Kategori arşivi: Yazılar

Hayallerinin Peşinden Koşan Adam: Burt Munro

“Tüm hayatını bu motorun üstünde düz yolda giderek yaşayanlar var. Bu hızla diğerlerinden en fazla 5 dakika az yaşamak… Tek farkı bu” – Burt Munro

Roger Donaldson’ın 60’ların hız rekortmeni Burt Munro’yu anlattığı 125 dakikalık filmi Efsane Adam, aynı zamanda bir yol filmi. Yeni Zelanda’dan Amerika’nın Tuz Çöllerine bir hız rekoru için yolan çıkan Munro’nun bu serüvenine bir de yolculuk teması eklenmiş durumda. Thirteen Day, Recruit, No Way Out ve Cocktail filmlerinin de yönetmeni Donaldson, Burt Munro için şunları söylüyor: “Yeni Zelanda hakkındaki gerçeklerden biri, eğer bir şey yapmaya karar verdiyseniz bu ülke her şeyin olabileceği yerdir. Bürokrasi tarafından veya film yapımcısının kim olduğu hakkında ya da aldığınız eğitimle ilgili önyargıları olan insanlar tarafından engellenmezsiniz. Burası her zaman git ve gerçekleştir anlayışına çok yakın olan bir ülkedir. Yeni Zelanda’lı Burt Munro’da da gerçekten bu düşünce doğuştan mevcuttur.”

1967 yılında Amerika’daki Bonneville Tuz Çölleri’nde kırılan rekorun sahibi Burt Munro’yu Anthony Hopkins canlandırıyor. Filmin diğer oyuncuları ise, Diane Ladd, Paul Rodriguez, Aaron Murphy ve Bruce Greenwood.

Burt Munro, 1920 model Indian motosikletiyle hız rekorunu kırmak için 25 yılını verir. 21 yaşındayken sahip olduğu bu motosikletini önce dünyanın en hızlı motosikleti yapmak için uğraşır ve sonunda 40 yaşındaki motosikletiyle ve 68 yaşına rağmen bunu başarır. Filmin başından itibaren, eğer bir hayalinizi gerçekleştirmek istiyorsanız, onun için uğraşmanız gerekir ve sonunda mutlaka gerçekleştirirsiniz mesajı veriliyor. Burt’ün bunu yapmaya karar verdiği andan itibaren önündeki bütün kapıların açıldığına tanık oluyoruz. Kalbi hastadır ve motorsiklete binmesi onun için hiç de iyi olmayacaktır ama aldığı ilâç hayalinin sonuna kadar onu sağ tutacaktır. Evini bankaya ipotek ederek bu macerası için bankadan kredi alır, bir gemi yolculuğuyla Amerika’ya doğru yol alır. Aslında motorsikleti gemiye ters yerleştirilmediği için zarar görmüş olması içten bile değildir ama bu hayalinin peşinden koşan adamın motorsikleti kutusundan sapasağlam çıkar. Yolda giderken, motorsikletin tekerleği çıkar ve Amerika’nın bomboş yollarında tek başındadır artık, ancak az sonra gelen bir Kızılderili ona yardım eder, uğur getirsin diye ona bir de mavi bir kolye verir. Çalışmaları sırasında yoldaki hız sınırını aşar ama polis bir dahaki sefere olmamasını ister sadece. Ayrıca yarışmak, katılmak için geç bile kalmıştır. Her şeye rağmen Burt Munro, hayalini gerçekleştirmek için yola çıktığı için önündeki tüm engeller aşılır, sonunda Munro 320 km’lik hız rekorunu kırar.

Filmden çıkarken, yaşın önemi yok, herkes hayalinin peşinden koşmalı mesajını derinden alıyorsunuz: Sen sadece hayallerinin peşinden koş, önündeki tüm engelleri aştığını göreceksin.

(09 Mayıs 2006)

Asya Çağlar

Rosselini ile İtalya’da Yolculuk

1-16 Nisan tarihleri arasında yirmibeşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin bu yıl yapıtlarına yer verdiği dünya sinemasının ustalarından biri de ünlü İtalyan yönetmen Roberto Rossellini’ydi. Yönetmenin 100. doğum yılı nedeniyle “Stromboli”, “Viaggio In Italia” (İtalya’da Yolculuk) ve “Dov’è La Libertà…?” (Özgürlük Nerede?) gibi 50’li yıllardan üç çalışmasının yanı sıra, kızı Isabella Rossellini’nin senaryosunu yazarak babasını anlattığı 16 dakikalık bir belgesel de gösterimde yer aldı.

Savaş Filmlerinden Bergman’a

Roberto Rossellini, dünya çapındaki ününü elbette ki öncelikle 40’lı yıllarda savaş sonrasında yıkıma uğramış ülkesinde çektiği yeni gerçekçi filmlere borçlu. Savaştan arta kalan bir toplumun acılarını olağanüstü bir doğallık ve gerçekçilikle yansıtan yönetmen, Yeni Gerçekçilik akımının başyapıtı olarak bilinen o ünlü “Roma Açık Şehir” filmine 1945’te imza atmıştı. Ünlü müzikhol oyuncusu Anna Magnani’nin performansı, amatör oyuncuları, savaştan henüz çıkmış bir şehirden arta kalan yıkıntıların dolaysızca gözler önüne serilişi bu filmin ve tabii ki yönetmenin de sinema tarihinin dönüm noktalarından birine yerleşmesinin sebepleriydi. Bunun ardından gelen “Hemşehri” ve “Almanya Sıfır Yılı” filmleriyle bir üçleme yaratan Rossellini, o dönemin “savaş filmleri yönetmeni” olarak sinema tarihine kazınır. Ancak bütün diğer yeni gerçekçi yönetmenler gibi Rossellini de zamanın ve içinde yaşadığı toplumun değişmesiyle, gerçekçi üslubundan ve savaş temalarından yavaş yavaş uzaklaşacak ve hayat arkadaşı ünlü yıldız Ingrid Bergman’a adadığı, modern insanın yalnızlığına ve iletişimsizliğine odaklandığı filmlerle dolu yeni bir döneme geçecekti.

İtalya’da Yolculuk

Festivalde izleme şansına eriştiğimiz üç uzun metraj Rossellini filminden biri olan 1953 tarihli “İtalya’da Yolculuk” da işte o meşhur “Bergman dönemi”nin bir eseri olarak karşımıza çıkıyor. Göz kamaştırıcı çekiciliğiyle Ingrid Bergman’ın ve George Sanders’ın başrollerde yer aldığı film, boşanma aşamasına gelmiş bir evliliğin kahramanları olan Alex ve Katherine’nin kendilerine miras kalan bir villayı satmak amacıyla Napoli’ye doğru yolculuklarıyla başlar. Alex ve Katherine arasındaki kopukluk, filmin başlangıcında, çiftin henüz Napoli’ye varmaları sırasında bile gergin atışmalarından ve yer yer rahatsız edici suskunluklarından kolayca anlaşılır. Villanın satış işlemleri sırasında Alex, bir grup İngilizle Capri’ye doğru kısa bir seyahat düzenlerken eşi Katherine Napoli’de kalarak şehrin güzelliklerini, tarihsel kalıntılarını ve müzelerini gezmekle meşgul olur. Tükenmekte olan bu ilişkideki tek kurtuluş umudu ise Alex ve Kahtherine’in birbirlerinden ayrı yaptıkları bu kısacık geziler sırasında kendilerini ve ilişkilerini sorgulamalarında saklıdır. 100 dakika boyunca yoğun biçimde İtalya’nın turistik yerlerini seyirciye aktaran Rossellini, siyah-beyaz filmin tüm olanaklarıyla eşsiz bir seyirlik sunuyor ve filmin kurmaca değil de yer yer belgesel havasında olduğu bile düşünülüyor. Modern ilişkilerin zemininde son derece güçlü bir dram olarak nitelendirebileceğimiz film, bir yandan yabancılaşmış insan ilişkileri üzerine düşündürürken bir yandan da gerçek bir “İtalya Yolculuğu” yapmamıza fırsat veriyor. Yönetmen her ne kadar bireyin içsel yolculuklarını, gerginliklerini ve çıkmazlarını aktarsa da sonuçta tutkunun ve aşkın galip gelmesi gerektiğini vurgularcasına bu dramı klasik bir melodram havasına taşıyor ve geleneksel bir “mutlu son”la bitiriyor.

“İtalya’da Yolculuk”un ardından uslarımızda arta kalan kimi sorular ise şöyle:

Yarım asır önce Rossellini’nin kamerasından çekilmiş bu hikayenin benzerlerine içinde bulunduğumuz yeni bin yılda da rastlamak fazlasıyla mümkün. Ancak yalnızlığın ve iletişimsizliğin doruklarına vardığımız bu çağda kendimizi ve ilişkilerimizi sorgulamak ve mutlu sonla noktalamak, kısacası yaşantımıza artık bu denli iyimser bakabilmek mümkün mü? Rossellini’nin bir zamanlar aktardığı gibi umutlu olabilmeyi acaba bugün içimizden kaç kişi başarabiliyor?

Rossellini’yle İstanbul’da yeniden buluşmak dileğiyle…

(25 Nisan 2006)

Âlâ Sivas

Bir Savaş Mağduru: Zozo

Adları savaşlarla anılan birçok şehir var günümüzde, geçmişte de vardı, gelecekte de olacak gibi görünüyor. Bunlardan biri Beyrut. 1975 – 1990 yılları arasında yaşadığı iç savaş sonucunda adı da kendi gibi neredeyse yok olmuş bir şehir, Beyrut. Josef Farez’in son filmi Zozo, Lübnan’daki iç savaşı bir çocuğun gözüyle anlatıyor. Film 1987 yılında Beyrut’ta geçiyor.

11 yaşındaki Zozo’nun ailesi, Beyrut’taki iç savaştan canlarını kurtarabilmek için, İsveç’e gitmek ister. İsveç’te, Zozo’nun büyükannesi ve büyükbabası yaşamaktadır. Büyükbabası da onları sabırsızlıkla beklemektedir. Pasaportlar hazırdır, biletler de alınmıştır. Yola çıkacakları gün, evlerinin bombalanması sonucunda Zozo ve ağabeyi dışında, Zozo’nun annesi, babası ve ablası ölür. Zozo’nun ağabeyi de Zozo’yu kurtarmak için kendini feda eder. Zozo, harabe olmuş bir yerde yapayalnızdır artık, elinde babasının hazırlamış olduğu pasaportlar ile kırmızı çantası dışında bir de çok yakın bir zamanda bulduğu civcivi vardır. Umutsuzluğa kapıldığı anda civciv yanındadır ve onunla konuşur. Zozo için yapacak tek bir şey vardır artık, elindeki pasaport ve bilet yardımıyla İsveç’e büyükbabasının yanına gitmek. Yolda kendi yaşındaki güzel Rita’yla tanışır ve onunla arkadaşlık eder. Ancak İsveç yolunda yolları ayrılır. Zozo’yu İsveç’te neşeli bir büyükbaba ve bir büyükanne beklemektedir. İsveç’te huzur vardır, en azından patlayan bombalar yoktur. İsveççe öğrenmeye başlar. Ancak Zozo’nun artık başka bir sorunu daha vardır. Bir yabancı olduğu için okulda arkadaşları tarafından kolay kolay kabûl görmez. O da kendisi gibi yabancı olan Leo ile arkadaşlık eder. Yine bir gece rüyasında annesine sıkı sıkı sarıldığı gecenin sabahında Zozo, her şeye rağmen yaşamaya devam eder.

Lübnan’daki iç savaşın bir kesitini bir çocuğun yaşadıkları üzerinden anlatan Zozo, zaman zaman duygu yüklü ve dramatik sahneleriyle izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Babam ve Oğlum (2005, Çağan Irmak) filminden etkilenen seyircilerin, bu filmdeki bazı sahnelerden de benzer şekilde etkileneceklerini düşünüyorum. Küçük Zozo, bir yandan ailesini kaybetmiş olmanın acısını yaşarken, bir yandan da yeni yaşamına ayak uydurmaya çalışmaktadır. Çoğunda da tökezler ama matrak büyükbabası hep yanındadır.

Bir ülkeyi, bir toplumu yok etme noktasına getiren iç savaşı beyazperdeye taşıyan Zozo, savaşın sivil toplum üzerindeki etkilerini göstermek, buna karşılık bir çocuğun yeniden yaşama bağlanma çabalarını sunması açısından önemli bir yapıt. Ayrıca görülüyor ki savaşta ölenler sadece insanlar değil, bunun yanında şehirler, kültürler, konuşulan diller de ölüyor.

(07 Nisan 2006)

Asya Çağlar

Kırmızı Başlıklı Kız

Jacob ve Wilhelm Grimm’in nam-ı diğer Grimm Kardeşler‘in 1812 – 1815 yılları arasında yazdığı iki cilt olarak yayımlanan Çocuk Masalları‘ndan Kırmızı Başlıklı Kız, bugün her yaştan herkesin bildiği masallardan biri kuşkusuz. Bu klâsikleşmiş masal, Cory ve Todd Edwards tarafından geleneksel masal yapısı bozularak yeniden yazıldı ve yönetildi. Bu filmin, animasyon yapım kalıplarının dışına çıkarak yerleşik animasyon dünyasının dışında bağımsız animasyonun öncüsü olduğu söyleniyor. Filmde yazar / yönetmen Cory Edwards aynı zamanda, minik sincap Twitchy’ye de ses veriyor.

“Kırmızı Başlıklı Kız”, Anne Hathaway (The Princess Diaries, Ella Enchanted); “Büyükanne”, Glenn Close (101 Dalmatians, Tarzan, The Big Chill); “Kurt”, Patrick Warburton (Seinfeld, The Emperor’s New Groove) ve “Oduncu” da Jim Belushi gibi ünlü oyuncular tarafından seslendiriliyor.

Aslında bir bakıma bu filme, klâsik masalın devamı da diyebiliriz, bir bakıma da Kurt’un neden Büyükanne’nin giysilerini giyinerek yatağında Kırmızı Başlıklı Kız’ı beklediğine, Oduncu’nun durup duruken o anda nereden çıktığına ve aslında Kırmızı Başlıklı Kız’ın gerçekten de büyükannesine kurabiye getirmek için mi yola çıktığının cevabını verir. İki yüzyıla yakın bir zamandır okunan, dinlenen bu masala, işte farklı bir yorum.

Filmin kısa bir özeti: Filmde, masal sondan başlıyor. Kırmızı Başlıklı Kız, büyükannesinin evine girer ve o meşhur sorularını farklı bir şekilde sormaya başlar. Büyükanne senin ellerin neden bu kadar büyük?, Senin kulakların da büyük… Büyükanne rolündeki Kurt’un cevabı ise, Burda oturup benim büyüklüğümden mi söz edeceğiz? Masaldan aşina olduğumuz ne o kalıplaşmış soruları duyuyoruz ne de cevapları… İşte bu noktadan itibaren klâsik masaldaki farklılıklar göze çarpıyor. Kurt’un Büyükanne’nin yerine geçtiği anlaşıldıktan sonra, Oduncu’nun eve gelmesiyle, detektif ve polisler de Büyükanne’nin evine doluşup, olayın iç yüzünü çözmek için Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Kurt’u, Büyükanne’yi ve Oduncu’yu sorguya çekerler. Bu sorgulama boyunca, bu dört karakterin hiç de klâsik masaldakiler gibi olmadıklarını, aksine farklı yönlerini görmeye başlarız. Öyle ki, klâsik masaldan tanıdığımız Kırmızı Başlıklı Kız, filmde, büyükannesinin yaptığı leziz kurabiyeleri dağıtma görevini yerine getirmektedir. Oysaki masaldan biliyoruz ki, annesi, Kırmızı Başlıklı Kız’ı büyükannesine kurabiye götürmesi için göndermiştir. Büyük Koca Kurt da, gizli bir muhabirdir. Oduncu, sakardır ve ruhsatız balta kullanmaktan sorgulanır. Büyükanne’nin, büyükannelik görevinden başka paraşütle atlama, kayak, dağcılık gibi tehlike sporlar yapan çılgın bir ihtiyar olduğunu görüyoruz filmde.

Bu dört karakter sorgulanarak, Kırmızı Başlıklı Kız’ın yaşadığı ormandan çalınan kurabiye tariflerinin hırsızlarının kim olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılır. Acaba hırsız kimdir? Bu dört karakterden biri olabilir mi? O da izleyecek olanlar için küçük bir sürpriz olsun…

Animasyon filmleri, küçük sinemaseverleri salonlara çekmeyi başarabilen yapımlardandır. Ancak klâsik bir masalı farklı bir yorumla sinemalaştıran bu film, çocukları olduğu kadar anneleri, babaları, büyükanneleri ve büyükbabaları da salonlara çekeceğe benziyor.

(17 Mart 2006)

Asya Çağlar

Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?

Ezel Akay ikinci filmi Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’de -ilk filmi gibi- kendisi için Anlatan: Ezop adını kullanır…

Aisopos (Ezop), eski Yunan fabllarını derlediğine inanılan, ama yaşamadığı hemen hemen kesin olan yazar…

Anlatma, hele tarihin oldukça bilinmeyen kişilikleri üzerine bir öykü / masal = sinema anlatma ve bunu başarma, üzerinde yazılması gereken bir olay…

Olay diyorum, çünkü sinemamızda (Yeşilçam’da) tarihi filmler, -istisnaları hariç- çoğunlukla inandırıcı olmayan dekorlarda, ikna edici olamayan anlatımlarla yapılmıştır. Ezel Akay ise dekorluğunu belli eden ama inandırıcı olan, bazı sahnelerdeki yapaylığı ile sinemada masal anlatmada sinemamızda denenmemiş -aslında Altıoklar’ın İstanbul Kanatlarımın Altında da örnekleri verilen- teknik yollara başvuruyor.

Masal girişi gibi, yazı ve sözlü olarak anlatımına başlayan Ezel, anlattığı olayların başlangıcına Karagöz’ün annesinin kehanetini yerleştiriyor. Nasılsa (!) Karagöz’ün göbek deliği yokmuş ve kendisi gibi birini bulunca ünleneceklerdir. Bulur da (Hacı İvat Çelebi) ama bu tip anlatılarda -masallarda, sinemada- karşılarına bir çok problemler ortaya çıkar, karşılaşma sonrası çatışırlar ve sonra, olayların getirdiği noktada kader birliği yapmak durumunda kalırlar. Karşılaşmaları öncesi, zamanın popüler elçisi Hacı İvat (“Hacivat” da denir diyor), Kadı Pervane’nin bir oyunu ile ölümle burun buruna gelip, canını zor kurtarınca dönüp dolaşıp yeni kurulup şekillenme çabaları içindeki Osmanlı’nın yeni yerleşim merkezi Bursa’ya gelir; göçebe Karagöz de yolların kendisini getirdiği Bursa’da miadını doldurmuş ineği (Altın’ı) Hacivat yüzünden bıçak altında kaybeder.

Ezel, Karagöz ile Hacivat’ın öyküsünü, Bursa’da oluşmakta olan bir devletin yönetimindeki çıkar hesaplarını da katarak anlatırken, olayın başlangıcını bilen ve yeni olaylar arkasındaki hesapları görebilen Hacivat yanında, yalnızca tanık olduğu bir takım olayların arkasındaki hesaplarını anlamasa bile, salt olaylara, saflığı ve hesapsız kitapsız duyguları ile karşı çıkan Karagöz; kendi aralarında ve halkın huzurundaki konuşmaları ve konu ile ilgili nükteleri ile (Karagöz çoğunun farkında bile değildir) halkın dikkatini çekerler, tabii yönetiminde… nükte / mizah bedeli olan bir şeydir.

Kadı Pervane’nin bir dalevera ile ele geçirdiği elmasın (Kafuruğu’nun) varlığından haberli olanlarca bölüşülmesi -ki aralarında Orhan Gazinin karısı Bizans’dan fethedilen Yarhisar Tekfuru’nun kızı Holophira (Nilüfer Hatun) da var- ve bu olayın duyulmasını önlemek için Hacivat ile Karagöz’ün dozu ağır kaçan mizahlarının bahane edilmesi… tarihin farklı perspektiflerde fazla da değişmediğini gösteriyor…

Sinema olarak, yönetmenin kendini anlatıcı olarak tanıtması yerine oturuyor, anlatılanın masal olması ve de sinemasal olması, kendisi içinde tutarlı olması, mekân / dekorun da denk gelmesi, görüntü düzenlemesi ile istenilen sonuca ulaşıyor.

Filmin ses kuşağındaki bozukluk yer yer sıkıntı yaratıyorsa da, görüntüsel anlatım masal havasını tutturuyor, Karagöz’ün ilk kez göründüğünde önce gölgesinin vurduğu bir perdenin arkasından çıkması, Karagöz ile Ayşe Hatun’un birbirinden ayrı ellerinin gölgelerinin birleşmesi, son kutlama gecesinde Karagöz ve Hacivat’ın gölgelerinin vurduğu duvardaki akislerinin Orhan Gazi ve yanındakilerce, canlılarının bırakılarak -duvara bakılarak- seyredilmesi, gölge oyununun gelişinin habercisi olurken, sinemanın görselliğini de öne çıkarıyordu.

Sinema (film) yönetmenin düşünüp kotardığı sanat olurken, anlatımın bir unsuru olan oyuncuların pozisyonu farklılık gösterir. Oyuncunun filmin görünür yüzü gibi algılanması bir yana, filme değer katması da olasıdır. Ezel Akay’ın anlatısında, filme adını veren iki kahramanı oynayan iki oyuncusu da oynamanın ötesinde kişiliklerini canlandırdıkları tipleri, tipten çıkarıp karakter yapıyorlar. Halûk Bilginer ve Beyazıt Öztürk, Karagöz ve Hacivat olurken diğer oyuncularda üzerlerine düşeni yapıyorlar.

Tarihin masal, masalın tarih olduğu günleri anlatan filminde Ezel Akay, sinemanın anlatımı ile masalın anlatımını birleştirerek ve bu biçimi ile tarihe bakarken, sinemamızda tarihi film yapabilmenin olumlu bir örneğini veriyor. Ama, anlatılan sinemasal yinede bir tarih değil, sinemadır. Tarih biraz daha farklılık gösterebilmektedir. Yaptıkları nükteler yüzünden yaşamlarını yitiren iki kafadarın akıbeti biraz farklı da anlatılmaktadır. Karagöz’ün öldürülmesi sırasında kaçabilen Hacivat’ın Mekke’de eşkıya tarafından öldürüldüğü de rivayet edilmektedir.

(17 Mart 2006)

Orhan Ünser

Bağımsızların Ardından “Mutluluğu” Ararken

Geçtiğimiz ay hit filmlerden nöbetçi sinema kuşağına, fantastik yapımlardan kısa filmlere dek zengin seçkisiyle sinemaseverlere keyifli bir on gün yaşatan 5. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’ni geride bırakırken pek çok yapım arasından gündelik koşuşturmacanın hızına kurban ettiğimiz fragmanlaştırılmış hayatlarımızın iki saatinde bizlere durup dinlenme ve sadece “izleme” olanağı verdiği için belki de gerçekten kaleme alınması ve üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir film: Stetsi/Something Like Happiness (Mutluluk Gibi Birşey).

Çek asıllı yönetmen Bohdan Sláma’nın son derece sade anlatım yollarıyla sergilediği üçüncü uzun metraj çalışması olan film, Çek Cumhuriyeti’nin kuzeyindeki endüstriyel bir şehirde, toplumsal konutlarda beraber büyümüş olan üç arkadaşın gençlikten yetişkinliğe ilerledikleri dönemlerde yeşeren umutlarını ve arayışlarını aktarıyor.

İnsan büyür ve arayış başlar…

Garden of Eden (1994) adlı kısa metraj çalışmasıyla sinemaya adım atan ve White Acacias (1996) ve Wild Bees (2002) gibi uzun metrajlarıyla tanınan Çek Sinemasının genç yönetmeni Sláma, imza attığı son filmi Stetsi’de (2005) insanın büyüdükçe geçirdiği değişime ve bu değişimin getirisi olan arayışlarına ve kendini keşfedişine filmin üç ana karakteri üzerinden odaklanıyor: Ailesiyle yaşayan Monika, bir süpermarkette çalışmakta ve bir yandan da Amerika’ya göç eden erkek arkadaşından davet beklemektedir. Monika’nın umutları ve hayalleri ve elbette ki ailesinin de geleceğe dair bekleyişleri bu davet üzerinden hiç tanımadıkları ancak bağımsızlığın ve kurtuluşun sembolü olarak uslarında canlandırdıkları o “büyük” ülkeye bağlıdır. Tonik ise tutucu aile yaşantısından kaçarak teyzesiyle birlikte bir çiftlik evinde yaşamını sürdürürken, iki çocuk annesi olan Dasha, evli bir adamla ağır aksak süren ilişkisinin yanı sıra akli dengesini yavaş yavaş kaybetmeye başlar.

Olay örgüsündeki dengenin bozuluşu Dasha’nın ruhsal sağlığını tamamen yitirerek psikiyatrik tedavi için hastaneye kaldırılması ve çocukların bakımının Monika ve Tonik’e kalmasıyla gerçekleşir. İki küçük çocuğun bakımını üstlenip Amerika’ya gitmekten vazgeçtiğini beyan ederek ailesinin de kendisine bağladığı umutları yok eden Monika evden ayrılmak zorunda kalır. Böylece Monika, Tonik ve Dasha’nın iki küçük çocuğundan oluşan ve bir tür evcilik oyunu oynuyormuş hissiyatı yaratan bu sevimli grup, şehrin ve yaşamın tüm gerçekliğinden bir süreliğine kendilerince arınarak Tonik’in özene bezene yeniden yapılandırmaya çalıştığı yıkık dökük çiftlik evinde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Ancak bir tür oyunu andıran bu yaşantı yine olay örgüsündeki ikinci bir kırılma noktası olan Dasha’nın tedavisinin sonlanarak çocuklarını geri almasıyla son bulur. Bundan sonra Monika ve Tonik arayışlarını başka yerlerde sürdüreceklerdir. Tonik’in kendisine karşı beslediği gizli aşkı öğrenen Monika, bir zamanlar es geçtiği ve hayallerini bıraktığı erkek arkadaşının yanına Amerika’ya doğru yol alırken, Tonik yarı çaresizlik yarı umutlarla yüklü bir bilinmezliğe doğru yola çıkar.

Mutluluk Değil, Mutluluk “Gibi” Birşey

Montreal, Atina ve San Sebastian’da ödüllendirilen bu filmde yönetmen Sláma, insanın kendini keşfedişine doğru ilerlediği yolculuğa odaklanırken yaşama yakın bir duruş sergileyerek son derece yalın bir dil kullanıyor. Filmin doğal oyunculukları, uzun ve durağan planları, sade kurgusu ve yer yer gerçekliğin sertliğine ve acılığına eşlik eden elektro gitar tonlarıyla yüklü “minimum”a indirgenmiş müzik anlayışının yanı sıra doğal seslerin ağırlığı dikkat çekiyor. Sadeci anlatımıyla yönetmen, ele aldığı arayış ve keşif temalarının bir anlamda sona ermediğini ve insanoğlunun varoluş süreci boyunca devam edeceğini de -asla umutsuzluğa yer vermeden- vurguluyor. Filmin sonunda fırsatlar ülkesinden vazgeçerek Tonik’i aramak için ülkesine geri dönen Monika’nın önünde uzanan yola doğru umut dolu bakışları, insanın arayış sürecinde yaptığı keşiflerini mutluluğun ta kendisi olmasa da-filmin adından da anlaşıldığı gibi- “mutluluk gibi bir şey” olarak tanımlayabileceğimiz yolunda ipuçları veriyor.

“Mutluluk Gibi Birşey”, dayatılmış aksiyon sahneleriyle kıstırılmış yaşam parçaları arasında mola vererek arı bir sinema örneği seyretmek isteyenler için iyi bir fırsat!

(16 Mart 2006)

Âlâ Sivas

Filmi Sinemada İzlemek “Daha” İyi

Gençler, o günleri yaşamamıştır; eskiden Yeşilçam’ın siyah-beyaz günlerinde, yabancı, çoğunlukla da ABD filmleri ülkemize birkaç yıl gecikme ile gelirdi, şimdiki gibi yurt dışı ile birlikte gösterim hayâl bile edilemezdi. Daha da ilginci renkli filmler Anadolu’da siyah-beyaz kopyalarıyla gösterime çıkarılırdı, filmin orijinal lobilerinde ve jeneriğinde renkli olduğu belirtilse de, siyah-beyaz seyredilmesi yadırganmaz, çoğunlukla da orijinalin renkli olduğunun farkına varılmazdı. Bu handikap Cinemascope filmlerde de vardı. Cinemascope 50’li yıllarda sinemanın araştırdığı teknik yenileşme çabalarının ulaştığı en uzun soluklu ve yaygınlaşmış gelişme biçimlerinden biri olarak, ülkemizde de pek çok sinemada kullanılmış bir teknik. Göstericiye bir objektif eklenmesi ile elde edilen bu tekniğinde, bozularak ortadan kaldırıldığı durumlar gerçekleşmiştir. Geniş perde sisteminden vazgeçilince, Cinemascope film beyazperdede, karenin üstünde ve altında siyah bir kuşak ile seyrediliyordu. Bu sakıncayı gidermek için ek bir objektif kullanılır ve kare içindeki siyah kuşaklar giderilmiş olurdu. Bu şekle dönüştürülen Cinemascope filmler aynı zamanda renkliden de siyah-beyaza döndürülmüş ise film iki kere budanmış oluyordu. 50’li 60’lı yıllarda görülen bu uygulamalar artık sona ermiş bulunuyor vede filmlerin sıcağı sıcağına da gösterime girmesi -uygulama olarak- sevinilecek bir başka nokta. Bütün bunlar sinema salonlarında olan yakınmalardı. Cinemascope’un normale döndürülmüş haline getirilmiş şeklini, özel objektif ile gösteren sinemaların olduğu söyledik. Bu uygulamayı yapan sinemalardan biri -Tokat’ta Erses Bahçe Sineması- normal filmleri de bu objektifle oynatarak her filmi Cinemascope havasında oynatmak yoluna gidiyordu. Yalnız gözden kaçan veyahut bilerek yapılan hata şu idi: Cinemascope’tan dönme filmlerde görüntünün üst ve altında oluşan siyah kuşaklar kadar kısım görüntünün -üstünden ve altından- kesiliyordu. Böylece filmin tamamını görüntüsü her karede daraltılmış olarak seyretmek durumunda kalıyordu seyirci. Görüntüdeki, bu kesilen yerlere denk gelen kısımlar önemli olsun olmasın, seyirciye budanmış kareler ulaşıyordu.

Gelelim bu girişin varacağı yere…

Ülkemizde televizyonun başlangıç günlerinde, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı diziler bol bol yayınlanıyordu. Önce garipsenen bir olgu sonra çözüldü, dizilerin belli yerlerinde görüntü kararır, sonra aynı mekânda –çoğunlukla- bir omuz çekimle tekrar açılırdı. Bu kararıp açılma, çekim sırasında hazırlanmış reklâm yerleri idi. (Bu bir) Televizyon o günlerde yayınladığı film aralarında reklâm koymaz, filmi bütün olarak yayınlardı. Sonra gazetelere haber olarak da giren, film aralarına reklâm alma olayı başladı. Keşke hiç başlamasa idi…

Günümüzde gerek filmlerde gerek dizilerde reklâma katlanmama lüksümüz yok. Bir aralar dizi jeneriğinin hemen bitiminde konulan “uzun” reklâm bantları eleştirilmişti. Şimdilerde bu uygulama yapılmıyor. İyi bir gelişme, fakat film ve dizilerini son otuz saniyesinden önce konulan reklâm bantları hâlâ azap verici, bu reklâm yerine final jeneriğinin tamamı -çoğunlukla kesilerek gösterilmiyor- gösterilse, daha iyi olur. Film (ve dizilerin) aralarında kısa süreli ve az sayıda reklâm gösterilmesi kabûl edilse bile, film (ve dizilerin) yayını sırasında alttan devamlı yazı veya reklâm geçirmek kabûl edilebilecek bir olgu değil. Bu ancak film es verdiği yerlerde ve daha çok geniş açılı çekim sahnelerinde kullanılırsa -ve bu kullanım daha önceden belirlenmiş olursa- iyi olur. Fakat bu yapılmıyor, gösterilen sahnenin, o andaki dramatik durumuna ve sahnenin açısına hiç bakılmadan, önceden belirlenmiş reklâm bantları film (ve dizilerin) görüntüsü üzerine bindiriliyor, kare işgâl ediliyor. Bunu reklâm bandını girerken kareyi küçülterek, işgâl etmeden yapan kanallarda var, ama bu da değinildiği gibi kareyi küçülterek yapıyor… Hele iki-üç dakika sonra yayınlanacak programın haberini alt yazı olarak girmek ve kareyi işgâl etmek iyice moda. Şimdilerde sinemalarda altyazı kuşağı ile reklâm olgusu yaşamıyoruz, ama yakında bununda uygulamasına başlarlar. Final jeneriğinin kesilmesi artık alıştığımız bir şey oldu, ama kesmeyenlerde var, haklarını yemeyelim. Her halükârda çekilen kareleri tam görebileceğimiz sinema (ve televizyon) gösterimleri dileyelim… İyi seyirler.

(24 Şubat 2006)

Orhan Ünser

Cry_Wolf (e – k@til)

Oyuncuları arasında söz yazarı ve müzisyen Jon Bon Jovi’nin de olduğu bir gençlik korku filmi olan e – k@til (Cry_Wolf) senaryosundaki başarısıyla izleyicileri büyülüyor. Jeff Wadlow ve Beau Bauman, bu filmi sadece iki haftada yazdıklarını söylüyorlar. Filmde geleneksel gerilim film mekânı olan okul kampüsü kullanılıyor. Ancak korku türüne bir yenilik de getiriliyor ve bunu izleyiciye hissettirmeyi başarıyor. Bu yenilik, bugüne kadar korku filmlerinde sıkça kullanılan, gazetelerden harfleri kesmek ya da telefonda sesini değiştirerek konuşmaktan başka bir şey: korkuyu internet ve kameralı cep telefonu kullanarak vermek…

Filmin senaristlerinden Beau Bauman, Ama bizimkisi tipik gençlik korkusu değil. Bariz şekilde aptalca şeyler yapmayan çok daha zeki karakterler kurgulandı. Seyircinin ekrana Aptal! O kapıyı açma. Evden çık! diye bağıracağı sahneler yok. Burada biz olsak ne yapardık sorusunu kendimize sormak konusunda gayet acımasız davrandık, diyor.

Westlake Hazırlık Okulu’nda sekiz öğrencinin oluşturduğu Yalancılar Kulübü‘nde bir gece bir oyun oynanır; gerçek ve yalan birbirine karışır. Filmin senaristlerinden ve yönetmen Jeff Wadlow, kendisiyle yapılan bir röportajda, Ezop’un Yalancı Çoban hikâyesinin üstünden gitmek istediğini; temelinde zevk için kurulan bir yalancılar kulübü etrafında yalancılarla ilgili bir hikâye anlatmayı amaçladıklarını; doğrular ve yalanlar arasındaki bağları keşfetmek konusunda bir film yapmak istediklerini belirtiyor.

13 yaşında oyunculuğa başlayan ve ülkesi Londra’da birçok dizi, televizyon filmi ve tiyatro oyununda rol alan Julian Morris, bu filmde, önceki okulundan, yarattığı sorunlarından dolayı ayrılarak, babasının ilişkileri nedeniyle Westlake Hazırlık Okulu’nda başlayan, 15 yaşındaki lise öğrencisi Owen’i canlandırıyor.

Owen’in okula ilk geldiği gün karşılaştığı Dodger’i Lindy Booth oynuyor. Booth, Joe Chappelle’in yönettiği The Skulls II filmindeki performansıyla 2002 DVD Premiere Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştı. Booth, bu filmde, yatılı okuldaki en akıllı elit grubu yönetebilecek kadar karizmatik, okula yeni gelen çocuğa aşık olabilecek kadar da ulaşılabilir bir kadın olan Dodge’u canlandırıyor.

Owen için Westlake Hazırlık Okulu, son şanstır. Eğer bu okuldan da atılırsa artık normal bir lisede okumaya devam etmek zorunda kalacaktır. Babasının yatılı olarak gönderdiği bu okuldaki ilk gününde Owen, kasabalı bir kızın öldürüldüğünü öğrenir ve aynı gece okulun seksi güzeli Dodger tarafından yalancılar kulübü‘ndeki oyunlarına davet edilir. Bu oyunda kurt olarak seçilen kişi, kendisinin kurt olmadığını diğerine türlü yalanlar söyleyerek kabûl ettirecektir. Daha ilk geceki oyunda Owen, oyunu kazanır ve kurt olmayı başarır.

Okulda gazetecilik dersleri de alan Owen ve Dodge, gazetecilik öğretmeni Rich Walker’in (Jon Bon Jovi / resimde soldaki oyuncu) verdiği bir ödev üzerine, internet ortamında kurt adında seri bir katil oluşturup, uydurma hikâyelerini sanal ortamda yaymaya başlarlar. Ertesi gün tüm kampüs ve kasabadan birkaç kişi bu mesajlardan haberdar olunca, bu olaylar konuşulmaya başlar. Yalancılar Kulübü‘ndekiler ve Rich dışında bunun bir oyun olduğunu kimse bilmez. Ancak oyun, oyun olmaktan çıkmaya başlar. Owen’e internet üzerinden mesajlar gelir, ortalıkta hikâyelerinde uydurdukları tanımlarına uygun -turuncu kar maskeli, ceketli- adamlar dolanmaya başlar, gruptan kaybolanlar olur. Sonunda bunun bir oyun olduğu ortaya çıkar, arkadaşları, Owen’e bir oyun oynamak istemişlerdir ama bu oyun, gazetecilik öğretmeni Bay Walker’ın ölümüne neden olur, Owen’in de birkaç yıl gözetim altında tutulmasına… Çünkü kasabalı kızın ölümüne neden olan silâh ile Bay Walker’ın ölümüne neden olan silâh aynıdır, bu da Bay Walker’ın aslında katil olduğunu gösterir. Ama, gerçek o mudur? Sadece 1 Milyon $’lık bir bütçeyle çekilen e – k@til, senaryo ve anlatımı açısından tam anlamıyla kusursuz. Seyirciyi akıllı ve korkutucu bir yolculuğa çıkaran film, hikâyede anlatımı içeren bazı sürprizlere de yer veriyor. Küçük bir ipucu… e – k@til filminin, kimi sahnelerinin 1997 yapımı David Fincher’in The Game – Oyun‘la benzer bir üslûba sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatırlanacağı gibi, Oyun‘da her şeye sahip ama renksiz bir hayata sahip olan bir işadamına (Michael Douglas), kardeşi (Sean Pean) tarafından bir doğumgünü sürprizi hazırlanır ve olaylar başlar. Gerçek ile yanılsamanın içiçe geçtiği sahnelerde seyirci filmin sonuna kadar, yaşananların bir oyun olduğunu anlamaz.

e – k@til, bu sezonun en iyi filmlerinden biri…

(21 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Walt Disney – Bambi 2

Bazen renkli bazen de siyah-beyaz çizgilerle hayat bulan çizgi filmler, her yaştan insanın dikkatini çekmeyi başarıyor. Ancak çizgi filmlerin en iyi izleyicisi olan çocukların hayâl dünyaları, masumiyetleri, savunmasız hallerinin, çizgi filmlerden fazlasıyla etkilendiği şüphesiz.

Çizgi filmlerin hayatımızdaki yeri uzun yıllar öncesine uzanıyor. Bu sektörün önde gelen yapım şirketi, dünyanın en ünlü çizgi film karakterleri Mickey Mause ve Ördek Donald’ın yaratıcısı Walt Disney’in kurduğu dev film şirketidir. Disney dışında Japon animasyonları, Warner Bros, Looney Toones ve Paramount Pictures da sektörde önde olanlar.

Disney’in büyük stüdyolarında çizgi filmler, 150 ilâ 200 kişi tarafından hazırlanıyor ve her bir saniye için 25 resim çiziliyor. Bu sayı, Japon animasyonlarında 16 ya da 17’dir. Saniye başına çizilen kareler her stüdyo için farklıdır ve bu sayı çizgi filmdeki kaliteyi belirliyor.

Sektör büyüdükçe, yapımcılar hem kaliteli hem de prestijli çizgi filmlere yöneldiler ve Oscar’lık başarılı eserlere imza attılar. Örneğin, bu ödülü alan Walt Disney’in Aslan Kral‘ı (Lion King) bütün dünyada izlenme rekoru kırdı. Walt Disney yapımı başka bir film olan Kayıp Balık Nemo da 850 milyon dolar gişe hasılatı yaptı. Bu rakamı, sadece 11 Oscar’lı Yüzüklerin Efendisi geçebildi. Sabri Kaliç’in derlediği Aykırı Yayınları’ndan piyasaya çıkan ilginç ve keyifli bilgilerden oluşan Tırı Vırı Şeyler kitabında, 1931-1969 yılları arasında çizgi filmcilerin piri Walt Disney’in toplam 35 Oscar kazandığını ancak bunun yanında 1979 yılında çekilen Kara Delik filminin, Walt Disney yapımı olmasına rağmen çocukların seyretmesine izin verilmeyen ilk ve tek Disney filmi olduğunu söylüyor.

Bambi 1 – 2 …

1942 yılında yapımı gerçekleştirilen ilk Bambi filminden sonra Bambi 2 de 60 yıl sonra kaldığı yerden devam ediyor. Hatırlanacağı gibi önceki Bambi film, Bambi’nin annesinin ölümüyle sonlanmıştı. Bambi’nin annesinin öldüğü bu dokunaklı sahne, Total Film adlı sinema dergisince düzenlenen 50 film arasında sinema eleştirmenleri tarafından yapılan değerlendirmede, sinema tarihinin en iyi ölüm sahnesi kategorisinde 6. olmuştu.

Disney Toon Stüdyolarında dört yıllık yoğun bir çalışmayla hayata geçirilen Bambi 2‘de, 1942 yapımı animasyon klâsiğinin tüm sıcaklığını görmek mümkün. Her sahnesi ayrı bir pastorâl güzellik taşıyan filmin animasyon danışmanı ise, illüstrasyon kariyerinde The Lion King, Beauty and the Beast, Aladdin ve Lilo and Stitch gibi popüler Disney filmleri bulunan deneyimli animasyon sanatçısı Andreas Deja’dır. Bambi’nin ilk filmini ise Walt Disney’in 9 ünlü çizerinden biri olarak tanınan Marc Davis çizmişti. Sonraki yıllarda genç kız karakterlerinin çizimiyle ün yapan Davis, Alice Harikalar Diyarında filminin Alice’ini, Peter Pan filminin Tinker Bell’ini, Uyuyan Güzel filminin prensesini ve 101 Dalmaçyalı filmindeki Cruella tipini yaratmıştı.

Bugün birçok çizgi filmde kullanılan ilk Disney filmlerinin özelliği olan gözleri büyük, bacakları uzun olan karakterleri Bambi 2’de de görmek mümkün. Böyle devasa boyutlardaki gözlere inanılmaz duygular sığdırılmış ve bu sayede çok derin ve etkileyici bir anlatıma ulaşılmış. Bambi’nin ilk filminde de büyük gözler kullanarak bu etkileyicilik yakalanmıştı. www.anime.gen.tr sitesinden aldığımız bilgiye göre, aslında büyük göz bir sembôl olarak da kullanılmaktadır. Büyük gözler bazı çizgi filmlerde masumiyet ve duygusallık sembôlüdür. Bu nedenle bazı çizgi filmlerdeki karakterin gözleri çocukken büyüktür ama genelde karakterler yaşlandıkça masumiyetlerini kaybettiklerinden gözleri nispeten küçülür.

60 yıl öncesinin unutulmaz karakterleri Bambi’nin babası ve Ormanların Büyük Prensi, yaramaz tavşan Thumper, utangaç kokarca Flower, Faline ve Bilge Baykuş’u ve Bambi’nin yeni arkadaşları, rengârenk çizimleri son derece etkileyici.

İlk Bambi filminin son sahnelerinde annesini kaybeden küçük ceylan Bambi, bunalıma girmişti. Bambi 2‘de anlatılan öykü, orijinal filmin kaldığı noktadan başlıyor ve artık ergenlik çağına gelmiş olan Bambi’nin kendisini toparlaması, babasının aslında Ormanların Saygıdeğer Büyük Prensi olduğunu öğrenmesi anlatılıyor.

Cesaret, umut, yenilenme üzerine mesajlar veren film, küçük Bambi ile resmi tavırlı babası arasındaki ilişki üzerinde odaklanır. Başlangıçta oldukça sorunlu ve uyumsuz başlayan bu ilişki, zaman içinde yepyeni boyutlar kazanır. Birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmayı başaran baba ile oğul, bu sayede derin üzüntünün üstesinden gelmeyi başaracak, aile olmanın ne kadar harika ve mükemmel bir şey olduğunu keşfedeceklerdir. Öykü yönünden çok yenilik içermese de, Bambi 2’nin de artık bir Disney klâsiği olacağını ve keşfedilmesi gerektiğini de söylemeden geçmeyelim.

(12 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Sınırları Aşmak

“O yıl bütün yaz radyoda ‘I Walk the Line’ çalmıştı. O güne dek duyduğum her şeyden çok farklıydı. Sesi sanki arzın merkezinden gelen bir sesti… Hem derin hem de zengin bir ses düşünün benzersiz ve gizemli… Aslında o kalbi ve kişiliği ile bu ülkenin ta kendisiydi.” Bob Dylan – Rolling Stone

Film, Amerika’nın ekonomik çöküntü yaşadığı yıllarda geçiyor. Dyess, Arkansas, 1944… Çiftçi bir ailenin çocukları olan Jack ve John’un bütün günü babalarına yardım etmekle geçer, arta kalan zamanlarında ise balık tutmakla. Büyük kardeş Jack, İncil’deki öyküleri daha iyi bilir, John ise annesinin ilahi kitabındaki ilahileri… Bir gün Jack, odun kesme makinasına takılarak ölür, babaları bu ölümden John’u sorumlu tutar ve Jack’in yerine John’un ölmesi gerektiğini de söylemekten kaçınmaz. Çünkü Jack, babasına göre daha gerekli bir evlâttır. Bir yandan kardeşini kaybetmiş olmak bir yandan da babasının bu suçlayıcı tutumu John’un zihninden hiçbir zaman silinmeyecekir. Filmdeki bu ilk dakikalar, Ray Charles’ın hayat hikâyesinin anlatıldığı Taylor Hackford imzalı Ray ile Ole Bornedal’ın yönettiği Lânetli Kadın (I’m Dina) filmlerini hatırlatıyor. Ray filminde, küçük Ray, kardeşinin gözleri önünde boğularak ölümüne tanık olur ve ölümüne engel olamaz, bu durum yaşamının sonuna kadar Ray’i travmatik olarak etkiler. Lânetli Kadın (I’m Dina) filminde babası, annesinin ölümünden küçük Dina’yı sorumlu tutar, o nedenle onu dışlar ve asla affetmez.

John, ailenin yaşadığı bu büyük üzüntüden sonra kendisine uzaklarda bir hayat arayışına girer. Hava Kuvvetlerinde görev alır. Ekonomik olarak da kötü yıllardır. O yıllarda Elvis Presley, Carl Perkins, Roy Orbison, Jerry Lee Lewis ve Waylon Jennings gibi birçok Rock’n Roll yıldızı da aynı dönemlerden benzer şekillerde etkilenmişlerdi. John Cash, bir süre kapı kapı dolaşarak ev aletleri pazarlamaya çalışır. Ama başarılı olamaz, iki oto tamircisiyle kurduğu küçük bir de müzik grubu vardır. Bir gün üzerine siyah bir gömlek giyerek grubuyla birlikte Memphis’teki Sun Stüdyolarının kapısını çalar. Söylediği ilâhiler stüdyo sahibinin hoşuna gitmez ama kendi bestelerini çalmaya başladığında albüm yapma kararı verilir. Yıl 1955’dir.

Kısa sürede şöhret olur John Cash, lüks bir hayatın içindedir. Karısı ve kızlarını da bu hayatın sonucu olarak daha az görür. Turneler, albümler, besteler onu kaldıramayacağı bir hayata doğru sürükleyince kendini tüketen birçok yıldız gibi yaşamaya başlar; sigara, içki ve ilâç kullanmaya başlar. Cash daha sonraları ikon haline gelen Siyah Giyinen Adam karakteri ile geniş bir hayran kitlesi oluşur. Daha sonra bu imajından dolayı Man in Black adında bir de şarkı yapar. 1968 yılında ise Cash dönemin en çok sevilen grubu Beatles’dan bile fazla satan Folsom Prison Blues albümü ile halkın sevgilisi olur.

O günlerde şöhretinin ilk günlerini ateşleyen değişik karakteri ve insanlar üzerinde bıraktığı etki, bugünün rock, country, punk, folk ve rap starlarına kadar birçok yeteneğin de ortaya çıkmasında önayak olduğu söylenir. Bir süre sonra Johnny Cash, folk şarkıcısı June Carter’a duyduğu aşk ile anılmaya başlanır. June Carter ile evlenir ve her ikisi de hayatlarının sonlarına kadar müziğin içinde yaşarlar.

Filmin senaryosu Cash’in Man in Black ve Cash The Autobiography adlı kitaplardan James Mangold ve Gill Dennis tarafından uyarlanmıştır. Filmin yönetmeni ise Heavy, Cop Land, Girl Interrupted ve Identity filmleriyle tanınan James Mangold’dur. Citizen Ruth, Beautiful Girls, Scream, Cop Land, Girl Interrupted, Identity filmlerinin de yapımcılığını üstlenmiş yapımcı Cathy Konrad ve The Stars Fell on Henrietta’nın yapımcısı James Keach, Johnny Cash ve June Carter ile ölümlerinden 7 yıl önceye dayanan sıkı bir dostluk ve çalışma arkadaşlığı sonunda bu filmi yapmaya karar verirler.

Sınırları Aşmak’da başrolleri Oscar ve Altın Küre adayı Joaquin Phoenix ile yine Altın Küre adayı Reese Witherspoon paylaşıyorlar. Phoenix ve Witherspoon filmdeki şarkıları canlı olarak kendileri seslendirmişler. Böylece Johnny ve June’un arasındaki aşkı seyirciye daha iyi aktarabileceklerine inandıkları için bunu tercih ettiklerini söylüyorlar.

Sınırları Aşmak, 1932 – 2003 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir müzisyenin öfke, bağımlılığın verdiği yıkım, yıldız olmanın verdiği sorumluluklar ve kendini yeniden yaratış hikâyesini anlatıyor. John Cash’in döneme damgasını vurmuş, 1968 kuşağının unutulmaz şarkıları, “At Folsom Prison”, “Ring of Fire”, “Get Rhythm”, “Going to Memphis” ile filme adını veren “Walk the Line” eşlinde nefis bir biyografik film ile karşı karşıyayız. Arkansas’da henüz 12 yaşındayen annesinin ilâhilerini söyleyerek başladığı müzik yaşamına, kendi kendine öğrendiği gitarıyla besteler yaparak sürdüren Johnny Cash’in yaşamı, müzikleri eşliğinde son derece etkileyici bir şekilde sunuluyor.

Yönetmen ve Senarist James Mangold Cash için şunları söylüyor: “John’un sanat hayatının ve kişiliği hakkında daha çok şey öğrendikçe onun biyografisini filme çekme fikri bende daha da gelişti. Çünkü o zamanlar müzik yapmak demek duygularını insanlarla paylaşmak demekti… Müzik video kliplerden uzak, listeler ve parayla ilgili bir şey yoktu. Cash diğer müzisyenlere göre bu işe oldukça geç başlamıştı. Gitar çalmayı kendi kendine öğrenmiş ve müzik konusunda gerçekten cesareti oldukça az bir yorumcuydu. Kendisine müzik piyasasında yol açan hiç kimse olmadığını fark edince Memphis’e taşınmıştı. Fakat çok zeki bir adamdı ve kapağı ne yapıp edip Sun Records firmasına atmıştır. John zamanının tüm müzisyenlerinden çok farklı bir başlangıç yapıp diğerlerinden çok farklı bir gelişim izledi. Sahip olduğu inanılmaz yetenek sayesinde en dipten en tepeye yükselmeyi başarmıştır. O her zamanın en yetenekli şarkıcılarından biridir… Şarkıları benzersiz, kişisel ve ham birer cevherdir…”

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Dabbe

Prof. Dr. Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, Popüler Kültür Açısından Bilim-kurgu ve Korku Sineması adlı kitabında, kişinin geçmişte yaşadığı korku ve endişeleri tekrar tekrar yaşama, böylece onları da yeniden yaşatma eğiliminden dolayı korku türünün izleyicide ilgi gördüğünü söyler.

Hollywood 1930’larda korku türünde birçok film çekmiş, 1970’lerden itibaren Şeytan, Jaws gibi gişe başarısı sağlamış korku türündeki filmlere imza atmıştır. Toplumsal kaygı, gerilimlerin dile getirildiği korku sinemasının 1970’lerden itibaren bir sıçrama yaptığını söyleyebiliriz. Her ülke kendi korku filmlerini üretmiş olmasına rağmen, korku filmlerinin temelinde, batı yaşamının mitleri, batıl inançları (büyücü, şeytan, kurt adam, vampir) vardır. Bilinçaltına seslenen bu türün temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Ortam karanlıktır, her filmde ölüm vardır (cinayet ya da intihar), korku ve şiddet öğeleri yoğun bir şekilde görülür, hemen hemen her sahnede kan görüntüsü vardır; müzik ve aniden duyulan sesler korku unsurunu arttırmaya yardımcı olurlar.

Son zamanlarda Türk sinemasında çekilen film sayısının arttığını söylesek de aynı artışı korku filmlerinde gördüğümüzü söylemek pek mümkün değil. Bu türde çekilmiş sadece iki filmden bahsedebiliyoruz: Yağmur Taylan – Durul Taylan’ın 2004’de çektiği Okul ile yine 2004 yapımı Orhan Oğuz’un Büyü filmi.

Kıyamet alâmetlerinin internet aracılığıyla yayılacağını söyleyen D@bbe, Japonya’da yılın sanatçısı ödülü alan Hasan Karacadağ’ın filmi; bu film bir üçlemenin ilki olma özelliğini de taşıyor. Japonya’da Sinema Yönetmenliği eğitimi alan Karacadağ’ın bu filminde Japon sinemasının görsel dilinin etkilerini görmek de mümkün. Bunu ayrıca D@bbe’nin Japon sanat yönetmenine de bağlayabiliriz. Türkiye ve Japonya’da birçok kısa film, belgesel film, TV filmi, TV dizisi yöneten, 50’den fazla uluslararası film festivaline katılıp ödüller alan Karacağ, Türkiye’de 1999 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivali‘nde gösterilen Hummadruz adlı filmiyle tanındı. Bu filmle uluslararası birçok ödül de aldı.

Filmde en önemli korku öğesi internet’tir. Bilgisayarlar kendi kendilerine internete bağlanır. D@bbe, Tarık adında bir gencin, büyük bir ekmek bıçağını boğazına saplayarak vahşice kendisini öldürmesiyle başlar. Arkadaşları Hande, Sema, Cem ile polis, bu intiharın nedenini araştırırlar ama ellerinde Tarık’ın evinde çekilmiş bir video görüntüsü, ölümünden sonra ondan gelen bir e-mail ile bilgisayarından çıkan anlamsız harfler ve rakamlardan başka bir şey yoktur. İntiharlar artış gösterir ve Amerika’da da benzer şekilde intiharların olduğu haberi alınır. Tarık’ın intiharını araştıranlar da teker teker ölür.

Çekimleri İzmir Selçuk’da gerçekleştirilen D@bbe, adını, dört kutsal kitapta anlatılan ve Kur’an’da Dabbet-ül Arz olarak geçen kıyamet alametlerinden alıyor. Yönetmen Hasan Karacadağ’ın yorumuyla, kıyamete beş kala neler olacağını öngören film, dünyanın yok olacağını gösteren en büyük ve en son kanıtın İstanbul’da ortaya çıkacağı iddiasında.

D@bbe, Hollywood sinemasında işlenen Hıristiyan bazlı korku filmlerinden farklı olarak Kur’an’dan seçilmiş bir konu olması açıdan bir ilk olma özelliğini taşıyor. Ancak, senaryo ve konunun aksine oyunculuk ve diyaloglar aynı başarıyı maalesef gösteremiyorlar. Yeni yüzlerin kullanıldığı D@bbe’de bu iki sorun ilk yarıda yoğun bir şekilde hissedilirken, ikinci yarıda film kendini daha iyi ifade etmeyi başarıyor. Korku türünün tüm özelliklerinin kullanıldığı D@bbe’de yakalanan sarı tonda özel renk dokusu, etikeyiciliği arttırmış gibi görünüyor. D@bbe’yi her şeyden önce son yıllarda Türk filmlerindeki artış ve farklı bir türdeki örnek olması açısından olumlu bulduğumu da söylemek isterim.

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Çalıntı Gözler

2005 yılı Türk – Bulgar ortak yapımı Çalıntı Gözler (Stolen Eyes – Otkradnati Ochi), 1980’lerde Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın maruz kaldığı trajediyi konu alıyor. 20’den fazla film festivaline davet edilen, Rusya, Almanya ve Sırbistan’daki festivallerde ödül alan Çalıntı Gözler, Bulgaristan tarafından En İyi Yabancı Film Oscar Adayı olarak gösterildi ancak Bulgaristan’da gösterime girdiği dönemde milliyetçi kanatta büyük tepki uyandırdı.

Filmde Ayten öğretmeni canlandıran Bulgar aktris Vessela Kazakova Ağustos ayı sonlarında düzenlenen 11. Saraybosna Film Festivali’nde uluslararası jüriye seçilmişti. Ayrıca Kazakova, geçen yılki Saraybosna Film Festivali‘nde En İyi Film ödülünü kazanan Marslı Mila adlı yapımda başrolü oynamıştı. 28 yaşındaki Kasakova, Moskova 27. Uluslararası Film Festivali‘nde Çalıntı Gözler filmindeki rolü ile En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştı.

Bulgar yönetmen Radoslav Spassov, 1943’de doğdu. 1970’li yıllarda Moskova’da yönetmenlik eğitimi aldı. 1993 yılında çektiği A Day of Forgiveness filmi ile çıkış yapan Spassov’un yönetmen olarak imza attığı film sayısı 20’den fazla. Radoslav Spassov, en iyi Bulgar yönetmenlerinden biri olarak anılmaktadır.

Radoslav Spassov’un Çalıntı Gözler filmi, yüzyıllardır birarada uyum içinde yaşayan insanların kamplaştırılmasını, uygulanan politikalarla birbirlerine düşman edilmelerini ve ait oldukları topraklara yabancılaştırılmalarını çok yalın bir dille anlatıyor. İsimleriyle birlikte geçmişlerinden ve kültürlerinden sökülüp alınmaya çalışılan Türk azınlığın hikâyesini anlatan film, yakın döneme damgasını vurmuş acı dolu bir öyküyü büyük bir tarafsızlıkla anlatmayı başarıyor.

Filmin senaristlerinden Neri Terzieva, film için şunları söylüyor: “Bu film, bir Türk kızı ile bir Bulgar adamın farklı, imkânsız ve izah edilmez aşkının öyküsüdür. Kader onları defalarca bir araya getirir ve duygusal olarak yakınlaştırır…” Ayrıca, “Bu filmde bizim yapmak istedğimiz, yaraları deşmek değil, iyileştirmektir” sözünü de ekliyor.

Yıl 1984… Bulgaristan’daki komünist rejim Türk azınlığı asimile etmeye başlar, gerekçeleri ise Türkler’in nüfusunun hızla artmasıdır çünkü böyle giderse Türkler sayıca Bulgarlar’dan fazla olacak ve vatan elden gidecektir. Bu nedenle ülkede yaşayan Türkler’in isimleri zorla değiştirilir; Ayten’i Ana, Vildan’i Valentina olarak değiştirip yeni nüfus cüzdanları hazırlarlar. Ama sadece bununla kalınmaz, bayram kutlamak da yasaktır, “yabancı dil”de konuşmak da. Giyim kuşam tarzları da bu yasaklar içinde yerini alır. Birdenbire yeni bir kimliğe bürünmeleri istenir Türkler’den. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri ise, düğün sahnedir. Davullu zurnalı Türk düğünü büyük bir sessizlik içinde yapılır, çalgılara siyah kurdeleler bağlıdır; davula tokmağı vurulmaz, zurnaya nefes verilmez, sazın tellerine parmaklar varmaz.

Bulgar asker Ivan (Valery Yordanov), bu asimilâsyon uygulamasının ön saflarında yer almak istemez. Gözü kapalı bile satranç oynayabilen Ivan, saf, romantik genç bir adamdır ve bir isim vermek gerekirse “soy kütüğünün tekrar yazılması uygulamasında” (Türklerin zorla Bulgarlar tarafından adlarının değiştirilmesi işlemi) resmi mühürlerden sorumludur. Diğer taraftan Türk ve Bulgar çocukların öğretmeni Ayten, bu mühürleri çalmaya çalışır, böylece etnik asimilasyonu yavaşlatacağını düşünür. Bu Ayten ile Ivan’ın ilk karşılaşmalarıdır.

İsimlerinin zorla değiştirilmesi, kültürel yasakların konması Türkler’de büyük bir tepki yaratır ve bir bayram günü yöresel kıyafetlerini giyinerek çoluk çocuk, kadın erkek meydana doğru yürüyüşe geçerler. Büyük bir kalabalık toplanır, Bulgar tarafı grubu dağıtmak için panzer ve askerleriyle ordadır. Türk grubu dağılmak istemez. Panzer gruba doğru ilerler ve küçük bir çocuğu ezer. Panzeri kullanan Ivan’dır. 4 – 5 yaşlarındaki küçük kız çocuğu da köyün öğretmeni Ayten’indir. Ayten, 3 yıl kadar önce de kocasını kaybetmiştir.

Bu olay Ayten’i sarsar, hastanede bir süre tedavi görür. Ivan da o hastanededir, ama artık satranç oynama yeteneğini kaybetmiş, sadece gözler çizen bir ressam haline gelmiştir. Ama bu gözler kimindir? Ayten ve Ivan’ın hafızasında boşluklar vardır. Bir süre sonra birbirlerini hatırlarlar.

Giderek artan baskıya dayanamayan on binlerce Türk, çareyi Türkiye’ye göç etmekte bulur. Tüm ailesi Türkiye’ye yerleşmeye karar veren Ayten öğretmen ise, geçmişinden ve kendini ait hissettiği topraklardan kopmak istemez, konvoylar halinde göç ettikleri bir sırada vazgeçer ve Bulgaristan’da kalmaya karar verir. Geride sadece dedesinin kaldığı köyüne dönen genç kadın, daha önce de birkaç kez yollarının kesiştiği Ivan’ı kendisini beklerken bulur. Vicdan azabı, bağışlanma, aidiyet ve memleket kavramları üzerine benzersiz bir deneme olan Çalıntı Gözler yakın tarihimize damgasını vurmuş bir olaya tarafsız gözlerle bakan çarpıcı bir yapım.

Filmin, bütün bu yaşananlara karşın, farklı ırktan iki gencin birlikteliği ile sonlanması, politikalara rağmen halkın o topraklarda barış içinde yaşamak istediğinin altını dikkatle çiziyor. Bu açıdan film, mesaj içeriklidir. Film, geri dönüşlerle anlatılıyor. Bu yöntem kimi zaman filmin akışında sorunlar yaratıyor. Nejat İşler’in rolünün yama gibi durmasına, filmin 3 – 4 yerinde mikrofonun görünmesine ve senaryodaki bazı sorunlara rağmen, yaşanmış bir olayı anlatması açısından film, izleyiciler üzerinde etkileyici olmayı başarıyor.

(03 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Aşkın Gözyaşları

Memleketimizde yapılan festivaller içinde önemli bir yere sahip olan Altın Koza Festivali’ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar 200’e yakın sinemanın faaliyette bulunduğu Adana’da 1995 yılının Ekim ayında sadece on adet kapalı sinema salonu vardı. Ola ki bir festival zamanı sizin de yolunuz düştüğünde benim gibi aramakta zorlanmayasınız diye bulundukları yerlerle birlikte yazayım ki daha faydalı olsun: Metro Sineması (Atatürk Caddesi), Galleria Sineması (Fuzuli Caddesi), Arı Sineması (Belediye Caddesi), Sun Sineması (Ziyapaşa Caddesi), Erciyes Sineması (Küçüksaat semti, Ankara’nın Küçükesat’ı ile karışmasın), Arzu Sineması (Vakıflar Sarayı), Özen Sineması (Obalar Caddesi), Nur Sineması (Obalar Cad -Özen ile karşı karşıya-), Set Sineması (İnönü Mahallesi), Lale Sineması (Hürriyet Mahallesi).

Metro, Galleria, Arı, Sun ve Arzu sinemaları Uğur Ünal’a, Nur, Set ve Lale sinemaları ise Yavuz Filmcilik şirketi sahibi Halil Yavuz’a ait, Yavuz sinemalarında kendi şirketinin filmlerini gösteriyor. Özen Sineması memleketimizin en güçlü ithâl firması olan Özen Film’e ait ve Adana bölge bürosu ayni yerde faaliyet gösteriyor. Erciyes Sineması’nın mülkiyeti ise Seyhan Belediyesi’nin.

Nur, Set ve Lâle Sineması’nda seks filmi gösteriliyor. Arzu Sineması’nda ise festivâl zamanına rastlayan 6 Ekim 1995 tarihinde “Dur Yoksa Annem Ateş Edecek” (Sylvester Stallone) ile birlikte “Yasak İlişki” adında bir seks filmi oynuyordu. “Yasak İlişki”nin Meryl Streep ve Clint Eastwood’un oynadığı ayni adlı filmle bir ilgisi yok, ama nasıl yapıldıysa, salon filmi “Dur Yoksa…” ile birlikte programlanmış. Demek ki Adana’da çok değişik seyirci kesimleri de var.

Sun Sineması’nın ilk yapımında parter olarak kullanılan bölümü sonradan mobilya mağazası olmuş, balkonunu salona dönüştürmüşler. Öndeki giriş iptal edilmiş, arka tarafa çıkıntı yapılarak fuaye ve giriş haline getirilmiş. Ne zaman bir kısmı başka faaliyete tahsis edilmiş böyle sinema görsem ve duysam tarif edemediğim bir üzüntüye kapılırım sevgili okurlar. Önceki halini göremediğimden içimi bir sıkıntı kaplar, görenleri ve o halde film seyredenleri nedense şanslı olarak kabul ederim. Adapazarı Yıldız Sineması’nın da kapanmadan önce başına böyle bir şey gelmiş. Galiba önce salonunu başka bir işe ayırmışlar, sonra balkonda süren faaliyet tamamen sona ermiş. Yeni sinemaların açılması bir tarafımı sevindirse de bu gibi değişim olayları öteki tarafımda devamlı bir sızıya vesile olmaktadır nedense. Metro Sineması yenilenince geniş koltuklarını Sun’a takmışlar, sıra aralarından gayet rahatlıkla geçiliyor. Kapanan kışlık sinemalardan bazılarını da şöylece yadediverelim: Ünal, Sular, Güleröz, Lüks, İpek.

Amfiteatr şeklinde yapılmış olan ve festivâl törenlerine kucak açan Galleria Sineması 1992’de faaliyete başlamış. Mülkiyeti belediyeye ait olan sinemanın film sonundaki jenerikleri başlar başlamaz kesmesi küçük bir kusur olarak dikkatimi çekti. Açıldığı gün Şerif Gören’in “Amerikalı”sı dört matine kapalı gişe gösterildi. Galleria Sineması’nda “Speed” (Keanu Reeves/Bu çocuk bana hep Steve Reeves’i hatırlatıyor; hani o masis, herkül filmlerinin gözde aktörü Steve), “Babam İçin”, “Aslan Kral”, “Richie Rich”, “Yumuşak Ten” (Ekrem Bora), “Ruhların Evi”, “Mavi Gök”, “Philadelphia”, “Schlinder’in Listesi”, “Bebek Firarda” çok iş yaptı. “Sevginin Gücü – Leon” önce Galleria’da oynadı sonra Arı’ya gitti, halktan talep gelince tekrar Galleria’da toplam beş hafta gösterildi. “Kesişme” (Richard Gere) iki hafta Metro Sineması’nda yedi hafta Galleria’da olmak üzere Adana’da tam dokuz hafta gösterildi. Ortaokuldan beri makinistlikle uğraşan 29 yaşındaki Trabzon’lu Ali Karadeniz mesleğini Galleria’da sürdürüyor. Ali gösteri sırasında makaradaki filme bakarak kaç dakika kaldığını kestirebiliyormuş. Sırrını sordum, makinada filmin takılı olduğu bobinin kapağında kalan dakika ve metrenin yazdığını söyledi. Bilmeyen hayret ediyormuş, böylece biz de öğrenmiş olduk.

Sular semtinde yirmi yıl önce -sırt sırta olmak üzere- altı tane yazlık sinema varmış. Tesbit edebildiğim beş tanesinin adları şöyle: Sular, Bahar, Köşk-1, Köşk-2, Site. Bu sayılanlar şu anda (1995 Ekim) Adana’da beş adet kışlık sineması olan Uğur Bey tarafından çalıştırılırdı. Gazete kolleksiyonlarını karıştırırsak Sular semtinin yirmi yıldan daha eskilerinde Dünya ve Venüs adlı yazlık sinemaların da çalıştığını görürüz. Perdesi hâlâ duran Sular Sineması yazlık düğün salonu olarak çalışıyor. İbrahim Tatlıses’in “Yalan” filmi Sular’ın yanındaki istasyonda çekildiğinden, iki hafta kapalı gişe oynadı. En son kapanan yazlık sinema Sular Sineması oldu, 1991’de kapandığında iki kişiye film gösteriliyordu. Sular Sineması’nda en çok Kemal Sunal’ın “Davacı”, “Tokatçı” ve “Postacı” adlı filmleri iş yapmış. Hülya Koçyiğit’in Sular Sineması ile ilgili ve yerel TV’de anlattığı hoş bir anısı var, ben de sizlere nakledeyim. Hülya “Zehra” adlı filmi ile Altın Koza kazandığını Isparta’da “Gökçeçiçek”in çekimi sırasında öğrenmiş ve Lütfi Akad’dan zar zor izin almış. Ankara’ya arabası ile gideceğini duyan şöförü jest olsun diye arabayı yıkamak için baraja götürmüş fakat dönüşte kaza yapmış. Hülya başka araba ile Ankara’ya gelmiş. Terslikler genellikle üst üste geldiğinden uçak da altı saat rötar yapınca Adana’ya saat yirmidört sıralarında inmişler. Telâşla gittikleri Sular Sineması’nda kimsenin dağılmayarak kendisini bekler bulduğunu görünce Hülya Koçyiğit çok mutlu olmuş.

Adana’da diğer yazlık bahçeler olarak, Arzu, Yeşilevler, Polat, Mine, Alemdar, Kiremithane, Şahinler ve İpek sinemaları hatırlanıyor. Sadece yerli film gösteren bu yazlık sinemaların hepsi birden çalışmaktaydı. Adana’da büyük olay yaratan Müslüm Gürses’in “İsyankâr” filmi yazlık sinemaların hepsinde gösterildi. Bol bol çekirdek yenilen yazlık sinemalarda bira satma ruhsatı da vardı fakat kışlık salonlarda çekirdek yemek, sigara içmek kesinlikle yasaktı. Burçak Evren’in bir araştırmasına göre 1987 yılında bütün Türkiye’de mevcut 78 adet yazlık sinemanın tam 26 adedi Adana’da bulunmaktaymış. O yıllardaki yazlık sinema bolluğunun önemli sebeplerinden biri iklim nedeniyle yörede yaz mevsiminin çok uzun geçmesidir. TV olayı evelallah her şey gibi yazlık sinemaları da çatır çatır yok ettiğinden şu anda Adana’da yazlık sinema kalmamıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Adana’ya doğru uzanırsak sararmış gazete sayfalarında Türkocağı, Asrî, Elhamra, Alsaray, Tan, Yeni Ünal gibi sinema adları çıkar karşımıza. Çevirin sayfaları, 16 Ekim 1929’da Türkocağı Sineması’nda “Bağdadın Üç Hırsızı”, 4 Ocak 1931’de Asrî Sinema’da “Ben Hur”, 27 Nisan 1938’de Tan Sineması’nda “Tarzan”, 22 Nisan 1956’da Yeni Ünal Sineması’nda “Çıplak Ayaklı Kontes”, 21 Ocak 1958’de Asrî Sinema’da “Devlerin Aşkı” gösterildiğini göreceksiniz. Adana’nın en eski sineması olan Türkocağı Sineması 1931 yılında Türkocakları’nın kapatılmasıyla satışa çıkartılır. Satış yerel basında şöyle ilan edilir:

“Senelik icar bedeli 3500 lira olan, Kuruköprü Han kurbu mevkiinde, 600 metre murrabaı üzerine mebni, dahilen 1000 kişi istiabına kâfi ve fevkalâde sıhhi ve fenni, son sistem sabit sandalyeler ve kanepelerle mücehhez büyük bir salon ve her biri dört kişilik 11 loca ve 150 kişi istiabına göre yapılmış balkon ve muhteşem sahnesi ile sahnenin iki tarafında karşılıklı 4 oda, sahne altında büyük bir depo, muntazam makina dairesi ve büyük sistem motorize dinamo ve fennin icabatına göre tesis edilmiş apayrı dairesiyle, sesli, sözlü, şarkılı olmak üzere son sistem makinasıyla aspiratörlerle mücehhez ve haricen büfe, gişe, metha salonunu havi ve son sistem elektrik tesisatı ile tenvir edilmiş, su tulumbası ve diğer müştemilâtını havi kârgir sinema satılıktır. Müzayede müddeti 20 Teşrinisâni 1931 – 20 Kânunuevvel 1931’dir. Muvakkat ihale günü 20 Kânunuevvel 1931 Pazar günü saat 15’tir. İhale yeri: Şimdiki Halk Fırkası Binasıdır”.

Bir diş hekimi olan Bedri Bey tarafından satın alınan Türkocağı Sineması’nın adı 1931 yılında değiştirildi ve Asrî Sinema adını aldı. İnönü Caddesi ile Ziyapaşa Bulvarı’nın kesiştiği noktada bulunan sinema 80’li yıllarda yıkılarak yerine çok katlı bir iş merkezi yapıldı. Şimdilerde o iş merkezinde alışveriş yapan Adana’lıların dedeleri ve dahi nineleri şöyle ilânlarla davet edildikleri sinemalarda ne güzel filmler izliyorlardı kimbilir:

Asrî Sinema’nın ilanı:
Asrî Sinemada, Suvare: 8.30, Bu Akşam, Fevkalâde Bir Proğram, Halk Mahbubu Artislerin en güzeli ve en fazla sevilen Robert Taylor’un “Mary Novvard – Briam Donlevy” İle beraber en güzel ve en son yarattığı, Tamamen Renkli, KARA SUVARİ, Çölde cereyan eden fevkalâde mevzulu… ihtiraslı ve büyük, Aşk ve macera filmi, İlaveten, Sinemanın en parlak jönprömiyerlerinden Kadınların meftunu Sezar Romero, Erkeklerin menfuru Virinina Gilmore, Beraber çok güzel bir tarzda çevirdikleri, CENTİLMEN GANGSTER-Pek Yakında, Pek Yakında, Unutulmayan hatıralar bırakan büyük filmler yaratıcısı, “Jan Gabin”, BEKLEDİĞİM KADIN Şaheserini Göreceksiniz.

Tan Sineması’nın ilânı:
Görülmemiş bir muvaffakıyetle Tan Sinemasında Gösterilmekte olan Şarkın en büyük mugannisi Abdulvahap’ın Emsalsiz şaheseri AŞKIN GÖZ YAŞLARI, Türkçe Sözlü Ve Arapça Şarkılı Büyük filmi bütün seyredenleri ağlatmaktadır. Bu film senenin en büyük muvaffakıyetini kazanmakta ve takdirler toplamaktadır-Dikkat: Yer bulabilmek için lûtfen erken gelinmesi ve loca istiyen sayın müşterilerimizin de telefonla localarını ayırtmalarını rica ederiz.

Elhamra Sineması’nın ilanı:
Elhamra Sinemasında, İhtiras Fırtınaları, Mümessili: Emil Yanings.
(Antrakt, 55, 57)

Sadi Çilingir

Aşk Üçgeni

Eskiden amele Memo’yu tutar, tek katlı gecekondu yaptırırdık; sonra gecekondular beş kata yükselince amele Memo gitti, yerine inşaat mühendisi Mehmet Bey geldi. Keza eskiden kavunu, karpuzu tarlaya Hüsmen Ağa ekerdi, sonra yeryüzünde ziraat mühendisliği zuhur eyledi, Hüsamettin Bey’in günler süren incelemesi sonrasında “Efendim bu toprakta karpuz ekilebilemez.” kanaatine varıldı. Bilim ilerledikçe insanlar hayatın çeşitli kademelerindeki meseleleri bilimsel temeller üzerine oturtma uğraşına girdiler. Derken bilim mes’elesi son 10-15 yıl içinde memleketimizin sinema alanına da sirayet etti ve okulları açıldı. Okul iyidir, çünkü vatandaşı eğitir. Mesele nereden gelmiştir, nereye gitmektedir, kökünü, temelini öğrenmek iyi bir şeydir.

Gelgelelim geçtiğimiz yaz başında Bilgi Üniversitesi’nde “Halit Refiğ Sinemasında Üçgenler” konulu bir incelemeyi görüntü eşliğinde izleyince bendenizi bir düşünce almıştır. Bundan böyle Halit Refiğ’in filmlerini izlerken “acaba burada hangi üçgeni kullanmış?” deye tedirginlik duyacağımı itiraf etmem gerekir. Neyseki gösteriyi izleyen Halit Refiğ kalkıp: “Ben filmlerimi çekerken böyle şeyler düşünmemiştim; ama yaptığınız incelemeler için teşekkür ederim.” dedi de rahat ettim. Dolayısıyla bundan sonra, üçgen meselesine kafamı takmayacağım, Halit Refiğ filmlerini yine “eski hamam, eski tas” sistemi ile seyredeceğim.

Mevzu nedeniyle bendenizde şu kanaat hasıl olmuştur: Bilim, işi fazla kurcaladığında insanların kafasını karıştırıyor. Halit Refiğ sinemasındaki aşk üçgenleri ile haşır neşir olduktan sonra yaz sonunda “Three to Tango” adlı yabancı film “Aşk Üçgeni” adıyla vizyona çıktı. Notlarımı karıştırırken tesadüfen baktım, meğersem sinemada “Aşk Üçgeni”nden geçilmiyormuş. Sinema, video ve TV.de gösterilen “Aşk Üçgeni”leri şunlardır:

1. “Aşk Üçgeni” sinemada gösterilmiştir. Yücel Uçanoğlu yönetmiş, Ahu Tuğba, Meriç Erkan oynamıştır. Kocası ölünce yüklüce bir mirasa konan bir kadın ile, ona oyunlar çeviren bir adamın öyküsü anlatılmaktadır.

2. “Aşk Üçgeni”nin orijinal adı “Untamed” olup, 1929 tarihinde yapılmıştır. Show TV.de gördüğümüz filmi Jack Conway yönetmiş, Joan Crawford ve Robert Montgomery oynamıştır. Petrol zengini bir kadının fakir bir gence aşık olmasını işlemektedir.

3. “Aşk Üçgeni” (Les Diaboliques), 1954 Fransa yapımıdır. İnterstarda 1993’te birkaç kez izledik. Karısından ve metresinden vazgeçemeyen adamı, karısı ve metresi bir olup öldürmeye karar verirler. Bu filmde Simone Signoret var.

4. “Aşk Üçgeni” (Me and the Colonel). Y. Tarihi: 1958. Oy: Danny Kaye, Curt Jurgens. Prokoszny adındaki bir albayla sevgilisi kaçmak zorundadırlar. Tanıştıkları Polonyalı Yahudi Jacobowsky kaçmaları için onlara yardım etmeye karar verir ancak albayın sevgilisi ona aşık olunca işler karışır.

5. “Aşk Üçgeni” (La Cavaleur), yine bir Fransız yapımı. 1979’da yapılmış, Philippe De Broca yönetmiş, Jean Rochefort, Anne Girardot oynamış.

6. “Aşk Üçgeni” (Patti Rocks), HBB TV.de gösterilen adı sanı duyulmamış, Chris Mulkey ve John Jenkins’ın oynadığı bir film.

7. “Aşk Üçgeni” başrollerinde Matthew Perry ile Neve Campbell oynuyor ve geçtiğimiz Ağustos ayının 11’inde gösterime çıktı. Ve ilginçtir Matthew Perry 25 Ağustos’ta A & P Filmciliğin “Komşum Bir Katil” adlı nefis komedi filminde Bruce Willis ile birlikte yeniden perdelerimize geldi ve sevimli haliyle bir hayli hayran edindi. (Taraftar topladı?)

Yaşamın İçinden

İki kadın yokuş aşağı gidiyorlar. Bir tanesinin hızı aynen fren yapa yapa yokuş inen TIR’a benziyor. Tam yanlarından geçiyordum TIR olanı yanındakine: “Bu ne biçim sokak.”dedi, “insan zor yürüyor.” Her zaman geçtiğim sokağa ne kusur buldular deye gayri-ihtiyari dönüp baktım. Kadının ayağında neredeyse 10 cm.lik sivri topuklu bir ayakkabı var ve yokuş aşağı gidiyor; kabahat yolda değil, açıkça topukta. Kadına: “Hanımefendi siz topuklu değil, burunlu ayakkabı giyerseniz bu sokak çok iyidir.” diyesim geldi. “Sinema Dergisi’yle bu konunun ne ilgisi var.” diyenler için mevzuyu sinemayla irtibatlandırayım: Sinemada sokak meselesi dendiğinde ilk akla gelen film Coppola’nın “Sokaktakiler” adlı filmidir. Her ne kadar orijinal adı “The Outsiders” ve Tom Cruise’ün ilk filmlerinden biri olsada hakikaten sokaklarda geçer, gençlik çetelerinin çatışmalarını anlatır. Eskilere gidersek klâsikleşmiş “Batı Yakasının Hikayesi”ni hatırlatırız. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye versiyonunu Halit Refiğ “Yasak Sokaklar” adıyla çekmiş idi.

Bu Kadar Akıl Bana Çok Geldi Birazda Size Vereyim

Akıl-1: Büyük alışveriş merkezlerinde açılan sinema salonlarını 1, 2, 3 diye adlandıracağınıza Mavi, Yeşil, Kırmızı diye adlandırın. Vatandaş görmek istediği filmin hangi salonda gösterildiğini bilsin, numara akılda kalmıyor. Büyük salonda görmek istediği filmi küçük salonda seyretmeye zorlamayın. Meselâ bendeniz Cinemascope bir filmi hiç üşenmem Pangaltı’dan Zeytinburnu’na gidip CineCity’nin Gri Salonu’nunda (6. salonda değil) izleyebilirim. Yeni sinemalarımız Capitol, Odeon Cineplex ve CineCity sinemalarının büyük salonları çok hoşuma gidiyor; kelimenin tam mânâsıyla sinemanın tadını varıyorsunuz. Beyoğlu’ndaki Lâle’nin lacivert, Fitaş’ın ve Atlas’ın kırmızı salonlarında da film seyrinin tadına doyulmaz ama onlar klâsikleşmiş salonlarımız olduğu için öncelikli misâli yenilerden verdim. Aldığımız istihbarata göre önümüzdeki sezonda Kadıköy, Kozyatağı, Ümraniye ve Adana’da yeni alışveriş merkezlerinde sinema gibi sinemalar yapılmaktaymış; inşallah onların da salonlarının tavanları yüksek, anfitiyatro koltuk düzeni ve geniş perdeleri olur.

Meselâ benim birden fazla salonlu bir sinema kompleksim olsa, her filmi ilk haftasında CineCity’nin gri salonu gibi olanında gösteririm. Dört filmin gösterime çıktığı hafta her filmi ikişer gün mutlaka büyük salonda göstereceğimi seyirciye duyururum. Fanatik sinemasever büyük, tavanı yüksek ve ferah salonda film seyretmeyi sever. Büyük perdede film seyrederken olayın içine girmiş gibi hissedersiniz, ama aynı olayı TV.de seyrettiğinizde girin bakayım 1.90 boy ve 110 kiloluk ağırlığınızla 50 cm.lik TV ekranından içeri; olmaz tabi ki. Bazı film şirketleri ise filmlerinin kompleksin hangi salonunda gösterileceğini bile belirliyor; mesela sonuncu “Yıldız Savaşları”nın gösterim şartı girdiği büyük salondan altı hafta çıkarılmamasıydı. Ondan sonra altı tane film vizyona girdiyse hiçbiri büyük salonlarda gösterilemedi. Eee yazık değil mi diğer filmlere. Meseleye sinemasever tribününden baktığınızda böyle gözüküyor. Şunu da açıkça belirteyim: “sinema salonunda film seyretme zevki” dediğimiz olgunun birinci sahibi sinemasever ve sinema yazarlarıdır. Sinemacılar ve filmciler bu meselenin ticari sahipleri. Adamın bin kişilik salonu varsa ve gösterdiği film dünyada toplamadık ödül bırakmamış olsa bile seyirci -veya para- gelmezse, iyi film, güzel film hiç umrunda değil, hemen çıkarıyor. Keza o filmin iş yapmaması filmcinin umrunda bile değil, hemen gidip bir TV kanalına satıyor; çünkü o filmden yaptığı zararı diğer sıradan bir avantür veya gerilim filminden çıkarıyor. Tabi bahsettiğim anlayış haricinde olan sinemacı ve filmcilerimiz de yok değil, onlar meselenin “istisnalar kaideyi bozmaz” bölümünü teşkil ediyorlar.

Akıl-2: Efendim Hıdırellez yaz mevsiminin geldiğini belirten bir şenliktir. Doğuda buna Nevruz diyorlar. Daha doğuya ve tarihin derinliklerine doğru gidersek benim bilgi dağarcığıma göre Türklerin Ergenekon’dan çıkışının olduğu gündür ve demir döğerek kutlanır. Hıdırellez milâdi takvime göre 6 Mayıs gününe isabet etmekle beraber Trakya’da Mayıs ayının ikinci pazar günü kutlanır. Evlerde dolmalar, köfteler, börekler, vesaireler yapılır, herkes, cümbür cemaat şehre en yakın ve yeşilliği bol yöreye gider. Akşema kadar, yani gün batımına kadar yenir, içilir, hoplanır, zıplanır, ihtiyar milleti, “ahh-off” çekip gençliğini yad ederken, gençler de ihtiyarlıklarında çekecekleri “ahh-off”lara malzeme tedarik etmekle meşgûl olurlar. Hıdırellez şenliklerinin akılda kalan bir adeti de ateş yakmak ve üzerinden atlamaktır. Bendeniz 1967’lerde Kırklareli’nde iken Saray Sineması’nda “Karaoğlan Altaydan Gelen Yiğit” (Tülin Elgin), Gençlik Sineması’nda “Ahtapotun Kolları” (Hülya Koçyiğit), Yazlık Lâle Sineması’nda “Gladyatörlerin Dönüşü”nü gördüğüm zamanlarda şehrin ileri geleni-geri gideni, ekabiri-ayak takımı, romanı-çingenesi-şoparı (üçüde aynı vatandaşı ifade eder) hiçbir ayırım gözetmeksizin, hıdırellez kutlamalarının yapılacağı pazar günü minibüslere doluşup “dere” diye adlandırılan mesire yerine giderlerdi.

Geçtiğimiz Mayıs ayının altıncı günü tesadüfen açtım Süper Kanal’ı baktım siyah-beyaz bir yerli film oynuyor. Adını tesbit edemedim ama Turan Seyfioğlu, Çolpan İlhan, Ulvi Uraz (Kamil), Mualla Sürer, Ersun Kazançel (Ali), Osman Alyanak, Leman Akçatepe, Ahmet Tarık Tekçe (Rıza), Faik Çoşkun (Bekçi), Turgut Özatay (Nuri Belde) gözüme çarptılar. Filmin bir yerinde “hıdırellez” lâfı geçince filmin tesadüfen yine bir hıdırellez günü TV.de gösterilmesini ilginç bir not olarak kaydederken tanıdık bir şarkı söylenmeye başladı. Candan Erçetin’in meşhur ettiği “Çapkın” şarkısı sanki ikibin yılından kalkmış da geçmişe yolculuk yaparak gitmiş filmin içine monte edilmiş. Sonradan yaptığım araştırma üzerine Candan Erçetin’in bu şarkısını geçmişi araştırarak meydana getirdiğini öğrendim. Ve Candan Erçetin’in memleketi de Kırklareli imiş, iyi mi?

Dam Üstünde

Saksağan-1: Çok sevdiğim bir türkümüz: “Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam, gönlüme bir eğlence isterim olsun.” diye başlar ve “gerdanında bir beni mutlaka olsun” diye sürdürür isteğini. Sinemada bir benzerine “Sonsuz Ölüm” filminde de rastlamıştık. Paul Newman ile Robert Redford’un klâsikleşmiş westerni Butch Cassidy’de Redford’un ağzından evleneceği kadının sade bir hanım olabileceği belirtiliyor fakat peşinden saydığı bir sürü özellik alt yazı olarak geçiyordu. Bendeniz o bölümü tercümanın bir oyunu gibi düşünüyorum, yoksa elin Amerikalısı ne bilsin bizim türkümüzü de, aynı sözleri yazsın. Nedense eskiden beri insanoğlunun dişi bölümündeki yaratıklar, yani kadınlar hep “elma yanaklı, kiraz dudaklı, zeytin gözlü, lepiska saçlı, kalem kaşlı, selvi boylu, kuğu boyunlu, hokka burunlu, ceylan sekişli, kısrak koşuşlu, kedi gibi ürkek, kuş gibi narin, tilki gibi kurnaz, at gibi sert, kelebekler gibi özgür, balık etinde, kalçalar kütür kütür karpuz, vs, vs” diye tarif edilir. Sanki mübarek hanımlar, zerzevat ve mahlûkat bahçesi gibidirler. Yeter artık, doğru dürüst tarif edin şunları yahu.

Saksağan-2: Sinemamızda türkücülerimizle yapılan bir hayli film vardır. En sevdiğim türkücülerimizden Yıldıray Çınar’ı yeni kuşaklar pek bilmez, kendine has bir sesi vardır; yakışıklı olmasa da görüntüsünde izah edilemeyen bir çekicilik vardır ve sanıyorum 40’a yakın film çevirmiştir. Okuduğunuz sayfayı hazırlarken kendi kendimi türkü mırıldanırken yakaladım. Türkü çok bilinen “Odama serdim halı” türküsü; o vesileyle Yıldıray Çınar’ı hatırladım ve: “Anayım anasını satayım.” dedim. Ve türkü söyleme usûlleri üzerine yeni bir keşifte bulundum, okuduğunuz türküyü zinhar heceleyerek ve üstüne basa basa söylemeyin, ayıp oluyor; şöyle: “Od… amaaaa… serdim haliiii, od… amaaa serdim haliii…” Malûmunuz “od” ateş demektir. Dikkatli olun ha.

Saksağan-3: Cinemascope’un Genel Yayın Yönetmeni oluyoruz ya, telefon eden vatandaş santrala daha dergimizin adının ilk yarısını söylerken, yani “sinemas…” derken bendenize bağlıyorlar; telefonu açtığımda -yalandır- “…kop” hecesini duymak şerefi bendenize nail oluyor (bir cehalet örneği, aslında “nasip oluyor” demem lâzım). Zeytinburnu’ndaki CineCity Sinemalarının kokteylli açılışından gelmişim, Haziran sayımızın son kontrol ve tashihlerini yapıyorum, günlerden 26 Mayıs, saat 16 sularında gelen telefonda vatandaşın birisi dedi ki: “Beyefendi ‘sinemaşop’ adında bir dergi çıkarıyormuşsunuz…, vs.” dedi. Cümlenin başı dikkatimi çektiği için devamını yazmadım. “Şop”, malûmunuz sevgili memleketimizdeki kimi sevgili vatandaşlarımızın kullanmaktan zevk aldığı İngi/rkçe diline ait bir kelimedir, İngi/lizce “shop” kelimesinden türetilmiştir. Gittikçe evrenselleşen ve karma bir dil haline gelen güzel Tü/rkçe’mize göre ise “dükkân” mânâsına gelmektedir.

Saksağan-4: Sanıyorum 2 – 3 ay önce “Milenyum Kovboyları – Blade Squad” deye bir film özel Ti-Vi’lerimizden birinde gösterilmişti; Yancey Arias, Kirk Baltz oynuyordu. Bu ay sinemalarımıza gelecek olan “Uzay Kovboyları” da Clint Easwood’un, eski kurtlardan Tommy Lee Jones, Donald Sutherland ve James Garner ile birlikte çevirdiği bir film. James Garner 1970’lerde çok sevilirdi; o yıllarda Ulus Film tarafından sinemalarımızda gösterime çıkarılan “Hızlı Şerif” adlı western-komedi filmi o kadar hoşuma gitmişti ki 4 – 5 kez izlediğimi hatırlıyorum ve o gün bugündür James Garner’a özel bir yakınlık duyarım.

Saksağan-5: Nisan ayında yapılan baskında kaçak DVD ve CD gösteren Cihangir’deki “KOFİKA” namıyla maruf kafeteryanın ilgilileri -aldığım istihbarata göre- filmlerin yasal temsilcilerinden gösterim izni almak için girişimlerde bulunmuşlar. “Bu da kötünün iyisidir” deye duyurayım dedim. Kaçırdığımız filmleri kendilerini riske atarak göstermelerinin sebebini de öğrendim. Neymiş biliyor musunuz? Şuymuş, şu: “Sinema seven öğrenci kesiminden sürekli ‘kaçırdığımız filmleri görmek istiyoruz’ talebi geliyor… muş, kültürel amaçlıy… mış, gençliğin sinemaya kazandırılması düşünülüyor… muş, beş-altı kişinin izleme yapabileceği bir DVD gösterim yeriy… miş, sinema ve reklâm sektöründe oniki yıllık geçmişe sahip olan ve sektörde okul olarak hizmet veren Feşmekan Film’in de teşvik ve desteği var… mış, hâttâ ticari bir amacı yok… muş.” O zaman neye bir kişiden 10 melyon TL alıyorsun yahu? Ayıp değil mi; bizim sinemalarda istediğimiz 3 melyona vatandaş sızlanırken?

Sadi Çilingir

Asansör

Önce Ufak Tefek Bir Taş: Harbiye Ergenekon Cad. başındaki “Salaş Bir Yer”in ışıklı panosunun iki yanına Nişantaşı Mövipleks’in gösterdiği ve göstrcği filmlerin afişleri asılıyor. Bir iki aydır “göstereceği” panosunun bir kanadı hep boş duruyor. Niy’çün? Mega Movie Dergisi’nin eksik sayılarını almak için Özen Film’in Halkla İlişki Müdürü’ne gittim, “Toplantısı var” dediler. İkinci kez gittim, “Yanında biri var” dediler. Üçüncü kez gitmedim, tel. ettim, “Çok yoğun, kabûl edemeyecek” dediler. “Duyun Beni”, Neşe Karaböcek’in (Karaböceğ’in okunur) bir filmidir.

Sonra Gül: “Ağır Roman”ı görmedim. “İstanbul Kanatlarımın Altında” iş yaptı, ama benim kanaatime göre iki yıldız, yani izlenebilir bir film idi. Zat-ı Sadi’m film eleştirmeni olmamakla birlikte Mustafa Altıoklar’ın son zamanlarda eleştirmen milletine verip veriştirmesi nedeniyle ve filmin konusunun dar mekânda geçmesi yüzünden beğenmeyeceğim ve sıkılacağım şartlanması ile “Asansör”ün galasına gittim. Önce Sinema Dergisi’ndeki eleştirmenlerle ilgili teferruatlı açıklamaları okuyunca Altıoklar’a hak verdiğimi belirteyim. Benim anlayışıma göre hiçbir filme izlenemez denemez. Netekim iki sayı önce bizim gazetenin yıldız tablosunda “tek yıldız açıklamasına” izlenemez notu yazıldı; hemen muhalefet şerhimi koydum. “Aakıdişlee” dedim, “Ben tek yıldızı ‘Eh’ manâsına veriyorum, kat’iyyen ‘izlenemez’ diye bir kanaatim yoktur”. Onlarda hemen değiştirdiler.

Adam çuvalla para dökmüş, karda, kıyamette, onlarca, yüzlerce kişi çalışmış; Hıncal Uluç oturduğu sıcak hava püskürtmeli odasında ahkâm kesiyor, “Salkım Hanım’ın Gerdanlığı”na “Salkım salkım dökülen film” diyor. Eee senin yaptığın nedir? Şişik bir lastik peşinden 22 tane adam koşuyor, 3 tane “Siyah Giyen Adamlar”da trafik polisliği yapıyor. Eninde, sonunda, alt tarafı, üst tarafı, yan tarafı, şişik lastiği, yani “Top” Hıncal, iki direğin arasından geçiriyorlar. Gazetelerde yüzlerce adam “Yaz babam, yaz” gayretine giriyor. Sen de bunlardan birisin. Ağa. (“Asansör”e bir sütun yetmedi; devamı haftaya kaldı. Ben ne yapayım?).

Haftanın İncesi: “Poseydon Macerası”nın Cumhuriyet’teki TV tanıtım yazısında “Geçmiş yıllarda TRT TV.de de gösterilen…” diye bir cümle var. Bu film 1973 yılı Aralık ayında sinemalarda gösterildi ve ben Yeni Melek Sineması’nın 2. balkonunda seyrettim. (Üretim Tarihi: 30.11.1999).

Sadi Çilingir