yayınlanır oldu. Böylece daha fazla kitleye hitap etmeye başladım. Aslında yaşadığım kötü bir olay ama iyi şeylere sebep oldu.

Belki ileride bütün kanallar böyle belgesele ağırlık verir ve belki daha geniş kitleye hitap eder. Zira sualtı dünyası giderek kirleniyor, bozuluyor. Sualtı arkeoloji değerleri kaybolmaya başladı. Çünkü balık adamların artmasıyla dalışlar da arttı ve arkeolojik eserler, amforalar gibi buluntular her yıl eksiliyor. Dolayısıyla bir an önce bunların görüntülenip geniş kitlelere izletilmesi lâzım.

Bu ilgisizliği neye bağlıyorsunuz?

İnsanlarla konuşurken belgeselle ilgileniyorlar gibi geliyor bana. Ancak magazin programlarının biraz daha fazla reyting alması nedeniyle kanallar da iyi saatlere bu tür programları veriyor. İyi saatlerde yayınlanamayan belgeseller de az ilgi görüyor. Ama ben kiminle konuşsam belgeseli çok sevdiğini söylüyor.

Meraklı olduğum için belgesel kanallarını izliyorum ama maalesef biz bu belgeselleri 20 yıldır yapıyoruz ama istediğimiz reytinge hâlâ ulaşamadık.

Biz Türkler denizlere sırtımızı dönmüş gibiyiz. Denizle iç içe yaşıyoruz ama denizleri fazla tanımıyoruz. Denize sadece yüzmek için giriliyor. Onun dışında çok fazla denizle iç içe değiliz.

Uzun metrajlı film yapmayı düşündünüz mü?

Hep hayalimdi ama tabii uzun metraj için büyük bütçe ve geniş kadro gerekiyor, imkânım olsa girerdim. Benim kafamda bir sürü senaryo vardı ve tahmin ediyorum gerçekleştirebilseydim çok da ses getirecek projelerdi. Ama dediğim gibi beni aşan bir proje.

Ben iktisat mezunuyum ama sponsor bulma teşebbüsüm olmadı pek. Belki de o konuda beceriksizim. Dolayısıyla da çok büyük bütçeli işler olduğu için uzun metrajlı film işine girmedim.

Fantastik film çekmek nereden aklınıza geldi?

1990 yılında Dünya Sualtı Filmleri Festivali’nde ikinci oldum ama bu filmde kullandığım görüntüleri 5 yıllık bir sürede çektiğim görüntülerden seçmiştim.

Festivalden sonra kendi kendime dedim ki bu kadar ülke arasından tekrar ödül alabilmek için farklı bir şeyler yapmalıyım. Çünkü bir daha o çarpıcı görüntüleri bulabilmem zor. Aradan yine 5 yıl geçmesi gerekecekti ve bu görüntüleri bulacağım da garanti değildi. Festivale 40 – 50 ülke katılıyor ve yarışma yaklaşık 100 film arasında yapılıyordu.

O zaman ben de kimsenin aklına gelmemiş, hiç işlenmemiş ama mesajı da olan bir çalışma yapmak istedim. 1990 – 91 ve 92’inin yazlarında çalışarak “Tenten ve Denizler Hakimi” diye fantastik bir film yaptım. Çevre problemlerini işliyordu. Dünyada ilk kez balıklara kostüm giydirildi ve makyaj yapıldı. Tabii onlara zarar vermeden, öldürmeden çok kısa sürelerde o kostümleri giydiriyordum üzerlerine. Çok ilgi gördü ve 1992 yılında Dünya Sualtı Filmleri Festivali’nde En Fantastik Filmi seçildiği için Insolid Ödülü’nü kazandım. Festivallerde her film bir kez gösterilir ama benim filmimi 7 kere gösterdiler.

Bu başarıdan dolayı “Tenten ve Denizler Hakimi” 1993 yılındaki festivalin hem açılış filmi oldu hem de bana dünyanın 20 yönetmenine verilmiş olan Prima Club Ödülü’nü kazandırdı.

Bu filmden sonra ben o çizgi üzerinde, mesajı olan ve çarpıcı, bugüne kadar sualtı filmciliği tarihinde uygulanmamış teknikler uygulamaya başladım.

Daha sonra “Dinazor”u, “Mahşerin Atlıları”nı, “Uzaya Kaçış”ı ve son olarak da “Çılgın Müzisyenler”i yaptım.

Dünyada ilk kez balıklara makyaj yapıldı dediniz. Sizden önce kimse bunu denemedi mi?

Hayır. Dünyada ilk kez uygulandı.

Fantastik film çeken oluyor mu?

Böyle filmler bu tip festivallere geliyor ama ne yalan söyleyeyim benim tarzımda da pek rakibim yok sanki. İnsanlar belki çok zaman ayıramıyorlar. Çünkü böyle bir filmin büyük bir getirisi yok. Yani böyle bir filmi yapmak çok zahmetli. Ben kendi olanaklarıma göre büyük bir bütçe ile çekiyorum bu filmleri. Büyük dekorlar ve özel kostümler yaptırıyorum. Meselâ “Mahşerin Atlıları” için suyun altında bir Roma kenti kurdum. “Dinazor” için büyük bir dinazor maketi ve bir sürü dekorlar hazırlandı. “Uzaya Kaçış”ta su altında yüzlerce krater yapıldı. Bir filmin çekimi için de iki yazımı harcıyorum. Dolayısıyla kimse çok büyük masraflara girip üstüne iki yıl da uğraşmayı istemiyor. Getirisi de olmadığı için kimseye cazip gelmiyor. Katıldığım festivallerden bana hep ödül getiriyor bu filmlerim.

“25’lik o görüntü 40 yılımın görüntüsüydü” dediğiniz bir çekiminiz var. Bize o hikâyeyi anlatır mısınız?

2000’li yılların başında Güney Afrika’ya 40 günlük bir gezi yapmıştık. Ağırlıklı olarak büyük beyaz köpek balıklarını çekmek için. Önce Ganz Bay’da, körfezde kafes çekimleri yaptık. Kafesin içinden büyük beyazları çektik. Daha sonra Durban Bölgesi’ne geçtik. Durban’da kıyıdan 7 mil açıkta bir bölgede kaplan köpek balıklarının çekimi için hazırlık yaptık. Orada dibe indiğimizde bir kayanın önünde duruyorduk. Rehberimiz bizden 3 – 4 metre açığımıza iple bağlı 2 tane bidon koyuyordu. İçerisinde sardalya artıkları olan üzeri delikli bidonlar. Bu sardalya kokuları akıntıyla etrafa gidiyor ve uzun geniş bir alana yayılıyor. Yakınlarında köpek balığı varsa o kokuyu duydukları zaman o bölgeye geliyor. Daha sonra dip zemine koyduğumuz büyük balık parçalarını yiyorlar ve biz de o sırada çekim yapıyoruz. Bunu birkaç gün yaptık fakat daha sonra aniden bir gün bir baktık ki büyük beyaz geldi. Önce etrafımızda birkaç tur attı yaklaşık 5 dakika dolaştı ve gitti. Yanımızda Steve vardı. Steve bizden önce dalıp bu hazırlığı yaptığı için havası azalmıştı. Gittiğini düşündüğü için ben çıkıyorum dedi ve o yukarı çıktı. Biz Güngör’le beraber kaldık ve birkaç dakika sonra tekrar geri geldi ve devamlı etrafımızda dolaşmaya başladı. Bidonları ısırmaya çalışıyordu. Daha sonra üstümüzden geçti, dolaştı. Tabii bir müddet sonra biz haklı olarak paniklemeye başladık, zira gitmezse nasıl yukarıya çıkacaktık? Nefeslerimizi tutmaya başladık. Güngör’e havamızı tutalım diye işaret ettim. Böylece mümkün olduğu kadar uzun süre kalabilirdik, belki o arada gider diye düşünüyordum. Ama bir türlü gitmiyordu.

Daha önce bir filmde izlemiştim. Başka bir cins köpekbalığı bir fotoğrafçı kadına saldırıp bacağını parçalamıştı. Kadın balığın ikinci hamlesinde fotoğraf makinasını ve flaşını köpekbalığının ağzına itmişti. Balık da kamerayı kapıp onunla uğraşırken, diğer balık adamlar kadını alıp yukarı kaçırmışlardı. O an bu film aklıma geldi. Güngör’e gerekirse fenerleri atabiliriz diye işaret ettim. O da olmazsa kamerayı ağzına doğru atıp kaçarız diye düşünüyordum. Bu arada yukarıda bizi bekleyen rehberlerimizden Mark, havamızın bitmesi gerektiği zaman yukarı çıkmayınca şüphelenmiş. Oysa biz havamızı idareli kullanıyorduk. Onlar bunu bilmediği için paniklemişler haklı olarak. Çünkü daha önce bu bölgede 4 tane balık adam parçalanmış ve burası uzun yıllar dalışa yasaklanmış, daha yeni açılmış. Eğer bize bir şey olursa ve bölge dalışa kapatılırsa yine işlerinden olacaklardı.

Mark kaptan köpek balıkları için kullandıkları zıpkını alıp uzak bir bölgeden dalmış ve kayaların arkasına saklana saklana yanımıza kadar geldi. Gitmesini bekleyelim diye işaret etti. Biraz daha bekledik ama artık yukarı çıkmak zorundaydık çünkü benim tüpümde çok az hava kalmıştı onu işaret ettim. Mark da O bizim üzerimizden giderken ters istikamete doğru kaçabileceğimizi işaret etti. Köpek balığı yine üzerimizden döndü, O bidonlara giderken, biz büyük bir hızla diğer yöne doğru gittik ve çılgın gibi yüzeye çıktık. Yukarı yavaş çıkalım diye saatimiz alarm veriyordu ama yavaşlama şansımız yoktu. Bizi açık suda yakalaması başımıza gelebilecek en kötü şeydi. Çılgın gibi bota yükseldik. Su altında büyük beyazla çekilmiş görüntü dünyada çok az. Ben de bir daha büyük beyazın olduğu yere asla girmezdim, insanlarda girmiyor. Çünkü her yıl dünya genelinde 100 vakası oluyor büyük beyazın ve bunlardan 25’i de ölümle sonuçlanıyor. Sörfçülere, plâj içlerine giriyor. Genelde ısırıyor, bir yeri koparıyor ve parçalıyor. Şansı olan varsa kan kaybetmeden kurtuluyor. Benim 40 yıllık dalış hayatımda böyle unutulmaz bir 25 dakika var.

İlk kez mi karşılaştınız?

İlk karşılaşmam. Daha önce bir de Ganz Bay’da kafes içinde karşılaşmıştım. İki rehberlerimiz de 35 yıldır o bölgede dalış yapıyorlar ama bu onların da ilk deneyimiydi. Büyük beyazla ilk kez karşılaşmışlardı.

Dünyada 10 kişi çekmiş galiba.

Evet. Dünyada 10 çekim var. Ancak onların çoğu korumalı yapılmış. Bizimkisi korumasız olarak yapıldı. Bu tip çekimlere cesaret edenler genelde kamerayla iniyorlar ama yanlarında onları koruyacak şok çubukları dediğimiz elektrik çubukları veya zıpkınları olan korumalar oluyor. Fakat bizim hiç öyle koruyucu bir tedbirimiz olmadığı için riskimiz de yüksekti. Biz suyun üstüne yükselirken görmüş olsaydı mutlaka saldırırdı.

Belgesellerinizde büyük beyaz kadar olmasa da tehlikeli olabilecek balıklarla çekimleriniz var. Yavaş yavaş alıştırarak elinizi bile uzattığınız, sevdiğiniz balıklar var. Hiç korkmuyor musunuz bunu yaparken ya da reaksiyonlarının ne olacağını biliyor musunuz?

Tabii ki ilk zamanlar korkuyordum. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir alışma dönemi var. O hayvanların da bir düşünme yetisi var. Zamanla onların psikolojilerini tanımaya başladım. Biz balık deriz, Istakoz deriz ama onların da bir düşünme yetisi olduğunu gördüm. Hepsinin ayrı bir davranış biçimi var. Bakıyorsunuz bir yuvaya Mırı çok sakin, kimisi çok ürkek giriyor yuvasına hiç çıkmıyor. Kimisi çok agresif hemen saldırıyor, kimisi de hiçbir şey yapmazsınız arkadaş canlısıdır. Ama o yumuşak başlıyı bulabilmek veya o agresif olanı yumuşatmak için de en iyi metod mideden geçiyor ve bu standart yıllardır hiç değişmedi. Benim filmlerimde göstermek istediğim de o.

Yuvasında duran bir Mırı balığına bilmeden elinizle balık uzatırsanız eğer, balıkla beraber parmağınızı yakalar istemeden de olsa çevirir, koparır ve kırar. Sualtı canlılarıyla olan dostluğun sevgiden, sevgiyle uzatılan elden geçtiğini anlatmaya çalıştım belgesellerimde.

Önce yanımda götürdüğüm yemleri veririm. Koparır, parçalar ama bir süre sonra o sevgiyle uzatılan eli anlar. Sonra avucumun içindeki balığı elime zarar vermemek için gayet nazik şekilde, hani bir dişi bile dokunmasın diye özenerek alır.

Bir Istakozla arkadaşlık kurdum ama onu anlamakta zorlandım. Önce benim elimi tutuyor ama o dozunu nasıl ayarlıyorsa canınızı acıtmıyor. Hani bir köpekle oynarken sizi ısırdığı zaman tatlı tatlı ısırır ya canınızı acıtmadan. İşte Istakoz da aynı şekilde. Istakozun kıskaçları çok kuvvetlidir. Yani kemiğinizi kıracak kadar sıktığı zaman ciddi yaralanmaya neden olabilir. Benim parmağımı tutuyor ama acıtmıyordu. Ben yemi verirken bazen bilmeden ani bir hareket yaptığımda. Hemen canımı acıtacak kadar sıkıyor. Yani “dikkatli ol canını yakarım” diyor. Ben sakinleşince yine kıskacını gevşetiyor. Böyle dostluklar kurabildim sualtı canlılarıyla ve sevgiyle uzatılan el karşısında onların da yumuşadığını anlattım filmlerimde.

Beyaz Köpek Balığı dışında çekmeyi isteyip de çekemediğiniz deniz canlısı var mı?

Balinaları çekmeyi istedim ama bu konuda pek başarılı olamadım. Güney Afrika’ya gittiğimizde çalıştığımız bölgede büyük balinalar vardı ama zaman kısalığı ve havaların sert olması nedeniyle çekim yapamadık. Özellikle de katil balinaları yani Orka’ları çekmeyi istiyordum. Ama tabi ki bu iştekilerin en büyük ideali büyük beyaz köpekbalığı ile çekim yapabilmektir onu da gerçekleştirdim.

Dünyada ilk kez sizin çektiğiniz görüntüler var. Karadeniz’de antik bir mezarlık, Dumlupınar Denizaltısı’nın ilk görüntüleri. Kendiniz mi araştırma yapıyorsunuz yoksa diğer araştırmacıların bulgularına göre mi dalış yapıyorsunuz?

Ben genelde TRT ile veya bir televizyon ile çalışmadan önce sinopsis hazırlarım onun için de araştırma yaparım.

Süngercilerle, balıkçılarla, dalış merkezleriyle konuşurum ve bilgi toplarım. Çünkü 2 senede 1 film yapıyoruz. Bir belgesel bittikten sonra ben öbür belgesel için belge toplamaya başlarım. Ve ondan sonra yapacağımız filmin bir sinopsisini yapıp yönetime veririm.

Karadeniz’de de Yaşar Tarakçı adlı bir arkadaşımız vardı. Bir balıkadam ve o bölgelerde dalış yaparken bu tip şeylere rastladığını söyledi. Bu bize çok ilginç geldi. Yaptığımız araştırma sonucunda da daha önce hiç çekilmemiş, görüntülenmemiş büyük lahitlere, 1853’de Osmanlı – Rus Savaşı’na ait Osmanlı gemilerinin ahşap bölümlerine, toplara, güllelere ulaştık. Cephane Batığı’na gittik ilk kez, Kiremit Batığı’na.

Yine Ege’de, Akdeniz’de, Ayvalık’ta ilk kez 2 bin tane amforanın bulunduğu bir Bizans batığına ulaştık. Amerikalılar da ülkemize geldiğinde hep süngerciler ve balıkçılardan bilgi alarak batıklara ulaşırlar. Çünkü süngerciler ve balıkçılar denizin dibini karış karış gezdikleri için bu batıkları görüyorlar. Süngere önem verdikleri için bir amfora testinin onlar için önemi yok. Benim sualtı robot kameralarım var. Bir bölgede düşmüş uçak olabiliyor. Bu bilgiyi alınca, bölgeyi tarıyoruz. Yerini bulduğumuzda da dalıp görüntülüyoruz.

Kendi keşifleriniz arasında sizin için en ilginç olanı hangisiydi?

Benim için ilginç olan 2 çekim var. Biri Kıbrıs’taki 15. yüzyıla ait bir Ceneviz batığıydı, toplarıyla, gülleleriyle.

Bir de Ayvalık’taki 2 bin tane hiç bozulmadan duran Bizans amforasının olduğu batık. O benim için çok ilginç, çünkü büyük ihtimalle o amforaların altında geminin ahşap bölümleri var. Belki de o gemicilerin kullandığı malzemeler, eşyalar vs. var. Bence o ikisi çok ilginçti.

En çok severek daldığınız bölgeler hangileri?

Dünyada renk ve çeşit açısından Kızıldeniz ve Maldiv Adaları çok güzel ve çok iyi korunmuş. İnsanlar buralarda avcılık yapmadığı için sualtı canlıları insanlardan korkmuyor. Denize girdiğiniz zaman 1 metreden itibaren etrafınız rengarenk tropikal balıklarla ve sualtı mercanlarıyla doluyor. İnanılmaz bir görüntü. Bir akvaryumun içinde yüzüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Ama bizde uzun yıllardır sualtı avcılığı yapılıyor. Eğer bir balık sürüsü içine girip bir zıpkınla balık avlarsanız ve çevredeki balıklar sizi görmüşse o balıklar artık insanlardan ürker hale geliyorlar. Tabi gönül isterdi ki benim 1960’larda, 70’lerde denizlerde görebildiğim o zengin canlı hayatı bugün de görebilelim. Ama maalesef Marmara gibi Karadeniz’de kirlendi. Ege ve Akdeniz de süratle kirleniyor. Sualtı canlı hayatını hoyratça kullanıyoruz. Gelecek dönemlere, sualtı belgeseli çekmek isteyenler için üzülüyorum. Yeni belgeselcilerin de yetişmesi zor çünkü çekecek objeler azalıyor. Sualtındaki arkeolojik değerler devamlı kaçırılıp, götürülüyor. Dolayısıyla gelecek nesillere gösterebileceğimiz çok fazla bir şey kalmıyor denizlerimizde.

Bu çalışmalarınızı uzun yıllardır beraber olduğunuz bir ekiple gerçekleştiriyorsunuz. Ekibinizi neye göre seçtiniz?

1988’de başladığım belgeselde Oşinograf Dr. Güngör Muhtaroğlu vardı. Çok uyumlu, çok disiplinli bir arkadaşımız. Ben de güvenliğe, tedbire ve disipline çok önem veririm. Çünkü 90 yılında asistanlarımdan biri Marmara Takım Adaları’nı çekerken hayatını kaybetti. Dalışlarında biraz dikkatsiz davranmış. O gün de beraber değildik. Ben bu olaydan sonra ekibimi seçerken disiplinli, fazla cesur davranmayan ve denizi yeneceğini düşünmeyen insanlardan seçmeye başladım. Daha sonraki yıllar Selman Kahraman, Mehmet Ergüner, Fatih Başaran, Tamer Çetin, Onur Apuhan, Erdoğan Özarık gibi insanları bir müddet beraber dalış yaptıktan sonra ekibime aldım. Ben hepsinden büyüğüm, belki 30 yaş büyüğüm ama sevgi saygı, bir abi kardeş ilişkisi içerisinde bugüne kadar getirdik. Onlar benim gözümün içine bakar, ben onların gözünün içine bakarım. Dolayısıyla bugüne kadar birbirimizi hiç kırmadık. Bu kadar ödülün arkasında onlar da var. Onlar olmasaydı ben başaramazdım bu nedenle onlara şükran borçluyum.

Rahatsızlığınızdan dolayı denize dalamıyorsunuz ama bir ekibiniz var. Onlar için yeni projeler üretiyor musunuz?

Geçen yıl hastalığıma teşhis konulunca dalamayacağım anlaşıldı. Ama ekibim beni rahat bırakmadı ve “Halûk ağbi seni daldıracağız” dediler.

Güngör Muhtaroğlu’nun Şakran’daki çiftliğinde büyük bir havuzu var. Bu havuzda bir plâto hazırladık. Benim uzun süredir düşündüğüm bir şeydi bu. Havuz 2 – 3 metre derinlikteydi ve benim dalmama engel olacak bir derinlik değildi. Bu havuzda festivale göndermek için “Çılgın Müzisyenler”i çektik. Bu filmde tüm dünyadan gelen 160 filmin arasından dünyanın “En Fantastik Filmi” seçildi.

Yeni projelerim de var ama şikayetlerim çok arttı. Çok uzun vadeli düşünemiyorum artık. Bütün düzenim bozuldu. Sabaha kadar oturup, gündüz 3 -4’e kadar uyuyorum. Önümüzdeki günlerde yapılacak bütün festivalleri iptâl ettim. Çünkü ayakta duramıyorum. Ama yine bu tempoda giderse bu yaz gerçekleştirmeyi düşündüğümüz yine çok güzel bir projem var onu da yine havuzda gerçekleştireceğim. Çok güzel bir projem var. Çok ünlü filmlerin ünlü sahnelerini su altında canlandırmayı düşünüyorum. Çok hoş birkaç eser ortaya çıktı. Ama ona cesaret edemiyorum.

Bir de eğer yine sağlığım müsaade ederse Nisan ayında Kemer’de bir festival var, orada Kaptan Cousteau’nun ekibi, Kürşat Tüzmen bakanımız gelecek o da dalgıçtır. Ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Paşa ve Ekmel Totragan paşadan oluşan bir ekiple Kemer’de sualtında bulunan Paris gemisine dalınacak. Totragan paşa ve Andre Laban yağlı boya tablolar yapacaklar. Benim de sağlığım müsaade ederse dalıp biraz moral bulmaya çalışırım.

Aldığınız 28 ödül sizi kamçıladı mı?

Bugüne kadar onlarca ödül aldım. Tabi ki her aldığım ödül benim için yeni bir teşvik vesilesi oldu. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli festivallere katıldım. Bunları yapabilmiş olmak beni manevi yönden çok tatmin ediyor. Meselâ Fransa’da düzenlenen festivalin jüri başkanıydım. Tabi ki bu benim için de ülkem için de onur vericiydi. Bir Türk’ün onlarca filmin geldiği bir festivalde jüri başkanı olması benim için çok onur verici bir şeydi. Çünkü Fransızlar kolay kolay bir Türk’e festivali teslim etmezler. Aynı festivalde Custeau ekibinden Andre Laban’a müzik jürisi başkanlığı verilmişti. Halbuki o video jürisi başkanı olmaya belki benden daha lâyıktı ama beni uygun gördüler. Tabi bu beni çok fazlasıyla onore etti.

Zaman zaman Fransız ekipler geldi. Onlarla birlikte ortak filmler yaptık. Yani her ödül bana yeni bir güzellik getirdi.

2005’in Aralık ayında Yugoslavlar beni Belgrad’a onur konuğu olarak davet ettiler. Festivalin açılışını ben yaptım. Onur ödülü verdiler. Dolayısıyla bunun gibi beni onore edici ödüller daima bana iyi bir teşvik verdi. Yeni bir şeyler yapıp yurtdışında ülkemi güzel temsil edebilmenin hayaliyle yaşadım. İşte önümüzdeki döneme eğer sağlığım düzelirse hemen başlayacağım ve yeni projeyle dünya festivallerine katılmaya devam edeceğim. (08 Mart 2006)

*****

HÂLUK CECAN BİYOGRAFİSİ

*1946 İstanbul doğumlu. İlköğrenimini Kalamış İlkokulu’nda, ortaöğrenimini Işık Lisesi’nde ve üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı.
*İlk fotoğraf ve 8mm. film çalışmalarına 1958 yılında başladı.
*İlk sualtı film çalışmasını 1964 yılında yaptı.
*1982’de İstanbul Balıkadamlar Kulübü 2. Başkanlığına seçildi. Ve aynı yıl ilk sualtı film ödülünü aldı.
*1984’ten itibaren video kameralara kabin imâl etmeye başladı.
*1988’de T. R. T. için ilk Türk sualtı belgeselinin çekimlerini gerçekleştirdi.
*1990 yılından itibaren ilk orta lise ve üniversitelerde, sualtı kulüplerinde, Lions kulüplerinde, çeşitli kuruluşlarda sualtı belgeselciliği konusunda konferans, panel ve film gösterimlerine katıldı.
*İ. T. Ü. Sualtı sporları Kulübü Film Fotoğraf Bölümü’nü yönetti. Sualtı film fotoğraf eğitimi için öğrencilere konferans ve film gösterileri yaptı.
*1987 yılından itibaren çeşitli dergilerde sualtı filmciliği, fotoğrafçılığı ve belgeselcilik konularında makaleleri ve yazıları yayımlandı.

ÖDÜLLERİ

1982 – Ada Filmi – İfsak Film Yarışması Jüri Özel Ödülü
1988 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
1989 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
1990 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
1990 – Mavi Derinliğin Dişleri – Fransa Dünya Sualtı Film Festivali Dünya İkincilik Ödülü
1992 – Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Dünya Sualtı Film Festivali Insolid Ödülü
1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Hürriyet Gaz.1992 Altın Kelebek En İyi Belgesel Ödülü
1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Fransa Doğa Filmleri Festivali İkincilik Ödülü
1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Sedat Simavi Belgesel Ödülü
1993 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Cengiz Polatkan Belgesel Ödülü
1993 – Mavi Derinliğin Dişleri ve Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Dünya Film Fest. Dünyanın en iyi 20 Yönetmenine verilen Prima Clup Ödülü
1995 – Mavinin Dostluğu – Çek Cumhuriyeti Uluslararası P.A.F Film Fest.Dördüncülük Ödülü
1995 – Mavi Derinliğin Sırları – Altın Kelebek En İyi Belgesel Ödülü
1996 – Tenten ve Denizler Hakimi – Çek Cumhuriyeti 18. Dünya Sualtı Filmleri Festivali Üçüncülük Ödülü
1996 – Dinazor – Fransa 23. Dünya Sualtı Filmleri Festivali Dımıtrı Rabikoff Ödülü
1997 – Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Strasbourg Uluslararası Sualtı Film Festivali Üçüncülük Ödülü
1997 – Mavinin Dostluğu -Uluslararası Ankara Film Festivali Belgesel Film İkincilik Ödülü
1997 – Dinazor – İspanya Ciclo Uluslararası Sualtı Film Festivali Jüri Özel Ödülü
1997 – Dinazor -Çek Cumhuriyeti Tachov Uluslararası Sualtı Film Festivali Jüri Özel Ödülü
1997 – Dinazor – Tunus Tabarka Uluslararası Film Festivali Birincilik Ödülü / Grand Prix
1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü
1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Bronz Denizatı Ödülü
1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Tatras Ödülü
1998 – Olmak, Olmamak – Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü
1998 – Dinazor ve Tenten ve Denizler Hakimi / Çevre Ödülü
2000 – Mavi Güneyden Yeşil Adaya – Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başarı Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – Fransa Uluslararası Strasburg Sualtı Filmleri Festivali Üçüncülük / Bronz Balina
2000 – Mahşerin Atlıları – Fransa Uluslararası Berre Sualtı Filmleri Fest. Letrange Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – İspanya Uluslararası Ciclo Sualtı Filmleri Fest. Jüri Özel Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – Çek Cumhuriyeti Uluslararası P.A.F Sualtı Filmleri Festivali Denizkızı Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – İtalya Uluslararası Pelagos Sualtı Filmleri Festivali Juri Özel Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – Slovakya Uluslararası High Tatras Sualtı Filmleri Festivali Jüri Özel Ödülü
2000 – Mahşerin Atlıları – Marsilya Sualtı Filmleri Festivali / Anfor Ödülü.
Uzaya Kaçış – Fransa Dünya Sualtı Filmleri Festivali Insolid Ödülü(En İlginç Film Ödülü)
2004 – Uzaya Kaçış – Belgrad Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Jüri Özel Ödülü
2005 – Uzaya Kaçış – İspanya San Sebastian Uluslararası Sualtı Filmleri Fest. Jüri Özel Ödülü
2005 – Uzaya Kaçış – Fransa Stasbourg Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Orijinalite Ödülü
2005 – Çılgın Müzisyenler – Fransa Dünya Sualtı Filmleri Festivali En Fantastik Film Ödülü
2005 – Çılgın Müzisyenler – Belgrad Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Onur Ödülü

BELGESELLERİ

ADA (1982)

Ayvalık ve çevresindeki adalarda yapılan çekimlerden oluşturulan, ilk HALÛK CECAN Belgeseli

SEYİR GÜNLÜĞÜ (1988)

Bölüm Sayısı : 10
Çekim Mekanı : Akdeniz ve Kıbrıs Adası
Yönetmen, Yapımcı : Orhan TUNCEL
Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
Belgesel tamamen Türk ekipten oluştuğu için ilk Türk Su Altı Belgeseli denilebilir.
Seyir Günlüğü, TRT ve İstanbul Su Ürünleri Yüksek Okulunun birlikte çalışarak gerçekleştirdiği bir su altı belgeselidir. Deniz biyolojisinin yanı sıra su altında kullanılan teknik malzemelerin kullanılışı, deniz kirliliği, Çanakkale batıkları gibi konuları da içermektedir.

MAVİ DERİNLİĞİN DİŞLERİ (1990)

Süresi : 20′
Bölüm Sayısı : 1
Yönetmen, Yapımcı : Halûk CECAN
Senaryo : Müşfik AKARCAN
Su Altı Kamera : Halûk CECAN
Sualtındaki canlıların vahşi ve acımasız mücadelelerini ve onlara uzatılan sevgi dolu bir elin ortaya çıkardığı vahşi maskelerin altındaki yumuşak yüzlerini anlatıyor.

SESSİZ DÜNYADA GEZİNTİLER (1991)

Çekim Mekanı : Ege ve Akdeniz kıyıları
Yapımcı,Yönetmen : Orhan TUNCEL
Yapım ve Yönetmen Yardımcısı : Müşfik AKARCAN
Metin Yazarı : Orhan TUNCEL / Müşfik AKARCAN / Halûk CECAN
Seslendiren : Hayri KÜÇÜKDENİZ
Post Production : Deniz ATEŞTÜRK / Göksel GÜLENSOY / Şadan ÇAĞLAR
Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
Su Altı Kamera Asist.: Güngör MUHTAROĞLU / Yavuz Bedri TUNCEL / Yalçın URAS
Kameraman : Erdinç TUNÇ
TRT İstanbul Televizyonu tarafından hazırlanan sualtı belgeseli 60 günde tamamlandı. Antik kalıntılar, Caretta Caretta cinsi kaplumbağalar, batık kentler, nesli giderek tükenen Akdeniz Fokları ve çeşitli sualtı canlıları görüntülendi.
Belgesel, Türk Su Altı Belgeseli olarak yurt içi ve yurt dışında 7 ödül aldı.

TENTEN VE DENİZLER HAKİMİ (1992)

Süresi : 15′
Yönetmen : Halûk CECAN
Su Altı Kamera : Halûk CECAN
Cecan’ın bu ödüllü filminde 4 ayda inşa edilen köpekbalığı biçiminde bir denizaltı kullanılıyor. 2 motoru sayesinde su altında 2 saat gidebilen denizaltının yüzgeçleri, kuyruğu ve ağzı hareket edebiliyor.
Cecan, bu filmde ilk kez sualtı canlılarına “kostüm ve makyaj” uyguladı. 100 değişik modeldeki kostümler, balıklara, yengeçlere, ıstakozlara giydirildi. Çevre ve doğa problemlerine değinilen film, Karadeniz, Marmara ve Ege’de 2 yıllık çalışma sonunda tamamlandı.

MAVİNİN DOSTLUĞU (1994)

Süresi : 15′
Yönetmen : Halûk CECAN
Su Altı Kamera : Halûk CECAN
Cecan bu belgeselinde sualtı dünyasındaki canlıların sert, agresif tutumlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini, beslenme zincirinden örnekleri, insan-balık ilişkilerini, kurulan dostlukları, sualtı dünyasındaki yaşam savaşından çarpıcı kesitleri anlatıyor.

DİNAZOR (1996)

Süresi : 17′
Formatı : Fransızca
Yapımcı, Yönetmen : Halûk CECAN
Dünyanın ıssız bir yöresinde yaşayan iki canlının yaşamından kesitler verilen belgeselde, insanlarla birlikte doğanın, sualtı flora ve faunasının nasıl bozulduğu anlatılıyor.

OLMAK, OLMAMAK (1998)

Yapım Tarihi : 1998
Bölüm Sayısı : 1
Yönetmen : Halûk CECAN
Su Altı Kamera : Halûk CECAN

MAVİ GÜNEY’DEN YEŞİL ADA’YA (1998)

Bölüm Sayısı : 13
Çekim Mekanı : Akdeniz ve Kıbrıs Adası
Yapımcı,Yönetmen : Orhan TUNCEL
Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
Dalış Ekibi : Güngör MUHTAROĞLU, Tamer ÇETİN ve Yalçın URAS
Belgeselde 15. yüzyıldan kalan bir Venedik batığı ve Girne açıklarında Milli Parkta yer alan Lagoslarla ilgili çekimler yer almakta.

CALYPSO’DA KALAN HATIRALAR (1999)

Yapımcı,Yönetmen : Halûk CECAN
Halûk Cecan, bu belgeselinde dünyaca ünlü deniz bilimci Kaptan Cousteau’nun ekibine uzun yıllar başkanlık yapan Andre Laban’ın, Calypso’daki 20 yıllık anılarını anlatıyor.

MAHŞERİN ATLILARI (2000)

Yönetmen : Halûk CECAN
Su Altı Kamera : Halûk CECAN
Çevre kirliliğine dikkat çeken Mahşerin Atlıları filmi iki buçuk yılda tamamlandı. Filmde 40 kadar maket ve model kullanılıyor. Bu modeller altı ayda tamamlanabilmiş. Film sadece bilinen o denizaltı görüntülerini, balıkları, böcekleri göstermiyor. Hareket eden dev maketler var filmde. Savaş arabaları, dev denizatları, heykeller, tapınaklar var. Filmin en önemli özelliği ise, bazı sahnelerde kullanılan özel bir teknik. Filmin bir bölümünde ışık alttan yani denizaltından geliyor. Bu sahneler maketleri ve oyuncuları köpüklerle desteklemek suretiyle, ters olarak çekilmiş yani bütün objeler baş aşağı asılmış. Bu teknik dünyada ilk kez bu filmde kullanılmış.

ROTA (2005)

Yapımcı,Yönetmen : Levent Çelmen
Su Altı Kamera : Halûk CECAN
TV8’de yayınlanan yelken ve denizcilik programı. Her bölümünde denizcilik kültürünün farklı bir yanının ele alındığı ve ekibin seyir hikâyelerinin ekrana yansıtılacağı programda, yelken yarışları, sualtı dünyası, tekneler, deniz okulları, sektörde yaşanan sorunlar, Türkiye ve Akdeniz kıyılarında seyahat hikâyelerinden örnekler bulunuyor.

(08 Mart 2006)

Serpil Boydak

Oscar Ödülleri Sevincim: İşte Nihayet Adamım Kazandı

Martin Scorsese benim en çok sevdiğim yönetmenlerden biridir. Nedenini? Anlatayım…

Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’nde, haydi adını yazmayayım, bir apartmanın giriş katında tuttuğumuz küçücük bir dairede, üç bekâr gazeteci arkadaş olarak kalıyoruz. Öğrenci hareketlerinin bıçak gibi kesildiği ve “biz memleket kurtarma sevdalıları”na iş kalmadığı için artık “tatlı hayat” peşinde koşabilirdik! Fakat ne mümkün? Her üçümüz de çalışmamıza rağmen kirayı ancak karşılayabiliyoruz. Akşama 500 lira bulan bir şeyler kapıp geliyor ve birlikte atıştırıyoruz. Yarı aç yarı tok bir muhabbet, hayaller alemine dalmalar ki, değmeyin gitsin. Bu hayalperestlerden biri benim, biri güçlü bir siyasi liderin İmam Hatip’ten arkadaşı Bekir Türkmenoğlu, biri de şimdi Almanya’da mutlu bir hayat süren Hayrettin (…).

NEDEN SİNEMA SAYFANIZ YOK?

En çok da sinema konuşuyoruz. En büyük iddiam, Martin Scorsese amcamın (!) çektiği Taksi Şoförü (Taksi Driver) filminin gelmiş geçmiş en iyi film olduğu ve asla aşılamayacağı!!! Bekir bir gün okuyan herkesin parmak ısıracağı bir roman yazmayı kurarken, Hayrettin güzel bir sevgili bulup gününün gün etme hayalleri ile avunuyordu.

Bu arada Hayrettin ve ben Tercüman’da çalıştığımız için Ahmet Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı Dergisi ile de ilgileniyoruz. Sanıyorum o sırada ben ufak tefek soruşturma ve röportajlar yapıyordum… Bir defasında dergi yöneticilerinin bir araya geldiği toplantılardan birine davet edilmiştim. Hoca beni tanıyor ya, ilk iş olarak dergide büyük değişiklikler yapmalarını teklif ettim.

BU ŞOFÖR, BAŞKAN VURDURTUR

Dedim ki: “Günümüz artık görüntülü ve sesli iletişim çağı. Dergide kara kara desenler ve kötü siyah beyaz fotoğraflardan başka görsel malzeme yok. Sinema, tiyatro ve diğer popüler sanatlara ilişkin haber, yorum, yazı hak getire. Derginin tirajını arttırmak istiyorsanız, mutlaka sinema sayfaları yapmak zorundasınız. Örnek mi, işte sinemalarda gösterilen Taksi Şoförü. O kadar mükemmel bir toplumsal ve siyasî eleştiri ki, bu filme inanan bir Amerikalı kalkıp Başkan’ı bile vurabilir…”

BANA GÜLDÜLER AMA…

Zannettim ki, “Vay be, sinemanın gücü ne müthişmiş!” diyecekler ve beni takdir edecekler… Tam tersi oldu. Toplantıda bulunanlar benimle dalga geçtiler. Çok nazik ve beyefendi bir insan olan Ahmet Kabaklı Hoca bile bıyık altından hafifçe tebessüm etmekten kendini alamadı. Hâlbuki ben söylediklerime o kadar inanıyordum ki, anlatamam. Sinemanın insan üzerindeki gücünü şahsî tecrübelerimle biliyordum. Basit bir örnekle söyleyecek olursam, meselâ, karate filmlerinden çıktığım zaman karateci, savaş filmlerinden çıktığımda korkusuz bir asker, aşk filmlerinden çıktığım zaman okuldaki bütün kızların içini yakan bir çapkın olurdum! Neden psikopat bir Amerikalı da Taksi Şoförü’nde Robert De Niro’nun canlandırdığı Travis Bickle karakterini izleyip onu kendine “rol model” seçmesin (di) ki! Asla pes etmedim. Bütün toplantı boyunca sinemanın bir dergi için ne kadar gerekli olduğu fikrini savundum.

VALLAHİ GERÇEK OLDU

20 Ocak 1981’de yemin ederek, ABD’nin 40’ıncı başkanı olan Ronald Reagan, yemin ettikten iki ay kadar sonra (30 Mart 1981) başarısız bir suikastın hedefi oldu. Neredeyse hayatını kaybediyordu. İşin ilginç tarafı belki de bütün dünyada sadece benim tarafımdan dile getirilen bir ihtimalin gerçeğe dönüşmesiydi. Suikastçı John Warnock Hinckley, Jr., neden böyle bir şey yaptığı sorusuna, Taksi Şoförü filminin baş oyuncusu Robert De Niro’dan çok etkilendiği ve bu yüzden suikast düzenlediği” cevabını vermişti!

Buyurun cenaze namazına! Aldı mı beni bir korku! Çünkü çenem durmamış bu yaklaşımımı her yerde dile getirmiştim! Allah’tan 12 Eylülcü generaller ABD Başkanı’na düzenlenen suikastın “fikir babasını!!!” Türkiye’de aramadılar da paçayı kurtardım!

ŞAKA DEĞİL MARTİN AMCAYI SEVERİM

Amerikan “Yeni sağ sineması”nın önemli yönetmenlerinden biri olarak Taksi Şoförü filmiyle tanıdığım Martin Scorsese, sinema oyuncularından oluşan “Arkadaşlarım!” arasına, Robert De Niro ve Jodie Foster (filmdeki adı Iris Steensma idi) gibi unutulmaz isimleri kattığı gibi, ayna karşısında kendi kendine konuşarak silâh talimi yapan, “Silâhın var mı?” sorusuna “Yok” cevabı veren; çocuk denecek yaşta bir kızı acımasızca kullanan pezevengi, “Benim var” diyerek kurşunlayan hem psikopat hem sosyopat bir karakterin beyninin kıvrımlarına kadar beyazperdeye yansıtmayı becerebilmişti…

HÂLÂ PARANOYA YAPARIM

Onun daha sonra çektiği ve Oscar alamadığı Kızgın Boğa, Sıkı Dostlar, New York Çeteleri ve Göklerin Hâkimi filmlerini de sevmiştim. En son Oscar hayal kırıklığını yaşadığı Göklerin Hâkimi (The Aviator), o yıl heykeli kucaklayan Milyon Dolarlık Bebek’ten de (Million Dolar Baby) Ray’den de iyiydi…

Lafın kısası Scorsese Amcanın şu anda en az iki Oscar’ı olmalıydı.

Ama ben hâlâ Taksi Şoförü’nden dolayı paranoya yapıyorum. Acaba diyorum, Oscar heykelini Marty’ye, Ronald Başkan’a suikast düzenlettiren filme imza attığı için mi vermediler? Bunca yıl bu yüzden mi yasaklıydı?

Kim bilebilir?

Gelecek yazımda Oscarların neden vasat ödüllere dönüştürüldüğünün tahlilini yapacağım. Sakın kaçırmayın!!!

(26 Şubat 2007)

coskuncokyigit@gmail.com

Iwo Jima’dan Mektuplar Yoluyla İç Döküş

Perdede onlarca, yüzlerce Japon askeri sapır sapır dökülürken düşündüm. Düşünmemeye çalıştığım ne varsa zihnime üşüştü. Savaşı düşündüm. Savaş, adını bildiğim, ama içini dolduramadığım bir kavram oldu benim için hep. Nedeni ne olursa olsun bir türlü anlayamadığım… Altmışbir yıl önce, Iwo Jima’da, vatan sevgileri için, idealleri için, ya da sadece mecbur oldukları için ölen o Japon askerlerini izlerken, Amerikan filosunun askerlerinden nefret etmekten alıkoyamadım kendimi. Sonra, yaralanan bir Amerikan askerinin üzerinden çıkan, annesine yazılmış bir mektupla altüst oldum. Onun da insan olduğunu hatırlatan o mektupla, yıllar önceye, üniversite yıllarıma dönüverdim. En yakın arkadaşımın Heybeliada’daki evinde kaldığım o geceye… İlk kez bir adada kalacaktım, ama bir başka ilk, dört yanı denizlerle çevrili bir kara parçasında bulunmanın biraz korkutucu ruh halini geride bırakmıştı. O gece, ilk kez bir Yunanlıyla tanışmıştım çünkü. Benim yaşlarımdaydı. Kanlı canlı, neşeli, cana yakın bir insan. O gece, dünya görüşüm adına bir sınav verdim ben. Hani o “Ege denizine döktüğümüz düşman Yunanlıların” birbiri içine geçmiş bir yumak değil, tek tek insanlardan, tıpkı bizim gibi bireylerden oluştuğunu gördüm. İçimdeki hümanist o gün uyandı işte… İyinin ve kötünün birlikte yaşadığı bir dünyaydı bu…

İşte o noktadan sonra, filmi izlerken, her iki tarafı bireyler olarak görmeye çalışarak, kazıdım kafama her bir kareyi. Bir yandan da Clint Eastwood’un nasıl anlamlı bir işe imza attığını düşünerek. Flags of Our Fathers’da Amerikan askerlerinin tarafından anlattığı öyküyü, bu defa da Japon askerlerinin tarafından anlatacak kadar yürekli ve duygulu olduğu için ona hayran kalarak…

Onlarca yıl sonra, adanın ıssız topraklarından çıkarılan o mektuplar… Anavatanı savunmak için Iwo Jima’ya gönderilen ve asla geri dönemeyeceklerini bilen o askerler… Kimi vatanını canından çok seven, kimi ideal uğruna asker olmuş ama savaş gerçeğiyle karşılaşınca alt üst olan, kimi de sırf o ülkenin vatandaşı olduğu için orduya alınmış, ama hepsi geride sevdiklerini bırakmış olan o insanlar, o mektuplar sayesinde, yeniden ete kana bürünüp dikilmişlerdi karşımıza… Birileri utansın, birileri ders alsın diye. Sadece kendi vatandaşları değil, tüm dünya onların yaşadığı trajediye tanık olsun diye…

Iwo Jima’daki kanlı çatışma yaklaşık 40 gün sürmüş okuduklarıma göre. Filmde eksikliğini duyduğum tek şey bu zaman kavramı oldu galiba. Aynı günün içinde değildi olan biten bu kesin, ama kaç gün geçmişti anlamak mümkün değildi. Filmde generalin savunma taktiği de çok açıkça belirtilmemiş. Oysa, yine tarihi bilgilerin gösterdiğine göre, General Kuribayashi, adanın savunması adına, 18 milden fazla tünel, 5 bin mağara ve Japon güçlerinin Amerikan birliklerini hedef alabilecekleri daha küçük yuvaların birbirine bağlandığı bir ağ oluşturmuş. Tüm bunları bir yana bırakırsak, film, her biri canlı karakterleri kadar, görüntüleriyle de bir gerçeğin altını çiziyor. Yönetmeninin de dediği gibi: “Bu film kazanmak ya da kaybetmek hakkında değil. Savaşın insanlar üzerindeki etkisi ve vaktinden önce hayatlarını kaybedenler hakkında.” Iwo Jima’da neredeyse 7 bin Amerikan askeri öldü; 20 binden fazla Japon askeri can verdi. Iwo Jima’nın kara kumlarını kanlarıyla suladılar; ama fedakarlıkları, mücadeleleri, cesaretleri ve merhametleri, evlerine yolladıkları mektuplarda ve bu mektuplar sayesinde yapılmış bu filmde yaşıyor…

(20 Şubat 2007)

Gülay Oktar Ural

Polis

Bir karenin dört köşesini imleyen dört adam. Karenin merkezinde bir başka adam… Adeta bir tiyatro sahnesi. İşte Polis filmi, böyle bir sahneyle açılıyor. İnsana Dogville’i anımsatan bir giriş bu. Sinemayla tiyatronun birbirine karıştığı, zamanla mekânın yok olduğu bir an…

Kamera adamların etrafında dönüyor. Hepsi takım elbiseli, kravatlı. Hepsi hareketsiz. Eyleme geçmek için bir işaret bekler gibiler. Ortadaki adam -ki Halûk Bilginer’in canlandırdığı Musa Rami karakteri bu- altmış yaşlarında bir cinayet masası polisi.

İlk hareketin ardından devinim başlıyor. Dört kişiyle, üstelik hepsi genç dört kişiyle dövüşen Musa Rami, ilk anda insanın zihninde Cüneyt Arkın anıları canlandırsa da, kameranın hareketleri ve ara sıra sislenen görüntü sayesinde estetik hale getirilmiş bir sahne bu. Onu izleyen sahne, yani adamların patronunun –ünlü mafya ailesi İzmitli’lerin oğlunun- arabadan indiği sahne, yine o tiyatro – sinema karışımı, yitik zaman – mekân duygusunu yaratıyor insanda. Sanki kötülüğün karanlığından sıyrılıp, saflığın aydınlığına sarılmak ister gibi, ayakkabısından ceketine, pantolonundan elindeki şemsiyeye kadar beyazlara bürünmüş olan adam, buna sebep. Bir de karakterlerin ağzından dökülen, her biri uzun tiradlara kaynak olmaya aday cümleler…

Kısa aralıklarla Musa Rami’nin tabancasından çıkan kurşun sesleri ve o beyaz bütünlüğü bozan koyu kırmızı kanın görüntüsüyle, yitirdiğimiz zaman ve mekân duygusuna kavuşuyoruz. Ya da öyle sanıyoruz… Çünkü film boyunca, gerçeküstü ile gerçeğin, şimdi ile zamansızlığın arasında gidip geleceğimizi henüz bilmiyoruz.

Mesleğinin zirvesinde olan, hatta genç meslektaşlarınca “hoca” olarak kabûl edilen Musa Rami karakteri, her ne kadar devlet için çalışsa da, kendi kuralları olan biri. Yalnızlık kişisel tercihi gibi. Onu seven bir ailesi var. Onlarlayken büründüğü düşünceli baba – şefkatli dede kimliği, kişiliğinin bir başka parçası belki. Ama aslında, adımlarını tek kişilik atıyor hep. Ne getireceğini düşünmeden. Film, işte bu noktada bir gerçeğin altını çiziyor: hayatta attığımız her adımın bir bedeli var. Kendimizin ve sevdiklerimizin ödeyeceği bir bedel.

Musa Rami, farklı bir adam. Hareketleri kadar, düşünceleriyle de farklı. Peşinden saatlerce sürüklenip gidebileceğiniz fikirler sürüyor ortaya. Yaşamın çok içinde bir noktada başlayıp, karanlık, bilmediğimiz için karanlık, bir yöne götüren tezler… Düşünüyorsunuz, “bir kurşun zamanı ikiye bölerek ilerlerken”, bir silâhla birini öldürmek mümkün mü?

Musa Rami dindar bir adam. Namaz kılıyor, dua ediyor. Bilinmezci bir felsefesi var gibi gözükse de, yaşam biçimini alttan alta Allah inancına dayandırıyor. Ama bu yaşam, genel geçer toplum kurallarının sınırlandırdığı bir yaşam değil asla. Öyle ki, kendisinden kırk yaş küçük bir kıza aşık olduğunda, bunu göğsünü gere gere söyleyecek ve kıza evlenme teklif edecek kadar da cesur.

Filmin altını çizdiği bir başka gerçek de, yaşamımız akıp giderken, bir başka insanın yaşamına her hangi bir anında değdiğimiz ve bu anın gerçeğinden bihaber oluşumuz. Birine telefon ettiğinizde onun ne yapıyor olabileceğini hiç düşündünüz mü? Siz ona sıradan bir haber verirken, onun masasındaki kesik bir başa bakıyor olabileceğini?

Polis, yönetmen Onur Ünlü’nün ilk uzun metrajlı filmi, Ama sadece onun için değil, Türk sineması için de yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Türk sinemasında çok da alışık olmadığımız düşündürücü diyaloglar sunuyor film. Diğer yandan aksiyon ve dram türlerini öyle ustaca birbirine yediriyor ki, adını bilmediğimiz bir tür çıkıyor ortaya. Öyle ki, izlerken duygudan duyguya geçiyorsunuz. İşte Polis, tüm bu özellikleri, Halûk Bilginer’in nefes kesen oyunculuğu ve içinde barındırdığı küçük sürprizler için izlenmeye değer bir film…

(09 Şubat 2007)

Gülay Oktar Ural

Barda

Serdar Akar’ın yönettiği, FilmAkar, Öger Prodüksiyon ve Marka Sokak ortaklığında çevrilen Barda 2 Şubat’ta vizyona girdi. Çekimleri 2006 yılının Haziran ayında gerçekleştirilen ve iki hafta süren filmin senaryosu yine Serdar Akar’a ait ve kaynağını 10 yıl önce yaşanmış gerçek bir olaydan alıyor.

Şiddet Her Yerde

“Barda” şiddeti sakınmadan gösterirken, bir yandan da adalet kavramını sorguluyor. Aslında film vizyona girmeden önce yeterli ölçüde ilgi uyandırdı ve üzerine epeyce konuşuldu. Elbette bu tartışmaların ana konusu filmden ziyade filmin senaryosuna kaynaklık eden, 1997 yılında Ankara’da yaşanmış gerçek bir olaydan ileri geliyordu. Filmin amacı, Serdar Akar’ın üzerine basa basa değindiği gibi, geçmişi “tekrar gözden geçirerek” gerçeği görmemizi sağlamaktı. Bu açıdan seyirden önce ve seyirden sonra filmin amacına ulaştığını görüyoruz.

Yaşları 18 ile 25 arasında değişen bir grup genç, gelecek hayalleri ve umutları taşımakta ve gündelik hayatın akışında huzurlu bir yaşam sürmektedirler. Kendilerine ait bir bakış açısıyla yaşamın anlamını sorgulayan gençlerin hayatı bir gece, düzenli olarak gidip eğlendikleri bir barda başlarına gelen olaylarla altüst olur. Eğlenceli bir gecenin sonunda, son içkilerini içip kalkmak üzereyken beş kişilik bir grup tarafından silâhla alıkonulurlar. Sabahın ilk ışıklarına dek dayak, işkence ve tecavüze maruz kalan gençlerin yaşamı artık eskisi gibi olmayacaktır.

“Barda” geçmişte yaşanmış bir olayı hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda geçmişi yeniden sorgulamamızı ve gelecekte yaşanma ihtimali olan pek çok olguya dikkat çekmemizi sağlıyor. Öte yandan her gün tanıklık ettiğimiz toplumsal şiddetin nedenleri üzerine düşündürüyor. Alttakiler ve üsttekiler arasındaki çekişmeyi; kapitalizmin insan duyularıyla oynamasının dışavurumu olan zorbalığı gerçekçi bir dille yüzümüze vuruyor. Bütün bunların yanı sıra film, Türkiye’deki hukuk sistemini, hukukun kendi içindeki çatışmalarını, çıkmazlarını gözler önüne sererken “Adalet ne?” sorusunu sormaktan kaçınmıyor.

Gemide mi Barda mı?

Filmin senaryosu ve kaynak aldığı olaylar, sosyolojik açımlamalara gitmemizi sağlıyor. Öte yandan filmin bir de salt bir sinema filmi olarak değerlendirilmesi ve Serdar Akar filmografisindeki yerine bakılması gerektiğini düşünüyorum. “Barda”, başlangıçta yavan bir gençlik filmi havası sezinletiyor, ancak hayatta sahip olamadıklarının acısını bir grup gençten çıkarmak isteyen beş adamın bara girişiyle olayların akışı değişiyor ve seyirci açısından yepyeni, aktif bir izleme deneyimi başlıyor. Amerikan ve Avrupa yapımlarından alışkın olduğumuz tarzdaki kanlı sahnelerle ilk kez bir yerli yapımda başbaşa bırakılıyoruz. Filmde işlenen suç ve verilecek ceza arasındaki bekleyiş ise paralel kurgunun yerinde kullanımıyla aktarılmış. Nejat İşler, Hakan Boyav, Serdar Orçin, Erdal Beşikçioğlu, Volga Sorgu’dan oluşan kötüler grubunun oyunculukları ise gerçekten etkileyici ve seyre değer. Filmi bir de yönetmenin filmografisi içerisinde ele alırsak şöyle diyebilirim: Pek çoğumuz için Serdar Akar “Gemide” filmiyle 90’lı yılların durağan Türk sinema ortamında aykırı bir şeyler anlatmıştı ve bu filmde yarattığı etkinin benzerine bir daha rastlayamamıştık. Kaçınılmaz olarak son filmi de birtakım beklentilere girmemize sebep oldu. Nitekim “Barda”nın içinde ilkleri barındırmasına karşın, kanımca “Gemide” yönetmenin en iyi filmi olarak filmografisindeki yerini hâlâ koruyor.

(6 Şubat 2007)

Âlâ Sivas

Ünlüler Karadeniz’de 2

Kartal Tibet’in yönettiği ve birçok ünlü oyuncunun rol aldığı Amerikalılar Karadeniz’de 2 filmi, bir komedi filmi ama çok fazla güldürmeyi başaramıyor. Ancak başarılı oyunculuklarıyla bu açığını kapatmaya çalışan bir film. Özellikle Metin Akpınar’ın ve filmin küçük oyuncusu Ege Sülün’ün başarılı performansını görmek istiyorsanız, film 26 Ocak’tan itibaren sinemalarda…

Yönetmene dair…

1960 ve 1970’li yıllarda çekilen sayısız Yeşilçam melodramında Kartal Tibet’i birçok kez başrolde gördük. O, Türk sinemasına hem jön başrol oyuncu hem de yönetmen olarak hizmet etmiş sanatçı. 1939 doğumlu Kartal Tibet, 1965 yılında Karaoğlan: Altay’dan Gelen Yiğit filmiyle sinemaya geçti. Tosun Paşa filmiyle de yönetmenliğe başladı. 1970’lerden sonra oyunculuktan ziyade yönetmenliğe yöneldi. Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978), Hababam Sınıfı Merhaba (2003), Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu (2006) ve son olarak Amerikalılar Karadeniz’de 2 filmiyle yönetmenlik koltuğuna oturdu.

Amerikalılar Karadeniz’de…

Amerikalılar Karadeniz’de 2 filminde tam bir ünlüler geçidi var. Metin Akpınar (Muhtar Salih), Peker Açıkalın (Ercüment), Kadir Çöpdemir (Muhittin), Kıvanç Tatlıtuğ (Muzaffer), Melis Birkan (Çiçek), Levent Kazak (John), Müşfik Kenter (Regaip Dede), Kamil Sönmez (Köprücü Hüsam), Müslüm Gürses (Ecmel) ve bir de küçük oyuncu Ege Sülün’ün (Yeter) oynadığı filmin Karadenizlilerin espri anlayışına uygun olarak önce ikincisi çekilmiş.

Amerikalılar bir yanlışlık sonucu akıllı bombalarından birini haznesinden çıkartır ve yörüngesini değiştirerek Karadeniz’in şirin köylerinden biri olan Yukarısulakça’ya düşürür. Tam da o köyde yaşayan ‘Deli Muhittin’ lakaplı Muhittin’in kulübesine, ancak bomba patlamaz. Amerikalar, bombanın izini sürerken, Muhittin’in bombayla arasında bir dostluk gelişir. Nazar boncuğu ve süsler takar bombaya, onunla sohbet eder.

Amerikalı ajanlar, turist kılığıyla köyü ziyaret ederler. Ama bu ziyaret, köyün düzenbazı Ercüment’i rahatsız eder. Ercüment, aynı zamanda “halka arz” edilen ve Muhtar Salih’le birlikte yürüttükleri postal fabrikasının da genel müdürüdür. Köylü tarafından sevilmeyen ama Muhtar Salih’in sevgisini ve takdirini kazanan Ercüment, muhtarın kızı Çiçek’le de nişanlıdır. Ancak Çiçek’in sözlüsünün askerden gelmesi ve Ecmel’in ortaya çıkmasıyla, Ercüment’in foyaları ortaya çıkar. Bir süre sonra da Amerikalılar’ın yanlışlıkla düşürdükleri bomba da imha edilir ve komedi filmlerinde beklenen mutlu sonla film biter.

Görüntülerdeki netlik sorunu…

Senaryosunu Kubilay QB Tuncer’in kaleme aldığı Amerikalılar Karadeniz’de 2, birden çok konuyu anlatmaya çalışmış ancak bunlar arasında bütünlük sağlayamamış bir film. Bir yandan Çiçek ile Muzaffer’in yanlış anlamalardan kaynaklanan küskünlükleri, bir yandan Muhtar Salih ile Ercüment’in aralarında iş ve “aile kurma” ilişkileri, diğer yandan aklını Nataşalarla bozmuş Regaip Dede, “turist” olarak köye gelen Amerikalar ile üsteki Amerikalıların diyalogları derken birdenbire Ecmal’in ortaya çıkışı… Aslında her bir konu, ayrı bir filmde işlenebilirdi, diyoruz.

Fakat, bu konular arasındaki bağlantıyı sağlayan bir oyuncu var. O da, en az Metin Akpınar kadar başarılı, filmin küçük oyuncusu Ege Sülün. Karadeniz aksanını kullanmadaki başarısı ve başarılı oyunculuğu ile takdire şayan.

Ancak filmdeki en büyük sorun, sanırım filmin büyük bölümüne hakim olan görüntülerin net olmama durumu. Acaba filmi ön koltuklarda izlediğim için mi bana net gelmedi diye düşünürken, bu düşüncemin yersiz olduğunu fark ettim. Zaman zaman çok belirginleşen flu’luk, filmin geneline hakim.

İyi seyirler…

(25 Ocak 2007)

Asya Çağlar

Reha Erdem ile 22 Mayıs 2006’da Yapılan Görüşme

Yer: Levent – Özel Bürosu

* Çocukluğunuzu anlatabilir misiniz? Sinemaya, kitaplara meraklı mıydınız?

Çocukluğumda Türk filmleri ile büyüdüm. Benim çocukluğumda televizyon vardı ama çok daha hayatın içinde değildi. Yazları haftada 3 kere, kışları da hafta da 1 kere Türk filmleri, yabancı filmler izleyerek, işte kendi kuşağım gibi büyüdüm. Özel olarak okuma merakı da nasıl oldu bilmiyorum, erken başladım. Okumak için başta ailem yönlendirdi. Biraz kapalı bir çocuktum, daha içine kapanıktım. Bu mahallede büyüdüm, iki tane sahanın ortasında yani. Sokakta da oynardım ama oynamak kadar daha çok okurdum. Tam sokak çocuğu değildim. Öyle olmak veya olmamaktan değil, neden öyle bilmiyorum.

* Kitap seçimleriniz nasıldı o dönemlerde?

İlkokulda okurken, Milliyet’in bir serisi vardı çok şahane Altın Kitaplar; çocuk klasikleri, Hugolar, Pal Sokağının Çocukları gibi şeyler. Bilmiyorum hala onlar mı okunuyor.

* Babanızın Subay olması nedeniyle farklı şehirlere gittiniz mi, hep İstanbul’da mıydınız?

Fransa’ya gidene kadar hep İstanbul’daydım.

* Aileniz sizi sinemaya götürür müydü? Çocukluğunuzda izlediğiniz filmler mi sizi etkiledi? Sinemaya olan ilginizin nedeni nedir?

Yok. Ben ilkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne girdim yatılı olarak. Ve bir merakım vardı o da nereden bilmiyorum. Sinemaya, tiyatroya ailemle giderdim ama öyle bir hevesim vardı ki Galatasaray’a girer girmez hemen tiyatroya başladım daha ilk yıldan. Zaten o ilk yıldan tiyatro yaptığım bir sürü arkadaşım hala hazırlıktan başladığım arkadaşlarım, Kutluğ Ataman mesela bunlardan bir tanesi. Hepsi tiyatrocu, sinemacı olmadı ama Ruşen Çakır var gazeteci hala aynı şekilde devam ediyorlar.

İşte Galatasaray tiyatroyla başladı ve sonra tiyatro çok önemli oldu bizim için. Sonra ortaokulda filan fotoğraf-sinema başladı. Sonra sinema daha öne geçti. Lise bittiğinde de sinema okumak niyetiyle bitti. Galatasaray’da başladı yani sinema merakım.

* Sinema okumak istiyordunuz ama tarih bölümüne girdiniz neden?

Sinema okumak istiyordum fakat o yıllarda Türkiye’den de ayrılmak istemiyordum. Türkiye’de o zaman sinema okuyabileceğim sadece Sami Şekeroğlu’nun kurduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nin sinema bölümü vardı. O sıralarda da olaylı yıllardı onlar. Ailem zaten gitmemi istiyordu. Ben de aksine işte tam da o nedenlerle gitmek istemiyordum. O yıllarda Boğaziçi Tarih Bölümü kurulmuştu ve çok sükse yapan bir bölümdü. Benim bütün yakın arkadaşlarımın gittiği, övgüyle söz ettiği, çok entelektüel, hakiki anlamda bir bölümdü. Gerçekten de öyleydi. Oraya girdim. Ve Boğaziçi’nde 3 yıl okudum ben.

* Öğretim kadrosu da çok iyiydi sanırım?

Çok iyiydi, şahaneydi. Dünya çapında bir bölümdü ve benim hayatımın en güzel üniversite yılları orada geçmiştir. Hakiki üniversite nedir diye sorarsanız o yıllardaki Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü derim. Sonra işte o yıllarda YÖK patladı ve okul yani bölümde allak bullak oldu. Zaten ben de biraz artık, Boğaziçi’nde de sinema kulübünde çalışıyordum. Okul kadar önemliydi sinema. Zaten tarih bölümünde ilk yaptığım ödev, “Tarih ve Sinema”ydı. Tarih sinemadan nasıl yararlanır diye. Sonra orası çok zevkliydi ama gerçekten artık yetmiyordu bana. Prof. Dr. Abdullah Kuran bölüm başkanıydı. Beni de çok severdi. Onun da teşvikleriyle bırakıp, terkedip Fransa’ya gittim. Tabi annemleri iki kere ikna etmem gerekti. Bir tarih okumak için, nedir tarih ne işe yarayacak derken, birden onu bile yarım bırakıp Fransa’ya gideceğim dedim.

* “Tarih bölümünde okumak için ailemi zor ikna ettim” demişsiniz aileniz ne okumanızı istiyordu?

Anne-baba ne ister? Tıp oku doktor ol, mühendis ol. Şimdi diyorlar ki ne kadar yanlış düşünüyormuşuz. Hayatım garanti olsun diye tabii ki. Ama iyi ki dinlememişim. Bir sürü arkadaşım ailelerini dinledi ve mutlu olmadılar. Herkes ne istiyorsa onu yapmalı.

* Bir sene daha dayanamadınız mı Türkiye’de kalmaya? Okulu bitirip gidemez miydiniz?

Aslında o zamandan beri çok iyi bildiğim bir şey var. Her şeyi zamanında yapmak lazım. Üstüme o kadar yüklendiler ki bu konuda, onun için hiç unutmuyorum Abdullah Kuran’ı, “dinleme hiç kimseyi ve git, bu bir risk zaten ne olacak ki. İkna edemiyorsan annenleri de dinleme” dedi. Hakikaten bir sene daha duracağım, bu arada istediğim bir okuldan kabul gelmişti. Sonra bir daha o olmayacak. İşin tavı kaçacak. Yani hep yapılması gereken zamanda, filmler de öyle mesela. O zaman yapılamazsa ki bu da başıma geldi, sonra yapılamıyor. Öyle bir şey var.

* Üniversitede tarih okudunuz, tarihi iyi öğrendiniz. İyi bir kadrodan öğrendiniz. Bu bilgilerinizi bir filmde değerlendirmeyi ve tarihi bir film yapmaya düşünüyor musunuz?

Tarihi iyi öğrenmedim ben. Boğaziçi Tarih Bölümü’nün en güzel yönü bir alana bakmayı öğretti, yöntem öğretti bize. Çok iyi bir yöntem öğretti. Tarih bitmeyecek bir şeydir. Tarihe baktığınız yere bağlı. Onu öğrendik. Hayata nereden bakılırsa değişik gözüküyor, nereden yaşanırsa değişik oluyor. Aynı şey yani. Tarihi çok seviyorum ayrıca sinema olarak çok zengin bir şey. Tarih deyince hangi tarih? Hele bizim gibi bir ülkede. Bir projem var. Hatta böyle epeydir duruyor. Daha çok imkan gerekiyor. Bir tane daha var. İki projem var. Biri çalışılmış, biri az çalışılmış. Birisini gerçekleştirmeye kalkmıştım ama zor bir iş. Biraz daha imkan olunca belki, çünkü pahalı bir film.

* Neden Amerika, İngiltere veya İtalya’da değil de Fransa’da ki bir üniversiteyi seçtiniz?

Fransızca eğitim ile büyüdüğüm için öncelikle. Fransa o zaman her şeydi benim için sinema Fransa demekti. Gerçi tam görmüyorduk ama Godard, yeni dalgacılar, o zamanlar militan sinema merakımız vardı. O sıralar Fransa’da 68 sonrası sinemada çok değişik fikirler, düşünceler vardı. O yaştaki bir genç için çok etkileyici şeylerdi. Bir de Fransa o yıllarda şu an onu biraz kaybetti ama hala çok güçlü ama sinemateği çok büyük olan, şu anda hala dünya da en çok filme yatırım yapan ülke. Nüfusuna göre en çok filmin seyredildiği ülke orasıdır. Hala da genel anlamda sinemanın en önemsendiği ülke. Onun içindi herhalde.

* Fransa’daki eğitim döneminizi anlatır mısınız? Beklentilerinizi karşılayabildi mi?

Şöyle karşıladı. Bir kere çok iyi bir üniversiteyi bırakıp gittiğim için önce bocaladım. Bocalamadım değil yani çok şey geldi, bir de bizim buradaki bölüm çok küçük bir bölümdü. 5-6 kişi ders yapardık. O güzel koruların içinde, hoca odalarında ellerimizde kahvelerle. Orası tamamen dayak yemek gibi geldi. Ama o dayağı yemek de iyi oldu. Sonra orada okuduğum bölümde sinemayla beraber plastik sanatlar da okudum. Sinemanın bir tek teknik olmadığı, sinemanın bir kültür meselesi zaten her sanatın bir kültür meselesi olduğunu hissettiriyordu okul. O sıralar kaydusinemanın, iyi bir kaydusinemaydı o zamanlarda, tüm redaksiyonu okulun hoca yani eğitim kadrosundaydı. Orada kuramsal kısmı, ayrıca başka bir şansım oldu VARAN diye bir kuruluş vardı. Orada da pratik yapma imkanım oldu. Öğrenciliğim boyunca bir sürü film çektim. Film çektim derken teknik olarak malzemeye dokundum. Kamera, film, montaj masası.

* Kimlerden eğitim aldınız? Bizlerin de tanıdığı ünlü isimler var mıydı?

Vardı da ama şu anda burada tanınanları kalmadı. Diğer alandan hocalarım Jean François Lyotard mesela. Felsefe bölümünden de dersler alıyorduk. Benim bir nevi hayat görüşümü, sanatımı, sinemamı en büyük etkileyen hocalardan biri de odur.

* Kimlerle birlikte okudunuz? Ünlü bir yönetmen (Türkiye’de de tanınan) var mı?

Kendi ülkelerinde olanlar var. İtalya’da var bir arkadaşım sonradan belgeselci oldu. Daniel Kalkatera diye. Bir tane Ramazan Süleyman var Güney Afrikalı. Şimdi Güney Afrika’nın yıldızı diyorlar. Güney Afrika sinemasının içinde çok iyi bir yeri var. Fransa’da var arkadaşlarım. Çok tanınmasalar bile iyi işler yapan.

* Fransa’da kaç yıl kaldınız? Hangi yıllar arasında?

Fransa’da 1983’den 1990’a kadar kaldım. Sonra gidip geldim. Sonra tamamen koptum.

* Belgeselci Jean Rouch’un film yapma biriminde çalıştınız.

Evet VARAN. Jean Rouch’un film yapma birimi. Okulla beraber devam ettim oraya.

* Çektiğiniz üç kısa filminizi de Doğrudan Sinema türünde çektiniz bunda Rouch’un etkisi oldu mu?

VARAN’da çektim o filmleri. Jean Rouch’un Cinema-Direkt denilen bir disiplini var. Belgeselleri, insanlara kendi hikayelerini oynatarak yapmak. Çok ilginç aslında. Sonradan dağıldı. İnsanlar kendi hikayelerini yeniden oynuyorlardı ve bu da belgesel gibi yapılmaya çalışılan bir şey değildi. O çapta yaptığım filmlerdir. Bu tür çok bana göre değildi. Çok öğrendim, çok çalıştım ama orada da onun içinde çok tartışmasını yapanlardan biriydim.

* Kısa filmlerinizin konuları neydi?

Birincisi “Ericindirect” diye bir filmdi. O zamanlar Fransa’da daha yeni yükseliyordu aşırı sağ hareketi. Onun böyle aşırı sempatizanı, silahlara düşkün, kamyonlara düşkün bir gencin portresiydi. Onun aslında çok iyi, temiz kalbi arkasında böyle uçuk bir çocuktu.

İkincisi, “Yayalar Durun – Attendez Piétons” bir yaşlılar evinde geçiyor. Çok hüzünlüydü o dönem Fransa’daki yaşlıların durumu. Yaşlıları huzurevlerine yerleştiriyorlardı. Özel bakımevlerinin dışındaki halk için olan huzurevlerinde durum çok kötüydü. Orada film yaptım. O yaşlılar evine isyan eden 3-5 yaşlının, oradan kaçmaya çalışanların portresini vermeye çalıştım. Zor bir işti o da.

Üçüncüsü de, “Bir Yoğurt Açmayı Bile Beceremiyorsun – Tu ne Sais Meme Pas Ouvrire un Yaourt”u bir grup olarak yaptık. İtalyan bir arkadaşımla beraber. Fransa’da bir lise vardı, kendi kendini yöneten lise. Liseyi öğrenciler yönetiyordu. Bütün ne kadar hiçbir yerde adam olamamış, isyankar çocuk varsa onlar için çok iyi bir projeydi. Hala devam ediyordu ama ne oldu bilmiyorum. Bir deneme lisesiydi o. Onlar idare ediyordu okulu. İşte o çocuklarla zorlu bir işti. O lisede okuyan bir grupla hırsızlıklarını bile çektik onlarla beraber. O işlere bile katıldık. Başka bir sinema anlayışı tabii ki.

O sıralarda Aaton kameralarının omuzda kullanılanları yeni çıkmıştı. Orada deneniyordu ve deneyenler de bizlerdik daha çok. Dolayısıyla bu teknik olarak, o zamanlar çok değerli şeylerdi o kameralara dokunmak. Ve onlarla sürekli çekim yapıp, onların bütün aşamalarıyla uğraşmak; kendimiz montajlıyorduk, kendimiz miksajlıyorduk filan. İyi bir okul oldu yani. Sonra da zaten, halen de devam ediyor o kurum. “A Ay”da bana büyük destek vermişlerdi. Montajı orada yaptım. Biraz kendi yerim gibiydi. Sonra koptum ama haberleşiyoruz.

* Kısa filmlerinizi gösterdiniz mi?

Göstermiyorum çünkü onlar ayrı bir tür, bana ait olmayan okul filmleri. Bana ait ama o türü sevmiyorum zaten. Ben daha çok yapmacık yani yapılmış şeyleri seviyorum. Bu nedenle göstermek istemiyorum.

* Türkiye’ye döndünüz Fransa’da kalmayı hiç düşünmediniz mi?

Aslında düşünüyordum. Bir türlü de karar veremiyordum. Orası mı burası mı? Orada daha çok imkan olduğunu biliyordum. Gerçekten de orada daha çok imkan var. Sonra “A Ay”la dönünce, tam tereddüt ettiğim sıralardı ki, hayatımı geçindirmek için buradan reklam teklifi gelince reklam çekmeye başladım. Sonra orayla da ilişkilerim “A Ay”dan sonraki proje için sürdü. O projeyi ayağa kaldıramayınca “Atlar Kanatlar ve Tayfalar” projesini, kaldım burada gidemedim. Sonraki filmlerde hala en büyük desteği ve tek desteği yine Fransa veriyor.

* Bu dönemde Bülent Erkmen’den reklamcılık teklifi geldi nereden tanışıyordunuz?

Bülent Erkmen beni tanımıyordu. Ekibiyle “A Ay”ı görmüşler ve sevmişler, bana böyle bir teklifle geldiler. Hatta ilk çektiğim reklam filmi “A Ay”ın resimleri ve renkleri … onun içinden böyle bir şey yapılmış bir reklamdı.

* Reklamı sevdiniz mi yoksa sadece para kazanmak için mi yaptınız?

Reklamı sevmedim. Çünkü reklam sevilecek bir şey değil. Ama sevmeden insan 10 sene bir işi yapmaz. Şeyi sevdim tabi ki, orada bir, çok fazla film çekme imkanım oldu. Reklam filmi iyi, iyi bir şey derken ısmarlanmış fonksiyonel bir şey yapıyorsunuz. Reklamda hoş olmayan reklamın ilişkileri. Yani işte iş dünyası gibi, bana uygun şeyler değil. Ama benim bir prodüktörüm var hala beraber olduğum. Onun kanatları altında olduğum için fazla hırpalanmadan devam ettim. Bir de reklamda da yeni şeyler yapmaya çalıştık onun da mücadelesini vermek zor oldu. İnsanlar, son derece kapalılar fakat yine de yeniliklere ihtiyaçları olduğu için özellikle onların, kabullendiler. Reklam tamamen ısmarlama. Son derece ne istendiği belli, ne olacağı belli ama o da aslında belki o an başka bir egzersizdi. Hakikaten sonra bu şeye dönüştü “al nasıl istersen öyle yap” şeklinde geldi.

* Bu güven yaptığınız işleri gördükten sonra mı, Kristal Elmaları aldıktan sonra mı oldu?

Genel olarak şöyle oluyordu. Ajansa hazırlayıp veriyorsunuz önce bir yutkunuyorlar. Çünkü bir şeye benzemeyeni herkes önce bir itiyor. Sonra film oynamaya başlıyor, beğeniyorlar-beğenmiyorlar bir süre sonra laf da edemiyorlardı. Çok mücadele ediyorduk. O sükse yapınca, öyle öyle bir birine eklendi.

* Toplam kaç reklam filmi çektiniz?

Hatırlamıyorum, saymadım. 10 yılda bayağı bir çekmişimdir. 100’ün üzerinde çekmişimdir.

* Reklamcılığın sinema yaparken size gibi faydaları ne oldu?

Reklamcılığın sinemamı etkileyecek bir şeyi yok çünkü. Bir kez daha söylemiştim; reklamın kendi kendisine bir etkisi yok. Genel olarak reklam filmleri emanet şeylerle yürüyebilen bir şey. Etkisi ne olacak. Reklam o an vur-kaç, albenili. Ve bunun bir kısmını sinemadan alıyor. Sinemadan veya bir dönem çok parlak bir dönemi vardı , videoklip. Oradan alıyordu. O alan biraz kısıldı şimdi. Yaratıcılarını da kaybetti. Dolayısıyla hep sinemadan alıyor. Zaten benim gibi kapalı bir, kapalı derken, hiç reklam özendiğim bir durum veya beğendiğim bir estetik olmadığı için,dolayısıyla zaten sinemada denemek istediklerimi denedim. Alıp orada yapacağımı burada yaptım anlamında değil ama hala bazı reklam filmlerinde bulduğum montaj şeylerini buralarda da kullandığım oldu. Reklam insanı şöyle etkiler, işte çok para kazanırsınız ve bir şey oldum dersiniz öyle bir bozukluk olur. Reklam insanın sinemasını öyle etkiler.

* Ben biraz da teknik anlamda sormuştum.

Teknik anlamda reklam ve popüler sinema da bütün dünyanın istediği tek bir şeyi istiyor. İşte eğlendir, hafif olsun. Amaç çarpıcı, kansınlar fareli köyün kavalcısı gibi arkasından gelsinler, herkes onu istiyor. Reklamda bu anlamda hiç olmazsa adam direk şu kadar oldu, şu film oynayınca satış şu hale geldi diye böyle böyle gidiyor. Net yani.

* Coca Cola ve Yapı Kredi firmalarının reklamlarını çektiğinizde piyasada o dönemdeki en yüksek bütçeli reklamlar olmuş. Size güvendikleri için işi tamamen size bıraktıkları dönemde mi oldu?

Son 6-7 yıldır ilk üç-dört senede oldu onlar. Sonra zaten en pahalı yönetmen oldum. Pahalı derken, reklamda parayla ölçülüyor her şey. Aynı şey gibi iyi-kötü cetveli yok ki, ne kadar veriyorlar parayı? Bir de biz ağır prodüksiyonlar yapıyorduk. Onlardan daha pahalıları var mesela bir Ford filmi vardı, ilk Türkiye filmi vardır. Ama şöyle özellikleri olduğunu söyleyebilirim. Reklam da çok çabuk tüketilen bir şeydir, seyrettiğinizde hala eskimeyen yeni duran filmler birçoğu. Turkcell’ler vardı pahalı olan, pahalı derken bu filmlerin bütçeleri yüksekti.

* Kültür Bakanlığı tarafından gerçekleşen “Şiir Filmleri Projesi”nde yer aldınız ve Yahya Kemal Beyatlı’nın Deniz Türküsü şiirinin filmini çektiniz.

Onlar bir liste yapmışlar İsmail Cem’in Kültür Bakanlığı döneminde İKSV ile beraber, Şakir beyle beraber. Bir edebi kurul kurdular. Bir de yönetmenler listesi yapmışlar ve de şairler listesi. Çok hoş bir projeydi tabii, “Şiir Klipleri” diye. Bizim klasik şairlerden bir liste yapılmıştı ve istediğin şiiri seçebiliyordun. Bana da şey düşmüştü o sıralarda Hilmi Yavuz. Ben o listenin dışında Yahya Kemal’in başka bir şiirini önerdim listede olmayan. Çok da heveslendik. Bir bütçe kadar parayı cebimizden vererek, hala Hülya Uçansu onu söyler. Hiçbir yerde oynamadı, gösterilmedi ama yayınlanmadı. Şimdi filmlerin DVD’leri çıkacak belki onlardan birinin içine koyarım.

* Şiirinizi kim okumuştu?

Cüneyt Türel. Cüneyt Türel oynuyordu zaten.

* Şiir klibi çekmek zor bir şeydir aslında.

Zor bir şey evet.Güzel bir şeydi o proje, amacı insanlara şiiri duyurtmaktı. Yüz kişi seyreder bir çocuğun aklına o kitabı alıp bakmak gelir, o da oradan başka şeyler öğrenir. Öyle bir faydası var. O kadar abuk-sabuk her şey var hayatımızda ama bazı şeyler yok. Faydası olur mu olmaz mı, bunlar faydasız da olsa çekelim gösterelim istediler. Ama şiirden film yapmak olmaz zaten. Benim yaptığımın da olduğunu düşünmüyorum. Onun için de hem o şiirin ruhunu yıkmamaya çalışıp şiirden ilgisiz üretmek de kötü, ama bir şiirin üzerine ayrı bir şiir yapmaya çalışmak ayrı bir kötülük, hainlik. Nasıl cesarettir yani Yahya Kemal filan. O arada, derede bir şeydi. Bu bir pop şarkısı değil ki her söylenene bir şey yapasınız ama o şiirin ruhunu bozmadan yansıtmaya çalıştık. Ancak ben kendim yaptığım için de pek yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.

* Şiiri kendiniz önerdiğinize göre sizin için özel bir şiir miydi?

Yok, çok sevdiğim şiirlerden bir tanesi. Yahya Kemal’in “Deniz Türküsü”. Filme dediğim gibi fazla ilistürasyon gerekmeden ruhu yansıtılır diye düşündüğüm bir şiirdi.

* Kaç dakika oldu?

Tam hatırlamıyorum ama 7 dakika galiba.

* Bütün şiiri kullandınız mı?

Tamamını kullandım. Hatta girişi-çıkışı falan var. Sonra bir müzik yaptırmıştık.

* Müziği kim yaptı?

Fuat Erman.

* Size göre bağımsız film ve bağımsız yönetmen tanımı nedir?

Bağımsızlık tarihten beri ülkelere göre kültürlere göre çok farklı kullanılıyor. Benim için bağımsız film demek, ben bağımsız olduğumu düşünüyorum, bağımsız sinema yaptığımı düşünüyorum.

Bir hesap yapmadan, sonucuyla ilgili bir hesaplanmadan yola çıkmadan yapılan her film bağımsız filmdir. Bu işte 1 milyon seyirci için yapıyorum ya da şu da olabilir bilmem ne festivali için yapıyorum, belli bir kesim için yapıyorum dediğinizde zaten o bağımsız olmuyor. Belli insanları tavlamak için yapıyorum onların beğenisini kazanmak için yapıyorum deyince zaten onların kıstaslarından bakıyorsunuz. Halbuki benim sevdiğim sinema, bu küçük hesapların öldüreceği bir şey. Zaten o da bir ürün haline gelecek, şimdi Da Vinci iyi film mi, kötü film mi, işte bir ürün. Son derece iyi paketlenmeye çalışılmış. Dünyayla aynı gün Türkiye’de de çıktı, Singapur sokaklarında inanılmaz stantlar kurulmuştu. Da Vinci’nin çok değişik teknolojilerle promosyonları yapılıyordu. Önlerinde kuyruklar, oyunlar, kitaplar vs.ler bunun için de bu iyi film miydi kötü film miydi diye konuşmaya gerek yok. O çok düşünülmüş, tasarlanmış bir film. Yazarı da tasarlayarak yazmış. Ama illa Da Vinci demeyelim onun gibi dünyadaki bir sürü film tasarlanarak yapılıyor. Şöyle bir şey de var, tasarlanmamış gibi tasarlanarak yapılıyor. Dolayısıyla şu an edebiyatta, sinemada özellikle sinemada gerçek anlamda sanattan olanı ayırma çalışmak benim için en büyük kriter. Sanattan olan zaten bence bağımsız olan demektir. Bağımsız o yani.

* “A Ay” filminizin yapım öyküsünü anlatabilir misiniz? Filmin konusu nedir? Senaryoyu ne zaman yazdınız, yapımcı aradınız mı?

“A Ay” benim ilk adımım. Parayı bulmanın normal yollardan olmayacağını baştan çok iyi bildiğim için, önce filmi nasıl yapacağımızı, kimlerle konuşacağımızı bulmaya çalışırken üniversiteden ve liseden bir grup arkadaşım destek sözü verdi. Bir kısmı reklamcı olmuştu, bir kısmı da rehberlik yapıyorlardı, onlar para verdiler. Bir bütçe yaptık. Çok küçük şeylerdi bunlar ama filme başlama gücünü verdiler. Düşünüyorum da şimdi “A Ay”ı yaptığım yoldan cesaret edemem film yapmaya. Ancak son filmim “5 Vakit”e de benzer bir yolla başladık. Orada da arkadaşlar değil de kazandığımız ödüllerin küçük paraları vardı. Ama şimdi çok daha iyi biliyorum ki başladıktan sonra kendi kendine gidiyor. Zor oluyor ama bir şekilde gidiyor

“A Ay”ın ortalarında bir yerlerinde gerçekten bitti para. O arkadaşlardan biraz daha destek geldi. Sonra Onat Kutlar’a gittim o bir destek buldu ve filmi bitirdim. Fransa’dan çok iyi bir destek çıktı. Türkiye’nin içinde olmadığı bir oluşumdan post prodüksiyonu için çok büyük bir yardım çıktı. Ayrıca yine Onat Kutlar, Osman Kavala’dan destek buldu. Böyle yamalı bohça gibi para toplaya toplaya filmi bitirdim.

* Senaryoyu ne zaman yazdınız?

Senaryoyu Fransa’da yazdım. Fransa’da daha önce yapmaya çalıştığım bir proje vardı. Sonra onu orası için yazıyordum. O sırada Kutluğ’dan dolayı burada tanıdığım insanlar, sinema dergisine bir yazı yazmıştım ‘Ve Sinema’ diye bir dergi vardı Hil Yayınları çıkartıyordu. O yazıyı okuyup buradaki birtakım genç sinemacılar ve sektör içinden gençler …… demişler Kutluğ söylemişti bana. O projeyi buraya çevirdim A Ay” oldu. …..

* Çekimleriniz ne kadar sürdü?

Çekimler yaklaşık bir buçuk ay kadar sürdü. Bir ara 10 gün gibi durduk parasızlıktan. Çok küçük bir bütçeyle çektik onu. Ama tam olması gereken gibi oldu.

* Yani hiçbir şeyden taviz vermediniz, aynı özeni gösterdiniz.

Yok vermedim. “A Ay” tam olması gerektiği gibi oldu. Şu an o filmi çeksem yine aynı şekilde yaparım. O kadar parasızlıkta yine 1’e 9 çektim. “Kaç Para Kaç” şu ana kadar en çok negatif kullanılarak çekilmiş film. Sonradan duydum şımarık diyorlarmış. Nasıl gerekiyorsa öyle çektim. Reklamla reklam olmamakla bir ilgisi yok. Bütün dünyada da öyle yapılıyor halen. Hep öyleydi. Olması gereken gibiydi.

* Genelde hep kısıtlı imkanlarla çalışıldığı için sanırım.

Ben kısıtlılığa hiç inanmadım. Hala da inanmıyorum. İmkansızlıktan uyduruk şeyler yapılıyor hala, imkan var bir şey mi yapıyorlar, bir şey yapmaya gayret mi ediyorlar? O ayrı bir şey.

* Montajınız ne kadar sürdü?

Fransa’da yaptık. 2,5 ay falan sürdü ses montajıyla beraber. O masada yapılan bir montajdı. Ondan sonra masa filan kalmadı.

* “A Ay”ın bütçesi nedir?

Tam hatırlamıyorum ama o zamanlar Fransa’dan 500 bin frank geldi. Şimdi 100 bin euro gibi, benim için çok büyük bir yardımdı. Fransa’daki bütün post prodüksiyonu karşıladı. Buradaki harcamalar da herhalde 30 bin euro gibiydi. Yaklaşık 130 bin euro yapıyor. Filmden çok az insan para aldığı için bu bütçeyle filmi tamamlayabildim. Ben kısıtlılığa hiç inanmadım. Hala da inanmıyorum. İmkânsızlıktan uyduruk şeyler yapılıyor hala, imkânı olanlar bir şey mi yapıyorlar, bir şey yapmaya gayret mi ediyorlar? O ayrı bir şey.

* Oyuncu seçiminizi yapıp teklif götürdüğünüzde nasıl karşılandınız? Teklif götürdüğünüz sanatçılar kabul etti mi? Çünkü ilk filminiz ve henüz tanınmıyordunuz.

O sıralar Türkiye’de bana bu konularda Leyla Özalp yardımcı oldu. O zamanlar Atıf Yılmaz’ın yardımcı yönetmeniydi. O kadar az film çekiliyor ki, ilk mi çekmiş, kötü mü çekmiş kimse bakmıyordu. Hala da öyle oyuncuların durumu çok parlak değil.

* İlk filminiz deneysel bir film ve çok ağır eleştiriler de almış, onları okuduktan sonra ne hissettiniz? Etkiledi mi sizi? Ya da ben ne yaptığımı biliyorum mu dediniz?

Etkiledi desem yalan olur. Etkilemedi derken, o kadar sonra vizyona çıktı ki film. Zaten film vizyona çıkana kadar ki süreçte benim için gerekli primi yaptı. Ödül aldı. Avrupa jüri ödülleri ilk o sene konulmuş, aday oldu. Benim için zaten çok sükse yaptı. Bir sonrakine de yardımcı olacak kadar bir şey oldu ama ben onu iyi değerlendiremedim, şansızlık oldu. Film çok sonra çıktı. 6 sene filan vardı arada. Atilla Dorsay şey yazmış ‘kendine film yapıyor’ diye. Şimdi hatırlamıyor bile. Hala kendime film yapıyorum dolayısıyla ondan farklı bir şey olmadı. Hala devam olarak görüyorum.

* O zaman neden gösterime girememişti?

O zamanlar bu tarz filmlere hiç rağbet yoktu. Şimdi yine var. Şimdi öyle salonlar var, dağıtımcılar var. Yoktu. Pera’da oynadı o bodrum gibi yerde. Para verip oynattık onu da. Şu kadar dolmazsa ne yapacağız dediler ve çek aldılar bizden. Hakikaten de o kadar dolmamış ve o parayı ödedik. Ne kadar olduğunu unuttum ama gerçekten para verip oynattık.

* O zaman bir dağıtımcınız olmadı sanırım.

Yok canım dağıtımcımız olmadı. Sinemaya verdik gösterdik.

* Ne kadar kaldı gösterimde?

Herhalde iki hafta.

* Türkiye’de başka bir bölgede gösterime girdi mi?

“A Ay” yok oldu ortadan ve kült film oldu. Bir kesim çok beğendi. Yakında DVD’si çıkacak ve büyük bir ihtimalle sinema festivalinde oynayacak.

* Senaryosunu kitap olarak yayınladınız, satışı oldu mu?

Hala satılıyor. Hatta şimdi DVD’si çıkınca onu basan arkadaşlar belki yeniden basarlar. Onlara söyleyeceğim belki DVD’siyle beraber satarlar.

* Belki “A Ay”da olmadı ama şimdi filmlerinize nasıl bir pazarlama stratejisi uyguluyorsunuz?

Onu bir bilsek. İlk defa bu “5 Vakit”te dediler ki bırak artık şunu, bırak derken zaten bilmediğimiz için karışmıyorum. Sağ olsunlar bir sürü insan şu an Cannes’da film satışı için uğraşıyorlar.

* Bazı filmler için ses getiren galalar yapılıyor, daha vizyona çıkmadan veya çekimler sırasında bir sürü haberleri basında yer alıyor…

O başka zaten, o bana uymaz. Yaptığıma uyacak bir şey değil o. Zaten öyle yaptınız mı arkası kof çıkmış olur. Sonuç olarak amacım özellikle Türkiye’de 100-150 bin kadar filme meraklı insan var. Onlara ulaştırabilmek bir de yurt dışında gerekli yerlere ulaşmasını sağlamak.

* “Beni asıl heyecanlandıran adım adım öykü anlatmanın dışına çıkmak” demişsiniz.

Sinemayı sırf öykü anlatmak için kullanmak, sinemayı çok küçümsemek gibi geliyor bana. Öykü anlatmak için çok güzel yazabilirsiniz ya da bir sürü yöntemi var. Sinemada öykü de olabilir ama sinemanın ana meselesi bir öykünün nasıl anlatılacağı; giriş, gelişme ve sonuç ya da başka türlü, o başka bir şey. Bu çok derin bir mesele aslında. Ve sinemanın büyük kısmı bunu yapıyor sinemacı adı altında, çünkü çok daha kolay bir şey o. Film deyince herkes birbirine filmi anlatayım derken filmin öyküsünü anlatıyor. Bence iyi bir film anlatılamayan film. Anlatmaya çalışırsınız ya en iyisi sen git bir gör çok güzel film dersiniz. Bir tek filmle olabilecek şeyleri kastediyorum. Hikaye olup olmaması değil. Hikaye … ya da bütünü ya da hani sırf hikaye değil. Hikaye dediğiniz şey laflara diyaloglara dayanan ve bildiğimiz kodlarla giden bir şey o. Sinema çok daha fazla şey yapabilecek bir alan. Yani biz hikayenin ötesinde bir … verebilecek durumlar, düşünceler, anlamlar yaratabilecek bir alan. Bir araç.

* 1991 yılında tiyatro yönetmenliği yaptınız, hem de bu işin ciddi yapıldığı bir kurumda devlet tiyatrolarında, bu oyunu siz mi önerdiniz, devlet tiyatrolarından mı size teklif geldi?

Ben tiyatroyu hala çok izliyorum, seviyorum. Bir de tiyatroyla başladığım için çok hevesliyim. O sıralarda da “A Ay”daki arkadaşlarımdan Nurinisa Yıldırım da bunu biliyordu ve bir şeyler yapalım diyordu. Sonra devlet tiyatrolarına proje halinde sunduk, kabul ettiler. “Hizmetçiler” oyunu benim için iyi bir şeydi. Orada da çok çabaladık. Oranın da formatı, 15 – 20 gün ya da 1 ayda oyun çıkartıyorlar, onlarla bile uğraşmak büyük bir mücadeleydi benim için ama yine istediğim gibi yaptım. Tiyatro sinema gibi değil. Benim için sinema daha başka bir şey. Şimdi de gene yapalım diyor bazı arkadaşlarım ama…

* Neden istemiyorsunuz?

Vakit kaybetmek istemiyorum, onun yerine filme emek vermek istiyorum. Ama sahne üstünde performans yapmak isterim. Onun bir gösteriye yönelik kısmını sevmiyorum.

* Hazırlık aşamasını mı?

Vücut çalışmaları gibi şeyleri yapmayı ya da yaptırmayı çok isterim ama bir oyun hazırlama işine girmek istemiyorum. Sanırım büyük bir ihtimalle burada imkân olmadığı için bana pek cazip gelmiyor. İmkân yok derken üç günde beş günde, salon vermeden oyunun çıkması isteniyor. Bir opera projem vardı ‘Hizmetçiler’den sonra. Çok da heveslendim büyük bir şeydi. Kendi yazdığım bir şeydi. Opera değil de böyle bir operanın da içinde olduğu bir performans diyeyim. Bana hemen başla denildi. Ama o kadar imkân yok ki. Hafta sadece 3 gün salonu verebiliyorlar, AKM Büyük Salon. Sonra şu kadar zamanda çıkması lazım diyorlar. Onunla hiçbir şey olmaz ve olmuyor da bence. Oluyor gibi görünüyor.

* İçinize sinmeyeceği için mi?

Sizin içinize ne kadar sinerse sinsin. O iyi bir şey olmaz ki. Olma ihtimali yok.

* Yine de iyi iş başarılıyor o zaman.

Ben ne kadar başarıldığından da emin değilim. Başarıldığını sanmıyorum.

* Oyununuza ilgi nasıldı?

Oyuna ilgi güzeldi. Çok ilginç bir şey var. Devlet Tiyatroları’nda ne yapsanız operada filan, şu an gitseniz bilet bulamazsınız. Tıklım tıklım dolu. Dolayısıyla güzeldi. Uluslararası anlamda da iyi tepkiler aldı.

* Yurt dışında festivallere katıldı mı?

Katılamadı çünkü ağır bir sahne düzeni vardı. İnip kalkan bir dekoru vardı çok pahalıydı. Taşımak zordu. Benim için iyi tat verdi ama bir daha yapabileceğim bir şey değil. Benim sinema alışkanlığım olduğu için sinemada oyuncu bir türlü oynuyor ve onu alıyorsunuz o artık öyle kalıyor. Tiyatroda her gün başka türlü oynuyorlar. Oyunu çıkardık ama ben bir ay boyunca her gün tiyatroya gidiyordum. Sonra dediler ki bana bu artık senin işin değil. Bu bizim oyunumuz. Doğru, onların oyunu dolayısıyla o alan bana ait bir alan değil. Tiyatronun güzelliği o aslında, hayat var orada ama benim hayatım olmadığı kesin.

* Jean Genet ve “Hizmetçiler” oyunu ile ilgili araştırmamda oyunun erkeklere oynatılması gerektiğini öğrendim. Sizin oyununuzda kimler oynuyordu?

Öyle bir gereklilik yok. Daha doğrusu Genet oyunu kadın oyuncular için yazmış. Ancak erkek oyunculara oynatılan çok yorumu da var. Ben kadınlara oynattım.

* Tiyatro geçmişiniz olduğu için oyuncu yönetimi konusunda zorlanmamışsınızdır herhalde.

Yok ama sinemadaki bambaşka bir şey. Tiyatrodaki gibi değil. Tiyatroda oyunculuk, oyuncu yönetimi filan çok daha farklı. Daha zor diyemeyeceğim. Oyuncu için daha zevkli çok daha zevkli. Ne yaptığını performans olarak baştan sona izliyor ama sinemada böyle bak çok güzel diyorsunuz sonra üç kere aynı şeyi yaptırınca ne nedir…Bir oyuncu ne kadar kendini zorlasa, ben iyi bir sinema oyuncusuyum diyemez. Kendini güvendiği adama bırakıp bir şeyler anlayarak gittiği bir şey. Filmi gördüğünde anlıyor ne oynadığını.

* Siz bu oyun sırasında mı tanıştınız şimdi ki ekibinizle?

Yok. Ekip derken onlar birike birike, birike değişe, eklene eklene düzenli bir şey değil. Kumpanya gibi değil yani öyle bir şey değil. İyi olunca, iyi geçinince insan ayrılamıyor birbirinden.

* “A Ay”dan sonra Fransa’daki yapımcınız batmasaydı ikinci film olarak “Atlar, Kanatlar ve Tayfalar” filminizi çekecektiniz ama kaldı. Daha sonra bu filmi çekmeyi düşünmediniz mi?

İşte daha önce Fransa’ya gitmemle ilgili sorduğunuz soruyla bağlantılı bu da. O, o zaman yapılacak bir filmdi. Şimdi böyle bir şey yapmak istemiyorum. Bundan bir üç-beş sene önce bir arkadaşım önerdi. Bir baktım, olmaz değil ama şu an için geride kaldı.

* “Kaç Para Kaç”ın yapım öyküsünü anlatabilir misiniz? “A Ay”dan gelen şeyi kullanabilirdim ama atladım demiştiniz.

Arada çok uzun bir süre oldu ve bir şey kalmadı. 10 yıl var aralarında. Ama ben her gün film yapma isteğini duyduğum için o 10 yılın nasıl geçtiğini fark etmedim. O arada reklamlar vardı ve “Kaç Para Kaç”ı çalışıyordum. Sonra nasıl bir imkan nasıl yaparız diye bir araştırdık etrafı. Birisi ilgilendi Türkiye’den bir prodüktör. Benim Türkiye’deki tek toplantım odur. Sonra kimler oynayacak derken tartışma oldu. Toplantıdan çıktık ve sonra da kendimiz yaptık. Aslında biliyordum ama bir kere daha konfirme etmiş oldum bana ve arkadaşlarıma ‘parayı veren düdüğü çalar’ Onlarla olunca başka türlü olur. Sonra işte hacı ağalar gibi cebimizden, ekipçe öyle o ana kadar kazandığımız paranın tümünü “Kaç Para Kaç”a koyduk ve yaptık.

* Sponsor arayışınız oldu mu?

Sponsor arayışımız “Kaç Para Kaç”ta olmadı. Onu “Korkuyorum Anne”de bir yokladık. Onda da şu marka koyma işi var. Onu yapmak bence dünyanın en büyük alçaklığı. Reklam filminden daha büyük bir adilik gibi geliyor bana. Bunu yapan beğendiğim yönetmenler de var ama bana çok ayıp geliyor.

* “Kaç Para Kaç”ın çekimleri ne kadar sürdü?

“Kaç Para Kaç” herhalde en uzunu. 11 hafta gibi sanki. Gözüktüğünden zor bir işti. Çok sade yapmaya çalıştım öyle oldu.

* Konusunu nereden buldunuz?

Simenon’un “Venedik Treni”nden. Simenon çok sevdiğim bir yazar. Bunu aslında almak istiyorduk uyarlama olsun diye Fransa’ya gittik, çok zor dediler. Ayağınıza dolanır. Verirler ama çok vakfı var onun. Avukatlara filan danıştık başımıza iş açılmasın diye. Sonra dillendir dediler. Çok müthiş bir yazardır Simenon küçük gar romancısı gibi başlamış bir başka Dostoyevski gibi. Onun “Venedik Treni” adlı romanının Türkçe’de de genç bir uyarlaması var. Çok değiştirilerek yapılmış bir şey. Filmin senaryosunu ben yazdım.

* Bütçesi ne kadar?

Bütçesi 1 milyon 200 dolar. Post prodüksiyonunu tamamen yurt dışında yaptık. Laboratuvarı Belçika’da.

* Kurgusu ne kadar sürdü?

Görüntü montajı Türkiye’de 4 ay sürdü. 3 ay da Fransa’da ses montajı yapıldı. 1999’da Marmara Depremi olduğunda da miksajını yapıyordum. Miksajı da bir ay sürdü. O filmi en kaliteli 35 mm’den çıktık. O benim Rolce Royce filmim. “Kaç Para Kaç” şu ana kadar en çok negatif kullanılarak çekilmiş film. Sonradan duydum bana şımarık diyorlarmış. Film için nasıl gerekiyorsa öyle çektim. Bunun reklamla, reklam olmamakla bir ilgisi yok. Bütün dünyada da öyle yapılıyor halen. Hep öyleydi. Olması gereken gibiydi.

* Filmin görüntü montajını İstanbul’da yapmışsınız ama ses montajı ve miksajı Paris’te, negatif montajı ve kopya baskıları da Brüksel’de yapılmış. Neden? Türkiye’deki teknik alt yapı iyi iş çıkartmak için yeterli değil mi? Ekip yurt dışından geldiği için mi? Bütçeyi de arttırıyordur bu işlemler. Yoksa ücretsiz mi yapıyorsunuz?

Yok, çok indirimler alıyoruz ama çok pahalı, oralar çok daha pahalı. Teknikle ilgili değil, daha çok bunlar anlayış ve insanla ilgili şeyler. İlk defa “5 Vakit”in her şeyini burada yaptım. Ama yine dışarıdan geldi arkadaşlar. Zaman zaman özellikle seste problemler oluyordu. Anında müdahale ettik, hemen geldiler burada yaptık. Artık oluyor ama yine yabancı teknisyenlerle yine bayağı bir mücadeleyle ama en azından bu filmimde “5 Vakit”te onu çok istiyorum. Olabildiğini kanıtlayalım ve artık burada yapalım her şeyi. Daha ucuz yapalım ki daha özgür olalım. O oldu onun için çok mutluyum. “Kaç Para Kaç” tam tersine bir de çok uzun yıllar sonra ilk filmimdi. Açıkçası madem dedim bu kadar çalışıp bir film yapıyoruz, nasıl iyiyse nasıl iyi olacağını düşünüyorsak öyle yapalım. Ve en iyi yerlerde en iyi şekilde yapıldı. O an o gerekiyordu şimdi aynı şekilde yapmam.

* Dağıtımını hangi firma yaptı?

Dağıtımını Warner Bross. yaptı. Cuma günü vizyona çıkıyordu, o gün sadece ilanlar çıktı o kadar, başka hiçbir şey yapmadılar. O film seyirci çekebilecek bir filmdi. Bilmiyoruz o işleri, bilmiyorduk da, çıktı. Az iş yaptı. Fakat 2-3 yıl sonra DVD’si çıktı. DVD’si çıktıktan sonra o film konuşulmaya başlandı. Bir dönem DVD’de en çok satan filmdi. Ve hala da DVD’si satılıyor. Hala konuşuluyor.

* Kaç hafta vizyonda kaldı?

Az kaldı. 2 veya 3 hafta kaldı.

* Kaç kopya çıktılar gösterime?

12 kopya. Sadece İstanbul’da çıktı.

* Sadece İstanbul’da mı gösterildi başka şehirlere gitmedi mi?

Sonradan iki sinema İzmir’e gitti. Birkaç kopya da Ankara’ya gitti ama.

* Kaç kişinin izlediğini biliyor musunuz? Gişe geliri ne oldu?

12 bin kişi izledi. Gişe geliri de pek iyi değildi. DVD’si daha çok para getirdi ama esas o film kendini çıkarttı. Şimdi de yurt dışından çıkartıyor. Özellikle büyük satış Japonya ve Almanya’da yoğunlaşıyor. İşte zaman içinde, bu filmlerin şöyle bir şansı oluyor. Uzun süre satış devam ediyor. Şu an hala arkadaşlar Cannes’da bunları pazarlıyorlar. Daha satılmamış ülkeler var. Oldu olmadı ne yapalım olmazsa olmuyor. Bu bir ticaret değil ama çok para koyunca biz o filme 1 milyon doları cebimizden koymuştuk. 1 milyon doları koymak içinde 1 milyon dolar olması gerekir bir kere önce. O da 1 milyon dolar için deli gibi çalışıp bol reklam filmi ki onda da artık böyle imkan yok. O zamanlar çok büyük bütçelerle film çektiğim için olabiliyordu. İyi ki de öyle oldu. Abuk-sabuk evler, arabalar yerine şimdi daha anlamlı bir filme gitti paramız, daha iyi değil mi?

* En İyi Yabancı Film Dalında Oscar adayı oldunuz ve Türkiye’yi temsil ettiniz birçok yabancı festivale katıldınız bunlar sizi besleyen şeyler mi?

Çok motive ediyor. “Kaç Para Kaç” çıktı bir sürü “A Ay”ı sever şimdi şimdi anlıyorlar, tamamen farklı olduğunu düşündüler. Şaka gibi geldi onlara. O zaman da çok az filmle olmaz, şu an bile ne yapmak istediğimi ben de biliyor değilim ama ne yapmak istemediğimi çok iyi biliyorum. Ama sonunda o yapmak istemediklerimizle yaptıklarımız tam bir bütünlük oluşturuyor. Bir sinemacı yani bu adam sinema sanattan mı değil mi, sinemadan mı değil miyi görmek için bence 4 – 5 film gerekiyor, 6 film gerekiyor. Benim için bir yönetmenin öyle bütünüyle bir anlamı var. O zaman bu buymuş da bu da buymuş denilebilir.

* Hiç televizyon satışı oldu mu?

Yok hiçbirini satmadık. Evet özellikle satmadık. Niye satmadınız derseniz bilmiyorum. “A Ay” zaten satacak bir şey değildi. O sıra ben TRT alsın istedim, almadı. Almayınca da ben de satmak istemedim başka yerlere. Sonra biz Ömer’le beraber olunca da “Kaç Para Kaç” için teklif geldi, o da bize çok az geldi. Satmamak daha iyi dedik nasıl olsa onlar da bütçe bekleyince değer kaybetmiyor. “Korkuyorum Anne”yi bilinçli satmadık, üç film oldu. Şimdi de 4 film oldu. Paket olarak daha bir anlamı olur diye şimdi duruyor. Televizyonda hiçbiri oynamadı daha.

* İlk üç filminizde mekanınız İstanbul. Neden? İstanbul’u çok mu seviyorsunuz? Yaşadığınız ve bildiğiniz bir şehir olduğu için mi? Hikayeler onu gerektirdiği için mi?

Bildiğim için. Yaşadığım ve bildiğim için. Bir de zaten çok renkli. Malzemesi çok bol bir şehir olduğu için. Gerçekten uzun yıllardır bu festivaller nedeniyle bir sürü şehir gördüm. Adı büyük şehirler bile gördüm İstanbul kadar insanı böyle etkileyen, bu kadar renkli, her anlamda renkli; güzellik filan demiyorum. Bu kadar büyük bir hayatın yaşandığı, bu kadar farklı farklı renklerin altlı-üstlü yan yana, inanılmaz kargaşanın olduğu başka bir yer yok. Geçende Bangkong’a gittik, orası da çok güzel bir yer. İstanbul gibi bir şehir ama daha bir model küçüğü her anlamda. Böyle şehirler şart değil ama sinema için çok zengin bir yer.

* Filmlerinizde belli bir zaman dilimini vermemeye çalışıyorsunuz. Bunun bir sebebi var mı?

Gündelik olanı sevmediğim için. O belgesel gibi, bugünmüş gibi değil de her zamana ait olan şeyler güzel geliyor… Bugün mesela bir konuşma raconu var. Bir beş senedir televizyonlarında etkilediği laflar, cümleler, kelimeler. Ama 5 yıl sonra onların hiçbir anlamı kalmayacak. Ya da 3 yıl önce bunların bir anlamı yoktu. Bu 3-5 yılın ötesinde bir varlığa ait. Ya da onların yarattığı (modacılar) trendler var onlardan uzak durmaya çalışıp, bugünmüş gibi bugünden alınmış bir parça gibi hissini vermemek için.

* Ya da izleyenlere mi bırakıyorsunuz zamanı?

Yoo, zaten oturuyor. İnsanın içindeki bir şeye oturuyor. Sadece gerçek, mesela “Kaç Para Kaç”ta bomboş bir İstanbul gözüküyor. Bomboş yani. Ama o ayrı bir etki, bir his veriyor, bir durum veriyor ama bugünün İstanbul’u bambaşka bir şey. Aynı filmi gidip bir … o zaman tamamen İstanbul’daki bir esnafın para meselesi, ay o adamcağızın başına ne gelmiş gibi bir şey olur. O İstanbul’un boşaltılmışlığı tam zamanla ilgilidir aslında. Hiçbir zamana ait olmadığı için. Sanki boşaltılmış plato gibi. Bir adam gidiyor geliyor bir insan. O bir şekilde, o şehir de burası ama işte o filmdeki İstanbul oluyor o zaman. Bizim bildiğimiz her gün yaşadığımız değil ama onun malzemeleriyle yapılmış. Dediğim gibi o anlam veriyor diye düşünüyorum sinemada. O anlam, hayatımızı anlamlandırmaya çalışan birkaç soru anlamında bir şey oluyor. Çok yüce şeyler değil yani.

* “Korkuyorum Anne”, filminizin de yapım öyküsünü anlatır mısınız? Senaryonuzun yazımı biraz uzun sürmüş galiba.

Evet onun o kısmı biraz uzun sürdü. O da kalınlığından dolayı uzun. Ama senaryo aşaması zor oldu. Çünkü filmin en zor kısmı senaryo kısmıydı. Bu filmde hikaye yoktu. Bütün bu sahneler, insan nesilleri ve korkular üzerine çok uzun süre çalıştım. Sonra işin içinden çıkamadım bir biçime sokamadım bütün bunları. Bir sürü sahne vardı mesela hala filmin içinde olan inişler çıkışlar. Yazar olan eşim Nilüfer Güngörmüş’den yardım istedim. Bir şey olur mu bundan diye. O da bir-iki şey önerdi. Ben daha önce kimseyle bu tür bir çalışma yapmadım. Senaryo filmin bir öğesi, dolayısıyla yanlış anlaşılmasını istemem ama ben çekeceğim filmi tartışamam. Nilüfer benim ne yapmayacağımı iyi bildiği için onunla çalışabilirdim. Bir süre senaryonun üzerinde çalıştı, bir şeyler önerdi, onları konuştuk. Sonra elimizdeki malzemeyle board çalışması yaptık. Bazı yerleri ayrı ayrı yapıp ayrı ayrı çalışıp karşılaştırıyorduk. Bir sene de o sürdü. Sonra bitirdik, beğenmedik ve attık. Aslında daha doğrusu o sırada bir film çıktı vizyona herhalde o film güvensizlik ve korku yarattı bizde.

* Filmin adı gibi yani.

Filmin adını hatırlamıyorum ama Amerikalı bir komedyen oynuyordu. Baba ve hafıza meselesi vardı. O filmi görünce bu artık böyle olmaz, bu kullanılmış dedik. Ama sonra madem bu kadar çalıştık ve beraber bir şey yaptık, ben yapayım bu filmi çok ağır bir şey değil dedim. Ve süreç başlamış oldu. Ona biraz imkan aradık. Tabii bulamadık. Fakat sonra süreç içinde onu da kendi paramızla yaptık. Atlantik’in son parasıyla. Sonra ona Fransa’dan SHS’den ciddi bir yardım çıktı. Sonra Amerika’dan Global Film’den parası küçük ama prestiji büyük bir yardım çıktı. Sonra bize çok yardım etti. Onun da çekimleri 10 hafta sürdü. Post prodüksiyonu bayağı uzun sürdü. Montajı da 7-8 ay sürdü. Çok değişik montajladık. Nathalie yapıyordu sonra bana veriyordu. Ben onu başka bir şey yapıyordum. Böyle böyle karşılaştırarak yapıyorduk. Ama o böyle bir film özellikle. Onun da laboratuvarını gene Belçika’da yaptık.

* Bütçesi ne kadar?

Onun da bütçesi 1.350’lerde bitti. Dolar tabii.

* Ama hazırlık aşaması biraz zaman almış değil mi?

Hepsinin öyle aslında. “Kaç Para Kaç”ın da hazırlığı uzun sürdü aslında. “Korkuyorum Anne”nin daha da uzun oldu. Çok fazla mekanı olduğu için, o binayı bulup, o binanın dairelerini tek tek boşalttırıp, onların içlerini tekrar dekore etmek, eşyalarla doldurmak.

* Orada yaşayan insanları çıkarttık dediniz.

3 daireyi çıkarttık. Tabii herkes de çıkmaz ya şansımıza öyle oldu. Bir tanesi fotoğraf stüdyosuydu. Bir tanesi evdi, öbürü de evdi. Bir de çıkartmadan kullandıklarımız oldu. Orada böyle ara ara gidip işte şurasını, burasını çektik. Ama tabii istediğimiz yerde onun olması büyük bir şans oldu. Filmin sonundaki kayayı yaptırdık. O bayağı bir dertliydi. Onun o tarz şeyleri vardı. Oyuncu kadrosu da geniş olduğu için hayvanlar, çocuklar zaman alıyor tabii. Bir de onları aynı seviyede aynı düzeyde insanlardan seçmek.

* Dağıtımını hangi firma yaptı?

Onun da dağıtımı biraz sorunlu geçti. Çünkü önce Med Yapım satın almak istedi filmi toptan. Biz tamamını vermek istemedik. Aynı tarz değiliz o nedenle istemedik. Onlar da filmi çok seviyorlardı ama anlaşamadık ve iyi ki de öyle oldu çünkü daha sonra daha birbirimizi üzecek şeyler olacaktı. Ama bu hep şeyi geciktirdi filmin çıkışını geciktirdi. Sonra Kenda dağıttı. Şu ana kadar belki de en iyi dağıtılmış filmimiz diyebilirim. Hala da oynuyor orada burada galiba. Bildiğiniz gibi ödüller aldı. Şimdi de ilk defa paralı reklam da oldu. Ben önceki filmlerimi yarışmalara sokmuyordum. Sonra o da büyük bir şeymiş hani neden yarışmalara sokmadım.

* Neden?

O biraz kibirlilikmiş diyelim, gençlik kibirliliği. Türkiye’de sokmuyordum aslında. Bildiğim insanların önüne koymak … Sonuçta da son filmimim parasının bir kısmı da oradan çıktı.

* “Korkuyorum Anne”den aldığınız ödül mü?

Evet.

* Kaç kopya gösterildi?

30 kopya. O da az iş yaptı. En son okullara falan götürdük.

* “5 Vakit” İstanbul Film Festivali’nde ödül aldığında “Korkuyorum Anne” vizyondaydı, ödül öncesi ve sonrası izleyici sayısında fark oldu mu?

Bilmiyorum ama o sırada Anadolu’da oynuyordu. Anadolu’da hala izleniyor. Şöyle bir şey var çok ilginç bizim filmlerde, durduğu ölçüde mesela geçen bir rapor verdiler, ben söylüyordum zaten öyle olur diye gerçekten de öyle oluyor. Sayı hiç düşmüyor bir yerden başlıyor ve o şekilde 10 hafta mı 12 hafta mı ne oldu aynı sayıda gidiyor. Bu adamları buluyoruz bir yerlerde. O şekilde dolaştırılır ve o şekilde izlenirse, zaten dünyada böyle sinemalar, filmde ısrar eden, bu tarz filmler satın alıp oynatan salonlar var. Bir salonda her seansta da olmasa bir yıl oynuyor ve inanılmaz rakamlara gelebiliyor. Çünkü onun bir seyircisi var ve ona geliyor. Bizde böyle imkan olmuyor. Belki İstanbul’da “Korkuyorum Anne”yi yeniden gösterime sokarız.

* “Korkuyorum Anne” New York’ta Modern Sanat Müzesi’nin daimi koleksiyonuna alınmış. Nasıl oldu?

Global film MoMA’nın yapılandırdığı bir şirket. Bir fon oluşturdular Global diye ve Amerika’da her yıl 3-5 filme yardım ediyorlar, haklarını alıyorlar. Ticari değil ama , sonra onu Amerika’da sanat kurumlarında, müzelerde gösteriyorlar. Çok da güzel amaçları var, kültürel çeşitliliğin desteklenmesi için. Kendileri için prestij de oluyor. Çok da hoş hala yazışıyorlar bizimle. Filmin Amerika’da satışı yapılırsa hemen gösterimden kaldırıyorlar yani ticari yönünü engellemek istemiyorlar.

* Oradan rapor geliyor mu size? Ne kadar kişi izlemiş?

Yok onları bilmiyoruz. Sadece internetten girince insanların film hakkındaki görüşlerini görüyoruz yalnızca. Tabii dünyanın bir ucu olunca heyecanlı geliyor. Boston’da bir üniversitede sinema dersinde işlenen filmlerden biri de “Kaç Para Kaç”mış. İzleyen öğrenciler film üzerine yaptıkları ödevlerini filan öğrenince o kadar ilginç geldi ki bana. Kaç yıl önceki film, orada bambaşka ülkenin çocukları izliyor çok hoşuma gitti.

* Filminizin ismini dağıtımcı beğenmedi diye değiştirmişsiniz. Siz mi istediniz?

Şöyle bir şey oldu. Hiçbir şeyine dokundurtmadığım için, bu Med Yapım filmi çok beğendi ve alırken şey dediler, bu sosyoloji tezi gibi ‘İnsan Nedir ki’ diye, bir de bazı insanlar bana öğretici gibi bir isim demişti. Benim için tamamen şimdi anlamı var. … anlamında. Bir alt isimi de vardı “Korkuyorum Anne” diye. Ama “İnsan Nedir ki” proje adıydı. Bir kere inatlaşmayayım dedim belki bir işe yarar diye. Şimdi herkes bana o ismi daha güzeldi değiştir diyorlar.

* “5 Vakit” filminizin yapım öyküsü nedir?

Tematik olarak diğerleriyle aynı ama gördünüz filmi o yörenin, o coğrafyanın filmi aslında. İlk defa bir coğrafyanın ruh halinin filmi. O film orada olmasa öyle olmazdı. Oranın filmi. O gök, o deniz, o köy oranın verdiği bir heyecan diyelim ona. Ben orada zamanı hissediyorum gibi bir şey, oradaki zamanı. Orada bir ev var köyde onun filmi.

* Orada gidip yaşadığınız için, orada gördüğünüz şeylerden oluşturduğunuz bir konu mu?

Teması değil. Temanın orayla hiçbir ilgisi yok o tamamen uydurma. Ama oradan bildiğim şey işte o 5 vakit ezan. O zamanın oradaki geçişi, o insanların o zamanın dışında duruşları. Aynen benim filmlerde yapmaya çalıştığım gibi. İnsanlar orada zamanın kenarında oturuyorlar gibi geliyor bana. Bizim artık o ritmin içine girmek imkanımız kalmamış ama en azından şeyi hissedebiliyor insan, ne kadar insani iklim. Burada iklim tamamen suni.

* Kozlu’da yaşayan halk nasıl karşıladı köylerinde film çekmenizi? Size yardımcı oldular mı?

Orada yaşayan halk dediğim gibi o kadar sakin, mütevazı, az konuşan, zaten bunun için de seviyorum orayı. Onlarla çok az ilişkim var. Senelerdir gidiyorum ama özellikle köyün içinden hiç geçmem. Birkaç tane çok yakınım var. Bu film ortaya çıkınca konuştuk. Son derece sakin bir şekilde yardım ettiler onun için orayı bir plato gibi kullandık. Çok da dikkatli davrandık ama tamamen her şeyimize katıldılar. Ve Allahtan da hiçbir şey de olmadı. Şeyi merak ediyorum bir ikisi biliyordu bu filmin neden bahsettiğini, ne olduğunu. Camilerini açtılar, her şeyleri yaptılar. Bu yaz göstereceğiz onlara. Merak da ediyorum. Biraz da ürküyorum yani. Ne diyecekler acaba.

* Türkiye dini inançlar konusunda çok hassas bir dönemde. 23 Nisan gösterilerinde iyi niyetle yapılan küçük bir olay bile cumhuriyete büyük bir tepki olarak algılanabiliyor. Ya da bu son Danıştay olayı. Siz de “5 Vakit”te, dini Kozlu’daki yöre halkının hayatının bir parçası olarak veriyorsunuz. Siz onu iyi yakalamışsınız insanları rahatsız etmeden.

Ama bu bizim içinde büyüdüğümüz, ister kapatın kulaklarınızı ister kapatmayın günde 5 vakit, günde 5 kere ezan okunuyor. 5 vakit lafı bile herkesi şöyle yaptırıyor. Bu da çok acayip. Şu andaki konumlarından değil gündelik problemlerden. Küçümsediğim için söylemiyorum tabii artık din konuşulmaz hale geldi. Ya da tamamen sadece o konu konuşulur gibi bir hale geldi. Benim büyüme şeklim işte gece evde mevlit okunur… benim babam subaydı ama evde İslam kültürü vardı. Anneanne vardı, babaanne vardı evde. Böyle bir şeyle büyüdük.

* Zaten o kültürden geldiniz.

Evet ama şimdi bunu yok saymak, bundan bahsetmemek, bu çok büyük bir fakirlik. O anlamda aslında çok da normal bizim toplumda bu kadar çok insan, tabii bu olanlar normal değil ama bu eğitimsizlik bu abuk-subukluk, bence bunların nedeni ne İslam ne de başka bir şey. Bence kötü anne, babaların yetiştirmeleri. Adam olamamış. Zaten filmin konusu o. Filmlerin konusu o benim yaptıklarımın. Yoksa ne İslam ne İslamcılık ne şeriat, ne Atatürkçülük bunlar zaten herkesin sonradan göğsüne taktığı bir takım sığınma rozetleri. Başka bir şey değil. Ama filmde birinci gayretim oydu yani bunun derecesini hiç kaçırmamak. Bir yandan hem var hayatımızda bir de bu terbiyeli bir şekilde. Terbiyesizlikte yapmamak. Olduğu gibi yapmak. Oğlu imamı öldürmeye çalışıyor filmimizde tuhaf bir şey oluyor. Adı “5 Vakit” deyince İslami film mi oluyor? Basından arkadaşlara sordum nasıl bulduklarını. Pek hani onların “5 Vakit” deyince bekledikleri gibi bir şey değil o. Zaman Gazetesi ve daha islami kesimde sinema yazarları arkadaşlara. Tam onları kesmese de yine de hoşlarına gitti. Çünkü o öbür taraftan hani filmin İslamcı olmadığını biliyorum ama İslamiyet bizim hayatımızda var.

* Şu an şeriattan korkuyoruz diyerek tepki gösterirken dinden uzaklaşıyorlar İslam’ı yok sayıyorlar değil mi?

Onu ben zaten tamamen şeriat istekleri kadar hoşuma gitmeyen İslamcılık kadar kötü ve kendime uzak buluyorum. Felaket bir şey o. O tam işte inancın olmadığı yerde, benim dinim yok ama ben inanlara inanıyorum. İnancım yok diyorum ama kültürel olarak bir insanın nizam intizam yani. Budistleri gördük nasıl bir üslup, varolma terbiye aşılıyor. Geçmişe ait değil bir din şeridi aynı zamanda küçümsemiyorum. Din çok önemli bir şey. Bunu böyle biz yok sayıp affedersiniz kıçı kırık bir tarihi hikaye ile bayrakla onun bunun kafasına vurmakla, kafa kopartanlarla aynı şey.

* “5 Vakit” filminizin bütçesi?

Yaklaşık 700 milyar TL.

* Başta Kültür Bakanlığı’na teşekkür ediyorsunuz, size ne kadar yardımda bulundular?

Bakanlık geri ödenmek şartıyla 100 milyar TL verdi. Teşekkür mecburi, anlaşmada var.

* Bu filmi digital kamera ile çektiniz sizce ne kadarlık bir bütçeden kurtardı? Ne kadar kolaylık sağladı?

‘Bu film zaten mütevazı bir filmdi.’ Mekanda çok iyi bildiğim, çok çalışılmış bir yerdi. Fakat şeyi öğrenmiş olduk, şehirde çekeceğimiz bir filmi mesela “Korkuyorum Anne”yi digitalle çekseydik, maliyeti %10 düşerdi. Çok önemli bütçeler bunlar. Bu sadece pelikül meselesi değil, malzemeyi de azaltıyor. Bir de bazı şeyler daha kolay oluyor. Her anlamda çok daha rahat. Sinemada ben bunun en büyük devrim olduğunu düşünüyorum. Şu an onu yaşıyoruz. Ucuzlatıyor ve sinema artık gerçekten demokratik bir hale geliyor. Yani herkesin yapabileceği bir şey olunca esas er meydanı o zaman olacak diye düşünüyorum. Sadece bir tek beceriklilerin, para bulmakta başarılı olanların hani, sinemayı genellikle onlar yaptı. İyi para bulabilenler, sosyal ilişkileri iyi olanlar, kendini iyi satanlar azıcık.

* İyi pazarlama yapabilenler, popüler filmler önerenler…

Ki bunun sonuçlarını dünyada son zamanlarda çıkan çok güzel şeyler hep böyle kendi başlarına yapabilmiş insanların işleri. Ya da hani sizin konunuz gibi bağımsız yönetmenler.

* Sizin bir de serzenişiniz var “Aldığım ödüller filmlerimin gişesine zarar veriyor” diye.

Onu başlık atmışlar. Onu bilerek söyledim, ciddi bir laf gibi oldu. Öyle oluyor sanat filmi deyip gitmiyorlarmış. Onu da bana söylediler ben de bilmiyordum ama. Şeyi hissediyorum onlar çok kurnaz seyirciler.

* Filmlerinizin ortak yanı nedir?

Benim filmlerimin ortak özelliği benim filmim olmaları. Benim hayatımda o an yaşımla, durumumla, dertlerimle aşağı-yukarı o konuların ağırlığı tabii filmimde yer alıyor; aile-baba-oğul iç meseleleri, anne-kız ama bunları ben sadece benim acılarım diye değil, ben de herkes kadar bunlardan acı çekmiş ya da çekmekteyim ama bunların insanlığın temel şeylerinden biri olduğunu düşünüyorum. “Korkuyorum Anne”nin Eskişehir’deki gösteriminden sonra, öğretim üyesiymiş galiba bana “başka filmler yapmaya korktuğunuz için mi politik değil de böyle komedi ve duygular üzerine filmler yapıyorsunuz? ” diye sordu. Bence en politik filmler bunlar. Geçmişte olayların tırmandığı dönem generallerin Demirel’e baskıları filan; bütün o generallerin, bütün o Danıştay’ı dini sebeplerle basan adamların arkasında öyle problemler var. Herkes kendi problemini önce bir halletmedikçe işte onun için o türeyen erkekler ya da erkekler daha çok oluyor, ortalığı mahvediyorlar, perişan ediyorlar, başkalarına çok zarar veriyorlar. Mesele bu. Politik film yapmak kadar, cevap vermek kadar kolay bir şey var mı? Politik film cevap. O iyidir, bu kötüdür diyorsunuz.

* Filmleriniz için ‘hepsi montaj sinemasının ürünleri’ demişsiniz. Bunu biraz anlatır mısınız?

Hikaye anlatma sanatı değil bence sinema. Montajda şunun için, iki görüntü arka arkaya geldiğinde bir duygu veriyor. Üç görüntü başka bir şey, dört görüntü başka bir şey. Sonra bunların boyları, durumları böyle ritim olarak baktığınızda bu insanı bire bir etkilemese de buradan yürüdüğünde başka bir şeye sokuyor. Bu yapı zaten, bu bir ritim. Sizi kalp atışları gibi bir şeye sokuyor. Ayrıca görüntü için montaj, seslerin ritmi, detayı onun için çok zengin ama bütün hepsi bu ritimlendirmeyle yapılıyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla o bana heyecan veriyor.

* Sette nasıl bir çalışma sisteminiz var?

Çok rahatım. Rahat derken, ekip aynı, oyuncuların çoğu aynı dolayısıyla çok disiplinli bir setimiz var. Bence bir işin yapılma süreci, yapılan iş kadar önemlidir. O süreçte ilişkiler, o süreçte herkesin ufakta olsa bir çabasının olması, o işi anlaması, kitap okuması, içinde bir sevinç olması o film kadar önemli. Böyle olunca da, olabildiği zaman o filmin sonucu da çok yukarı çıkıyor.

* Bütçesi kısıtlı filmlerde makyöz ve sanat yönetmenine ayrılan bütçeler kısıtlı olur sizin filmlerinizde nasıl? Ne kadar bütçe ayırıyorsunuz?

Filmine göre değişiyor. “5 Vakit”te hiç önemi yoktu. “Korkuyorum Anne”de Ali’ye peruk taktık. O kayayı bulamadık çok önemliydi. Çok pahalı olmasın diye çok uzun süre çalıştık ama üzerine çıkılabilecek kadar büyük bir kaya üretmek zordu. Bütçe de belli. Kısıtlı bir bütçe içinde nasıl kısarız, kimden ne isteriz diye uğraştık. Bir de şöyle bir avantajımız var aslında, Atlantik hala reklam çektiği için, benim asistanlarım ve arkadaşlar, dolayısıyla yaptırım gücümüz olabiliyor. Onlar zaten o işlerde çalışan insanlar. Bizim ticari olmayan işler yaptığımızı bildikleri için, zaten bir sürü insan kendiliğinden para almıyor. Sadece masrafları alıyor ya da destek oluyor. “Korkuyorum Anne”deki bütün o tarz ekip buna görüntü yönetmeni filan da dahildir. “5 Vakit”te de semboliğe yakın paralar alıyorlar. Bu hem bizi rahatlatıyor ayrıca hem de motive ediyor. Sonradan “5 Vakit”in sesi için Fransa’dan bir takım sesci arkadaşları getirttik. Onlar gerçekten çok parlak insanlar orada, ama kalkıp hiçbir şey için hiç para almadan sadece yol paralarını verdik. Ve gelip çalışıp gittiler. Bunlar güzel şeyler.

* Türkiye’de sinema yapmak zor mu? Nasıl engellerle karşılaşıyorsunuz?

Her yer kadar zor. Çok zor ama her yer kadar zor. Ben dünyanın pek çok yerinde daha zor olduğunu düşünüyorum. Türkiye büyük bir ülke, daha büyük imkan var. Tunus olsaydı ülkemiz çok daha zor. Ya da bir Afrika ülkesi olsaydık.

* Türkiye’de etkilendiğiniz yönetmen olarak Metin Erksan’ı açıklamışsınız. Sadece Metin Erksan mı var?

Etkilendiğim diyorsanız Metin Erksan. Ama beğendiğim takdir ettiğim yönetmenler var. Metin Erksan’ın sinema tarzının ve sinema anlayışının tek olduğunu düşünüyorum. Beğendiğim sinemanın, yapmaya çalıştığım sinemanın, benzemese de. Ama sinemanın kendi gücünden yararlanıp, sinemasında plastik ögeler kullanması ki o zamanlar, hala tuhaf bir sinema duygusu var onda. Çok az insanda var. Yılmaz Güney’in bütün filmlerini katamayacağım ama onun da Umut filmi etkilemişti beni. Yılmaz Güney’inde çok büyük bir sinema yeteneği olduğunu düşünüyorum ama kendi gücünü başka bir yere akıttığı için, bir de o tuhaf megolomanistliği ile kendini yıkmış. İnsan değil ama sinemacı olduğunu düşünüyorum. Onun dışında şimdi arkadaşlar var çağdaş, onların da yaptıkları mesela “A Ay” zamanında ne kadar zordu benim için ama şimdi onlar o filmleri yapabiliyorlar dolayısıyla hepimiz, böyle bir sinema kabul edildi Türkiye’de. İşte Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve devamı. Ama ayrı olduğunu düşünüyorum onların yaptığı sinema ki ayrı ayrılar kendi içlerinde de benzemiyorlar. Benim sevdiğim ve yapmak istediğim şey o değil. Ama onların yaptıklarını, yapma şekillerini beğeniyorum ve destekliyorum. Bu renklilik hepimize bir alan sağlıyor.

* 60 öncesi Amerikan sinemasını sevdiğinizi söylemişsiniz. 60 sonrası Amerikan sinemasının neyi itici geliyor size? Neden sevmiyorsunuz?

60’lara kadar ki Amerikan sineması çok büyük bir sinemaydı. Sinemanın o zaman kadar ki bütün ürünü kullanılmış ve sinema bir altın çağını yaşamış. Ondan sonra bu altın çağ giderek onun üstüne konulması gereken şeyler. Dolayısıyla oradaki altın çağ ayrı konu zaten. Ne demek, neler yapacağız? Bunları belki bu sene Bilgi Üniversitesi’nde anlatacağım.

* Ders mi vereceksiniz?

Evet.

* Tüm dünyayı düşünürsek sinemasını beğendiğiniz ülke var mı veya yönetmen?

Zaten çok ülkenin bir ülke sineması bütünlüğü var. Bütünlüğü olduğunu da sanmıyorum ama bana toplam olarak ilginç gelen, etkileyen Portekiz’i çok seviyorum. En çok bağımsızlıklarını seviyorum. Ve onların ülkeleriyle öyle yüzlerini dönmüşler okyanusa son derece orijinal filmler yapıyorlar. Ayrı bir iklimde. Genel olarak onları çok beğeniyorum. Bir de tabii son zamanlarda çok doğru olmasa da Uzakdoğu Sineması’nın içinde güzel şeyler var. Ama insanların öyle kendini yerden yere attıkları filmlerden ben o kadar etkilenemedim. Ve o filmleri izlediğimde de nasıl bu kadar ses getirdiğini anlamıyorum. Var içinde beğendiklerim de… Onun dışında öyle tek tek , orada burada ……’i seviyorum, Wong Kar Wai’ı seviyorum. Bayağı da izlemeye çalışıyorum. Kısa filmcileri izlemeye çalışıyorum. Ben de bir tane yaptım ama yeni sezon da oynayacak. Yeni filme başlayacağım ama ondan önce bir tane daha kısa metraj yapmayı düşünüyorum. Yeni uzundan önce.

* Yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu uzun metraja geçtikten sonra kısa film çekmeyi bırakıyor.

Kısa film ayrı bir format. Ben şimdi artık reklam filmleri çekmediğim için böyle kısa zamanda çabucak bir şeyler yapmak için, egzersiz için de. Ayrıca o format çok bağımsız bir alan. Çok daha expramantal şeyleri yapma imkanı veriyor. Belli bir çalışma imkanı veriyor. Benim yaptıklarım uzundan çok daha deneysel. Belli formatlara girmiyor. Göstermek için yapmıyorum böyle bir özgürlüğüm var. Ama gösterilirse de gösterilir, o güzel aslında o büyük bir şey sağlıyor. Nasıl istiyorsam, Atilla Dorsay’ın “A Ay” için söylediği gibi. Bir maliyeti yok gibi. Son yaptığım “Ekim’de Hiçbir Kere”yi 10 gün içinde yaptım kimseye de yük olmadan.

* “Ekim’de Hiçbir Kere”nin teması nedir?

Sinemada zaman/mekan araştırması.

* Filmlerinizde bireye ve toplumsal konulara eğiliyorsunuz. Psikolojiyle aranız nasıl? Felsefe, psikanaliz ve psikoloji konularında okumaya devam ediyor musunuz?

Evet ediyorum. O alanların çok içindeyim. Onların çok önemli alanlar olduğunu bildiğim için o konularda okuyorum, merakım var. Edebiyat var.

* Filmlerinizde de kullanıyorsunuz.

Evet kullanıyorum. Daha doğrusu kurtulamıyorum dönüp dolaşıp karşıma çıkıyorlar.

* “Herkese ulaşmaya çalışıyorum ama daha çok da sinemaya ilgi duyan, sinemayı seven kitlenin izlemesini istiyorum” demişsiniz.

Onlar öyle söylenmiş laflar ama tabii ki herkesin izlemesini ister insan. O izlesin bu izlemesin demez. Herkes izlesin derken izlemeyeceğini biliyorum herkesin. Ama ne kadar çok insan izlese o kadar iyi. Kimi film kolay geliyor, kimi film zor geliyor. Benim bunu ne kadar kolay izlerler dediğim onlar zor diyorlar.

* Reklamcı olduğunuz için o alanda kazandığınız paralar sinemadaki çalışmalarınızı kolaylaştırmış, imkan sağlamış. Reklamcı olamasaydınız sadece sinema yapan ve bu yolla para kazanan, kısıtlı bütçelerle ve imkanlarla çalışan bir yönetmen olsaydınız yine aynı filmleri yapar mıydınız?

Olurdum tabii. İstemediğim bir şeyi kendi alanımda hiç yapmadım, bundan sonrada yapmam. Ya para kazanmak için şu filmi yapayım da sonra yine kendi filmimi yaparıma hiçbir zaman inanmadığım için. Bu dönemlerde bana yap denilen şeyler de oldu, televizyonlar oldu. Hatta ben bir dönem bıraktım reklamı o aralarda bir yerde, Atlantik öncesi. Orada işte ne yapacağım derken o dönemde işte öyle teklifler geldi. Yeniden düşündüm, onları yapacağıma reklama yeniden başlamayı tercih ettim. O hiç olmazsa ayrı bir alan. Yapanları kınamıyorum ama o işe girince sonra başka bir şey çok zor. Orada bir şey gibi yapacaksınız veya yapmayacaksınız ama öbür tarafta zaten reklam bambaşka bir şey. Ona hiç değinmeyeyim.

* Yönetmenlerin ben onu ticari olarak yaptım asıl sinemam değil demeleri doğru gelmiyor yani…

Ben ona inanmıyorum. Onu diyebilen de pek olmuyor. Sadece şöyle bir şey var. Yönetmen bir şey için gidiyor. Sonra yapımcı bunu değiştirttiriyor, kafasına vura vura. Sinema tarihi böyle acıklı hikayelerle dolu ki en büyükleri Orson Welles’inden Rosalisine kadar böyle korkunç hikayelerle dolu.

* Plastik Sanatlardan yararlandığınızı söylüyorsunuz.

Plastik sanatlar dediğim resim, heykel ya da diğer alanları. Sinema için çok yararlı, şu an yazdığım film için (ressamla) resimle bakıyorum. Oradaki bir duygu var onu mesela o resim veriyor. Aynı şey kafamda iki tane, o resme bakıp düşününce o başka bir şey yapıyor ve dolayısıyla da bunu demek istiyorum. Bu müzikte de öyle. Bütün bunlarla beraber düşününce, yoksa alıp da adam kızı sevmiş sonra ne olmuş diye sabahtan akşama kadar 50 tane şey bulursunuz, bu başka bir şey oluyor gibi geliyor bana. Daha doğrusu benim sevdiğim filmler böyle… Sinema bütün bu alanlardan faydalanabiliyor. Sinemanın montajla bile bütün bunlardan yeni bir şey yaratma imkanı var. Ama bunların bir tanesini alıp bir hikaye anlatmaya kalkınca hiçbir şey olmuyor.

* O zaman böyle senaryosunu da kendi yazan yönetmenlerin daha fazla kaynaktan beslenmesi gerekiyor mu diyorsunuz?

Senaryosunu kendisinin yazması şart değil. Belki o benim kişiliğimle, uyumsuzluğumla ilgili olabilir gerçekten. Yoksa birisiyle çalışmakta zengin bir şey ben bunu “Korkuyorum Anne”de fark ettim paylaşmak, anlamak birisinden bir fikir gelmesi çok şahane. Onun için çok iyi tanışmak, ne yapmak istediğini bilmek gerekir. Belki ilerde olur inşallah ben de çalışabilirim birileriyle.

* Yeni filminizin konusu veya konsepti nedir?

Yeni hazırladığım filmimim temasında bu sefer aşk var. Şu an yazdığım senaryo adı İngilizce, Türkçe değil ne yazık ki. “Fallow My Ruin”. Tam onun Türkçe’sini bulamadım, benim o kadar İngilizce’yle alakam yok da bir şarkının ismiydi çok ve etkileyici geldi bana. Enkazımı izle ya da Enkazıma gel, Yıkımıma Gel, Yıkımım gibi bir şey olacak. Şehir filmi. Sert bir film olacak. Aşk derken biraz böyle aile nedir ki, koca nedir ki, karı nedir ki gibi. Ritim olarak da bundan önceki 4 filmden de farklı olacak. İlk defa aslında bir aksilik olmazsa, o da ayrı bir deneme olacak, tanınmış biri ve bir oyuncu olacak.

* Senaryoya başladığınıza göre bu kişiyi belirlediniz galiba?

Evet. Zaten bir noktaya gelmiştik. Büyük bir rol var. Bana da niye diyorlar, Hülya Avşar oynayacak. Herkes allah allah ne işin var Hülya Avşar’la diyor ama bir kere şeyi de rahatlatıyor beni şu an gişesi de yok, yok derken yani eğer uyumlu olursa ki olacağını söyledi. Çünkü tanışmıyorum, iyi bir şey olabilir, ters bir şey olabilir diye düşünüyorum. Güzel bir rol. O da moda girdi. Uzun süredir de bakıyorum her gün gazetede yer alıyor. O ruhu insan nasıl kaldırır. Delirir insan. Benim iki tane röportajım çıktı her şeye takılıyorum, üzülüyorum benim ne önemli derdim var ama o laf öyle güzel değilmiş, sizin demin söylediğiniz başlık filmlerim şöyle olsun, böyle olsun. Onlar sadece söyledikleriyle değil giyimleriyle, vücutlarıyla, gözleriyle, çocuklarıyla, kocalarıyla böyle ne kadar zor bir şey. İnsan sağlıklı olamaz böyle bir ortamda.

* Ve korkunç bir üretim içinde sinema, dergi, televizyon programı, dizi, reklamlar.

Her şey, her şey. Reklamı beni çok şaşırttı. Dedim bu kadında ne var. Geldi, konuştuk. O kadar akıllı. Beni soruşturmuş zaten. Benim için entel demişler ona. Şey demek istedi kadın ben de onu istiyorum tabii, “ne olmak gerekiyorsa olmak isterim böyle bir şeyin içinde” dedi. Öyle bir istek olunca ki disiplinli olduğunu da bilmiyorum, kendinden soyut bambaşka bir şey olabilir. Bunu niye derseniz, bilmiyorum beni çekiyor, değişik bir şey. O ilgiyle o kadar ortalık malzemesinin tüketimi gibi bir şey.

* Onu nasıl oradan çekip alıp da gündelik yaşamın dışına çıkaracaksınız?

Çekip alıp da değil, onda o yetenek var. Zaten var, bir şey o kadında. O Hülya Avşar’ın dışına çıkarmak aslında heyecanlı geliyor. Herhangi bir oyuncu gibi olursa o malzemeden bambaşka bir şey olur. Ama değilse… bence de çok güzel bir rol, hayatının kartviziti olur filmi inanırsa eğer uyumlu olursa. Onun durumuna, yaşına çok uygun, iyi bir şey olabilir. Oyuncu kadrosu da geniş. Başka bir sürü iyi oyuncu var. Yabancı oyuncu da olacak. Ama yine öyle aşk, Hülya Avşar filan deyince öyle hiç kolay bir şey olmayacak yani.

* Daha sonrası için düşündüğünüz aklınızda olan başka projeniz var mı?

Çok var. Aşk filminden sonra düşündüğüm proje yine İstanbul’da. Fakat bu aralarda bir fırsat bulursam o sözünü ettiğim tarihi film var. Onu da yine üniversiteden, tarih bölümünden bir arkadaşımla yazmaya başlamıştık. Şimdi dondurduk. O da beni çok heveslendiriyor. Daha hiç yapılmadı.

Osmanlı denilen bir şey var. Osmanlı lafının bir kadife kaftanı bile ne kadar minimalist yapsanız da, kullanımı çok hoş güzel renkler bunlar da para tabi ki. Hele benim tarzımda sinemayla bunu yapmak, yoksa normal olsa… olmayacağı için. Şimdi Derviş’te yaptı bakalım o da bir Osmanlı filmi. Biraz ondan da durdum aslında. Arka arkaya çıkınca, Ezel ve Derviş. Aslında benim ki çok farklı. Bir hikaye değil yani … sanki bir Osmanlı figürü gibi bir şey.

* Filmlerinizde kullandığınız müziklerle ilgili bilgi bulamadım. Acaba benim bulduğum kaynaklardan mı?

Benim filmlerimin en pahalı kalemi hep müzikleri oluyor. “A Ay”da en büyük telifi filmin müziğine verdik ki Vivaldi bedava bir adamdı. Ama onu ….. yönetiminden istedim ben, sağolsunlar Fransa’daki yapımcı ‘nasıl istiyorsan öyle olsun’ dediler ve oradan aldılar. “Kaç Para Kaç”ta Fashion Drop diye Alman kökenli bir grup yaptı. “Korkuyorum Anne”de Mısırlı bir keman virtiözü aslında ağırlıklı. Üç beş arp var. “5 Vakit”te, Arvo Part çağdaş klasik müzikçi Estonyalı onun haklarını hala tam olarak alamadık. Ondan da bayağı korkuyorum pahalı olacak diye. Bu aşk filminde daha çok keyifli olacak. Belki de bütün bunların bir ortak özelliği var hiç birine müzik yaptırmadım. Şöyle oluyor, ben bunlara müzik de yazdırmaya çalıştığım için sonra yaptırmaya geçemiyorum. Belki güvendiğim, sevdiğim bir insan bilmiyorum. Onun da ayrı bir zevk olduğunu biliyorum. Belki bundan sonra bir şeyler yaptırabilirim.

(22 Mayıs 2006)

Serpil Boydak

SİYAD Ödülleri 39. Kez Sahiplerini Buldu

Sinema Yazarları Derneği’nin düzenlediği 39. Türk sineması ödül töreni 22 Ocak 2007 Pazartesi akşamı Taksim Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Atilla Dorsay ve Ceyda Düvenci’nin sunduğu, Türkmax kanalından canlı yayınlanan gecenin galibi Beş Vakit ve Korkuyorum Anne filmlerine imza atan yönetmen Reha Erdem oldu. Reha Erdem geçtiğimiz yıl vizyona giren Beş Vakit filmiyle En İyi Yönetmen ve En İyi Film kategorilerinde, Korkuyorum Anne filmiyle ise En İyi Senaryo dalında SİYAD ödüllerinin sahibi oldu.

Mehmet Açar’dan teşekkür

Ödül töreni SİYAD Başkanı Mehmet Açar’ın açılış konuşmasıyla başladı. Açar, konuşmasında Türk sinemasının son yıllarda kaliteli filmler üretmekte olduğunu belirtti ve ödülleri verirken adaylar arasından seçim yapmanın zorluğuna değindi. Ayrıca Açar, kazanan kazanmayan herkese bu kadar iyi filmler seyrettirdikleri için teşekkür etti.

Ödüller kimin?

Açılış konuşmasının ardından açıklanan ödüller şöyle:

Michael Haneke imzalı Caché – Saklı SİYAD üyeleri tarafından 2005 – 2006 sezonunun En İyi Yabancı Filmi seçilirken, Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi okuyucularının oylarıyla 2006 yılının en beğenilen filminin Babil olduğu belirtildi. Bu yıl ilk defa SİYAD, En İyi Kurgu ve En İyi Sanat Yönetimi kategorilerinde ödül verdi. Atilla Dorsay sinema dilinin oluşturulmasında kurgunun önemini vurgulayarak, bu dalda ödül verilmesinin gerekliliğine dikkat çekti. En İyi Kurgu ödülünü Korkuyorum Anne filmiyle Nathalie Le Guay alırken, En İyi Sanat Yönetimi ödülüne Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? filmiyle Naz Erayda ve Hakan Yarkın lâyık görüldüler. En İyi Görüntü Yönetmenliği ödülünü Beş Vakit filmiyle Florent Herry aldı. Cenneti Beklerken filminin müziklerine imza atan Rahman Altın, En İyi Müzik ödülünü Ömür Göksel’in elinden aldı. Ömür Göksel, ayrıca gecede üç şarkı seslendirdi. İlker Aksum, 2006 yılının son günlerinde vizyona giren Küçük Kıyamet filmindeki performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu seçilirken, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü Korkuyorum Anne filminde canlandırdığı rolüyle Şenay Gürler’e verildi. Engin Akyürek, Kader filmindeki performansıyla Umut Veren Oyuncu ödülünü Cem Yılmaz’ın elinden aldı. Bu yıl sinema yazarlarının En İyi Kadın Oyuncu kategorisindeki ödülü Türk sinemasının yıldız oyuncularından Cahide Sonku’ya adanmıştı. En İyi Kadın Oyuncu ödülü Korkuyorum Anne filminde rol alan Işıl Yücesoy’a verildi. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü ise Takva filmindeki başarısıyla Erkan Can aldı. Törende Türk sinemasının usta isimlerinden Tarık Akan, Ayşen Gruda, Zeki Ökten ve Çetin Tunca’ya Onur Ödülü verilirken, sinema yazarı ve araştırmacısı Burçak Evren’e Emek Ödülü verildi. Ayrıca 2006 yılında vizyona giren tek yerli belgesel yapım olan Oyun’un yönetmeni Pelin Esmer’e de SİYAD Özel Ödülü verildi.

Türk sinemasının ünlü simalarının katıldığı gecede davetliler, Mazhar Alanson’un mini konserini dinleme fırsatı buldular.

(23 Ocak 2007)

Âlâ Sivas

Senaryo ve Film

Sinema sanatının ürünü olan film, diğer sanat dallarının ürünlerinden farklı bir yapı gösterir. Yazarın yazdığı bir eser, okuyucusuna ulaştığında, yazarın yazdıkları ile okurun algıladıkları vardır. Bir resim veya heykel sergilendiği, özel veya genel bir yerde izleyicisine sunulmuşken, izleyici bakıp geçtiği gibi bir süre durarak da bakar bu esere. Müzik ise farklı bir boyuttadır, duyularak yazılır, izleyicisine ulaşması için icra edilmesi gerekir, araya yazandan farklı biri, -belki- eseri farklı yorumlayacak biri girer ve izlenmesi belirli süre içerisinde olacaktır. Bir edebiyat yapıtının okurlar tarafından algılanmasının farklı sürelerde olabilmesine karşı müzik yapıtının icra süresi belirlidir, icra içeriğe aittir, süresi -fazla- değiştirilemez. Mimari ise çok daha farklılıklar gösterecektir. Tiyatro da, müzik gibi yazılma, yorumlama (sahneye koyma) ile oynanışla ulaşır izleyicisine ve müzik gibi her defasında yeniden üretilmesi gerekir.

Hepsi birbirine farklılık gösteren, bu insanın kültürel üretimlerinin yanında sinema kendine has özellikler ile diğerlerinden daha da farklılaşmalar gösterir. Başlangıçta yazınsal bir metin ile yola çıkılır. Burada bu yazısal metnin (senaryo) içeriğinin yapısallığını tartışmak istemiyorum. Senaryonun film/sinema için gerekli olup olmadığı, doğaçlama sinema yapılıp yapılmayacağına girmeyeceğim, çünkü kameranın arkasına geçen bir yönetmen, eğer belirli bir şey çekmek istiyorsa, yazılmış olmasa da kafasında bir metni (senaryomsuyu) hazırlamıştır.

Yazılı senaryoyu esas alarak devam edersek, çekilecek sahnenin (mekân/dekor) hazırlanması gerekir, hazırlanan sahnede oyuncular yerlerini alır ve bunların çerçevelenmesi için, ışık düzeni ve kamera açıları/hareketleri belirlenir ve oynanış, mekânda senaryonun ön gördüğü veya o anda yapılan ya da yapılması gereken biçimi ile görüntülenir. Yazılı bir metnin birebir veya değişikliklerle (senaryo) canlandırılması/yönetilmesi ve görüntülenmesi ile sonuçlanır. Ama daha film ortada yoktur, film olabilecek bir malzeme vardır. Rosellini’nin dediği gibi film kurgu masasında üretilir ise, kurgulanması gerekecektir. Kurguyu kurgucu yapar, yönetmenin kendisi de yapabilir veya kurguya katılabilir. Mekanik kurgu ve dramatik kurgu ile film ortaya çıkarsa da, günümüzde bu aşamada filmin her gün giderek gelişen teknik efektlerle -tabir caizse- cilâlanması daha da gelişmiş bir aşamadır. Diğer sanatlardan biraz daha farklılık gösteren sinema, tamamen farklı yapıdaki senaryodan kalkarak, yönetim ve görüntülemenin birlikteliğinden geçerek, kurgu işlemi ile ürününe ulaşır.

Burada üzerinde duracağımız olgu, yazılı senaryo ile filmin oluşmasından sonra, film üzerinden değerlendirilebilecek senaryonun farklılaşması olacak. Daha önce, dikkat edilecek bir konu, senaryonun durumudur. Senaryo önceliği olmayan bir metin olabileceği gibi, her hangi tür (roman, öykü, oyun.. hatta şiir) edebiyat metnine de dayanabilir. Pasolini senaryonun bir başka yapıya yönelik yapısından söz ediyor. Eğer senaryo böyle bir ön-metine dayanıyorsa, bu metni yazılı olarak görselleştirmesi gerekmektedir. Bu görselleştirme (veya görselleştirmeye çalışma) özgün senaryo için de geçerlidir. Senaryonun filmleştirilmesi, senaryo ne kadar görselleştirilmiş olursa olsun yine de bir yapı değişikliğidir. Bu süreç, yönetmen ve görüntü ekibinin hazırladığı bir mekânda, oyuncuların katılımıyla yeni (görsel) formatı için boyutlandırılarak, canlandırılır. Böylece elde edilen malzeme kurgu aşaması ile filme dönüştürülür. Efektlerin kullanımı, müziğin eklenmesi ile başlangıçta dört unsurlu olarak belirttiğimiz sinema yeni unsurları ile de zenginleşerek, seyirci karşısına çıkacak, tüketilecek/değerlendirilecek filme dönüşür.

Yönetim (kamera ve oyuncu), görüntü düzeyi, görüntünün mekanik (ve dramatik) bağlanışı, oyuncular filmin görsel yapısı ile izleyiciye ulaşır. Çekim aşamasında olanlarla, bitmiş haldeki filmde olanlar aynılık göstermezse de, yine yapılanlar son hali ile, düzenlenmiş görüntülerden üretilerek, bize ulaşmıştır.

Tekrar başa dönersek, aşama aşama üretilen, bir görüntüler dizisi olan ve görüntüleri daha da etkin hale getiren çalışmalar sonucunda üretilen filmin kalkış noktası senaryocunun yazdığı senaryodur. Tartışmasız yazınsal bir metin olan senaryonun, ulaştığı görüntüsel son hali ile olan ilişkisi ne kadardır? Yönetmen -belki de kendi yazdığı- senaryoya ne kadar bağlı kalmıştır veya kalabilmiştir? Aslında olabilecek her türlü değişim -kabûl edilebilir olsun veya olmasın- gerçekleştikten sonra, yine de senaryo yazarı o filmim yazınsal halini hazırlayan kimsedir.

Burada, şu soru sorulabilir mi: Bitmiş bir film değerlendirilirken, film üzerinden senaryo hakkında nasıl karar verilebilir? Bir yarışmada yarışan on filmi, film olarak (görsel) değerlendirip derecelendirebilirsiniz; filmi bütün olarak değerlendirebilir, yönetimini ayrıca ele alabilir, görüntü, ışık, renk ve efektleri sıralayabilir, oyunculara ödüller verebilirsiniz; filme bir boyut daha katan (katabilmiş ise) müziğine değer biçebilirsiniz. Çünkü bütün bunlar filmin, yazınsal metinden hareketle yapılan senaryodan sonraki çalışmalardır, filmin üretimine ilişkin çalışmalardır ve filmin içine yerleştirilmiş, ondan ayrılması düşünülemez unsurlarıdır. (Burada, filmin müziğinin farklı bir konumu var. Filme derinlik katan fon müziğinin filmden ayrılması belki söz konusu değildir, ama, yine filme yedirilmiş film şarkılarının filmden ayrılması yapısı gereğidir. Sırf bir film için bestelenmiş bir şarkı, film içindeki varlığını sürdürürken, film dışında da bağımsız bir bütünlük kazanabilir. Yahut daha önce bestelenmiş bir takım besteler/şarkılar film içinde, önceki varlıklarının yanında filmin bir unsuru olabilen yeni bir kimlik kazabilirler.) Bu soruları sorunca, senaryoyu bütün bu bütünlüğün içinden dışarıda tutmaya yönelmek, senaryoyu sırf filmin öyküsünü anlatan bir metin gibi ele almak sonucunu doğurur ki, bu yanlıştır. Evet, senaryo filmin öyküsünü anlatır, ama, hep aynı öyküyü anlatsada farklı senaryo yazarları, aynı öyküleri farklı biçimlerde anlatabilirler. Bu farklı öyküler anlatmak değildir, senaryonun görsel bir metin olması gereği aynı öykünün farklı görselliklerle anlatılabilme olasılığına olanak sağlamaktadır, bu da aynı öyküden farklı senaryoların yazılabilme olanağını sağlar. Nasıl ki aynı senaryodan farklı filmler yapılma olasılığı var ise.

Senaryonun filmle hem çok sıkı hemde oldukça gevşek ilişkisi içinde, bir filme bakarak senaryoyu değerlendirmek ne derece sağlıklıdır. Edward Dmytryk, Sinemada Kurgu (*) kitabında bitirilmiş son haline varılmış filmlerde bile, yeri geldiğinde yapılacak yeni kurgu ile bazı kısaltmalara gidilebileceği veya bazı sahnelerinin yerinin değiştirilmesi ile dramatik yapıya değişik vurgular kazandırılabileceğine değiniyor. Bitmiş filmi değiştiren bu müdahaleler, senaryoyu da değiştirmiyor mu?

Sonuçta, yarışmalarda veya yarışma dışında filme bakarak senaryo değerlendirmesi yoluna gidilme durumunda, sağlıklı karar verme olanağının pek olmadığı sonucuna varıyorum. Bunu söylerken, herhangi bir sanat eserini değerlendirmenin, hiçbir zaman matematiksel bir doğruluk taşımayacağını, bunun değerlendirenlerin kimlikleriyle (birikim, eğitim, değerlendirilen eser ile ve eserin konusu ile bilgileri) değerlendirme zamanıyla, değerlendirmedeki diğer eser’lerin varlığıyla (A’nın B ile veya C ile karşılaştırmalı değerlendirilmesiyle) değişebileceğini demek istiyorum.

Filmden senaryonun değerlendirilmesini kendime dert ettiğim bu yazıyı bitirmeden tarihsel bir belge vermek istiyorum. 1948 yılında yapılan ilk film yarışmamızda (Yerli Film Müsabakası) En İyi Film, En İyi Senaryo ödüllerinin dışında bir de En İyi Hikâye ödülü verilir. Bir filmden hareketle, filmin ilk hareket noktası olan öyküye ödül vermek! (Bu yarışmada bu ödülü alan film Bir Dağ Masalı’ndan (Turgut Demirağ) başka Unutulan Sır da (Şakir Sırmalı) bir edebi metinden hareketle yapılmış bir filmdir (**), fakat metin, öykü veya roman değil, bir yurt gezisi ve gezinin hem anlatılması hem de amacının araştırılmasının öyküsüdür. Bir Dağ Masalı filmi nedeni ile de ödül alan yazar, Reşat Nuri Güntekin’dir. (***)

(11 Ocak 2007)

Orhan Ünser
____________________
(*) Sinemada Kurgu / Edward Dmytryk – Afa Sinema: 23 – 1993
(**) Unutulan Sır, diğer adı ile Domaniç Yolcusu, Şukûfe Nihal’in Domaniç Dağlarının Yolcusu isimli eserinden uyarlanmıştır.
(***) Festivaller / Erman Şener – Anlam Yayınları – 1972

Yüreğimize Giden Yol…

Antakyalı senarist ve yönetmen Semir Arslanyürek’in Antakya Üçlemesi’nin ilk filmi, Eve Giden Yol 1914, 22 Aralık’ta vizyona girmişti. Hatırlayacağınız gibi, üçlemenin son filmi Şellale, 2001’de seyircisiyle buluşmuştu.

Antakya’da, İstanbul’da ve Suriye’nin dört şehrinde gerçekleştirilen filmin çekimleri, 6 ayda tamamlandı. Doğduğu yer Antakya’yı, filmlerinde başrole taşıyan Semir Arslanyürek, Şellale filminde 27 Mayıs öncesinde biri DP’li, diğeri CHP’li iki kardeşin çekişmelerini trajikomik bir dille anlatmış ve çekimlerini Antakya’da sürdürmüştü. Hülya Koçyiğit’in sinemaya dönüş projesi olarak da bilinen Şellale, Antakya’nın yerel özelliklerini de beyazperdeye taşımıştı. Yönetmen ve senarist Arslanyürek, üçlemenin ikinci ve son filmi olacak Karmaşa’nın da çekimlerine 2007 Haziran’da başlayacağını belirtiyor.

Farklı kültürler iç içe…

Başrollerinde Erdal Beşikçioğlu (Mahmut), Melisa Sözen (Safiye), Metin Akpınar (Reşat Ağa), Emre Altuğ (Halit), Ali Sürmeli (Servet Ağa), Erdinç Olgaçlı (Akif), İrem Altuğ (İffet) ve Ege Aydan’ın (Demirci Butros) oynadıkları Eve Giden Yol 1914, 1911 – 1918 yılları arasındaki seferberlik dönemini anlatıyor.

Film, İslamiyet’in farklı kültürlerinin yaşandığı bir Osmanlı kasabasında geçmektedir. Yetim ve yiğit bir genç olan Mahmut, Derviş Baba’nın kanatları altında yaşamakta ve kasabanın zenginlerinden Servet Ağa’nın kızı Safiye’yi de sevmektedir. Ancak, Servet Ağa, kızını Mahmut’a vermeyi düşünmediği için onu kızından uzak tutmak için birtakım hilelere başvurur. Mahmut ve Safiye’nin ilk ayrılıklarından sonra Mahmut, 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla savaşa gider. Arap çöllerinde, açlık, susuzluk ve İngilizler’le savaşır. Savaş bitip de eve, kasabasına döndüğünde Safiye’sine kavuşur. Ama bu kez Kurtuluş Savaşı başlamıştır. Zaman, savaş zamanıdır.

Manevi dünyaya yolculuk…

Uzun bir zaman diliminin anlatıldığı filmin adıyla ilgili olarak Semir Arslanyürek, şunları söylüyor: “Eve Giden Yol” insanın kendi manevi dünyasında yaptığı yolculuğun adıdır. “Ev” bu anlamda insanın kendi yüreğidir. Hani “Yüreğinin götürdüğü yere git” diye bir söz var ya, öyle işte. Yani uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra insanın en son sığınağı olan kendi yüreğine varmak. Başka bir deyişle rüşte ermek… İnsan durduğu yerde ermiyor. Ancak birçok musibetten geçtikten sonra ermiş olabiliyor. (http://www.kenthaber.com/)

Filmin akışındaki birtakım sorunlara rağmen, Eve Giden Yol 1914, öncelikle, bir dönemi, resmi tarih anlatımından uzak bir anlatıyla sunması açısından önem taşıyor. Gerek Osmanlı gerekse Kurtuluş Savaşı dönemlerini bir kahramanlık marşı niteliğinde sunan birçok filmden farklı olarak, bu film, dokusuna, insani ve etnik öğeleri, kültürel yapıyı harmanlayıp, birlikte vermesiyle, alternatif bir tarih anlatımı sunuyor. Aşkla savaşın iç içe anlatıldığı film, bu açıdan farklılık gösteriyor. Ancak, kimi yerlerde Osmanlı dönemi kimi yerde de günümüz Türkçesinin kullanıldığı replikler, homojenliği bozmuyor değil.

Rusya’da sinema eğitimi aldığı sırada babasını kaybeden Arslanyürek filmi, bu filmin senaryosunu yazarken anlattıklarından çok yararlandığı babasına ithaf ediyor.

Oyuncuları arasında, filmin yapımcısı Özen Film’in basın danışmanı Nizam Eren’i, savaştan kaçan bir Osmanlı askeri rolünde görüyoruz. Yine 2006’nın sonlarında vizyona giren Zeki Demirkubuz’un Kader filminde de Sinema Eleştirmenleri Derneği (SİYAD) üyelerinden Rasih Yılmaz’ı da taksi şoförü rolünde izlemiştik. Türk sineması yeni yüzler mi arıyor, ne dersiniz?

İyi seyirler…

(07 Ocak 2007)

Asya Çağlar

Beynelmilel Bir Şey

Senaryosunu Sırrı Süreyya Önder’in yazıp ve Yılmaz Erdoğan’ın asistanı Muharrem Gülmez’le birlikte yönettikleri Beynelmilel, 2006’nın son haftası vizyona giren Türk filmlerinden. Cezmi Baskın, Özgü Namal, Umut Kurt, Meral Okay ve Oktay Kaynarca’nın rol aldıkları film, 1980’lerin ilk yıllarında Adıyaman’da geçiyor. Askeri yönetime ayak uydurmaya çalışan yerel halkın, bir müzik grubu üzerinden yaşadığı traji – komik olaylar anlatılıyor.

Gevendeler’den orkestra kuruldu…

Film 1982 yılında Adıyaman’da geçiyor. Düğünlerde çalgı çalan müzisyenler, yani Gevendeler, sık sık sokağa çıkma yasağının yaşandığı o günlerde geçimlerini sağlayabilmek için ilginç bir yol seçerler. Bir kamyonetin içinde eğlence tertip ederler ancak istihbaratını alan jandarma tarafından basılırlar. İşte o akşam kaderleri değişir, ellerindeki klarnet, davul, tef alınır, yerine, askeri bando müzik aletleri verilir. Artık düğünlerde değil, kasabalarını ziyarete gelecek olan konsey üyeleri için marş çalacaklardır. Mersin Belediyesi Bandosu üyelerinin, filmde “Gevende Orkestrası” üyelerini oynadığı filmde Cezmi Baskın, bu orkestranın şefi Abuzer rolünde. Abuzer, karısını yıllar önce kızları Gülendam’ı (Özgü Namal) dünyaya getirirken kaybetmiştir. Baba – kız, dedesi, halası ve amcasıyla birlikte büyük bir evde yaşarlar.

Gülendam, üniversite sınavlarına hazırlanmaktadır ancak Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan Haydar’a (Umut Kurt) tutkundur. Haydar ise, cuntacılara karşı eylem düzenlemek için Gülendam’dan yardım ister. Karşılıksız bir sevgiyle bağlandığı Haydar’a yakın olmak için Haydar’ın kitaplarını okur ve onun gibi “devrimci” olur. Haydar’ın kasete çekmesi için verdiği Komünist Enternasyonal Marşı’nı babası duyunca, Gülendam, bunun baharı karşılama şarkısı olduğunu söyler. Yavaş yavaş herkes birbirinden habersiz ve bazıları da bilmeyerek konsey üyelerini karşılamaya programlarının (!) içinde bulur kendini.

Konsey üyelerinin geldiği gün Abuzer, kızının bahar şarkısı dediği Komünist Enternasyonal Marşı’nı orkestraya çaldırınca ortalık karışır. Gazeteci Ece Temelkuran’ın da gazeteci rolünü üstlendiği bu film, 1980 Askeri Darbesi’nden sonra yaşananları yer yer güldürerek ve sonunda hüzünlendirerek anlatıyor seyirciye.

Beynelmilel bir film…

Çekimlerinin Tarsus’ta gerekleştirildiği ve final sahnesi için Dilova ve Gazi Mahallesi’nin mekân olarak seçildiği Beynelmilelle Türk Sineması 12 Eylül sonrasını, o yasaklı yılları tekrar sorguluyor. Hatırlarsanız, geçtiğimiz günlerde izlediğimiz Ömer Uğur’un yazıp yönettiği ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ses getiren Eve Dönüş filmi de bir 12 Eylül dönemi filmiydi. Ancak Beynelmilelin Eve Dönüş filminden bir farkı, darbeden sonra, askeri yönetim ile halkın nasıl uyum içinde yaşamaya çalıştığını gösteriyor olması. Beynelmilelde, bir yandan yasaklar altında sadece geçimini sağlamak için çalışanlar, bir yandan arabeskleşen bir toplum, bir yandan politikadan uzak durulması gerektiğini düşünenler, bir yandan bu düzenin değiştirilmesi gerektiğini düşünenler ve bir yandan da halkın arasında dolaşıp, istihbarat toplayanlarıyla, bir 12 Eylül sonrası portresi çizilmiş.

Cebindeki yasaklı şarkılar listesiyle çalgısını çalan Abuzer’in hali ve yasaklı şarkılar eşliğinde sessizce haremlik – selâmlık şeklinde eğlenen halk, sanırım izleyiciyi hem güldürecek hem de düşündürecek.

BKM’nin katkısıyla yapılan Beynelmilel, Barış Pirhasan ve Levent Kazak’ın öncülüğünde Senaryo Stüdyo’sunda doğdu. Filmin genelinde bir Vizontele havası hissedilse de, 1990’larla birlikte kişisel konulara eğilen Türk Sineması’nın toplumsal konulara yeniden dönüş yaptığını gösteren başarılı filmlerden biri Beynelmilel.

(03 Ocak 2007)

Asya Çağlar

Müzik & Dans: Minik Hikâyeler ve Kocaman Bir Tutku!

İtiraf etmeliyim ki Carlos Saura’nın IBERIA’sına girerken sıkılmaktan korkarak girdim. Bu Saura’nın ilk müzikâl nitelikteki filmi değil, kendisini de çok iyi bir yönetmen olarak bilirim. Ancak, sonuçta IBERIA İspanyol müziği ve dansını konu alan, kelimeler yerine görselliği ön plâna çıkaran bir filmdi. Ne İspanyol kültürü, ne de dans ve müzik konularında uzman olmadığı için “anlayamaz da sıkılır mıyım?” diye bir endişem vardı. Oysa hiç de öyle olmadı. IBERIA kolay anlaşılan, akıcı, muhteşem bir film.

Hayır, IBERIA’da kelimeler yok. Aktör/dansçılar tüm insana özel duyguları yüz ifadeleri ve dansları ile ifade ediyorlar. Bu konuda da öylesine başarılılar ki, bir noktada kendimi kelimlerin aslında insanlar arasındaki iletişimde pek de bir rolü olup olmadığını sorgularken buldum. Bu bana Babil Kulesi’nin efsanesini hatırlattı. -Babil kralı yıldızlara ve tanrıya ulaşmak için bir kule yaptırır. Tanrı kralın bu hareketine kızarak kralı ve halkını insanlar arasındaki iletişimi kopararak cezalandırır. Artık tüm insanlar ayrı kelimeler kullanırlar ve o yüzden de anlaşamazlar.- Saura, IBERIA’da sanki Babil Kulesi efsanesini tersine çeviriyor. İspanyolca kelimeler kullanmayarak, her insanın içinde olan duyguları ön plâna çıkararak, ana dili ne olursa olsun herkesin “söyleneni” çok kolaylıkla anlayabileceği bir hikâye anlatıyor. Bunu da kelimeleri (insanların dilini) değil, müziğin, dansın ve sinemanın dilini kullanarak yapıyor.

Pekçok kişiden artık eskisi kadar iyi filmler yapılmadığını, yönetmenlerin artık eskisi kadar iyi hikâye anlatamadığına dair şikayetler duyuyorum. Bunun en önemli nedeni artık maalesef sinemanın görsel dilinin eskisi kadar etkili bir şekilde, hikâyeyi anlatmak için kullanılmaması. Sessiz döneminde sinema konusu olan hikâyeyi anlatmak için tamamen görsel öğelere dayanırken, kelimelerine kavuştuktan sonra giderek bu çok önemli unsuru gözardı etmeye başlamış ve sinemanın görsel dili zaman içinde geliştirilen bir takım kalıplara dayanır hale gelmiş. Öyle ki, sinemanın görüntü ve sese dayalı kendine özgü dilini kullanarak konuyu anlatmak yerine, aktörlerin ağzına bazı kelimeler “tıkılarak” hikaye anlatılmaya çalışır hale geldi. İşte bu yüzden kelimelerin kullanılmadığı, görselliğin ve müziğin, aktörlerin başarılı ifadeleri ile birleştiğinde bu kadar etkileyici olan IBERIA tam bir sinema filmi, bize sinemanın nasıl olması gerektiğini hatırlatan bir harika.

Bir kültürün yarattığı herşeyin –müzik, dans, resim, heykel, mimari ve hatta yemeğin- birbirlerinden ayrılamayacak bir bütün olduğunu, bu kültürü oluşturan insanların yaşam biçimlerinden kaynaklandığını ve onu yansıttığını düşünürüm. Bu yüzden de IBERIA, bana ünlü İspanyol içkisi Sangria’yı hatırlattı. Sangria’yı yapmak için kırmızı şaraba biraz şeker, meyva suyu ve baharatlar katılır. Sonuç ise, tatlı ama ekşi, baharatlı ama meyvamsı; tezatları birlikte barındıran ama bu tezatlardan bir uyum çıkaran bir içecektir. Tıpkı İspanya’nın çok kültürlü toplumu gibi. Avrupa kıtasının en batısında bulunmasına rağmen Endülüs istilası altında kalmış, Afrika’dan bir boğaz ile ayrılan, en koyu Katolikleri ve (1500’lerde kovuncaya kadar) Musevileri barındırmış, Amerika’ya (özellikle Güney Amerika’ya) kral ve kraliçe adına yapılan pekçok sefer sonucunda oradaki halk ile de karışmış bir toplum İspanyol halkı. İspanyol kültürü ve dolayısıyla dansı ve müziği de, bu karmaşayı ve karmaşadan doğan uyumu yansıtır. Bu yüzden de filmde siyah peçeli kadınlar, beyaz uzun elbiseli rahibelerle yanyana dans ediyorlar. Ancak beni gerçekten etkileyen Saura’nın bu çok kültürlülüğe duyduğu, hayranlık, aşk ve tutku. Ülkesine, kültürüne bu kadar aşık bir yönetmen daha olduğundan emin değilim. Saura dansçıları, müziğin, dansın ve sinemanın dilini kullanarak ülkesini öylesine güzel, şiirsel ve ikna edici bir şekilde anlatıyor ki, izleyen de hem İspanyol kültürünü anlıyor, hem de bir sempati duymaya başlıyor.

Saura, İspanyol toplumunu bir araya getiren değişik fragmanları anlatmak için bir de görsel bir öğeden faydalanıyor –aynaların ve kat kat perdelerin yardımıyla dansçılar sahneye çıkmadan önce fragmanlı bir ortamdan geçerek geliyor ve sahnede bir araya geliyorlar. Bu bir anlamda da İspanya’daki insanların değisik ortamlardan, kültürlerden bir araya geldiklerinin görsel bir anlatımı. Ancak bir araya geldiklerinde bir bütün oluşturarak ortaya güzel, anlamlı şeyler çıkarıyorlar- “İspanyol halkı gibi” derken duyabiliyorum Saura’yı.

IBERIA’nin aktör/dansçıları inanılmaz bir performans sergiliyorlar. Küçük çocuklardan tombul kadınlara, sürmeli gözlü esmer İspanyol güzeli’nden uzun saçlı (neredeyse orta yaşlarındaki) erkek dansçıya kadar tüm duygularını vücutları, bileklerinin bir kıvrılışı, yüzlerindeki ifadeler ile anlatıyorlar. Bu o kadar güçlü bir anlatım ki, en ağır kelimelerden daha öfkeli, yüzlerce gözyaşından daha kederli, en tatlı aşk kelimlerinden daha tatlı bir fısıltı halinde izleyenin yüreğine işliyor.

Aslında filmde bir de görünmeyen bir aktör var –Saura’nın kamerası. Eğer kamerayı sabit bir yere bırakmış olsaydı, biz sadece bir dans gösterisi izler ve büyük bir ihtimalle çok da sıkılırdık. Oysa Saura’nın kamerası da dansçılarla birlikte sahnede yerini alıyor, onların yüz ve vücut ifadelerini bize aktarırken onlara kâh yaklaşıp kâh uzaklaşıyor, etraflarında donuyor, adeta onlarla dans ediyor. Ancak tüm bunları yapar, sahnedeki kahramanların kişiliklerini ve duygularını bize Saura’nın bakış açısından, onun kişiliği ile yansıtıyor. Saura’nın kamerası bir sahne gösterisinde görmeyeceğimiz birşeyi daha yapıyor: bize müzisyenleri de gösteriyor, onların ve müziğin bu bütünde aldıkları önemli rolü anlatıyor.
IBERIA çok tutkulu, harika bir sinema filmi. Filmden çıktığımda, bırakın başta korktuğum gibi sıkılmayı, en yakın müzik dükkanına girerek Albeniz’in eserlerinin olduğu bir CD almayı ve dans derslerine başlamayı düşünüyordum. Gerçekten etkileyici.

(25 Aralık 2006)

Yasemin Sim Esmen