Kategori arşivi: Yazılar

Persepolis – Modern Bir Masal

Bir varmış bir yokmuş… Zamanlardan bir zamanda, doğunun güzel diyarlarından birinde bir memleket varmış… Perslerin yaşadığı bu güzel yere, Persepolis adını takmış öykünün biricik kadını. Memleket güzel mi güzelmiş, biricik kadın da öyle. İkisi de tarihlerinde inişler-çıkışlar yaşamış. Çok görmüş çok geçirmişler.

Persepolis yıllar içinde binbir ihtilâlden, yönetimden geçerken içinde yetişen biricik kadın da içinde bin bir ihtilâl yaşamış. Tıpkı bizim güzel memleketimiz ve güzel kadınlarımız gibi. Biz ortadoğu toplumlarının kadınlarının hali yamandır. Hem ortadayızdır, hem doğuda, hem de eğitimlerimizle batıda. Batıyı bir batılıdan daha iyi tanırız, çünkü onu dışardan inceleriz ama hiçbir zaman batıyı yaşayamayız çünkü anlamsızdır bizim için. Belki biraz ayıp edeceğim ama yüzeyseldir batı en doğru tabiriyle. Köklerimizin çıktığı yerde, doğuda öyle zengin bir kültür vardır ki, batıdan öğrendiğimiz analitik düşünce hiçbir zaman onun yerini tutamaz.

Doğuda zaman yoktur, mekân yoktur. İnsan vardır. Tüm zamanlarla tüm mekânlarla iç içe bir hayat sürer. Bu yüzden masal gibidir. Zamanlardan zaman içinde… Dinler tarihi üzerine yazmıyorum. Bakın masallarımıza. Bizim masallarımızda Keloğlan yola çıkar, gider de gider. Bir sürü şey öğrenir ama hep gider. Öyle batı kalıbında giriş-gelişme-sonuç değildir anlatılanlar. Vardır dersleri ama öyle kesin hatlarla çizilmemiştir. Yaşayarak özümsenir.

Minik kızımız da işte böyle güzeller güzeli bir diyara açmış gözlerini ilk. Ortadoğunun en köklü kültürlerinden birinin bağrında doğmuş. Ama memleketi daha o küçük yaştayken kaynıyormuş. O daha doğmadan önce de kaynamışmış bir kere. O doğmadan Şah geçmiş başa, onun çocukluğunda da dini yönetim gelmiş. Bununla da bitmiyor tabii. Sen alıp, komünist aileden gelen bu kızı bir de dini yönetimde harcanmasın diye Viyana’ya Fransız okuluna yollarsan, olacakları gör. Kızımız bir güzel en bir soğuğundan Alman kültürünün bağrında sanki Alman kültürü yetmezmiş gibi Fransız okuluna gitsin. Benim de sık sık düşündüğüm bir şeyi dile getiriyor filmde: Onca kitap okudum, yine de hala bu batı kültürüne dair anlayamadığım şeyler var.

Sırf bu yönden değil, Persepolis’in biricik kızı bizlere, 80 kuşağı Türk kadınlarına bir çok yönden çok benziyor. Aşkı iliklerine kadar yaşıyor. Öyle ki filmin bir yerinde bunu da çok güzel dile getiriyor. Onca ihtilâl gördüm, ölüm gördüm ama beni banal bir aşk hikâyesi ölümün eşiğine getirdi. Doğrudur, her şeye meydan okuyabiliriz. Güçlü kadınlarız biz. Ama kalbimizden vurulmaya görelim, en ağır yaralar orada açılır. Bu kocaman kalpli minik kadını bir aşk budalası da sanmayın. Az sever, öz sever. Ve gerektiğinde kendini de ilişkilerini de bir bir eleştirir. İlişki dediğimiz şeyle aşk aynı değildir ne de olsa. Bu yüzdendir ki ilk evliliğini bitirmeyi de öğrenir.

Filmin incisi kanımca anneannedir. O sağlam duruşu, mükemmel hayat görüşüyle tam bir anaerkil kadındır. Öyle olağanüstü bir karakter değildir. Hepimizin anneanneleri, babaanneleri gibidir. Biriktirdiği hayat deneyimleriyle, onları güzel aklıyla işleyişiyle engin bir denizdir o. Bakınız anneannelerinize, babaannelerinize. Bir sözleri bin nasihat barındırır. İnce elenmiş, sık dokunmuş öğütlerdir bunlar. Yılların çınarlarının nesillerine aktardıkları özlerdir. Günümüzün özenti dünyasında bazen onlarla bağımızı yitiririz, yollarımızı kaybederiz. Yine böyle bir zamandaysanız, bir durun, tek yapacağınız o yüce ninenizi aramak, onunla biraz sohbet etmektir. Onun bilgelik pınarından içmektir. Bir de hayatta olduğuna dua edin. Çok şanslısınız.

Filmin anneannesi en kök değerleri anlatır torununa. Kendini, nereden geldiğini hiçbir zaman unutmamasını, her zaman kökleriyle gurur duymasını öğretir. Herkese eşit, hakkına göre davranmak gerektiğini, kendi çıkarları için başkalarını ezmemesini öğretir. Gönlü geniş, başı dik biri olmasını sağlar. Minik kadınımızın kendisiyle yaptığı en büyük yüzleşmelere vesile olur. Kocasıyla ilişkileri yürümediği için ahlayıp vahlarken anneannesi küçük kadınımıza kadın olmanın dersini verir. Ona ağlamayı kesmesini çünkü ağlamasının ayrılıyor olmasından değil, hata yaptığını kabûl edemiyor olmasından kaynaklandığını söyler. Hepimiz aslında bir ilişkiye veda ederken buna ağlamaz mıyız? Üzüldüğümüz aşkımız kaybetmek değildir. Aşk olsa oralara varmayız zaten. Üzüldüğümüz çoğunlukla aşk nesnesi olarak seçtiğimiz kişinin gerçekten aşk nesnemiz olmadığını fark etmemizdir. Oturup ağlarız, nerede ne hata ettikde bu kişiyi seçtik diye. Ve onca emek vermişsek (hem çevreyi hem de kendimizi onun “O” olduğuna inandırmak için) hayal kırıklığımız dillere destandır. Kabûllenemeyiz işte. Yeni bir sayfa açmanın cesaretini toplamak yerine çoktan eski olmuş kişi için yanar yakılırız.

Eğer bizim gibi kadınların hikâyelerini görmek, hissetmek istiyorsanız, seyredin bu filmi. Ben sinemada izlemekle kalmadım, DVDsini de edindim. Arada sırada izleyip, kim olduğumu hatırlamak için kullanıyorum. Kendimle ve benim biricik kadınlarımla gurur duyuyorum. Çünkü bizler öyle köklerden geliyoruz ki o kökler engin zenginliklerle dolu. Filmin en güzel sahnelerinden biri de anneannenin her gün güzel kokmak için sutyenine yasemin çiçekleri doldurduğunun anlatıldığı sahnedir. Öyle deodoranttı, parfümdü değil, en doğalından kokularla donatır kendini bu kadınlar. Ben böyle incelik, çevreye ve kendine saygı görmedim. Her izlediğimde şakır şakır ağlamaya başlıyorum o sahneyi. Evet, biricik kadınlarım, hepimize yasemin kokulu günler dileğiyle. Özümüzü unutmayalım.

(01 Temmuz 2008)

Nur Özgenalp

Kung Fu Panda

Kung Fu’su Çin’den, Pandası Amerika’dan… Çin-Amerikan ortak yapımı olan filmde iki kültür birbirine karışınca ortaya Kung Fu sever Panda Po çıkmış. Sadece çocuklara değil her yaştan animasyon sevenlere hitap edecek süper komik bir film Kung Fu Panda.

Kahramanımız Po doğası gereği sürekli yemek yeme potansiyeli olan bir Panda. Aslında Po gece gündüz fast food tüketen Amerikalılardan da pek de farklı değil.

Antik Çin’deki bir restoranda babası ile birlikte çalışan Po, aslında tam bir Kung Fu hayranıdır. Babasının restoranı ona devretmek istemesi ve onun üzerindeki hayalleri hiç umrunda değildir.

Günün birinde Barış Vadisi’ni korumak için bir Ejderha Şavaşçı seçileceği haberi Po’yu sevinçten çılgına çevirir. Küçüklüğünden beri hayranı olduğu Kaplan, Turna, Peygamber Böceği, Engerek Yılanı ve Maymun’dan oluşan Öfkeli Beşli’yi görme fırsatını yakalayacaktır. Po seçmenin yapıldığı alana girmeye çalışırken bir anda kendini alanın tam ortasında bulur.

Seçimi yapacak olan Kung Fu’nun yaratıcısı Bilge Oogway, Po’yu Ejderha Savaşçı olarak seçer. Tabii doğdukları andan bu güne Ejderha Savaşçı olarak yetiştirilen Öfkeli Beşli ve onları yetiştiren hocaları Shifu bu durum karşısında çok sinirlenir. Kung Fu’ya dair hiçbir yeteneği ve esnekliği olmayan bu koca çocuk bir zamanlar Shifu’nun eski öğrencisi olan Kar Leoparı Tai Lung’u nasıl yenecektir? İşte film Shifu’nun Po’ya dövüş sanatının inceliklerini onun dilinden öğretmeye başlamasıyla çok keyifli bir komediye dönüşüyor.

Film bir derya deniz olan DreamWorks’un bütün avantajlarından yararlanmış. Yetenekli senaryo yazarları Jonathan Aibel, Glenn Berger, Shrek ve Madagascar gibi başarılı animasyonlara imza atan Mark Osborne, John Stevenson ikilisi de muhteşem bir iş çıkarmışlar. Seslendirme de zaten ayrı ayrı birer yıldız olan isimlerle çalışmaları işin kalitesini iyice yükseltmiş.

Ancak bizim seslendirme kadrosunun da hakkını vermek lazım. Filmin önemli karakterlerinde Po’yu seslendiren Okan Yalabık ve Usta Shifu’yu seslendiren Köksal Engür oldukça başarılıydı. Orijinal versiyonunda Usta Shifu’yu iki Oscarlı Dustin Hoffman ve Po’yu ünlü komedyen Jack Black’in seslendirdiğini görünce Yalabık ve Engür’ün oldukça zor bir işin altından alınlarının akıyla çıktığını söyleyebiliriz.

Bir şeyi gerçekten isterseniz ve ona bütün kalbinizle inanırsanız başaramayacağınız hiçbir engel yoktur. Koca göbekli tembeli uykucu bir panda seçilmesi de bu gerçeği doğrulamak için oldukça uç bir örnek. Bu anlamda filmin hem çocuklar hem de çocuk ruhlu büyüklere yol göstereceği kesin. Filmi izledikten sonra eminim süper bir pozitif enerjiyle salondan çıkılacağı kesin. Tabii önemli olan bunu bütün bir hayatımıza yaymak. Bunun içinde öyle çok özel şifreler, öğretiler ve sırlar aramayın. Filmde de vurgulandığı gibi “Gizli Tarif Diye Bir Şey Yok”

(27 Haziran 2008)

Gizem Ertürk

Üç Maymun, Türk Sinemasını Kurtarır mı?

Geçen yıl Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü kim kazandı? Bu yönetmenin ülkesi ülkemizde ne kadar tanındı? Nuri Bilge Ceylan’ın filmi Üç Maymun bu yılki Cannes’da öne çıkan filmlerden biri idi. Önemli bir ödül alması bekleniyordu, Festival politikasının her filme bir ödül verme uygulamasının sonucu, bizim filmimize En İyi Yönetmen ödülü verildi. Cannes küçümsenecek bir festival değil, bizdeki Oscar meraklılarına Cannes veya Venedik’de ödül almanın Oscar almaktan çok daha önemli olduğunu birilerinin söylemesi gerekir. Öncelikle bu.

Sonra, bu ödülü almanın yurt içinde ve dışında filme ne olanaklar sağlayacağı. Bu olanakların yurt dışında daha fazla olacağı kendisini şimdiden belli ediyor. İçerde ise Ceylan’ın meraklıları zaten filme gideceklerdi, Cannes kazanımının etkileyeceği seyirci de olacaktır.

Fatih Akın ve Ferzan Özpetek’in Almanya ve İtalya’da yaptığı çok uluslu filmlerde ülkemizin de ortak olduğu filmler var; her ikiside filmleri ile adlarını duyururken, yaptıkları filmlerde Türk unsurları (oyuncular veya “filmin kahramanı”) da kullanıyorlar. Ceylan ise oyuncular ve kahramanları ile daha “yerli” filmler yaparken ortak yapımlar yaparak filmlerine hem dış pazarları açıyor, artık adını iyice duyurmuş olması ile kabûl görmesi daha kolay olan festivallerde ödül alması da, filmlerine yeni olanaklar sağlıyor.

Uzun süre film üretimin 100 filmin üzerinde seyrettiği Yeşilçam döneminde, komşu ülkelerle yapılanların dışında pek ortak yapım yapılmaz iken, filmlerimizinde uluslararası festivallere katılması bile pek sık olan bir olay olmazdı, ama o zamanlar da kişisel bazı arayışları içeren filmlerin buralara ulaştığı olmuştur.

Akın ve Özpetek sadece iki kişi değil, Almanya’da Akın’ın ardından gelen daha genç yönetmenlerin filmleri ülkemize sızabiliyor, devamı da olacağa benziyor. Türk asıllı bu yönetmenlerin film ürettikleri ülke sinemaları içinde (ki yetiştikleri sinemalar da budur) o sinemaya ait Türk (kökenli) yönetmenler olmaları, sinemamız içinde önemli ama, bu filmlerin aidiyetinin ne kadarı Türk Sinemasına aittir. ABD’de film üreten yönetmenlerimiz de var. Geçtiğimiz yıllarda geldiği kökeni olan ülkesinde birkaç filmde oynadıktan sonra geri dönen Can Togay’ın da yönettiği filmi sinemamız kapsamında sayabilir miyiz.

Üç Maymun’un başarısı önemlidir, salt bu başarı ülkemiz sinemasını dış pazar için tek başına önemli kılmaz; sinema tarihinde bir zamanlar Brezilya’nın Cinema-Nova’sı, son yıllarda İran Sineması konu ve üslûp birlikteliği ile ama kişisel sinemalarla bir ekip (dalga) olarak geliyorlar. İç piyasada bir çok yönetmenin ortaya çıktığı son yıllarda, ortak yapım olarak veya olmayarak, uluslararası piyasada kabûl görebilecek daha fazla filmin yapılması ve bunların, Üç Maymun’un açtığı yoldan gitmesi, sinemamıza dış pazar hazırlayacak, iç piyasanın -yeterince- doyurmadığı sektöre destek olacaktır. (Bu görüş, dış pazar veya festivaller için yapmak anlamına gelmez, yabancıların belli beklentilerine cevap aramak yerine iyi sinemaya (!?) ulaşmamız gerekir. Sinema içerik ve biçim olarak devamlı yeni arayışların peşinde, ama klâsik anlatımla da yeni bir şeylerin yapılması her zaman mümkündür.)

*****

Cengiz Aytmatov

Beyaz Gemi, Kopar Zincirlerini Gülsarı, Cemile peşi peşine okurun karşısına çıkmışlardı, sonradan seyircinin de karşısına çıktılar, Aytmatov okunan bir yazar olmasının yanında sinemaya verdiği ürünlerle seyredilen bir yazardı da. Selvi Boylum Al Yazmalım Ali Özgentürk tarafından sinema için yazılırken usta Atıf Yılmaz eli ile de sinemamız için bir kült filme dönüşecekti. Aytmatov böylece sinemamızın elemanlarından biri olacaktır, sinemamızın seyircisi için uzun bir süre daha anımsanacak filmlerden olan Şoray’lı, İnanır’lı ve de Mekin’li Al Yazmalım hatırlandığı sürece, Aytmatov’da yaşayacaktır. İyi bir kalem aramızdan ayrıldı. Bu kalemin ülkesinde eserlerinden yapılan filmler yanında, biriside sinemamız yolu ile, perdeye yansıdığı sürece hep aramızda olacak (filme katkıda bulunanlar ile beraber.)

(27 Haziran 2008)

Orhan Ünser

27 Haziran 2008 Haftası

“Wanted”, sıradan bir insanken, içinizde saklı tepki gücünü kullanıp kaderinizin kontrolünü ele geçirebileceğinizi ve adrenalin düzeyi hızla yükselebilen bir aksiyon insanına/katile dönüşebileceğinizi söylüyor: Şiddeti bir doz daha yükselten çarpıcı stilini ağzınız açık bir hayranlıkla izlerken, aman dikkat, yan etkileri zararlı olabilir!

Not: Bir sevgili okur, filmi aksiyon-maceraya boğulmuş ıvır zıvır sandığımı, resim aralarındaki ciddi enformasyonu görmezlikten geldiğimi yazmış. Yukarıdaki cümlede filmi hafifsediğime dair bir ima yok; aksine inanılmaz bir hayranlıkla izleyebileceğiniz stiline övgü var ki, filmin başlıca satış unsuru da bu özelliğidir… ‘Yan etkileri’ dediğim, tam da bu noktada, hemen hemen tüm ‘çizgi roman’ların ve her tür uyarlamalarının dokusuna sinmiş bir tür ‘adalet’ duygusunun, aslında, ABD’nin derin-gizil güçleri (yani kabaca paraya sahip olanlar) tarafından, bu gösterişli stillere ‘âşık olup vurulan’ dünya vatandaşlarının kolektif belleğine ustalıkla yerleştirilmesiyle ilgili. Zaten farkında olduklarını varsaydığım okurların gözünün içine sokmaya gerek duymadığım için ‘yan etkiler’ demişim. Okurumuz bu noktada haklı; dünyayı hızla yok etmeye götürdüğü halde, hala doymak bilmeyen bir sistemin rahat işlemesi için çekilen ‘ayarlar’la da ilgili “Wanted”… ‘Vaka-i adiye’ olduğundan, altını kalınca çizmedim, bağışlayınız. Teşekkürler.

“Timsah: Nehrin Dişleri”, yaşam alanına/bölgesine girenlere saldıran çok iri timsahı haklayarak, bir kez daha, tüm canlıların en yok edicisi/vahşisi olduğunu ispatlayan insanoğlundan bir grubun içine dâhil olmak isteyenler için… Şahsen ahlak dışı bulduğum film türüne bir örnek!

“Senden Başka”, mutsuz karakterlerin gerçek aşkla tanıştığı ‘Made in USA’ yapımı romantik güldürülere saygı duruşunda bulunan, orta halli Fransız filmi: Kadın karakteri bilemem ama erkekle empati kurulması ve ona sempati beslenmesi biraz zor!

(24 Haziran 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

20 Haziran 2008 Haftası

“Utanç”, Afganistan’da çocukluk yaşamanın, oyunla gerçeğin, dostla düşmanın, ölümle hayatın birbirinin içine geçtiği bir talihsizlik, bir acı ve onulması güç bir yürek yarası anlamına gelebileceğinin net ifadesi: Bu film Batılıların vicdanlarını sızlatmanın ötesinde kime ne mana ifade etmekte, öğrenmek isterdim!

“Öldür.com”, her işin acımasız rekabete dayandırıldığı şu ‘çıldırmış dünya’da, internette ‘naklen ve işkenceyle insan öldürme’ sitesi kuran, öldürme hızını da tıklayanların sayısıyla doğru orantılı ayarlayan ‘pisliğin’ izinin sürülmesi ekseninde gözünüzü kırpmadan izleyeceğiniz bir polisiye-gerilim: Senaryonun zekiliğine, yönetimin ustalığına, oyuncuların karakter yapılandırmasına, görüntünün karamsar ve müziğin tedirgin tonlarına bayılacaksınız; siz sinefiller tabii!

“Made in Europe”, ‘kâğıtsız’ ve ‘hiçbir yersiz’ göçmenlerin, dünyanın ‘her yerinde’ nasıl da ‘yaşayamadıklarını’ , inanılmaz derecede ‘gerçek diyaloglar’la, trajediden komediye uzanan bir alan içinde ilgi alanımıza dâhil ediyor: Bu ne yaman bir yönetmen böyle!

“Hızlı Yarışçı Speed Racer”, sinemanın anlatım olanaklarının sonsuzluğunu, son teknolojinin yanı sıra geleneksel tekniklerden de yararlanarak vurgulamasının yanı sıra, adamakıllı bir aile öyküsü sunuyor: Geniş ekranda film izleme nedenlerinizin tamamına yakınını karşılayan bir film!

“Gelin Benim Olacak”, birini ömür boyu sevebilmenin mümkün ve bunun için bazen en yakınımıza bakmanın yeterli olabileceğini -kaliteli güldürünün çatısı altında- söylemekte: Hikâyeyi zenginleştiren tiplere en az başroldekiler kadar bayılacaksınız, eminim.

(18 Haziran 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Sinemamızda Yeni Bir “Şey”ler Oluyor…

Yeşilçam’ı bir sokak adı olmaktan öteye taşıyan, sinemamızla özleştiren, çerçevesi belirlenmemiş, zaman içinde oluşturulmuş bir anlatım dilini kapsayan, sinemamızın tarihsel sıralanmasında ise uzunca bir bölümü oluşturan bir süreç; Yeşilçam Sineması. Seyircisi bilir (beklenti), yapımcısı bilir (garantiye oynama), yönetmeni bilir, oyuncusu bilir, en önemlisi “öyküleri” yazan senaryocusu bilir (üç’ü birden, kalıpları uygulama), filmler ona göre üretilir. Bu dönem öncesi ve başlangıcında, yapım aşamasında farklılıklar görülecektir, Yeşilçam sürecinde yapım aşaması kendi geliştirdiği kurallara oturacak, dönem sonrasında da bu ilişki giderek çözülerek hayli değişecektir. Yapım işlerinin yapısallığı ilişkilerine girmeden, içeriğe kısaca bakmak gerekirse, bir önceki cümlede belirttiğim gibi, çerçevesi -“net”- belirlenmemiş kalıpların uygulanmasıdır, -ticari sinemalar için- film yapmak. (belirli bir pazara ürün yetiştirmek). Bu pazarda çalışan firmalar içinde, olanakları daha bol olanlarda olduğu gibi kısıtlı olanlarda vardır. Bazısı uzun zaman çalışır, bazısı kısa süreli, ortak söylenebilecek tek söz tüm bu çabaların bir sermaye birikimi olmadan yapılmasıdır. Bu dönem içinde doğal ki kimi kişisel çıkışlar yapılacak, kendi kendini belirleyen kalıpların dışına çıkma girişimleri olacaktır, ama bunlar hep “münferit” kalmıştır.

Sinemamız üzerine yazılan yazıların çoğunun ortak noktası, belirli kalıpların, pek de yenilik göstermeyen bir dille anlatılmasının eleştirilmesidir. Bu kalıpların dışına çıkılmasının sonuçlarının kestirilmesi ise hayli zordur. Sinema tarihimize geçmiş bir olay olarak, hayli ilginç Günahsız Fahişe (Kamelyalı Kadın) bunlar içinde öne çıkacaktır. Film Alexandre Dumas Fils’in roman olarak da ilgi görmüş Kamelyalı Kadın’dan uyarlamadır. Konusu o günlerde (1957) yerleşmeye başlamış Yeşilçam kalıplarına çok uygundur, sonraki yıllarda da çeşitli kereler filme alınacaktır. (“Ben Bir Sokak Kadınıyım” – E. Eğilmez; “Beni Unutma” – O. Elmas). Fakat Şakir Sırmalı’nın Günahsız Fahişe’si seyirciden tepki gördüğü gibi, eleştirmenlerden de tepki görür. “Sinema kurallarına ters düşen tutumu yüzünden büyük tartışmalara yol açar” (*) Çok bilinen ve tekrarlanan bir konuda, peşinen benimsenmiş kuralların dışına çıkılması, sinemamızın bu ilginç sinemacısının da sonu olacak ve yönetmenlik çalışmaları bitecektir. İlginç olan bir başka yan da Sırmalı’nın ilk filmi Unutulan Sır (Domaniç Yolcusu) da (1946) sinemamız için ilginçlik taşır. Kurtuluş Savaşı sırasında geçen bir olayın araştırmasını anlatan film “geri dönüş” (flash-back) kullandığı için seyirci tarafından -bir sava göre- anlaşılmaz ve tepki görür ve sonucunda sinemamızda -hiçbir kısıtlama getirtilmediği halde- flash-back kullanımı yapılmaz.

1960 yılında ilk filmini çeken IDHEC mezunu yönetmen Atilla Tokatlı, filmi Denize İnen Sokak’ı nerede ise gösterime sokamaz. Ulvi Uraz, Ayfer Feray gibi o günlere sinemamızda yardımcı oyunculuk yapan oyuncuların baş rollerde oynadığı film, ele aldığı sıradan insanların öyküsü ve “değişik” (!?) sinema dili ile seyirciye ulaşamaz. Avrupa’da bir çok festivalde gösterilir, Locarno, Karlovy Vary festivalleri… Seyirciye ulaşmayan bu filmin -o günlerde ölü sezon sayılan- yaz sezonunda İstanbul’da bir bahçe sinemasında Fransızca alt yazılı olarak gösterildiğini duymuştum. (Her halde festivallere gönderilen kopya olacak)

50’li yıllarda başlayan Yeşilçam süreci 70’li yılların sonunda tamamlanır, toplumsal olayların farklı gelişmeler gösterdiği, genel huzurun bozulduğu günlerde sinema seyircisinin evlerine kapanması yanında televizyon yayınlarının artması nedeni ile bazı filmler giderek sayılarını artırarak konularını genel geçer kuralların dışına çıkardılar. Yapım ilişkilerinin gösterdiği çözülme sonunda film sayıları giderek azaldı ve yeni yapılan filmler artık “yapımcı” döneminden sonra “yönetmen” dönemini başlattı diyemeyeceğim. Evet, önceki dönem “yapımcı dönemi” idi. Sonrasında yönetmenler, önceki döneme nazaran çok farklı yollardan kendilerine finans sağladılar ve -yapımcı kontrolü olmadığı için- kişisel konuları ele almaya başladılar. Teknik olarak digital çekimlerin giderek daha itibar görmesi, gündeme gelen kişisel konulara paralellik göstermeye başladı. Zeki Demirkubuz’un ilk filmlerinden sonra sinemasını giderek durağanlaştırması, fotoğraf özelliği taşıyan Nuri Bilge Ceylan sinemasının ilk dönemde aile içi filmler yapması, sinemamız için değişik gelişmelerdi.

Sinemamız, kendisine yönelip sinema üzerine zaman zaman filmler yapmıştır, bunlar genelde çoğunlukla “esas olarak” sinemayı ele alınmaz. Bu alanda yapılan filmlerden biri olarak Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (Emre Akay – Hasan Yalaz) ilginçlik gösteriyor. Filmin ilk üçte biri yönetmenin (lerin) cast çalışmasını içeriyor. Geri kalan bölüm ise, bir film çekecek yönetmenin oyuncusu ile çalışmasını (!?) anlatıyor, sinemanın ürünü filmin çekilme aşamasının değil de öncesinde oyuncu üzerine çalışması (zorlaması) anlatılıyor. Yeşilçam döneminde hayali bile kurulamaz bir biçimde. Bir olayın anlatılması olgusuna dayanan Yeşilçam sinemasına karşın, son zamanlarda oyuncuların kamera karşısında konuşmalarından ibaret filmler çekilebiliyor, filmlerde “olay anlatılması” artık azınlıkta kalmaya başladı.

Dünya sinemasında da benzeri görülen bu yeni “anlatım” biçimleri, her yönetmenin farklı anlayışları ile yeni ürünlerle karşımıza çıkmaya devam ediyor ve edecek; yıllarca kalıplaşmış yapısı ile seyirciye ulaşan filmler artık, bu yeni formatları ile zaman zaman seyirciye ulaşma olanağını yitiriyor. Son yıllarda iyice azalan film sayısının giderek artım göstermesi, yeni denenen formatların izlenmesini gerekli kılıyor. Çünkü sinemanın -tüm dünyada gösterdiği değişim yanında- gösterdiği değişiklik, herhangi bir filmde -“bize”- yepyeni sürprizler hazırlayabilir.

(16 Haziran 2008)

Orhan Ünser

Utanç

Kapalı kapılar ardındaki sonsuzluk olarak nitelendirdim İran Sineması’nı hep. Tüm yasaklamalara rağmen nasıl mucizeler yarabildiklerini gördüm. Hayretler içinde ve imrenerek izledim filmlerini. Her seferinde de yüreğimde bir sızı duydum… Sanıyorum bu düşünceler gerçek sinemaseverler için genel geçer. Bu yüzden filme geçmeden önce böyle bir atıfta bulunmak istedim.

Buda’nın gürültüyle patlayışına tanık oluyoruz. Bu oldukça sarsıcı bir giriş. İrkiliyoruz. Hemen ardından Baktay isimli küçük bir kız çocuğunun kocaman simsiyah gülen gözleriyle buluşuyoruz. Komşu çocuğu Abbas’ın ders çalışmasını hayranlıkla izleyen ama kendisi küçük kardeşine bakmak zorunda olan küçücük bir kız çocuğu Baktay. Üstelik çok da zeki.

Abbas’ın; defteri ve kalemi olursa onu da okula götürebileceğini söylemesiyle hikâye akıyor. Bunun için paraya ihtiyacı var. Annesini hiçbir yerde bulamayan küçük Baktay gerekli parayı elde etmek için küçücük ellerinden taşan 4 yumurta ile pazarın yolunu tutuyor. Bitip tükenmeyen bir azimle tüm pazarı dolaşıyor.

Okuma aşkıyla yanıp tutuşan tüm kız çocuklarının çok da umursanmaması gibi Baktay’ın yumurtalarını satmak için verdiği mücadele de pek umursanmıyor. Deste deste paraları olan kocaman adamlar bile… Bu noktada Baktay’ın onlara sorduğu çok yerinde bir soru var. “Ne yapacaksınız o kadar parayı?” Bu sadece çocukça bir merakla sorulan bir soru değil. Bu kapitalist düzende bitip tükenmeyen para hırsı içinde olan insanları işaret eden bir soru. Baktay’a defter almak için gereken para fakir bir işçiden gelmesi de tesadüf olmasa gerek. Hem de bir ekmek karşılığı.

Yumurtalardan ikisi kırıldığı için yalnızca defter almaya parası yeten Baktay’ın kalemi annesini ruju oluyor. Ancak Baktay’ın çilesi burada bitmiyor. Abbas ile birlikte okula giden Baktay okula alınmıyor. Orası erkek okulu ve kız okulu nehrin diğer tarafında. Küçük Baktay’ın “Allah aşkına bana bir şey öğretin” feryadı Allah’ın adını gereksiz yere ağzına alma cümlesi tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Ancak Baktay ısrarla birkaç kez geri geliyor. Bu harekette düzene karşı olmayı ve mücadeleyi görüyoruz.

Çaresiz nehrin diğer tarafına geçmek zorunda kalan Baktay bu kez de yolda savaş oyunu oynayan küçük çocukların oyununa kurban seçiliyor. Her seferinde de okula gitmesini engelleyecek bir başka engel… Taliban rejiminin soğuk nefesi küçücük çocukların bile kalplerini öyle dondurmuş ki buna oyun diyemiyoruz. Zaten Hana Makhalbaf’da öyle inandırıcı kılıyor ki oyunu bir anda yüksek bir gerilimin içinde buluyoruz kendimizi.

Çocuklar Baktay’ın çantasında ruj buldukları için onu putperest olmakla suçluyor. Elinde defter olduğu için de kız olduğundan dolayı aşağılanıyor. Küçük çocuklar tarafından resmedilen ülkenin bakış açısının gerçeği. Makhalbaf yeri geldiğinde sadece bir cümle ile bazen de bir damla göz yaşı ile derdini ustalıkla anlatıyor.

Sonra Taliban’ın askerlerini oynayan çocuklar ile Amerikan askerlerini oynayan çocuklar savaşıyorlar. Bu sırada küçük Baktay fırsattan yaralanıp okula gitme mücadelesine devam ediyor.
Sonunda okula varan Baktay bu kez hem cinsi ve yaşıtı küçük çocuklar tarafından dışlanıyor. Kız çocuklarında da erkek çocuklarına empoze edilen yaklaşımın bir başka sunumunu görüyoruz. Erkekler daha vahşi daha acımasız, kızlar da bencil ve umarsız…

Bu tabii çocukların suçu değil… Henüz küçücük bir çocukken beyinlerine kazınan bağnazca sistemin kurbanları bu çocuklar. Asla direnmemeleri, boyun eğmeleri öğretilen çocuklar. Çünkü direnen, karşı koyan, reddeden yok edilir. Bunu öğreniyorlar.

Tıpkı filmin sonuna kadar direnen küçük Baktay’ın son sahnede oyuna oynamaya mecbur bırakıldığı gibi. O son söz de hiçbir şeye hacet bırakmıyor; Öl, ancak ölürsen özgür olabilirsin… Bu sözle birlikte bir minik kızında sistemin içinde ezilişini ve yok oluşunun görüyoruz.

Utanç; sandık içlerini kilitlenerek yokmuş gibi davranılan tüm kız çocuklarının, kadınlar portresi. Üstelik bu portre muhteşem bir görsel şölen ile veriliyor. İran Sineması’nı kendine özel yapan en önemli öğelerden biri de bu zaten. Kirlenmemiş, içten ve usta anlatımları. İşlerini beyazperdeye yansıtmaktaki başarıları, cesur ifadeleri… Tüm bunların sonucu olarak da tüm dünyaya duyurdukları kendilerine özgü bir dil yaratmış olmalarının gururu…

Bitirmeden önce İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ın yükselen çığlığına kulak verelim; İranlı kadınların sessiz çığlığı olan muhteşem dizelerini anımsayalım:

Ey tanrı ey ölüme bulaşmış gizemli kahkahane
Yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
Ben sana kafir, sana münkir sana asi
Sana inat işte şeytan benim tanrım

(16 Haziran 2008)

Gizem Ertürk

13 Haziran 2008 Haftası

“The Incredible Hulk”da, öfkesinin panzehirini arayan bilim insanının, giriş bölümünü kapsayan ve küçük bir “The Bourne Ultimatum” heyecanı yaşatan Rio serüvenini çok sevdiğimizi, dakikalar ilerleyip film ‘teenager’ seyirci seviyesine indikçe bu heyecanın yok olduğunu söylersek anlarsınız: Yeşil kahramanın sadık okurları için, sadık bir aksiyon yalnızca!

“Sınır(da)”, şiddeti içselleştirmiş, şu sapkın ve berbat dünyada, deli ailelerden birinin eline kasaplık hayvan gibi düşen genç insanları vahşetin “EVEREST”ine çıkarırken, çok ama çok gerdiği seyircinin kafasına da şu soruyu çengel gibi saplıyor: Hangisinin, faşist katillerin mi yoksa faşizan devletin mi elinde daha acısız can verirsiniz?

“Mistik Olay” bir kez daha uyarıyor ki, dünyanın gidişatı kötü ve insanoğlu doğanın savunma mekanizmalarını harekete geçirerek “kendi kendini imha” edebilir: Etkili bir sinema (örneğin, girişteki ölümler), bilimsel bilgiye dayanan bir sağlamlık, inandırıcı oyunculuklar ve tabii son sığınak sevgiye olan güven; tam bir olgunluk dönemi yapıtı.

“İkinci Nefes”, bir gangster trajedisinin tüm ahlaki kodlarının izini sürmek ve sertliği / acımasızlığı, suç-suçlu-polis üçgeni içindeki oyunları gerçek bir ‘kara film’ tadında izlemek isteyenlere: Uyaralım, sık rastlayamayacağınız türden sinema ustalıkları içeriyor.

(10 Haziran 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

İkinci Nefes

Bir roman uyarlaması olan İkinci Nefes’te yönetmen Alain Corneau tam bir yazar titizliğiyle filmi beyazperdeye yansıtmış. Corneau sanki karakterlerini yazıya dökmüş. Yani bir roman okursunuz ve hayal edersiniz. Sonra romanın içindeki kahramanlar ete kemiğe bürünür. Filmde de bunun tam aksi var. Sanki görüntüler roman sayfalarına dönüşüyor ve siz hikâyeyi satır satır okuyorsunuz. Ağır, detaycı ve telâşsız bir anlatım ön plânda.

Filmin kısık ve mat ışıklarının arasında oldukça net ve parlak bir Gu betimlemesi izliyoruz. Gangster Gu’yu her açıdan belleklerimize kazıyoruz. Sonra yönetmen bizi bir ikilemde bırakıyor. Bu Gu’nun aslında iyi biri mi yoksa kötü biri mi olduğuna karar verme aşaması. Gu üzerinde yapılan bir gangster sorgulaması. İyi gangsterler ve kötü gangsterler… Gangsterlik onuru…

Bu aşamanın var olması filmi klâsik bir polisiye olmaktan öteye taşıyor. Çünkü İkinci Nefes çok fazla silâhların patladığı bir film değil. Heyecan ve aksiyon yerine durağanlık hakim. Gu’nun gangsterlik felsefesine odaklanıldığı açık. Bu noktada İkinci Nefes kara film türüne yatkın.

Diğer yandan bir gangster hikâyesinin anlatıldığı filmde olması gereken karakterler alışıldık. Bir baş kahraman ve onun güzel sevgilisi, bir dedektif ve bir sürü dost görünümlü düşman…

Filmin sonunda birkaç dakika boyunca izlediğimiz boş sokakta bize bir şeyler anlatılmak isteniyor gibi. Gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kadar gözlemlediğimiz bir sokak… Yavaş yavaş uyanan insanlar, açılan pencereler, sokaktan geçen insanlar ve oyun oynayan çocuklar… Tüm bunlar belki de gangsterlerin olmadığı yeni ve temiz sayfanın açıldığına işaret ediyor.

(10 Haziran 2008)

Gizem Ertürk

Nazım Mirkelâm / Bir Yönetmen

Önce, sadece duydum, Pangaltı’da -şimdiler de kapanmış olan- Dormen Tiyatro’sunun bulunduğu pasajda, dört kişinin oturması halinde gelenin ayakta kalacağı bir büfede (Garbis’in Büfesi) her hafta toplanan bir grupun ortak noktalarının sinema olduğunu. Sonraları ben de aralarına katıldım, uzun bir süredir toplanıyorlarmış, dergi ve gazetelere haber olmuşlar, aralarından ayrılanlar olmuş, yaşamını yitirenler olmuş… Hepsi eski sinema seyircileri idi, o günlerde birbirlerine kaset alıp veriyorlardı (video), sonra cd.ler çıktı. Müzikal tutkunları vardı, westernciler, tarihi film meraklıları… Gruptan bir kişiden söz ediyorlar, Randolph Scott hayranı, lisan bilmemesine rağmen, Scott hakkında bir kitap çıktığını öğrenince, izini sürüp kitabı ABD’den getirtiyor, bir diğeri aynı hayranlığı Alan Ladd’a duyuyor, mekânın sahibi Garbis, Tyrone Power tutkunu. Hepsinin yoğun ilgi duydukları sinema alt yapıları var. İçlerinden biri Nazım Bey ise Nouvelle Vague (Yeni Dalga) öncesi Fransız Sineması meraklısı idi ve “o dönemi” gerçekten iyi bilirdi. İyi bir gözlemci idi, örneğin bir filmde kral oynayan bir oyuncunun, bir başka sahne de bir kayıkçıyı oynaması -hiç- kaçırmazdı. (Böyle bir örneği, film ve oyuncu, oynadığı rolleri de belirterek vermişti bir toplanmamızda, ben hatırımda kaldığı kadar, örnekleyebildim.)

Nazım Bey’in sinema anlayışı, “karanlık sokaklar, koşuşan ayaklar, yeraltı dehlizleri ve patlayan tabancalardır” şeklinde özetleniyor (*). Kişisel olarak bu görüşe –pek- katılmadığımı belirteyim ama unutmamak gerekir ki, her seyircinin sinema anlayışı farklılık gösterebilir. Bu anlayış ile filmleri izlerken, bu biçimde olsun olmasın yaptığı eleştiriler ile “her filmi eleştiriyorsun -kolaysa- sende bir tane yapsana” şeklinde bir eleştiri kendine yöneltilince, oturup bir senaryo yazarak, yönetip çekimini de gerçekleştirir. Kamerayı da -dikkat 8 mm-kendisi kullanır ve mutlaka oynamam gerekir diyerek, seçtiği bir rolü de kendisi oynar, (bu sırada kamerayı güvendiği bir mesai arkadaşına bırakır), seslendirmesini yaparlar.

8 mm ile çekildiği düşünülecek olursa, böyle amatör işler her zaman yapılıyor diyebilirsiniz ama sıkı durun, bu film tam 200 (iki yüz) dakika, başka bir deyişle 3 saat 20 dakika. Beş bölümden oluşan, her bölümün farklı bir adı olan filmin adı Kara Çanta. Bölümler ise şöyle sıralanıyor: Tehlikeli Arkadaşlar (30’), Ölüm Mahzeni (45’), Dr. Korbon’un Esrarı (38’), Amansız Tuzak (32’), Şerefsiz Darbe (55’). İkinci bölüm 1970’de Hisar (Kısa) Film Yarışması’nda “teknik mükemmelliğinden ötürü” Seçici Kurul Özel Ödülü’ne lâyık görülmüş. Dördüncü bölüm “hareketlilik” bakımından diğerlerinden öne çıkıyor. 1969 yılında bitirdiği filmi 1970’de seslendiren Nazım Bey, o zamanlar 40 – 45 yaşlarında ve 20 yıldır avukatlık yapan birisi olarak, filmini -mevcut hali ile- pazarlama girişiminde bulunamıyor, yeni filmler içinde, sona ermeye başlayan Yeşilçam düzenine giremiyor. Sinema dışında edebiyat ile uğraşıyor, kaçınılmaz şekilde polisiye roman tutkunu, 12 adet polisiye roman yazıyor, yayınlanıyor bunlar. Çekilme olanağı bulamadığı senaryo yazımları ile başlayan, yazım uğraşı, senaryolar filmleşemeyince, romana yöneliyor. (**)

Şimdi bu bilinmeyen -gün ışığına çıkmayan demek daha doğru olur- sinemacıdan neden söz ettim. Yukarıda da söyledim, Pangaltı’da, Garbis’in yerinde yaptığımız söyleşiler ile bir dostluğumuz oldu, sonra Nazım Bey Bakırköy’e taşınınca, -sağlığı da el vermediği için- toplantılara katılamıyordu. O’nun ayrılmasından sonra da çözülme başladı, geçende bir gün gazetede bir yazıda öldüğünden söz edildiğini görünce araştırdım, 2007’nin son ayında vefat etmiş. Sinemamızda 8 mm olarak çekilmiş 200 dakikalık bir başka film var mı? Ben bilmiyorum. İşte böyle bir filmi, düşünüp çekimini her aşaması ile gerçekleştiren Nazım Mirkelâm’dan sözetmeden edemezdim. (Haa bir de meraklısın için not: Nazım Bey, şarkıcı Fergan Mirkelâm’ın babası olur.)

(*) Antrakt Dergisi, Sayı: 49 (Ekim – 1995), Sayfa: 53 – 55 (Söyleşi: Tarkan Kaynar)
(**) Bilgiler Tarkan Kaynar’ın söyleşisinden.

(05 Haziran 2007)

Orhan Ünser

06 Haziran 2008 Haftası

“Öldüren Cazibe”, kim ve ne denli ‘büyük’ bir isme sahip olursanız olun, pişmanlıklarla acıyan yüreğinizin sevgiye olan açlığını kısa bir süre için de olsa gidermenin, bazen tek arayışınız ve tüm bir yaşam amacınız olabildiğini duyarlıkla anlatan, ‘rafine bir sinema’: Zaman 1920’ler, yer Edinburgh ve Bayan Armstrong’un filmi A’dan Z’ye klâs mı klâs.

“En Süper Kahraman”, ‘dünyayı kurtarırken, içindeki derinliklerde kendisiyle savaşı da kazanan’ karakterleri ti’ye alırken, çizgi roman uyarlaması filmlere yakın bir kaliteyi sunma ve her tür komikliği de kesintisiz, arka arkaya kurgulama zorunluluğunun / zorluğunun üstesinden gelmiş, bol kahkaha atacağınız bir çılgınlık: “Örümcek Adam”, “Batman” ve “X-Men”i, bir de bu bakışla izlemenin çılgınlığı!

“21”, bir profesör önderliğinde beş zeki M. I. T. öğrencisinin ‘kart sayma’ yöntemini kullanarak Vegas’dan büyük paralar kaldırmasının gerçek bir öyküye yaslanıyor olması cazip olduğu için, ilginizi çekebilir: Fakat sürpriz olarak sunduğu gelişmelerin tahmin edilebilir olduğunu ve bir yerden sonra da ‘vasat’laştığını belirtmek gerek.

(30 Mayıs 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bu Ne Perhiz Bu Ne Lahana Turşusu

Sayın Sadi Bey,

Aşağıdaki maili Film Yönetmenleri Derneği’nin e-mail adresine yolladım ama mail hata vererek geri döndü. Bu metni yazdım çünkü yönetmenler olarak yapımcıları eleştirme hakkını kendisinde görenlerin olduğu yerde seyirciler olarak yönetmenleri eleştirme hakkımı kendimde görüyorum. Ama sizin de göreceğiniz gibi (bir e-mail atarsanız görürsünüz) bu derneğin sitesi cevap hakkı alternatifi dahi sunmuyor hiç kimseye. Uygun görürseniz kendi sitenize bu metni koyabilirsiniz. Koymasanız da benim gibi insanların bu vakalara nasıl yaklaştığını tecrübe etmiş olursunuz.

Saygılar.

*****

Sevgili Yönetmen Kardeşlerimizin Birliği,

Sitenizin kapağına “ceteris paribus” gayet haklı bir eleştiri koymuşunuz. Hakikaten bir yapımcının bu şekilde davranması sineye çekilir bir durum değil. Ama bunun başınıza (tamamiyle genel konuşuyorum) gelmesine sevinmedim dersem yalan olur. Çok iyi olmuş… “Bu ne kin bu ne kabalık” diyorsanız, “Sayenizde” derim.

Olaya iki türlü yaklaşalım. Bir, bu memleketin sinemacıları olarak önce sinema kalitesi adına ne yapıyorsunuz, buna bakmak lâzım; örneklemiş ya Sayın Altıoklar, “Budala’nın başına yayınevi ‘kendimin yapıtıdır’ diye yazsa olur mu!” Olmaz orası tamam da “O… Çocukları” gibi bir filmi klâsik mertebesine iki dakikada nasıl yerleştiriyor hayret yani… Önce sinema adına gerçekten kaliteli şeyler yapın, sonra istediğinizi istediğinize söyleyin. Bir tarafta “Emret Komutanım: Şah Mat” diye bir acayip şeyin yapımcılığını üstlenen biri var, bir sinema eleştirmeni gayet haklı olarak bu şeyi “gerzeklik” olarak nitelemesine, “benim filmimim izlenmesini etkiledi” diye dava açıyor, sonra da böyle üst – perdeden yönetmenlere yapılan saygısızlığı eleştiriyor. Peki seyirciye yapılan saygısızlığı kim eleştirecek? Bizleri enayi yerine koyup, olmadık saçmalıkları film diye önümüze çıkarın, sonra da yapımcılara sayıp sayıştırın. Yani lütfen şöyle bir dönün, geçen iki seneye bir bakın; zırvalıktan başka bir şey görebiliyor musunuz? Bıraktım arkadaş, yerli filmlere gitmeyi, hatta korsanda dahi zerre para vermiyorum, onu bile hak etmeyen işlere imza atıyorsunuz. Bu benim seyirci olarak kalite anlayışım, ha bir de bu işin kompetanı sayılan yerlerde kıymet-i harbiyeniz nedir kısmına bakarsak; orada da pek parlak değilsiniz. 2 – 3 film bir-iki kıytırık festivalden ödülle dönmüş o kadar. Sağlam ödülle dönen de kalitesinden çok politik doğruculuk adına, kozmopolit bir Avrupa adına bir tür bağış mantığıyla mazhar olmuştur o kadar.

Gelelim ikinci kısma; yönetmenler olarak sinemanın geleceği adına ne yapıyorsunuz? Etrafınızdaki yeni nesile ne faydanız var? Para almadan eğitim filân veriyor musunuz? Yaşamınızın bir – iki saatini benim gibi bu işe hevesli yazar, çizer, yönetmen adayı insanlara onları dinlemek adına ayırıyor musunuz? Kurduğunuz yapım şirketlerini profesyonel bir şekilde yönetiyor musunuz? Şirketinize gelen mailleri okuyor musunuz? Okuduklarınıza (?) doğru dürüst şekilde dönüyor musunuz? Çektiğiniz filmlerin başarısını, yeteneğinizi gerçekten sorguluyor musunuz? Yenilgiyle karşılaştığınız zaman “Ya dur, birde ben yeni birileriyle ön yargısız, müdahale etmeden çalışayım” diyor musunuz? Richard Linklater’ın ajansının yaptığını (maillere geri dönmek, okumak vesaire) yapabiliyor musunuz?

Tabi ki yapmıyorsunuz. Öyle yakınıyorsunuz; yapımcılara böyle, işte neden memlekette yazar yetişmiyor, senarist yok vesaire vesaire… Bunlar sanki uzaydan yetişip, E. T. olarak dünyaya geliyor da hiçbir şey yapmadan her şey olsun istiyorsunuz. O kadar kendi halinde insanlarsınız ki, üyeler kısmına 70 küsur adam adı yazmışınız, bir tanesine iletişim linki koymamışınız. Siz hep parası olan insanlarla mı çalışırsınız? Parası olan bizi bulsun mu diyorsunuz? İşte bak bulmuş sizi parası olan, üstelik üzerinize çizgi bile çekmiş. 🙂

Size sizler gibi yapımcılar yakışır; ki bulmuşunuz, buna çok sevindim etik bir davranış olmasa bile…

(06 Haziran 2008)

Mete Dağhan

Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Fatih Ürek

Hülya Avşar Stüdyosu, 30 Mayıs Cuma günü 19:30’da eğlence ve show dünyasının en ünlü isimlerinden Fatih Ürek’i konuk ediyor. Hülya Avşar, Ürek’e “Sahnede kıyafetlerinle mi ön plâna çıktın?”, “Zeki Müren’e olan hayranlığından dolayı mı sahnelere yöneldin?”, “Gece hayatında seni rahatsız eden şey nedir?”, “Şimdiki seyirci kitlesi nasıl?”, “Eğlence hayatı nereye gidiyor ve insanlar nasıl eğleniyorlar?”, “İbrahim Tatlıses’le aranda kırgınlık var mı?”, “Hadi Hadi şarkısı neden bu kadar tutuldu?” sorularını yöneltecek.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Fatih Ürek yazısına devam et
  • Beni Orada Arama / I’m Not There

    Nefesiniz sağlam değilse boğulabilirsiniz… Çünkü film çok derin sularda bir yerlerde sizi Bob Dylan’ın hayatından inciler toplamaya çağırıyor. Yaşarken efsane olmuş bir rock yıldızının hayatına bir parça da olsun girebilmek adına filmi izlerken çaba göstermelisiniz. Algılarınız açık ve zihniniz mümkün olduğunca gündelik telâşlardan sıyrılmış olmalı ki; Dylan’ın şairane dünyasında kendinize yer bulabilin.

    Film asla bir biyografi değil. Tam olarak kurmaca da sayılmaz elbette ama Dylan hayranları için hem görsel hem de işitsel bir müzikâl niteliğinde olduğu su götürmez bir gerçek. Yani Factory Girl’de Edie Sedwick’i tanıdığınız gibi, Bob Dylan’ı tanımanız imkânsız. Filmin adı da bu kaygıyla olsa gerek zaten Beni Orada Arama.

    Müzisyenin hayatının 7 farklı döneminin 6 farklı oyuncuyla anlatıldığı
    film; sınırları oldukça zorlamış. Tabii izlerken sizin de sınırlarınız oldukça zorlanıyor. 6 oyuncunun en baskın karakteri Cate Blanchett. Filmde Blanchett’a en geniş alan verilmiş. Blanchett bu geniş alanı karelere bölmüş ve hiçbirini hoyratça kullanmamış. Dylan’ın kadınsı ve naif yönünü de başarıyla ortaya çıkarmış. Dylan’ın diğer Prostest, anarşist ve hatta geleneksel yönlerini de kullanmakta oldukça başarılıydı.

    Film bir tarafından da Dylan’ın ilk başlardaki prostocu ve eylemci kimliğinden uzaklaşarak maddi tutkuların peşine düştüğü iddialarına önemle eğiliyor. Bu belki de Dylan’ın zamanında yapmayı reddetiği savunmanın yönetmen Todd Haynes tarafından yıllar sonra yaptığı bir savunma, günah çıkarma ya da bir eylem.

    Kendini asla bir kalıba sokmak istemeyen Dylan’ın hayranları tarafından değiştiğinin düşünülmesi belki de bu yüzden. Çünkü insanlar hayranı oldukları sanatçıları içlerinde bir yerlerde mumyalarlar ve sonsuza dek öyle kalmalarını isterler. Filmde; “Artık folk şarkıcısı olarak anılmak istemiyorum” ya da “Bir şarkıyla dünyanın değişmeyeceğini anladım” vs. gibi sözler sarf etmesi ilk bakışta çok sert ve itici olarak algılanabilir. Ancak detayına inildiğinde Dylan’ın insanların evlerinde bir odaya kapanıp müziklerini dinlemeleriyle hiçbir yere varılamayacağını anlamasını görüyoruz. Yani bunun tam bir kandırmaca olduğunu düşünüyor. Onları kendilerine getirmek için tehlikeli bir yololan yaptıklarını inkâr etmeyi deniyor. Yani kendisini imha ediyor. Bob Dylan’ın parçalarını bazen sigara izmaritlerinin arasından bazen yemyeşil çimenlerin arasından topluyorsunuz. Ve son parça hâlâ ondan saklı. Çünkü Dylan hâlâ hayatta ve son parçayı içinde bir yerlerde saklıyor.

    (03 Haziran 2008)

    Gizem Ertürk

    Her Dönem Orijinalliğini Koruyacak Bir Film: “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”

    Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi sonunda vizyona giriyor. Film tam 6 yıldır vizyona girmeyi bekliyor. Anlayacağınız tam bir yılan hikâyesi… Üstelik bu 6 yılda filmin birçok farklı versiyonu yapılmış. 2003 yılında New York Uluslararası Bağımsız Film ve Video Festivali’ne Türkiye’den katılan tek film. Ayrıca 2004 yılında IF Istanbul’da gösterilen ilk Türk filmi. Orijinal, kışkırtıcı ve zekice tasarlanmış… Bildiğiniz tüm sinema kurallarını yerinden oynatacak bu bağımsız gerilim filmini kaçırmayın.

    Tiyatro kökenli Gülüm Baltacıgil’in ilk filmi Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi; ondan sonra iş – güç, akademik kariyer derken çok sevdiği oyunculuk mesleğine bir türlü istediği kadar zaman ayıramamış. Dizi, reklâm teklifleri gelmiş ancak ona da sıcak bakmamış. Şimdi ise tekrar mesleğine dönmek istioyor. Gülüm’ü en iyi anlatacak cümle şu sanıyorum: Sinema aşkıyla yanıp tutuşuyoooorrrr…

    Gülüm Baltacıgil’i tanıyalım…

    1979 İstanbul doğumluyum. Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri okudum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım yüksek lisansı yaptım. İlkokuldan beri tiyatro kollarında hep oldum. Tiyatro kolu yoksa okulda tiyatro kolu kurdum. Yani oyunculuk yapacağım bir fırsat yakalamak için hep çabaladım. Üniversitede Tiyatro Canbella adında bir topluluk kurduk. Bu topluluk ile okuldan bağımsız olarak birçok oyun oynadık. Bu sayede biraz daha profesyonelleştiğimi söyleyebilirim.

    Bu toplulukta nasıl rollerde oynuyordun?

    İlk sene dram oynadık. Sonraki yıllarda Fars komedileri oynadık. Ben komedi oynamayı hep daha çok sevdim. Sonraki yıllarda Fars komedileri oynadık. Bu benim için çok keyifliydi.

    İnsanları güldürmek daha zordur aslında…

    Bazı insanları da ağlatmak zordur. Yani bu neyi yapmak istediğinde âlâkalı. Ben güldürmeyi seviyorum bu yüzden de zorlanmıyorum. Daha doğal oluyorum. Diğer türlüsünü yapmak için gerçekten rol yapmam gerekiyor.

    Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’nde oynaman nasıl oldu?

    Canbella’da 5 sene oyunculuk yaptım. 4. yılında da bu filmin teklifi geldi. Emre (Akay) ve Hasan (Yalaz) ile tanıştığımda 3. sınıfta öğrenciydim. Zaten Emre aldığım bir dersin asistanıydı. Oyunumuzun galasına Emre ve Hasan da gelmişti. Onlarda o sırada filmin çekimi ile uğraşıyorlarmış. Filmin başındaki cast seçmeleri de o oyundan sonraki görüntüler…

    Yani filmdeki cast seçmeleri sahnesi gerçekten “filmin cast seçmeleri”ydi…

    Evet, yani bir film çekmekte olduklarını biliyordum ama seçileceğimi bilmiyordum.

    Rol yapmıyor muydun orada?

    Aslında filmin her sahnesinde rol yapıyorum ama mümkün olduğunca doğal olmaya çalışıyordum. Zaten rol yapmayayım diye beni hiçbir zaman ziyadesiyle bilgilendirmediler. (gülerek)

    Filmdeki gibi gerçekte de hep bir soru işareti vardı yani…

    Öyle, çünkü filmdeki Emre’yi, Hasan ve ekibin geri kalan 3 erkeğini çok da iyi tanımıyordum. 5 gün boyunca Büyükada’da bir evde kapanma fikri önce biraz korkuttu tabii beni. (gülerek)

    Diyaloglar doğaçlama mıydı?

    Her sahne çekilmeden önce “Burada şöyle bir şey istiyoru; konuyu şurdan alın şuraya getirmeye bakın” şeklinde direktifler veriyorlardı. Aradaki diyalogları doğaçlama yapıyorduk.

    Zor olmadı mı doğaçlama yapmak?

    Tuğra, beni bu konuda çok rahatlattı. Çok güzel sahne açıyordu, ben de onun açtığı yerden ilerleyebiliyordum. Tiyatro işimi çok kolaylaştırdı. Fars komedisi gibi çok hızlı oyunlarda oynadığım için anlık aksaklıkları toparlama yeteneğim gelişmişti.

    Filmdeki Gülüm karakterini anlatır mısın?

    Filmdeki Gülüm, oyuncu olmak için her şeyi göze almış ama yine de korkuları, çekinceleri olan bir kızcağız.

    Meşhur olmak için türlü yollara başvuranları ti’ye alma durumu var yani…

    Evet, filmdeki tüm kadınlar hep en iyinin kendileri olduğunu düşünüyor. Meselâ filmdeki bir kahvaltı sahnesinde Gülüm, Tuğra’ya “Niye her şeye siz karar veriyorsunuz” diyor. Tabii o karar verecek çünkü yönetmen. (gülerek)

    Tuğra Kaftancıoğlu ile birlikte oynamak nasıldı?

    Film içinde film gibi o da. Emre ile Hasan, Tuğra konusunda başlangıçta beni uyarmışlardı ama ne kadar söyleseler azmış. (gülerek) Büyükada’ya filmi çekmek için giderken vapurda tanıştık. Tuğra çok babacan, düşünceli… Dublaj sesiyle konuştuğu için sert gibi görünüyor ama aslında çok sıcakkanlı. Normalde de film karakteri gibi hepimiz hayran hayran onu seyrettik.

    Sonra film yılan hikâyesine döndü… 6 yıl geçti ve sonunda vizyona girdi. Neler hissetin tekrar izleyince?

    İlk 2003 yılında gördüm. Şimdikinden epey farklı ve çok uzun bir versiyonunu izlemiştim. Daha sonra 3 – 4 farklı versiyonu daha oldu. Yıllar geçtikçe kendimi daha iyi ve filmi daha iyi irdelememi sağladı. Son halini izlediğimde ise ne kadar gençmişim diye düşündüm. (gülerek)

    Filmden sonra neler yaptın?

    Bir yıl daha Tiyatro Canbella devam etti. Mezun olduktan sonra bir süre daha devam ettim ama araya master girdi. Master sürecinde oyunculuktan uzaklaştırarak akademik kariyer yapmaya yönlendim. Bu kez oyunculuk yapmadan mutlu olamayacağımı anlayıp akademik kariyerden de vazgeçtim. Apar topar oyunculuğa dönmek istedim. Küçük küçük skeçler hazırladım. İlk başlarda asla dizilerde, reklâmlarda oynamam gibi bir prensibim vardı. Sonra bununla bir yere varamayacağımı anladım. Oyunculuk eğitimi almak için platoya falan gittim ama hiçbir zaman çok da büyük bir çaba göstermedim.

    Doğru zaman – doğru yer hikayesi belki de..

    O da doğru ama işin yolunda bulunmak çok önemli. 3 – 4 sene artık liseli kız rollerinde oynayamam. (gülerek) Bu yüzden acele etmekte fayda var. Hâlâ daha çok istekli ve heyecanlıyım.

    BİR TUĞRA KAFTANCIOĞLU FİLMİ’NİN YÖNETMENLERİNDEN EMRE AKAY: “İŞE AKLI SELİM BİR ŞEKİLDE BAŞLIYORUZ AMA BİR SÜRE SONRA SAPITIYORUZ”

    Filmin oluşum sürecini anlatır mısınız?

    Senaryoyu benim başladığım ama asla bitiremediğim bir kısa filmden yola çıkarak Hasan’la beraber yazdık. Aslında daha büyük bir film projemiz vardı ama deneyimsiz olduğumuzdan ve para bulamayacağımızı düşündüğümüzden dolayı önce küçük bir film çekerek işe başlayalım dedik. O da bu film oldu.

    Filmin büyük kısmını, yani adada geçen bölümünü 4 günde çektik. Geri kalan casting sahnelerini de birkaç haftasonunda çektik. Oldukça kısa sürdü yani.

    Filminiz ile ilgili bir değerlendirme yapmanız gerekirse neler söyleyebilirsiniz, uzun zaman geçti yapımının üzerinden…

    O kadar da değil yahu (gülerek) 2004’te bitmişti, yani 4 yıl olmuş. Bence hâlâ aynı güncelliğini koruyor ve hâlâ Türkiye’de eşi benzeri çekilmemiş bir film. Ben bizden sonra benzerleri çıkar sanıyordum… Bizim için ve ilk filmimiz olduğundan dolayı yeri çok ayrı. Eleştirel bir gözle bakamıyorum dolayısıyla.

    Yeni bir çekerseniz yine bu türde mi olacak, yani bildiğimiz tüm sinema kalıplarını bir köşeye bırakacak mıyız?

    Film projeleri var. Hem Hasan’la beraber düşündüğümüz hem de benim tek başıma çekmeyi plânladığım iki proje var. Kalıpların dışında çalışmayı seviyorum. Yeni projelerde tanıdık türlerin dışında olur muhtemelen.

    Proje geliştikçe kalıpsızlaşıyor belki de…

    Evet, aynen öyle. Yola çıkış noktası olarak; “Ben tüm kalıpların dışında bir film yapacağım” demeyi anlamsız buluyorum. Kâğıda dökmeye başlayınca kalıpsızlaşıyor belki de…

    Yeni projelerden bahsettiniz, nedir bunlar?

    Şu anda ilgilendiğim iki senaryo var. Birisi kitaptan uyarlama, diğeri ise gerçek olaylara dayanan bir tarih filmi. Aklı selim bir biçimde başladık çalışmaya ama işte iş ilerledikçe sapıtıyoruz. (gülerek) (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.)

    (29 Mayıs 2008)

    Gizem Ertürk