Kategori arşivi: Yazılar

İkiz Filmler!

İkiz filmler, belki bir yanlış tanım, ama benim hoşuma gitti, siz değiştirebilirsiniz. Bir filmin aynı yönetmen veya farklı bir yönetmen tarafından ikinci kez çekilmesini kastediyorum. Daha yaygın deyişi ile filmlerin remake olarak yeniden yapılması. Filmler aynen tekrar yapılabilir mi? Bir kitabın ikinci kez basılması, film için düşünülürse, bu filmin ikinci kez gösterime çıkarılmasıdır. Bir kitabın ikinci kez, eskisi mevcut iken, yeniden basılması pek uygulaması olan bir şey değilken, filmlerin yeniden çekilmesi çok rastlanan bir olgu. İkinci kez basılan kitabı son teknolojiye uydurmak olası iken, yeniden gösterime çıkarılan bir filmin teknolojisini değiştiremezsiniz, çok çok ABD sinemasının son yıllarda yaptığı gibi, siyah/beyaz filmi renkli hale getirirsiniz. (Aslını görenler, ne kabûllenir bilemem.) Bir yeniden çevrim yapılınca, önceden yapılanın yeniden yapılması, yeni bir filmin ortaya çıkmasına neden olur. Bu da ne kadar ilk film olur?

Konuyu şöyle düşünelim, yapıt değişik formda bir yapıta, ‘romana’ dayanıyorsa ki, çok yaygın bir örnektir, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı King Vidor (ABD) ve Sergei Bondarchuk (SSCB) tarafından sinemaya uyarlandı. Örneği bizden verirsek Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur?’u Nejat Saydam ve Atıf Yılmaz uyarladı; seyredin bakalım filmleri, ikinci çevrim (remake) tanımlamasına ne kadar uyarlar.

Bundan sonra sadece filmlerden söz edeceğiz, her ne kadar filmler aslına “sadık” kalınarak yeniden yeniden çekilirlerse de, hepsi farklı filmlerdir; filmlerde, yorumdan öte değişikler yapılarak yeniden çevrim söz konusu ise -çünkü “yorum” farklı bir şeydir- hareket noktalarının asgari müşterekleri göz önüne alınarak karşılaştırılmaları olasıdır. Filmler farklı ise bu karşılaştırmaların yapılması ne kadar doğrudur ama yapılması da kaçınılmaz olmaktadır. (“Yorum” denilince, şöyle bir açıklama yapılması gerekebilir: Her öykü fazla değişikliğe yer vermeden de, idealist veya diyalektik yorumlanabilir.)

İmdi; yeniden çekilen filmlerin bir listesini vermeye kalksak, bize de yazık olur, sayın okuyuculara da. Bu nedenle tarafımız için ilginçlik gösteren tekrar çekimlerden (remake’lerden) bazılarını karşılaştırmak istedik.

1) ÜÇ ARKADAŞ / MEMDUH ÜN (1958) – MEMDUH ÜN (1971)

Bir çok yönetmen çektiği bir filmi farklı nedenlerle tekrar çekebilir, Ün’ün çektiği Üç Arkadaş’lar arasında on üç yılık bir zamanın dışında, çoğunlukla olduğu gibi, ikincisinin renkli olması da var. İlkinin künyesine bakarsanız (Özgüç) senaryo takımı olarak Aydın Arakon, Metin Erksan, Muammer Çubukçu, Memduh Ün, Ertem Göreç, Atıf Yılmaz isimlerini görürsünüz (Belleğimdeki bilgi hatalı değil ise, senaryoyu ilk üç ismin taslak senaryosu üzerine diğerleri yazıyor). Öykü, sinemanın (edebiyatın…) daha öncede, sonrada çok kullandığı beylik bir öykü. Kendilerini zor geçindiren (geçindiremeyen) üç kafadar, bir gece sokakta buldukları “kör” bir kıza yardım ederler, gözlerini bile açtırırlar… Filmi Ün’ün yıllar sonra çekmesine her hangi bir şey diyemeyiz, bizim altını çizeceğimiz şey, ikinci çekimde hemen hemen aynı senaryonun değil, aynı çekim senaryosunun kullanılması. Yönetmenlerimiz çoğunlukla -hele o eski günlerde (50’li yıllarda)- pek çekim senaryosu kullanmadan çalışırlardı. Ün filmini ikinci kez çekerken, ilk filmine, çekimlerine sadık kalmış, aynı mizanseni ve çerçeveleri kullanmıştır. Bundan dolayı her hangi bir sözümüz olamaz, ancak takdir ederiz, yıllar sonra aynı mizanseni kullandığı için. İkinci Üç Arkadaş ilkinin gördüğü ilgiyi görmemiş, tepkiyi almamıştır, görmemesi ve almaması da normaldir. Ama yukarı da kullandığımız “ikiz film” tanımlamasına en uygun film sanırım bu olsa gerek. Ün, ilk versiyonda ‘üç arkadaş’ı Fikret Hakan, Salih Tozan ve Semih Sezerli’ye oynatırken ikincide, Kadir İnanır, Müşfik Kenter ve Halit Akçatepe’ye oynatır, Muhterem Nur’un rolünü ise Hülya Koçyiğit’e verir.

İbrahim Tatlıses, 1984’de –sinemada- yönetmenlik günlerinde, üç arkadaş’ı “sekiz”e çıkararak ve Ün’ün filmini lâstik gibi esneterek, ‘Sevdalandım’ isimli bir film yapar. Bu hali ile Sevdalandım bir yeniden çevrim değil, esinler taşıyan bir uyarlamadır.

Üç Arkadaş -lar sinemamızda çok kullanılan, küçük yoksul insanların dayanışmasını, duygu zenginliklerini dillendiren, özellikle ilkinde yakaladığı şiirsellikle sinemamızda köşe taşı olmuş filmlerdendir. Yukarıda değinildiği gibi aynı mizansenle çekilen ikincisi ise, mizansen aynılığına rağmen, artık alışılmış olan duygusallık ve eski yoğunluğuna ulaşamayan şiirsellik nedeni ile ilki kadar ilgi görmez, dikkat çekmez.

2) ERKEK ALİ (1964) / GÜNAHSIZLAR (1972) / ATIF YILMAZ

Atıf Yılmaz, bir çok yönetmenimiz gibi zaman olur, çektiği filmleri tekrar çeker, bir roman (Peride Celal) uyarlaması olan Kızıl Vazo’da (1961 ve 1969) olduğu gibi; ya da Erkek Ali ve Günahsızlar gibi. Erkek Ali, Herman Zudermann’ın “Mix Bumbalis” öyküsünden Vedat Türkali’nin senaryosu ile çekilir. Urfa kırsalında geçen öyküde, bir kaçakçı bir gece ağanın adamları tarafından dövülünce, kendisine yardım eden dul femme fatale’nin kışkırtması ile ağayı öldürür, -katil bulunamaz- sonrasında öldürdüğü adamın küçük kızı ile ilgilenmeye başlar, O’nu himayesine almaya çalışır. Bu ise dul femme fatale’nin hışmına uğramasına neden olur ve küçük kızı, tercih ettiği nedenle yaşamını yitirecektir, ama son yolculuğuna yalnız çıkmayacaktır, beraberinde götürecekleri de vardır. Eşref Kolçak ile Sevda Ferdağ bu trajik ilişkinin taraflarıdır, üçgenin diğer köşesini Parla Şenol oluşturur.

Yılmaz sekiz yıl sonra aynı öyküyü Selim İleri’nin senaryosu ile, bu kez İstanbul cangılında tekrar anlatırken, hayli değişikliğe uğramış hali ile ele alır. Cüneyt Arkın, taşradan İstanbul’a gelir, gittiği pavyonda dövülen assolisti kurtarır ve onun kışkırtması ile döven gazino sahibini öldürür, tanıklıklarla ceza almadan kurtulur. Bu kurtuluş assolistin üzerinde ağır bir hakimiyet kurmasına neden olur, yukarıda femme fatale dediğimiz dul, burada assolisttir ve Yılmaz yine bu rolde Sevda Ferdağ’ı oynatır. Bu kez, tutsak haline getirilmek istenilen Arkın, Ferdağ’ın yanında çalışan genç kıza (Arzu Okay) aşık olacak ve assolist femme fatale’leşecektir.

Konudaki benzerlik, üçgenin üçüncü köşesinin hayli farklılaşması ile belki ortadan kalkıyor ve bu filmlere ikiz film denmesini belki önleyecektir ama, -başvuru kitaplarında, ikinci film için, kaynak öyküden hiç söz edilmemektedir zaten- benim için ‘tek yumurta ikizi’ olmasalar da, bu filmlerin ikizliği devam etmektedir. Ferdağ’ın Kolçak’tan sonra Arkın’a aynı kaderi uygulama çabaları ve bu çabaların arkasındaki duyguları bu yaklaşımı hak ediyor. Ayrıca işlettirilen cinayetin doğurduğu vicdan azabı bu duygunun alternatifini oluşturuyor. İlkinde küçük bir kıza duyulan, -acıma ile başlayan- yakınlık, burada daha farklı bir boyutla filmleri de farklılaştırıyor.

3) ASİYE NASIL KURTULUR -lar / NEJAT SAYDAM (1973) – ATIF YILMAZ (1986)

Vasıf Öngören, Asiye Nasıl Kurtulur’u epik bir oyun olarak yazar, tiyatro için yazar. Oyun metnin gerektirdiği biçimde oynanır. Asiye’de Zeliha Berksoy; küçük, yaşlanmaya başlamış bir genelev sermayesinin, okutmak istediği, yaşamında kişisel ilk darbeyi nişanlamakta olduğu gün yiyen küçük kızından, yavaş yavaş yükselerek genelev patronluğuna varan bir yolculuğu, diyalektik bir açılımla oynuyordu. Tiyatro metinleri ile her zaman ilişkili olmuş sinemamız, bu epik oyunu Nejat Saydam eli ile hem Yeşilçamlılaştıracak hem de Türkan Şoray’laştıracaktır. Sonuç, tam oturmadığı için tam bir Türkan Şoray filmi (!) de olamayan, oyun’a nazaran hayli değişik, öyküye bakış açısından değişik bir film çıkar ortaya. On üç yıl sonra A. Yılmaz, Asiye’yi, oyuna daha yakın, epik tarza yakın, ele alırken, müziği de, “şarkılı film” tarzının dışında, -aşama yaparak da- kullanarak bir adım daha uzaklaşıyor, Saydam’ın filminden. Aslında “ikiz film”ler diyerek başlanan bir yazıda birarada kullanılmaması gereken, aynı kaynaktan uyarlanan, iki film. Saydam’ın filmi yukarıda değinildiği gibi bir Yeşilçamlılaştırma uyarlaması iken, Atıf Yılmaz’ın Müjde Ar’lı Asiye’si biraz daha Asiye Nasıl Kurtulur olur. Cevabı farklılıklara yol açacak bir soru: Asiyeler Nasıl Kurtulur? Final’de Türkan Şoray, kendini kötü yola düşüren adamı vurarak, namusunu mu kurtarıyordu? Yoksa, Müjde Ar -elit teorisine uygun olarak- mesleğinin en üstüne çıkarak, patroniçe olarak mı? kurtulur. Sahi Asiyeler nasıl kurtulur?

4) BEKLENEN ŞARKI -lar / SAMİ AYANOĞLU / ORHAN MURAT ARIBURNU / CAHİDE SONKU (1953) – ÜLKÜ ERAKALIN (1971) – ÖLMEYEN ŞARKI (ORHAN AKSOY / 1977)

Beklenen Şarkı, Zeki Müren’in ilk filmi. Yapımcısı Cahide Sonku. Daha önce de şarkıcılar filmlerde rol almışlardı. Zeki Müren popülerliğinin başladığı yılların başında idi, yapımcı Cahide Sonku tarafından, Sadık Şendil’in senaryosu ile beyazperdeye taşındı.

Beklenen Şarkı, aranılan bir “beste”nin öyküsü. İmparatorluk günlerinde, zengin bir adamın kızına “müzik” dersi veren müzik hocası ile genç kız arasında bir yakınlaşma olur, durum anlaşılınca baba, dersleri keserek, hocasını kızından uzaklaştırır. Hocası, savaşa giderken, ayrılışında öğrencisi / sevgilisine yarım bir beste verir. Yıllar sonra, evlenen kadın bu yarım besteyi çalıp yarım bırakınca, nedenini soran kızına, ilişkisini ve yarım bestenin öyküsünü anlatır. Bestenin diğer yarısı ise, adamın evlendiği kadındadır, kadın ve oğlu bestenin başını aramaktadırlar. Oğlu, müzik tutkusu nedeni ile konservatuarda müstahdemlik yapmaktadır. Konservatuarda öğrenci olan kız ile yakınlaşmaları olur, böylece farklı ellerde bulunan yarım besteler bir araya gelir. Sinemanın tüm dramatik yapılanmalarını içeren senaryodan yapılan film, Ayanoğlu, Arıburnu ve Sonku tarafından yönetilir; yıllar sonra Erakalın filmi “renkli” olarak tekrar çekerken, başka bir değişiklikte yapar. Kahramanları ters yüz eder, kadın kahramanı erkek, erkek kahramanı kadın yapar. Sinemamızda bir çok filmin yeniden çekimleri yapılmıştır. Erakalın başka filmlerde de (Gözleri Ömre Bedel / Yıldızların Altında) yaptığı kahramanları tersyüz etme işini, bu filmde de yapmıştır; bu nedenle, Beklenen Şarkı -lar (1953 – 1971) “yalnız” bu özellikleri ile “ikiz film” seçildiler.

Konu, 1977’de Orhan Aksoy tarafından Ölmeyen Şarkı adı ile tekrar çekilir. İlk versiyona yakın olan filmin künyesinde, Sadık Şendil’in adı “eser” sahibi olarak anılır, oysa Şendil’in bu isimde bir eseri yoktur, üçüncü filmde “eser”leştirilen metin, ilk filmin senaryosudur. (Senaryo, yazılı bir metindir ama, bağımsız bir edebi tür değil, sinemaya bağımlı bir metindir.) Üçüncü filmdeki değişiklik ise, ilk filmdeki gencin o ortamda bulunmak için konservatuarda müstahdemlik yapmasında görülür, bu kez gencimiz konservatuara öğretmen olarak gelecektir.

5) KANUN NAMINA -lar / LÜTFİ ÖMER AKAD (1952) – ARAM GÜLYÜZ (1971) / YİRMİ YIL SONRA / OSMAN FAHİR SEDEN (1972)

Yeniden film çekme kararı alan Kemal Film, Osman F. Seden’in senaryosundan Kanun Namına’yı çeker. (1952) Seden senaryoyu yazarken basın araştırması yapar ve arşivlerden çıkardığı bir öyküyü senaryolaştırır. Aldatılma şüphesi ise bir seri cinayet işleyen torna ustası Nazif Kuş kendini kapattığı atölyesinde bir gece geçirdikten sonra, intihar edecektir. Senaryo tabii değişikliğe uğrayarak yazılır. Küçük ve kısıtlı aile ve çalışma hayatı içinde yaşamını sürdüren Nazım Usta, baldızının düzenlediği bir takım oyunlarla, karısının kendisini aldattığını sanarak, baldızını ve karısı ile ilişkisini olduğunu sandığı adamı vurarak, karısını da yaraladıktan sonra, kendini kapattığı atölyesinde polisle çatışmaya girer ve yaralı karısının hamile olduğunu söyleyip, kendini aldatmadığına ikna etmesi üzerine teslim olur. Akad’ın, Kanun Namına’sı Nazım Ustanın teslim olması ile biter. 1971 yılında Aram Gülyüz, Kanun Namına’yı yeniden çeker, ama bu Kanun Namına kimse tarafından hatırlanmaz, her sinema kitabının değişmez konularından biri olan Akad’ın Kanun Namına’sının bir ikinci çevrimi olduğu unutulur. Film, küçük büyük değişiklerle bir ikinci çevrimdir ama, o kadar göze batmaz ki, gelip geçer, hiçbir bir iz bırakmaz. Bir çok filmin ikinci çevrimlerinin yapıldığı sinemamızda, bir özellik taşımayan bu ikinci çevrimin nedeni ile Kanun Namına -ları ele almamız gerekirdi; ama bir yıl sonra (1972’de) senaryo yazarı Seden, bıraktığı yerden değil de, yirmi yıl sonrasından Kanun Namına’nın devamını yazar ve Yirmi Yıl Sonra adı ile yönetir. Dünya sinemasında o yıllarda başka örneği var mı, bilemiyorum, ben rastlamadım. Yirmi Yıl Sonra, aradan geçen yirmi yıl sonrasında, cezasını çeken Nazım Usta’nın tahliye olması ile başlıyor. İkiz film değil tam bir “devam filmi”. Maceranın başladığı İstanbul’da değil de, taşrada cezasını tamamlayan Nazım Usta, bu uzun sürede ailesinden uzak kalmış ve onlardan dolaylı yollardan bilgi almıştır. Karısının hastalığı (erken bunama) bu nedenle sürpriz olur, fakat asıl darbe çocuklarının toplumda erime, kaybolma durumları olmalarıdır. Çocukları için mücadeleye girecek, karısını için de çareler arayacaktır.

Yıllar sonra, Akad’tan çok sonra Un Homme Une Femme (1964) (Bir Erkek Bir Kadın – fakat bizde Bir Kadın Bir Erkek) filmini çeken Claude Lelouch, Seden’in taktiğini uygular ve yirmi yılın aradan sonra filmine bıraktığı yerden, ama yirmi yıl (1984) sonrasından devam eder.

6) FOSFORLU CEVRİYE (m) -ler / AYDIN ARAKON (1959) – NEJAT SAYDAM (1969)

Mal varlığı nedeni ile bir adam, ikinci karısı ve ortakları tarafından öldürülür. Öldürülmek istenilen kızı ise kaçar ve tanıştığı bir sokak serserisi tarafından korumaya alınır, katillerin ve servet avcılarının peşine düşerler. Sinemamızın ‘geçiş dönemi’ yönetmenlerinden Aydın Arakon’un, değişim söylemli, kendine yeni bir üslûp (diyaloglar açısından) oluşturan filmi, bu yolla bu tarz filmlerde devam edecek olan bir kanal açarken, devam filmleri ile (üç tane) ortak kahramanlı ‘grup filmleri’ içinde bir örnek oluşturur. Saydam bu grubun ilk filmini on yıl sonra tekrar çekerken, aynı ‘diyalog’ üslûbunu devam ettirir, tam bir ikinci çevrim yapar. Birinci çevrimin gördüğü ilgi üzerine devam filmlerinin çevrilmesinden sonra, başlangıç filminin tekrarı ve filmlerin diyalog üslûbu bakımından sinemamızda açtığı ve Yeşilçam’ın uzunca bir süre kullandığı “söylem” ile bizce ve genel olarak, ikiz film olmaya hak kazanıyorlar.

7) VURUN KAHPEYE -ler / LÜTFİ ÖMER AKAD (1949) – ORHAN AKSOY (1964) – HALİT REFİĞ (1973)

Halide Edip Adıvar, Kurtuluş Savaşı’nın hemen arkasından, sıcağı sıcağına Ateşten Gömlek’i yazar. Roman bir yıl sonra Ertuğrul tarafından sinemaya uyarlanacak ve ilk Kurtuluş Savaşı filmi olacaktır. Adıvar 1926’da, Kurtuluş Savaşı’nı dolaylı yoldan ele alan Vurun Kahpeye’yi yazar, Aliye öğretmenin savaş içindeki bir kasabada işgâl güçleri ile işbirliği yapan kişilerle mücadelesi ve fonda Kurtuluş Savaşı; 1949’da Akad tarafından sinemaya uyarlanır. Romandaki, işbirlikçi kişilerden birinin “hacı” olması, romanın ve sonrada filmin zaman zaman bazı çevrelerce eleştirilmesine neden olur. Akad filmini ülkede siyasi iktidarın değişime uğrayacağı yıldan bir yıl önce çeker. Bu iktidar değişikliğinden on yıl sonra yapılan devrim’in heyecanı devam ederken 1964 yılında Orhan Aksoy, Vurun Kahpeye’yi tekrar çeker. Âlim Şerif Onaran tarafından en başarılı olarak kabûl edilen Aksoy’un uyarlamasının, bu değerlendirmesine katılmayanlar da olacaktır. Cumhuriyet’in ellinci yılı nedeni ile düşünülen bir projenin ürünü olan Halit Refiğ’in filmi ise -bu defa ikiz değil üçüz- üçlemenin en zayıf filmi olarak değerlendirilir. Kurtuluş Savaşı’nın ideallerini taşıyan roman ilk iki uyarlamasında bu ideallere daha yakınken, üçüncü çevriminde dini yorumlara da yer verilir. Böylece üçüze çıkan filmler, aynı metinden farklı yorumlarla yapılan filmlere ilginç bir örnek oluşturur.

8 ) SENEDE BİRGÜN -ler / FERDİ TAYFUR (1946) – ERTEM EĞİLMEZ (1965) – ERTEM EĞİLMEZ (1971)
SÜRTÜK -ler / ADOLF KÖRNER (1942) – ERTEM EĞİLMEZ (1965) – ERTEM EĞİLMEZ (1970)

Senede Bir Gün, İhsan İpekçi’nin İhsan Koza adı ile yazdığı bir roman. İmparatorluk toprakları dışında kalmış Rumeli’nde yaşayan bir ailenin kızı ile sevgilisin, kızın ailesi ile birlikte kaçma girişimlerini, bu girişimi kızın ve ailesin başarmasını, nişanlının (sevgilinin) başaramamasını, bir süre sonra ise kızın evlendiği gün dönmesini ve bu dönüşe rağmen kavuşamayan sevgililerin -yıllarca- belirli bir gün -“düğün günü”- belirli bir yerde buluşmalarını ve bunu yıllarca devam ettirmelerinin öyküsü. Sinema için çok ilginç olan öyküyü, 1946’da Ferdi Tayfur, sinemaya uyarlar -kayıp filmlerimizden biri… Yirmi yılı aşan bir süre sonra Eğilmez ikinci kez, çektiği Senede Bir Gün’ü altı yıl sonra tekrar çekerken Ün’ün Üç Arkadaş’da yaptığına yakın bir çalışma yapar. Tam bir ikiz film yapar. Ayrıca “renkli” çektiği -kendi- ikinci uyarlamasında, birinci filme bir gönderme yapar gibi erkek karakteri aynı oyuncuya (Kartal Tibet) oynatır.

Mahmut Yesari’nin G. B. Shaw’dan uyarlayarak yazdığı Sürtük’ü ilk kez Adolf Körner çeker. Senede Bir Gün’ü çektiği yıl, yine bir kayıp film, Sürtük’ü de çeker Eğilmez, beş yıl sonra tekrar çekmek üzere. Eğilmez’in Sürtük’leri M. Yesari’nin oyunundan daha çok Shaw’un oyunundan yapılan Pigmalyon filmlerine yakın durur. Bu nedenle birbirine yakın duran filmler, Senede Bir Gün’deki uygulamaya da öncülük eder. İkincisi “renkli” olan Sürtük’lerde gazino patronu rolünü, her ikisinde de -birincide Antalya’da Altın Portakal (1966) kazanan- Ekrem Bora oynar. Üçüzleşmiş bu filmlerin ilk versiyonları kayıplıkları ile özelleşirken, özellikle Sürtük pek çok farklı uyarlamaları ile de benzerleri ile ayrıcalık gösterirler.

9) DELİCESİNE / OSMAN FAHİR SEDEN (1976 ) – TATLI TATLI / MELİH GÜLGEN (1975) —

Delicesine, Irving Wallace’nin “Fan Clup” isimli romanından yapılan bir uyarlama. Roman, çok ünlü bir sinema oyuncusunun, hayranı olan bir grup tarafından kaçırılması, tecavüze uğraması, zamanla aklını kullanarak dışarıya bilgi sızdırması ve kurtarılmasını anlatır. Sinema için cazip öykü, Yeşilçam için es geçilmez. İkiz film diye iki örneğini ele alacağız ama, başka uyarlamaları da yapılacaktır. Örnek aldığımız Delicesine ve Tatlı Tatlı da pek ikiz film sayılmaz. Seden, “Yeşilçam starlığı” koşullarına uydurduğu romanı Türkan Şoray ile çekmek ister, Şoray tecavüz olasılığı olan kaçırılmış bir starı oynamak istemez, yerine ithâl bir oyuncu bulunur, Sonia Viviani oynatılır, Kadir İnanır’ın karşısında. Romanda gerçekleşen tecavüzler Seden’in filminde gerçekleşmez, ya teşebbüs halinde kalır veya geçiştirilir. Aynı romanı uyarlayan Melih Gülgen, daha erotik filmlerde oynayan Mine Mutlu’yu oynatırken romana bağlı kalacaktır. Aynı romanın değişikliğe uğramış ve uğranmamış uyarlamaları ile filme çekilmesi ilk kez olan bir şey de değildir, ama bir yıl ara ile çekilen filmler gerek oyuncu kadrolarının (Delicesine / Kadir İnanır – Fikret Hakan – Süleyman Turan – Ali Cağaloğlu // Tatlı Tatlı / Mesut Engin – Kazım Kartal – Yüksel Gözen – Özcan Özgür) gerek hitap ettiği seyirci bakımından da farklılık gösterir. Bu farklılaştırma filmlere eleştirel bir yaklaşım değildir, sinemamızın seyirci yapısı ile ilgili, sınırları belirli olmayan bir sınıflandırmadır.

Fan Clup romanının (yoksa Tatlı Tatlı ve Delicesine -nin mi?) başka uyarlamaları da bulunmaktadır.

10) ATEŞTEN GÖMLEK -ler / MUHSİN ERTUĞRUL (1923) – VEDAT ÖRFİ BENGÜ (1950) – (ZİYA ÖZTAN)

Kurtuluş Savaşı yeni bitmiştir, savaşa önce bir izleyici olarak katılan, sonra cephelerde görev yapan ve onbaşı rütbesi alan Halide Edip 1922’de sıcağı sıcağına Ateşten Gömlek romanını yazar. Roman 1923’de Cumhuriyet’in sinemasını başlatır. Muhsin Ertuğrul bu ilk kurtuluş savaşı filminde başka yeni şeylerde yapar. Filmin konusu gereği; o güne kadar kullanılan İmparatorluğun azınlıklardan oluşan kadın oyuncular ile savaş ve devrim nedeniyle Sovyetlerden kaçarak gelen beyaz Rus kadınlarının oynadığı oyuncular yerine, Cumhuriyet’e destek verecek Türk kadın oyuncular oynatmak ister. Bu nedenle duyurular yapılır ve başvuran Neyyire Eyüp seçilir ve Mustafa Kemal’in önerisi ile romandaki karakterlerden birini canlandıracak Bedia Muvahhit ile birlikte Neyyire Neyir adı ile filmde rol alırlar ve sinemamızın ilk “Müslüman” kadın oyuncuları olurlar.

(Sinemamız tarihine bir ilk olarak geçen bu olaya yıllar sonra Ali Özuyar müdahale eder ve bir yıl -1922- önce çevrilen “Esrarengiz Şark – Mösyö Anders” filminde Nermin adlı bir Türk / Müslüman kızın rol aldığını ileri sürer. O günlerde yayınlanan gazetelerde ilânlarının yer aldığı bu film hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmektedir. Filmin Türk (=Osmanlı) filmi olmadığı, bir levanten tarafından yapıldığı nedenle yabancı film sayılması gerektiği ileri sürüldüğü gibi, Nermin isminin de takma isim olacağı ileri sürülür, araştırılması, sonucunun belirlenmesi gerekli bir konu.)

Sessiz çekilen Ertuğrul’un filminden yirmiyedi yıl sonra, Vedat Örfi Bengü romanın yeni uyarlamasını (yoksa ilk filmin ikinci versiyonunu mu?) yapar. Sinema tekniği çok hızla gelişmiş, bu gelişme ülke sinemasına da nispeten yansımış, filmler seslenmiştir. İlk film savaşın hemen sonrasında heyecanlı günlerde yapıldığı için çok ilgi görür ve beğenilir. Bengü’nün filminde başrollerden birini oynayan, ilk filmde de çok ufak bir rolü olan Refik Kemal Arduman, “ikinci filmi beğenenler, daha çok ilk filmi görmeyenlerdi” diye fikrini açıklamaktadır. Roman / film Kurtuluş Savaşının heyecanlı günlerinde aynı kadını seven değişik konumdaki iki erkekle birlikte kadının savaş içindeki ateşle mücadelelerini anlatır. Televizyon günleri gelince, Ziya Öztan romanı dizi film olarak televizyona uyarlayacak ve çekecek, adını Ateşten Günler olarak değiştirecektir. Gelişme nedeni ile renklileşen televizyon versiyonunun kurgu ile sinema versiyonu da hazırlanacak, Ateşten Gömlek’de “ikizlikten”, “üçüzlüğe” devredecektir.

11) AVARE MUSTAFA (1961) / ZİLLİ NAZİFE (1967) / DEVLET KUŞU (1980) / MEMDUH ÜN

“İkiz film” diyerek başladık ama, bir çok filmin üçüncüsünün yapıldığını da gördük. Üç Arkadaş’da bir “ikiz film” yapan Ün, farklı isimlilerle bir üçleme yapar. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanı ele alan Ün, daha sonra İspinozlar adı ile “oyun” olarak da yazılacak yapıtı sırası ile Avare Mustafa, Zilli Nazife ve Devlet Kuşu isimleri ile üçleme yapar. Ele aldığı küçük insanların yaşamlarını sıcak bir dille anlatan Avare Mustafa, tüm olumlanmalarından sonra, sonunda avareliği övme eleştirisini alacaktır. Bir kenar mahallede kalabalık ailesi ile yaşayan işsiz, yapacağı işlerin hayalini iki arkadaşı ile birlikte kurarak yaşayan Mustafa, mahallesinden komşusu Ayten ile flört etmektedir. Mahallede inşaat yaptıran iş adamının kızı Mustafa’yı görünce tutulur. Şımarık büyütülen kız, Mustafa’yı babasının yanında işe aldırır. Ailesine gelecek yardımlarla ikna olan Mustafa zengin kız ile evlenmeyi kabûl eder, ama kızın babasının küçümseyici davranışları nedeni ile gergin olduğu bir gün Ayten’in kışkırtması ile karısının yaşgününe geç vakit sarhoş olarak gider ve hakaret görünce, cevap vererek köprüleri atar ve avarelik günlerine geri döner. Ün, konuyu ikinci kez ele alırken, Erakalın’ın Beklenen Şarkı’da yaptığını yapar, Mustafa’yı (Ayhan Işık) dişileştirir Nazife yapar. Nazife’yi, Mustafa’nın sevgilisini oynayan Fatma Girik’e oynatarak ilginç bir durum ortaya çıkarır. Üçüncü versiyon, yapıtın roman formatının adını taşıyan Devlet Kuşu ise, başrolü oynayan Kemal Sunal’ın sinemadaki yarattığı ve filmlerinde hep çevresinde döndüğü ortak özellikleri olan tiplemeyi, bu filmde de devam ettirmesi ile dikkat çeker. Tamamen olmasa da, diğer filmlerindeki tiplere benzer bir tipe dönüştürür Mustafa’yı. İlk filmde, Mustafa zengin kızı ile evlenirken, Ün 19 yıl sonra, evlilikten vazgeçer, finalde Mustafa karısının yaş gününe değil gerçekleşmesi kapıya gelmiş düğününe gitmez. 19 yıl içinde Ün’ün elinden, aynı öyküden, farklı yapılarda üç film çıkar. Sinemanın cilveleri.

“İkiz filmler” diye bir terim ortaya atarak, benzerlik durumları tartışılır bir grup filmden söz ettikten sonra, aynı konunun yeniden çevrilmelerini ele alan, ama bu konuda kişisel seçimleri yan yana getiren bu araştırmada; yeniden çevrilen filmlerin sayısının sinemamızda çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yönetmenlerin kendi filmlerini farklı yöntemlerle tekrar çektiği gösterdikten sonra, aynı konunun benzer şekilde veya değiştirilerek farklı yönetmenlerce de çekilebildiğini gördük. Konunun ikiden fazla çekimlerinin yapıldığı örnek adedi de artırılabilir. Bu tarz filmler bir edebiyat yapıtından uyarlama da olabilir; yabancı bir filmden de (veya kitaptan). Aslında bu noktada “ikiz film” terimine daha yakışacak başka bir örnekleme grubu ile karşılaştık. Az da olsa bunun örnekleri verildi. Seden, Ne Şeker Şey (1962) diye bir film çeker. Kalabalık kadrolu (Arsoy, Şoray, Serengil, Efekan, Candan, İnsel, Tekçe, Öz, Şen, Kentmen…) filmin ticari başarısı üzerine, bir salon komedisi olan filmin, bir benzeri, -devamı değil- farklı bir öyküyü aynı espri anlayışı içindeki bir benzeri, bir yıl sonra Badem Şekeri (1963) adı ile ve yine kalabalık bir kadro (Hakan, Şoray, Girik, Efekan, Serengil, Öz, Avcı, Kentmen, Akçatepe…) ile çekilir. Seden, bu filmlerin ayrı ayrı yeniden çevrimlerini yapacaktır. (Ne Şeker Şey – “Gül ve Şeker” ve “Dokunmayın Şabanıma” / Badem Şekeri – “NewYork’lu Kız”) Seden, Ne Şeker Şey ve Badem Şekeri’nde yaptığını, 1972’de tekrar yapacak, “Aslanların Ölümü” / “Tövbekâr”, konuları farklı ama, kadroları birbirine yakın ve ilki ikinciyi tetikleyen (“ikiz”-?) filmler olacaktır. Tekrar etmiş olacağız ama, yapılmış birçok filmin tekrar yapıldığını gösterecek liste hayli kabarıktır. Biz yukarıda farklı nedenlerle tarafımıza ilginç gelen filmlerden bazılarına değindik.

Ne kadar “ikiz” denir bilemem ama birbirini hatırlatan, bir başka değişle “bağlantılı” iki filmde Gemide ve Azize’dir..

12) GEMİDE (SERDAR AKAR) / AZİZE (LALELİ’DE BİR AZİZE) (KUDRET SABANCI)

Sinemada, farklı kişilerin, farklı olaylarla başlayıp, belirli bir mekânda veya olayda kesişen öykülerini farklı anlatım dilleri ile anlatan filmler zaman zaman yapılmaktadır. Ne Gemide, ne Azize (1998) böyle filmlerden ama bir kendine haslığı var. Farklı grupların öykülerini anlatan filmlerin, kahramanlarının yolu bir yerde kesişiyor, bu kesişme anı iki filmde yer alıyor. Yani bir film içinde kesişen öyküler yerine iki filmdeki olaylar/öyküler arasında yer alan, bu nedenle de her iki filmde de anlatılan bir öykü bölümü var. Bu ise filmleri, diğerlerinden farklı kılıyor.

(Benzetmek ne kadar uygun düşer bilemiyorum ama, Balzac benzer bir yöntemi romanlarında kullanır. Bir romanında bir cümlede söz ettiği bir kişi diğerinin kahramanı olabilir, birbirinin devamı olmasa da romanlar arasında, kahramanları ile bağlantı vardır, bizde de Attila İlhan, Aynanın İçindekiler üst başlığında topladığı romanlarında aynı yöntemi uygular.)

Akar ve Sabancı’nın filmlerinde yer alan bölümler her iki filmin içinde bir bölüm olarak yer alırken filmleri de birbirine “bağlantılı” hale getiriyor.

(Bu arada Azize filminin bir özelliğinden daha söz etmek gerekir. Filmin afiş adı “Laleli’de Bir Azize”, jenerik adı ise “Azize – Bir Laleli Hikayesi”. Bunun bir başka uygulaması 1949 yılında yapılır. Hadi Hün’ün yönettiği tek film İstanbul yakasında Harman Sonu, Kadıköy yakasında Köy Güzeli adı ile gösterime çıkarılır.)

12+1) BİR MİLLET UYANIYOR -lar / MUHSİN ERTUĞRUL (1932) – ERTEM EĞİLMEZ (1966)

Sinemamızda iki tane Bir Millet Uyanıyor isimli film var. Afiş ve jeneriklerinde ve de kaynak kitaplarda her iki filmin de Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “eserinden” uyarlandığı yazar. Tepedelenlioğlu’nun böyle bir eseri, en azından bir öyküsü, bir romanı yoktur. Gerçi filmin ön metnini Tepedelenlioğlu yazmıştır, bu roman veya öykü, hatta senaryo değildir; bir sinema için yazılmış metin, bir film öyküsüdür. İçinde filme esas olan olaylar olduğu gibi yer yer Nutuk’dan (M. K. Atatürk) alıntılarda bulunmaktadır. Bu özellikleri yanında film, özellikle Ertuğrul’un en önemli filmleri arasında yer alır, buradan sinemamız tarihinde de -yapıldığı zaman unutulmamak kaydı ile- önemli bir yer tutar. Bu filmle aynı adı taşıyan, afiş ve jenerik bilgileri ile aynı eseri (!) kaynak gösterilen Eğilmez’in filmi ise bir “ikiz film” birlikteliği taşımaz, bu filmleri birbirleri ile benzerlik nedeni ile karşılaştıramazsınız. Eğilmez’in filmi, Ertuğrul’un filmi ile ilgisiz iken daha çok John Sturges’in The Magnificent Seven filmine yaklaşır, öykü olarak yeni bir uyarlama değilse de, atmosfer olarak bu filme yaklaşır.

Bir Millet Uyanıyor -ların ilginç bir ortak noktası vardır, öyküler farklı olmasına rağmen her iki filmde de, gerçek bir kişi ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan Yahya Kaptan filmin karakterlerinden biridir. Her iki filmde de Yahya Kaptan’ı -34 yıl ara ile- Atıf Kaptan oynar (her iki filmde de pusuya düşürülerek öldürülür -gerçekte de öyledir-) Ertuğrul’un filmindeki oynayışı ile çok beğenilen Atıf Kaptan, Kaptan soyadını, bu filmde canlandırdığı tipten dolayı alır. (Atıf Kaptan’ın soyadı daha önceden Terzioğlu idi, Bir Millet Uyanıyor 1932 çevrildi, soyadı yasası ise 21.6.1934 yürürlüğe girdi. Sinemamıza uzun yıllar emek veren Atıf Kaptan, bu rolün gördüğü kabûl ile soyadını değiştirdi.) / Bir not daha: Yahya Kaptan karakteri daha sonra bir TV dizisine (Hilmi Akyalçın – Engin Temizer) konu oldu ve dizinin sinema versiyonu da hazırlandı. /

(13 Ocak 2008)

Orhan Ünser

11 Ocak 2008 Haftası

“4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”, komünist rejimin ‘her anlamda’ soğuk, gri, tedirgin edici yüzünü gösterdiği son dönemde, genç bir kadın / üniversite öğrencisi olmanın ve bir de arkadaşı için fedakârlıkta bulunmanın en gerçek haliyle nabzını tutarken, bazı anlarda nefesiniz kesiliyor: Gerçek zamanlı sahnelerde, oyunculuğun en yalın – çıplak hali şaşırtıcı!

“Bana Söz Ver”, Kusturica’nın eğlenceli, çılgın, ‘saçma!’, iğrençlikle estetiği aynı sahnede barındıran filmlerinin son halkası; ona çok bayılanlar için ideal tabii: Sinemanın en uzun soluklu ve ‘geniş’ öpüşmeleri bu filmde!

“Benim Aşk Pastam”, insanın sonsuz sevgi ve aşk arayışının bu durağında, çerçevenin en sağında ya da en solunda yer alan karakterlerin yanlarındaki o ‘büyük boşluğu’ doldurma arayışları, ılık bir öyküleme biçimiyle yüreğinizi kıpır kıpır yapıyor: “Aşk Zamanı”nı anlatmış bir Uzakdoğu feylesofunun bakışıyla, Amerika’da bile düş kırıklıkları, acılar, yalnızlıklar aşılabilir, buna inanın! Not: Albümü de en az film kadar değerli.

(08 Ocak 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Antalya Altın Portakal Jürisinin Kararıyla İlgili Zorunlu Bir Yazı

Belirli bir emek ve genelde de acılı bir süreç gerektiren sanatsal üretimin, belgesel üretiminin ya da herhangi bir üretimin bir aşamasında filminizi, yada ürettiğiniz sanatsal ürünü DVD.lere basıp zarflara koyup hiç tanımadığınız ya da biraz tanıdığınız, kimisinin belgesel ve estetik anlayışına, etik anlayışına, cesaretine güvendiğiniz veya güvenmediğiniz veya hiç de aynı fikirde olmadığınız veya olduğunuz insanlardan oluşan bir jürinin beğenisine yolluyorsunuz.

Geçen yıllarda jürilerin manipüle edildiğine, tehdit edildiğine ya da açık bir sübjektiflik içinde karar verdiğine tanık olduğum zamanlar oldu ancak bunlarla ilgili konuşmamayı tercih ettim. Çünkü filminizi yollarken bu sübjektiflik payını hesaba katıyor ve risk alıyorsunuz.

Herhangi bir jüriden dürüst bir karar kadar sübjektif ve taraflı bir karar bekleyebilirsiniz. Herhangi bir jüriden ahlâki ya da estetik bir suç işlemiş, hırsızlık yapmışsanız meselâ hakaret de bekleyebilirsiniz. Bunun ötesinde ne kadar emekle çekildiği filân zerre kadar önemli değildir sanatta işiniz kötüyse olumsuz eleştiriye maruz kalabilirsiniz.

En iyi ve olumlu bir yaklaşımla bile sanatsal uluslararası tanınırlıkları, belgesellerinin estetik ve etik duruşu hemen herkesinki kadar ve gibi olan bir jürinin, içlerinde yaptıklarının belgesel olup olmadığı bile tartışılabilecek kişiler olan bir jürinin, bugüne kadar diğer üç versiyonu olan hayır, ışık insanları ve ışık insanlarının ince yürüyüşü ile uluslararası ve ulusal festivallerde ödül almış olan belgeselimizi amatör olarak değerlendirmesi anlayışla karşılayabileceğim bir durum değil.

Eğer bu jüriyi değerlendirirken onların benim işime gösterdikleri saygısızlığın binde biri kadar kötü niyetli olsaydım bir yukarıdaki paragrafı şöyle yazabilirdim: Benim yaptığım estetik düzeyde ve çeşitlilikte işleri olmayan, benim işlerimin gösterime girdiği coğrafyanın çok daha sınırlısında tanınırlıkları olan ve sınırlı kabûl gören, sürekli olarak belli kurumların desteğinde ve televizyonda sürekli var olma kaygısıyla hayat boyu etik ve estetik tavizler veren… Teorik ve teknik birikimleri benden çok daha geride bir jürinin gaddarlığının derecesini anlamama ve anlayışla karşılamama olanak yok.

Bunu yapmaya hakları yok. Bunu hangi kriterlerle yaptıklarını açıklamaları gerekiyor. Bu jürinin durup dururken yalnızca bana değil ama bu kadar yönetmene böyle bir şey yapmaya hakları yok. Bunun için benden daha iyi, önemli birer yönetmen olmaları gerekiyor en azından.

Peki biz bu kadar kinci, acı dolu ve yaralı (ki yaralı olmak ölü olmaktan beter bir durumdur) bir insan gurubuyla ülke ve toplum olarak ne yapabiliriz. Bunun yanıtını bu yazıyı okuyanlara bırakmak isterim.

Ulusal festivallerin önemli bir kısmi ile ilgili genelde olumsuz fikirlerim var, bunları ve gerekçelerini geçmişte yazdım. Bu nedenle de çok uzun bir müddettir bir iki özel festival hariç, özel gösterimler ve toplu gösterimler hariç filmlerimi ulusal festivallerin yarışmalı bölümlerine yollamıyorum.

Geçmişte hangi festivalleri eleştirdiğimi, ya da hangi kurumları eleştirdiğimi o kurumlar bilir çünkü ben her şeyi dolaysız ve insanların yüzüne karşı yapmak prensibinde birisiyim. Eleştirilerim ve gerekçeleri bu kurumların birer arşivi varsa duruyordur. Yazılı olarak da yolladım.

Bu filmimizi ulusal festivallere yollama sebebimiz çok önemli bir antiemperyalist sivil itaatsizlik olan Bergama halkının ve bilim insanlarının direnişinin özellikle Kaz dağları ile tekrar gündeme gelen çok uluslu altın şirketlerinin Anadolu’yu talanı anlamında Türkiye’de halk tarafından izlenmesini önemli bulmamızdı.

Sonuç olarak tekrar etmek gerekirse, Antalya Altın Portakal Belgesel Jürisinin kararını ve bu kararın gerekçesini hiç bir şekilde kabullenmiyorum ve içtenlikle kınıyorum.

Diğer filmleri seyretmedim, onların içinde önemli bir kısminin belki de tümünün ön elemeyi geçtiğine göre ödüle lâyık olduğunu düşünüyorum. Ön eleme bu manaya gelir, ön elemeyi geçen her film potansiyel bir finalist ya da ödüllü filmdir. Final jürisi bunu bilerek görev alır. Bütün bu tartışmaları insanların sürekli birbirinin canını yakmaya çalışacak kadar acılı bir ruh halinde yaşadığı bu ülkede bile doğal karşılamıyorum. Bu jüri benim festivale yolladığım film için bu gerekçeyi kullanamaz. Kullanırsa bu benim baktığım noktadan saygın bir karar olmaz şeklindeki düşüncemi jüriyle ve sanat anlayışını anlamlı bulduğum çevremle paylaşıyorum. Nasıl onlar bu absürd kararlarını herkesle paylaşacak yetkiyi bulmuş ve bu kararı imzalamışlarsa ben de kendimi bunları söylemek zorunda hissediyorum.

1995 yılında kısa bölümünü oluşturduğumuz ve başlattığımız ve bir çok kişi tarafından hâlâ hatırlanan Antalya Altın Portakal Festivali’nin bize teşekkürü de böyle olmalıydı herhalde. Halktan kopmuş, sırça bir sarayda, sanattan başka her şeyin öne çıktığı ve dedikoduları sanattan daha önde, uzun film festivali dışında hiç bir bölümü önem taşımaz görünen bir festival.

Kültür ve sanatla uğrasan gazetecileri bu gazetelerin sahipleri bir bardak suyu bile festival yönetiminden talep etmeyecek bir maddi ve manevi güçle festivallere yollamadıkları sürece biz festivallerde neler olduğunu basından ve televizyonlardan asla tam olarak öğrenemeyeceğiz, eleştirinin bu kadar eksik ve yetersiz olduğu bir ortamda da festival yöneticileri ve festival yapan kurumlar kendilerini bir tur tanrı gibi görmeye, insanlar da içeriği son derece tartışılır olsa da sanatsal etkinlikleri gayet parlatılmış görmeye devam edecekler.

Maalesef şimdi oturdum iki saattir bunları yazıyorum. Değer mi acaba benim başka işim yok muydu. Sessiz kalmaya olağanüstü dikkat ettiğim bir ortamda bunu mu konuşmalıydım.

Cevap evet olmalı. İnsanların bu kadar ağır yaralı olduğu bu ülkede yaralanmadan kalmayı nasıl başaracağız.

(04 Ocak 2008)

Ethem Özgüven

Yeni Bir Atıf Yılmaz Kitabı

Gazeteci Müjde Arslan’ın (fotoğrafta sağda) Atıf Yılmaz’ın yarım asrı geçen sanat yaşamında yaptığı röportajları derlediği kitabı Rejisör / Atıf Yılmaz, Agora Kitaplığı’ndan çıktı.

Atıf Yılmaz’ın en eski röportajı olan, 1952 yılında Orhan Kemal’in yaptığı röportajla başlayan kitap, 2006 yılında Pınar Tınaz Gürmen’in yaptığı röportajla son buluyor.

Kitapta yer alan ve sinema eleştirmenleriyle, gazeteciler tarafından yapılmış olan bu röportajlarda samimi itiraflarda bulunan Atıf Yılmaz’ın, sanat görüşünü, filmlerini ve yaşadığı döneme ilişkin fikirlerini öğrenmek mümkün.

Müjde Arslan Kimdir?

1981 Mardin doğumlu. Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde yaptı. 2001 – 2007 yılları arasında Gündem Gazetesi’nde kültür-sanat muhabiri, sinema yazarı ve kültür – sanat editörü olarak çalıştı. Yurtiçi ve dışında çeşitli ödüller alan ilk kısa filmi Son Oyun’dan sonra Nora adında bir kısa film ve İkinci Adres adında bir TV belgeseli çekti. Sinema filmlerinde reji asistanlığı yapan Arslan, Sinemada Ölüm kavramı üzerine akademik çalışmasını sürdürüyor. ‘Rejisör’ Atıf Yılmaz, Arslan’ın ilk kitap çalışması.

Sizler için kitabın yazarı Müjde Arslan (fotoğrafta sağda) ile kitabıyla ve Atıf Yılmaz ile ilgili kısa bir röportaj yaptık.

* Kitabınızın doğuş hikâyesi nedir? Neden Atıf Yılmaz’ı seçtiniz?

Atıf Yılmaz, arşivi en dağınık yönetmenlerden biridir, kimi filmlerini bulmak bile pek olası değildir. Sinemada yüksek lisans öğrencisi olarak Türk sinemasına dair kaynakların yetersizliği, kendi kaynağını oluşturma ve başka çalışmalara yol açmasını sağlama ihtiyacı bu çalışmanın başlamasına yol açtı. Toplam bir buçuk yıllık sürece yayıldı, ancak bu süreçte bile her defasında vazgeçtim çünkü elde çok az röportaj vardı ve röportajların kalitesi günümüze yaklaştıkça düşüyordu. Bu aynı zamanda Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu kültür sanat ortamına da ayna tutuyordu. Bu çalışmanın başkalarıyla paylaşma ihtiyacı Orhan Kemal’in 1952 yılında yapılmış röportajını bulduğumda belirdi, çünkü Atıf Yılmaz sinemaya başladıktan bir yıl sonra yapılmıştı röportaj ve bugün hiç duymadığımız türden cesur, amacı net, gevelemeyen sorular soruyordu.

* Her dönem ses getiren bir yönetmen olan Atıf Yılmaz hakkında yazılan ve yayınlanan çok fazla yazı olsa gerek. Siz bu kitap için derleme yaparken neye göre seçtiniz yazıları?

Filmografisini esas aldık. İlk başta kaynakçalarda belirli kaynakları taramak dışında bir takım kıyıda köşede kalmış röportajları arıyorduk, kimsenin fark etmediği. Röportajlarda sanat görüşünü açıklıyor, filmleri üzerine düşünüyor, yanıtlıyor ya da yeni sorulara sürüklüyor. Ama en önemlisi o dönemki sinema ortamı hakkında, üretim tarzları, düşünce tarzları hakkında bize önemli bilgiler veriyor. Türkiye’deki kültür ortamının 1950’lerden günümüze nasıl değiştiğinin, bir film yapım sürecinin nasıl evrildiğini ortaya koyuyor. Röportajların içeriğinde çok önemli anekdotlar da gizli, bu tabi ilgilisi için, bu çalışmayı devam ettirmek isteyenler için birer ipuçları verecektir.

* Hangi yazarların yazıları var kitabınızda?

Kitapta bir araya getirdiğimiz röportajlar, yarım yüzyılı aşan bu süreç içinde dönemin en önemli sinema yazarları tarafından yapılmış. Bunlar arasında Orhan Kemal’in yanı sıra Engin Ayça, Attila Dorsay, Vecdi Sayar, Hilmi Etikan, Ayça Atikoğlu, Mehmet Erdem, Hızır Tüzel, Erhan Sökmen gibi isimler bulunuyor.

* Atıf Yılmaz’ın sineması hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Atıf Yılmaz çeşitlemeleriyle tanınıyor. Bu yüzden sinemasına belli dönemlere ayırmak gerekir. Yarım asrı geçen sürede, bu kadar çok film çeken bir yönetmenin denemeler yapmaması, başka stiller uygulaması kaçınılmazdı, kaldı ki buna Atıf Yılmaz’ın girişimci yenilikçi ruhunu da katmak gerekir. Atıf Yılmaz’ın sinemasında ilk yıllarından itibaren piyasa filmleriyle, meselesi olan filmler birbirini izler. Gişede başarısız olan her film, olumsuz yeni bir kaç film yapımı demek. Bu sadece Atıf Yılmaz için değil, anılarında bunu dillendiren Lütfi Akad ve diğer yönetmenler için de geçerli. Her ne kadar bugün çok sevdiğimiz filmlerin yönetmeni olarak nitelesek de bu isimleri, yapımcı baskısı ve sansür korkusundan ötürü tüm sanatsal birikimlerini ortaya koyduklarına inanmıyorum. Her yıl film, kesintisiz film çekmelerine rağmen ciddi ekonomik sorunları o yıllarda, bu da onları sinemada istemedikleri başka arayışlara götürmüş. Ucuz melodramların, kokuyu tahlil edip, pazara sunulan filmlerin çoğunluğunun sebebi budur.

* Atıf Yılmaz, hiç sinema kitabı okumadığını söylermiş bu doğru mu gerçekten? Cevabını alma şansınız oldu mu?

Evet, bunu birkaç röportajında söylüyor, önce ti’ye mi aldığını yoksa ciddi mi olduğunu anlamaya çalıştım. Doğrusu ilk başlarda Atıf Yılmaz’a bu sözlerinden dolayı kızıyordum, hayalimi, imgemi parçalıyordu ancak sonradan düşünceleriyle mesai yaptıktan, sinemasının bu kadar içine girdikten sonra başka yüzlerini gördüm Atıf Yılmaz’ın. Evet, teori, kuram okumuyordu ama hayatla yan yana duran başka bir okuma üslûbu vardı onun.

* Atıf Yılmaz’ın kişiliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Atıf yılmaz’la birkaç kez yan yana gelme fırsatını da buldum, herkesin bildiği üzere çok samimidir, bu filmlerinde aldığımız hissin çok benzeridir, o filmleri gibidir, filmleri onun gibi. Herkes başka bir Atıf Yılmaz’ı sever, onu tanır, kimisi kadın filmlerini, kimisi kasaba filmlerini, kimi uyarlamalarını sever, onunla ilişki kurar. Benim en çok sevdiğim Atıf Yılmaz filmi Ah Güzel İstanbul’udur, bu filmin yönetmenin ruhuna en yakın duran ve en başarılı filmi olduğunu düşünüyorum. O yıllardan bugüne öyle büyük anlamlar taşır ki, bize günümüz hakkında bugün Türk sinemasının söyleyemediği sözleri söyler, önemli açılımlar sağlar. Meşhur olmak isteyen saf, naif, sevimli bir genç kız (Ayga Algan), henüz ölmeyen değerlerin temsili bir İstanbul beyefendisi Haşmet ve eski bir fotoğraf makinesi…

* Türk sinema tarihinde Atıf Yılmaz nasıl bir yerde?

Atıf Yılmaz, Yeşilçam’ın doğuşunda, Türk sinema tarihinde Lütfi Akad, Metin Erksan gibi birkaç isimle birlikte köşe taşlarından biridir. Üretimi de hesaba kattığında hiç durmadan film çekmiş, yılda 6 film çektiği yılların olduğu filmografisi nasıl bir öneme sahip olduğunu gösterir ancak sadece nicelik olarak değil, en kötü Atıf Yılmaz filmi bile özenlidir ve belirli bir estetik değere sahiptir. Çevre düzenlemesi, çerçeve, kalabalık kadroları yönetişindeki incelik, ekip kurmaktaki ve yetiştirmekteki başarısı onu usta yapan özelliklerindendir. Şu da atlanmamalıdır, Atıf Yılmaz Türkiye sinemasında ekip olarak çalışmasını başarmış, Türkiye’nin en önemli düşünce adamlarıyla yan yana durmuş ve Türkiye sinemasına yön verecek genç sinemacıları yetiştirmiş bir yönetmendir. Sanıyorum bizim gibi genç sinemacıların da ondan öğreneceği çok şey var.

(04 Ocak 2008)

Serpil Boydak

04 Ocak 2008 Haftası

“Büyük Hazine: Sırlar Kitabı”, şifre çözmeyi ve zekâ oyunlarını sevenleri ipuçlarının peşine takarak teknolojisi yüksek bir maceraya, yeni-cazip oyuncuların katılımıyla çıkarıyor: Örneğin “Kraliçe” Helen Mirren, bir aksiyon oyuncusu olarak hiç de fena değil.

“Hayatta İki Kez”, otuz-kırk yıl öncesinin Avrupa Sineması’nı bilenleri mıknatıs gibi çekebilecek hikâyesi, iki oyuncusu ve ‘şık bir güldürü’nün inceliklerini taşıyan komiklikleri sayesinde, bu haftanın en iç açıcı filmi olma vasfına erişiyor: Tam 60 yaşında korkusuzca soyunabilen Charlotte Rampling’e gelin de âşık olmayın!

“Rıza”, sıradan insanların acılarını kusursuz bir öykülemeyle aktaran, minimalist sinemanın dünya çapında değerlendirilebilecek örneklerinden: İlk sinema filmlerinde, Rıza Akın ve Nurcan Eren’den mükemmel performans elde eden yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’na bravo!

“Yargısız İnfaz”, Güney Afrika doğumlu müthiş bir yönetmen olan Gavin Hood’dan, herkes için son derece güvensiz, hoşgörüsüz, acımasız bir hale gelen dünyamızda, büyük güçler ve maşalarının uyguladığı insanlık suçlarına dair keskin bir eleştiri: Devletin, radikal örgütlerin ya da bireylerin, hangisinin uyguladığı olursa olsun, terörün terörü doğurduğuna da çok isabetle dikkat çekiyor!

“Ölüm Bekçisi”, modern makyaj etkilerinin yaratılmasında önemli role sahip birkaç isimden biri olan Stan Winston ile ekibinin ağırlığını koyduğu ve korkularımızdan beslendiği için bir solukta izlenen fantastik korku: Aşkınız tüm korkularınızı bastırabilecek denli güçlüyse hiç telâş etmeyiniz; ‘Hasatçılar’ sizi alt edemezler!

(05 Ocak 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

İyi Seneler Londra (Bolvadin. İstanbul.)

Şimdi, Berkun Oya, filmine, hiçde önemli olmayan “bir terlikli ayak” ayrıntı çekim görüntüsü ile başlıyor. Sonra Enver’in eşliğinde Yaşar şarkısını söylüyor. Değişik ve zaman zaman araya giren (devam eden), oyuncuları ve de oynadıkları karakterlerin adını veren (!) bir jenerik yurtdışında da tanınan bir şarkıcı, yeni turnesinin basın toplantısında (London) Londra’ya da gideceğini öğrenince, menajeri ile -sonuçsuz- bir çatışmaya girer. Londra’da İngiliz ile evlilik yapmış ve bir bebeği olan arkadaşı vardır. Londra’ya gider. Londra’da bulunan hayranı bir Fransız, gazetede Yaşar’ın orada olduğunu öğrenince, yolculuğunu bir gün erteler ve aynı otele yerleşmeye çalışır, yerleşir de. Yaşar, Enver’in yaşadığı Londra’ya gelmiştir, ama arkadaşının Enver ile görüşüp, geleceğini bildirmesine tepki gösterir. Kalınan otelin mutfağında görevli, Bolvadinli bir aşçı yamağı, kendini otelin protokol görevlisi yerine koyar -Yaşar’a yaklaşmak niyeti ile- birlikte fotoğraf bile çektirir. Arkadaşı, bebeğini bırakacağını Polish bakıcının mazeret bildirmesi üzerine, bebeğini, Yaşar’a bırakarak, kocasının bir konuşma yapacağı yemeğe giderler. Gece devam eder.

Berkun Oya yazarak yönettiği filmi, yazarken düşündüklerini, ne kadar görüntüledi, bunu ancak kendi bilir, ama, bir film yazdığını unutmadığı, çektiği filmle belli oluyor. Sinema olarak yazılırken, film olarak düşünülmüş… Senaryo doğal olarak, film yapmak için yazılan bir metindir ama, dramatik yapısı olmayan (gerçekten yok mu?) İyi Seneler Londra gibi film yazılırken -ve yönetecek kişi tarafından yazılıyorsa- sinema olarak çözüme hazır hale gelmiştir. Görüntü yönetmeninin algıları, oyuncuların yorumları (yoksa rolü değerlendirmeleri mi?) ile senaryo filmleşirken, yönetmen kontrolü elinde tutabilirse (Oya oyuncularına çok hakim) ortaya, dramatik yapı ile ilgi çekmek peşinde olmayan, bir günlük birbirini kesen olaylar / birbiri ile kesişen kişiler, üzerine bir film; gecenin bir yerinde balkondan atlayan (düşen!), aşağıdaki hiç ilgisiz (ilgisiz mi?) bir kişi üzerine düşmesi ile finale ulaşan bir labirent öykü çıkıyor.

Oya’nın sürprizleri de var, yıllar sonra Can Tokay’ı sinemamıza tekrar konuk ediyor.

(Senaryosunu da yazdığı Beyaz Melek ile ilk yönetmenliğini yapan Mahsun Kırmızıgül de bir öykü anlatıyor, kendi senaryosunu yönetirken, -belki- aksamayan bir yöntem kullanıyor, sinemasal keyifli zamanlar yakalaya biliyor, ama yeni hiçbir şey yok, eski Yeşilçam anlatımın teknolojisi gelişmiş yeni hali—)

Hiçbir filmi bir diğeri ile karşılaştırmak istemem ve filmler hakkında da genel olarak eleştiri yazmam ama, İyi Seneler Londra’yı seyredince, bu film hakkında yazı (eleştiri değil) yazmak istedim. (Beyaz Melek, bu isteği vermedi, -belki- Çilingir’in talebi ile yazabileciğim.)

(28 Aralık 2007)

Orhan Ünser

Suna

Suna, dört üniversite arkadaşının, 1971 ve 1980’deki dağılışlarından sonra bir araya gelişleri ile başlayan gerçeklerle (kendi aralarında bile, birbirlerine söylemedikleri, kişisel, kendi ilişkilerine ait gerçeklerle) yüzleşmeyi sinemalaştırıyor… Anlatıyor demiyorum, çünkü filmin açılışından başlayarak olanlar, sinemamızın alışık olmadığı bir üslûpla görselleştiriliyor.

Babasının ölümü ile taşraya (Edremit) dönen Suna, eczaneyi devam ettirmek durumunda kalır (dönmeyebilirdi), bir süre sonra, hem hemşerisi hem üniversiteden arkadaşı Erol ile ısrarları (ve çevresinin itelemesi) ile evlenir. (Evlenmeyebilirdi.) Oysa aynı gruptan Selim ile diğerlerinin bilmediği yakınlaşmaları olmuş, hatta nikâh günü almışlardır. Dağılışları sırasında birbirlerinden kopuşlarının nedeni ve aralarındaki yakınlaşma yıllar sonraki buluşmada ortaya çıkacaktır. (Söylenmemiş gerçeklerden biri.) Sevgi ise yurt dışına gidenlerdendir, araya giren zaman, gidiş nedenlerini ve orada olanların öğrenilmesini engelleyecektir, ta ki son buluşmaya kadar.

Sinemada bir öykü nasıl anlatılır? Sinema dili ile (görüntü ile). Yazında anlatım dil ile yapılır, yazarlar ait oldukları dili kullanırlar ve her ne kadar bu dil yazı ile kullanılırsa da, başlama noktası ses’e dayalıdır. Sinema da ise görüntüdür, ama nasıl görüntü?

Suna, bir aşk filmi, ama yaşanmış, kopukluğa uğramış, yanlış değerlendirilmiş, küllenmiş, gerçeklerin ortaya çıkışında ise araya giren zamanda yaşananlarla geri getirilmesi olanaksızlaşmış, buruk acısı hâlâ yürekleri sızlatan bir aşk.

Ama Suna’yı değişik bir film yapan, kullanılan sinema dili (görüntü). Sinemamızın çok kullandığı, karşılıklı konuşan iki kişinin çekimlerinde, açı/karşı açı çok kullanılan bir tekniktir. Ayça, açı/karşı açıyı kullanmıyor. Bunun için konuşan kişiler görüntüde ikiside aynı anda bulunuyorlar. Sevgi eczaneye gelerek Suna ile ilk konuşmasında, Sevgi’nin yüzünü bir süre göremeyiz. Yaşamda da böyledir, hayatta açı / karşı açı yoktur. Bu, filmin gerçekçilik iddiasından kaynaklanmıyor, Ayça’nın benimsediği anlatımdan (görüntülemeden) kaynaklanıyor. İç sahnelerin çekimlerinde, özellikle, Suna’nın evinde görüntüde bulunanlar alıcı ile izleniyorlar çoğunlukla; kesme (cut) kullanılmıyor. Açı/karşı açı yapmayan Ayça kaydırma (traveling) ve çevrinme (pan) kullanmayı seçiyor, uzun uzun. Kahramanlarımız ikili konuşmalarda bazı sır’lar açıklıyorlar veya konuşmalarda geçmişteki olaylardan söz ediyorlar, ama filmde hiç flash-back yok. Geçmiş sadece söz ile dile getiriliyor, herkes kendi gerçeğini açıklıyor ve karşısındakini şaşırtıyor. (Sözlü bir sürprizi İstanbul’dan gelen Selim yapıyor, sorulan soruyu, “soğuktu ‘ve’ yağmur yağıyordu” diye cevaplandırıyor.)

Suna’dan başlayarak dört karakterinin uzun yakın plân çekimlerinden sonra görüntüyü donduruyor. Bunları izlerken aklıma, yazın alanında yazarların, bazı altını çizmek istedikleri kelimeleri BÜYÜK harflerle yazmaları veya dikkati yoğunlaştırmak istedikleri kimi zamanlarda birkaç kelimeyi aralıkvermedenbirleşikyazmaları gibi kullandıkları (kullanabildikleri) teknikler geldi. Evet bir çok çekim uzun, uzun olduğu için de filmin temposu ağır, Suna’nın da -büyük şehirde kalarak- bu tempoyu (en azından kendisi için) değiştirme düşü, kimsenin (kocası dahil “eski arkadaşlarının da”) ilgisini çekmiyor. (Bu filmin temposunu değiştirir mi idi? Değişmesi gerekir mi?)

Suna -bana göre- finaldeki son sekanstan önceki sekansta bitiyor. Final sekansında Suna kumsalda yürür tek başına ve denize bakmak için seyirciye / kameraya sırtını döner ve jenerikte ki şiir tekrar geçmeye başlar. Suna denize bakar, denize, sonsuzluğa… (Deniz sonsuz mudur? / Edremit’te çakılıp kalmış, yıllar sonra yapılan açıklama ile nedenini öğrendiği, artık kavuşması imkânsız aşkını bulan biri için? Hâlâ devam edecek olan, sıkıcılığı bile sıradanlaşmış evliliği olan biri için?/)

*****

Fikret Bey

İlerlemiş yaşına, geçirdiği onca badireye, bir süre önce atlattığı hastalığa, iflâsın dağıttığı işine rağmen emektar bekçisi ile kendisinden başkasının olmadığı işyerine devam eden Fikret Bey’in bir gününün ilginç ne tarafı olabilir? Sabahleyin gelip çayların içildiği, kirasını ödemeyen kiracılardan, hele bir tanesi işinde kullandığı Fikret Bey üzerine olan elektriğin ücretinide ödememektedir. Fikret Bey yurt dışında olan beş yıldır görmediği oğlunu da anar, hasretle, vakit geçip zaman ilerler, akşam eve geleceğine kızına söz verdiği halde, iş yerinde kalarak -güya, ödenmeyen elektrik borcunu çözümleyecektir- emektarı ile menemen, beyaz peynir yerler, rakı içerler… Alınıp okunan “Cumhuriyet Gazetesi”nden 1988 yılında olunduğunu öğreniriz, bahçelerinde bulunan köpekleri “prenses” zabıta ekiplerince vurularak öldürülmüştür, fotoğraflar arasındaki görüntüsü diğerlerinden ayrılarak duvardaki yeni yerine konulur. İkinci Dünya Savaşı çıkmasa idi, gittiği Almanya da mühendislik eğitimi görme düşüncesindeki Fikret Bey ülkesine dönerek çıraklık ilişkisinden usta olur. Ülkenin ilk kalorifer kazanlarından birini yaparsa da, işten elini çektiği günlerde sobalı evde oturmaktadır, çevresindekilerin hepsinin “amca”sıdır ama. Günün sonunda, emektarına ölürse işyerinin bahçesine gömülmek istediğini söyler, domates yetiştirdikleri bahçeye…

Sibel Köksal’ın Fikret Bey’i büyük çoğunluğu bir oda içinde geçen, oda tiyatrosunu andırır (böyle bir deyim hiç kullanmadım ama) bir oda sineması (oda filmi!) Necla Algan’ın senaryosu, hiçbir şeyin olmadığı bir günün yaşanırlılığını, dramatik tuzakların uzağında hazırlamış, yılların birikimi ile Erol Keskin, Fikret Bey ile yeni bir kimlik üretiyor. Çay, sütlü kahve ve rakı, birde bol bol sigara içiyor Fikret Bey, bu eylemsiz gününde.Elektrik bedelini ödemeyen, kirasını ödeyemediği için tahliye kararı almasına rağmen acıyıp çıkarmadığı o gün ortalıkta görünmeyen kiracısına çatıyor, prenses’e yanıyor ve on beş gündür evine gitmeyen emektarına yine izin vermiyor -yalnız kalmamak için, yalnız kalmamak…

Fikret Bey gibi Fikret Bey filmi de -ne yazık ki- yalnız kalacak filmlerden biri sinemamızda; yalnız olmak (kalmak), hiç olmamaktan iyidir. İyi yalnızlıklar Fikret Bey.

*****

Orhan Ünser’in Bir Okuruna Cevabı:

Sn. Jale Yılmaz

Öncelikle ilginize teşekkür ederim. Yönetmenlik konusundaki kafama takılan bazı şeyleri yazıya geçirince, Sn. Çilingir kanalı ile sizlere ulaştı. İlgilenmişsiniz. Yönetmenlik yazdım ama bu konuda amatör, profesyonel deneyimim yok. Denemediğim bir alanda öneride bulunmak istemem ama, size şunları söyleyebilirim. Yönetmenlik konusunda, bulabilirseniz kitaplar okuyun, okulda bu konuda öneride bulunacaklardır. Bu size yönetmenliğin teknik taraflarını öğretebilir. Klâsikleri izleyin. Okuduğunuz öykü ve romanları görsel olarak düşleyin ve bunları -kendinize saklamak üzere- yazın / yazmaya çalışın. Yazdığınız, kurduğunuz öyküleri görsel olarak tekrar yazın, saklayın, bir zaman sonra elden geçirip yazdıklarınızı okuyun ve yeniden değerlendirin. Makineniz varsa fotoğraf çekin, kurgu yapılabilecek filmler çekin. Eğitiminizi tamamlayın, öğrendiklerinizi, sindirmeye, yeniden üretmeye çalışın, olanağı varsa set’lerde bulunun… Erksan’ın dediği gibi, “sinema kolektif sanattır ama herkesin benim dediğimi yaptığı bir kolektif sanattır.” düşüncesini unutmayın. Bir gün set’e -yönetmen olarak çıkarsanız- teknik olanaklarınız ne olursa olsun, kafanızda daha önceden (senaryo yazarının yazdığı üzerine yaptığınız) kurguyu, oyuncular ve görüntü yönetmeni ile canlandırın, sonra kurgucunuz ile teknik bakımından ve kendiniz olarak içerik bakımından (yeniden) üretin.

Aslında yönetmenlik, bir meslek olarak yapılabilen bir sanatkârlıktır, her yönetmen sanatkâr olmayabilir. Yönetmenliği sanatkârca yapmak da, yapmış olmak da bir meslek sahibi olmak değildir.

Tekrar ilgine teşekkür eder, yaşamda, çalışmalarında ve sinemada başarılar dilerim. – Orhan Ünser.

(29 Kasım 2007)

Orhan Ünser

Belgesel Yarışmasında Birinci Bulanamaması Üzerine

Antalya Film Festivali Belgesel Film Yarışması’nda birinciliğe lâyık belgesel film bulunmaması üzerine kameraarkasi.org sitesinden Hayri Çölaşan konuyu inceliyor:

Merhaba; Ankara Film Festivalinde belgesel bölümü jürisi birinciliğe aday film bulamadı. Bunun nedeni yarışma şartnamesinde belirtilen; belgeselde yeni çekim teknikleri yaratmak, yeni anlatım dili oluşturmak şartalarına uygun film bulunamaması olabilir.

Antalya Film Festivali belgesel jürisi de yine belgesel dalında birinciliğe aday bulamadı. Bunun nedeni de resmi açıklanma yapılmadığı için söylenilenlere göre belgesel film çekim tekniklerinin yetersizliği olarak görünüyor. Bir durum değerlendirmesi yapalım.

Neden belgesel jürileri böyle kararlar alıyor? Belgesel hocaları, eski ve tecrübeli belgeselciler hatta iyi yönetmenler jüride yer alıyor. O zaman hemen jüriyi suçlamayalım.

Bu soruyu kendimize sormalıyız.

Cevabı ise tahmin edebiliyoruz.

Madde 1

El tipi (Hadycam) amatör kameralar ucuzladıktan sonra herkes artık bu kameralara ulaşabiliyor. Canon XL1 veya Sony FX1 gibi kameralar da amatör sınıfına giriyorlar. Diğerlerinden farkı yok.

Amatör olma nedenleri broadcast olmayışları ve broadcast gereklerini yerine getiremeyecek kadar basit olmaları.

Amatör kavramında en önemli unsur ışığı kontrol etmektir. Bu tip kameralar ışığı kontrol edemez. Bu nedenle de ürettikleri resim kötüdür.

Ancak ev kullanıcıları, evde çocuklarını çeksinler, anılarının çeksinler diye üretilmişlerdir. Film çekelim diye değil.

Ancak bizler özellikle içimizde mektepli olanlar bir belgeselin görüntü kalitesinin seyirciyi etkilemede önemli bir unsur olduğunu biliriz.

Madde 2

Pekiyi sadece iyi bir broadcast kamera ile belgesel çekmek yetiyor mu?

Hayır. Çünkü görüntü kalitesi kadar içerik yani ne çektiğin de önemli. Çektiğin görüntünün amaca hizmet etmesi, konuya yardımcı olması ve estetik olması lazım.

Bunu yapmak için örneğin ben 23 yıl önce fotograf çekmeye başladım. 9 yıl ışıkta çalıştım. 11 yıldır da kamera kullanıyorum ve zorlanıyorum, benim durumumda olan bir çok iyi kameraman da bazen uygun resim şartı sağlayamıyor. Çeşitli nedenlerden tabii.

Şimdi, biz kameramanlar iyi eğitim alıp, kendimizi doğru ve düzeyli yetiştirmemiz gerekir. Bir kere kameraman yönetmenden tecrübeli olmalıdır. Yönetmenin isteklerini yerine getirirken kendi yorumunu ortaya koymalı, amaca hizmet eden görüntüleri çekerken estetik resimler çekmelidir.

Eline her kamera alan belgesel çekerse tabii ki görüntülerin amaca hizmet etse bile estetik kaygısı taşımaması kaçınılmazdır.

Profesyonel bir kameraman montaja uygun çekim yapar. Kameram var diye çekim yapan ise montajda görüntüleri ekleyemez ve kurtarmaya çalışır.

Madde 3

Işık yapılmıyor. Belgesellerde ışık yapılmıyor, ışık yeterince kullanılmıyor, setlerde profesyonel ışık ekibi artık unutuluyor. Işığa uygun mekanlar seçilmiyor ve görüntü yönetmenine sormadan burada çekeceğiz diye set kuruluyor.

Madde 4

Ses alınmıyor. Profesyonel bir sesçi gibi ses alamazsınız. Kamera üzerine ses kaydı yapılırsa bunun bedeli ağır ödenebilir. Ekip sesli çekime uygun olmalıdır.

Örnek;

Ben sesçi olmadığım halde yeni çektiğimiz bir belgeselde sesleri ben almak zorundayım. Kocaman kulaklığı takıp kamera kullanırken sese mi dikkat edeceğim yoksa görüntüye, ışığa mı? Herkes bizi kahraman zannetmesin. Bu savaşta olur, biz ise belgesel çekiyoruz. Her işi erbabı yapmalıdır.

Ayrıca ses alırken yaka mikrofonunu saklamaya çalışıyorum, yönetmen aman görünse ne olacak dışarıda olursa ses daha iyi alınır diyor.

Şaşırıyorum, ben imkansızlıklar çerçevesinde durumu kurtarmaya çalışırken, kapıdan girip odaya gelen ve babaannesiyle konuşmaya başlayan bir kızın yakasında mikrofon olacakmış.

Madde 5

Neden kısa filmlerde ödül veriliyor da belgeselde aday film bulunamıyor?

Çünkü belgesel önemli bir formattır. Kısa film gibi değildir. Belgeseldeki konuyu iyice araştırırsınız, önce kendiniz öğrenirsiniz. Konuya iyice hakim olduktan sonra buradan bir hikaye çıkarıp bu hikaye üzerinden konuyu anlatırsınız.

Kısa filmde görüntü ne kadar iyi olursa olsun 5 – 15 dakikada biter. Ama belgesel 15 – 52 dakikadır. Bir seyirciyi bu kadar süre seyretmeye zorlamak zordur.

Görüntülerle onu kalbinden ve beyninden vurmalısınız. Ses etkileyici ışık ise bütünleyici olmalıdır. Sanki orada belgesel çekim ekibi yokmuş gibi her şeyi doğal şartlara uydurarak çalışmak tecrübe ister.

Belgeselde kameraman daha da önem kazanır. Kamera kaliteye yardımcı olur.

Madde 6

Mali sıkıntılar. Maddi imkansızlıklar, ucuza mal etmek, bir şey yapmamaktansa hiç yoktan bir şeyler yapalımlar…

Doğru bunlar. Ama ortaya çıkan esere yansıyor. Işık ekibinin olmaması ışığın yeteri kadar, ses ekibinin olmaması sesin eh işte kadar, iyi bir kameramanın bulunmayışı ve broadcast teknik malzemeler de görüntü kalitesinin kötü olmasına neden oluyor.

Çekim gününün azlığı çekim sırasında telaşa ve taviz verilmesine neden oluyor. Ama maliyeti düşürüyor.

Montaj gününü az almak sonlara doğru sıkışmalara ve bu kadar yeter’e neden oluyor. Bütün bunlar da ortaya çıkan belgeselin kalitesini bozuyor.

En ucuz malzemelerle en az ekiple çalışarak ne kadar iyi bir belgesel üretebiliriz?

Üretelim… Tabii ki üretelim. Ama böyle üretilmiş belgesellerden de ödül beklemeyelim. Jüri kötünün iyisini seçmek zorunda değil.

(01 Kasım 2007)

Hayri Çölaşan

http://www.kameraarkasi.org
hayri.colasan@gmail.com

Artun Yeres Röportajı

FOTOĞRAFLAR İÇİN RÖPORTAJIN SONUNA BAKINIZ

Kendinizden biraz bahseder misiniz?

İstanbul doğumluyum. Eğitimimi ilköğretimden sonra Fransız okulunda okuyarak tamamladım. Güzel sanatlara ve resme karşı bir ilgim vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde bulundum. Bedri Rahmi, hocalığın yanı sıra, bana yol gösteren, yaşamı belirleyen bir kişi olarak, bende önemli bir iz bırakmıştı. Daha sonra sinemaya merak sarmıştım. Bu arada sinema nedir, ne değildiri öğrenmek ve sinemayı yakından tanımak için bir ara yurtdışına gidip geldim. Dönüşümde Türkiye’de nasıl film çekildiğini merak ettim. Ömer Lütfü Akad’ın bir film hazırlığında olduğunu öğrendim. Gittim ve kendisine asistanlık yapmak istediğimi söyledim. Dedi ki, “benim asistanlarım var, sen kimsin?” Ben her gün setine gitmeye başladım. Çünkü model olarak Ömer Hoca’yı daha çok merak ediyordum. Sinemasını, tarzını… Sonradan film çekimlerinin yarısında beni asistan olarak aldı yanına. Ondan öğrendiğim çok şey oldu. Bir gün bana “Niye geliyorsun? Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu. “Hocam” dedim, “Türkiye’de bir film nasıl çekiliyor? Neler yapılıyor? Bunları öğrenmek istiyorum” dedim. O da bana şu cevabı verdi; “Türk sinemasında ne yapmaman gerektiğini öğrenirsin, başka da bir şey öğrenemezsin” dedi. Daha sonra Sinematek’in kuruluş aşamasında Onat Kutlar ve Sungu Çapan’la bir tanışıklığım olmuştu. Ben de o kadroya dahil olmuştum. Hisar’da bir kısa film festivali yapılacağını duyduk. Bende bu yarışma için kendimce bir kısa metraj çektim. Biz o zamanlar Sinematek’te toplanan bir avuç gençtik. Varolan sinemaya karşıydık. Farklı düşüncelerimiz vardı. Ülkenin yapılanması da o yıllarda çok farklıydı. 68 yılları. Devrimci ideolojiye doğru inançlarımız gelişti. Kendi harçlıklarımızla bir dergi çıkardık. Çok sert bir manifesto yayınladık, varolan Yeşilçam sinemasına karşı.

Peki, sizle beraber kimler vardı bu kadroda?

Ahmet Soner, Mustafa Irgat… vs. vardı. Sonra filmler üreteceğimizi iddia ettik ama üretemedik. Başlamadan biten bir sevdaydı o zamanlar Genç Sinema. Belli bir hedefimiz vardı. Ama sonra bölünmeye başladık. Farklı bir siyasi yapı ve karışıklık vardı o zamanlar Türkiye’de ve zamanla bir çok fraksiyon çıktı meydana. Kimsenin kişisel bakışına müdahale edilemez ama sonuçta film yapılamadı. Sadece konuştular veya yazdılar. Böylesi daha kolaylarına geldi. Bir de tabii o zamanlar bizlerde fazla para yoktu. Kimimiz öğrenciydik, kimimiz ev geçindirmek zorundaydı. Şimdiki gibi kolay ulaşılabilen film makineleri yoktu. Film bulunmuyordu. Filmleri stüdyoda yıkama zorunluluğu vardı. Bütün bunlar ekonomik olarak güçtü. Ama bu işlere soyunmuşsak bütün bunları göze almamız lâzımdı. Neticede film üretilemedi. Böylece genç sinema doğamadan kürtaj olup gitti.

Kendi çalışmalarınıza dönecek olursak?

O yıllarda Amerika’nın Vietnam saldırganlığı vardı. Sadece fotoğraflara dayalı bir film yapmıştım. Bir de Goya’nın “Savaşın Felâketleri” adlı bir gravür serisi var. İşte o gravürde çizilenlerle, Amerikan emperyalist askerlerinin mazlum halka yaptıkları paralelde, aynı resimlerdi. Sanki o gravürlere bakılıp fotoğraf çekilmiş gibiydi. Sonuçta film sansür tarafından engellendi. Yurtiçi, yurtdışı gösterimleri yasaklandı. Dost ülkeyi rencide etmek gibi bahaneler bulundu. Oysa ben tüm fotoğrafları Amerikan Konsolosluğu’ndan ve dergilerinden edinmiştim. Ardından Nazım Hikmet’in sakıncalı olduğu yıllarda, onun bir şiirinden yola çıkarak, ağır yük işçilerini anlatan yarı belgesel bir film yaptım. O film de yok oldu veya yok edildi. Bilmiyorum. Bütün bunlardan sonra ben koptum tabii. Özür değil ama ekonomik ve ailevi sorunlarım da vardı. Çalışmam da gerekiyordu. Onun için gazetelerde yazılar yazdım, fotoromanlar çektim. Yani kendi kendimi sattım. Böylelikle tecimsel filmler yaparak piyasaya girdim. Uzun yıllar böyle devam etti. Yaşlandığımı hissedince, “artık kendi inançlarım doğrultusunda film yaparım” dedim. Yapamazsam da kısa filme geri dönerim dedim. Zorunluluk olarak değil tercih olarak… 1995’de “Buluşma” adlı bir film çektim. Severek yaptığım ve sevdiğim bir filmimdir. Yapımcıyla alâkalı olarak magazinsel bir talihsizlik yaşadı bu filmim. Film birkaç salonda oynayacakken, bir salonda gösterildi. Beşinci gün kaldırıldı gösterimden. Festivallere gönderilmesi engellendi. Filmi kaçırarak bir iki festivale sokabildim. Daha sonraları ressamlarla ilgili, onların tablolarından yola çıkarak onların iç dünyalarını kendi yorumumu da katarak yansıtmak istedim. Bunlardan 6-7 tane yaptım. Fırsat buldukça da yapacağım. Bunların yanı sıra belgesel tasarılarım var ama yapabilir miyim, yapamaz mıyım bilemiyorum. Ara sıra da boş kalmamak için sinema üzerine kitap çalışmaları yapıyorum. Kendimi hem oyalıyorum, bir yandan da geliştiriyorum hâlâ.

Kısa film nedir? Ne değildir? Nasıl olmalıdır?

Tam olarak kimin söylediğini hatırlamıyorum ama şöyle denir; “sinema boks maçı gibidir. Uzun film puan toplar, kısa film nakavt eder.” Ya da edebiyata benzetecek olursak, uzun film roman, kısa film öykü gibidir. Romanda olaylar ve karakterler anlatılır. Bunların uzamaları olur, geriye sıçramalar olur. Öykü de bir an, durum belirlemektir. Kısa filme çok şey yüklememek lâzım. Ama tabii, bu da yıkılabilir bir kural belki de. Ben biraz kuşkucu biriyimdir. Ama bu paranoya şeklinde değildir. Daha fazla şeyin farkına varmak için bu şekilde düşünüyorum biraz da.

Çoğu kişi kısa filme, uzun metraja geçiş için bir köprü olarak bakıyor. Bir derece doğru ama salt bu gözle değerlendirmemek lâzım kısa filmi. Önce sinemanın ne olup olmadığının farkına varmamız lâzım. Sinema bir dilse ve biz bu dili öğrenmek istiyorsak, elbette ki bazı kuramsal kaynaklara başvuracağız. Ama sadece bunlarla sinema öğrenilmiyor. Sinemayı mutlaka uygulamaya geçirmek lâzım. Belli yasalar, belli kurallar var. Bunları tabi ki öğrenmemiz lâzım ama bunlara bağlı kalmak da yanlış olur. Bazı şeylere cesaret etmek lâzım. Farklı anlatımlar denememiz lâzım. Nasıl yaparsak yapalım, yeter ki doğru yapalım. Örneğin devrimci bir film yapmak isteniyor. Konu ve içerik belli, ama anlatım klâsik. Öz ve biçim birlikteliği gerekiyor. Demek ki ben farklı bir anlatım endişesi duymalıyım. En azından bunun için çabalamalıyım. Aksi halde olmuyor. Meselâ “Buluşma” filmim, iki kişilik bir filmdir ve tek mekânda, bir odada geçer. Nerdeyse 90 dakikalık bu filmde, açı-karşı açı ve amors çekim yoktur. Ama izleyen fark etmez bile. Filmin iyiliği kötülüğü tartışılır. O önemli değil. Ama üslûbu farklıdır. Şimdi bu bir endişedir. Sürekli bu endişeleri içimizde taşımamız lâzım. Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım?

Sinema ister kurmaca olsun, ister belgesel olsun, ne olursa olsun, bir şey anlatmaktır. Bir durum göstermektir. Bu durumu ben beş dakikada da gösteririm, beş saatte de gösterebilirim. Tabii, ticari olarak bakarsak, bazı süre kısıtlamalarına zorunlu olarak uymak durumundayız. Bu açıdan bakıldığında, ben pek bir fark görmüyorum. Sinema işte. 60 dakikalık filme ne diyoruz? Uyduruk bir kelime takmışız orta metraj diye. Neye göre orta? Neye göre kısa? Neye göre uzun?

Siz, bugünkü anlamda kısa filmin, Türkiye’deki ilk üretenlerinden birisiniz. Geçmişten günümüze baktığımızda kısa film nasıl bir değişim geçirdi. Gelecekte nasıl olacak?

Gelecekten söz etmek falcılık gibi geliyor bana. Onun için bu noktaya yaklaşmayacağım. Dünde de bir şey yoktu aslında. Kişisel başarılar her zaman yok olmaya mahkûmdur. Yani bir ekolden bahsediyorsak tabii. Türk kısa film tarihine baktığımız ve belirlemeye çalıştığımız zaman. Bizden de önceleri yapılmış tek tük örnekler vardı. Ve bunlar daha çok belgesel ağırlıklı idi. Örneğin çekilip çekilmediği bile hâlâ tartışılan “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” gibi. İşte bu tarz filmlere sahip çıkmaya çalışmak, bana biraz yoksunluktan kaynaklanan mecburiyet gibi geliyor. Kısa film, hatta genel anlamda sinema, bilinçli olarak gelişmemiş bir sanat dalı Türkiye’de. Çok gariptir; önderimizin “Sinemaya gerekli önemi vermeliyiz” diye bir sözü vardır. Fakat ben şaşırıyorum; bale okulu, tiyatro, konservatuar, opera ve akademi açılıyor, ama bir sinema okulu açılmıyor o dönemde. Sinemaya bu kadar önem veren bir lider niye bunu es geçmiş? Bu bende hep bir sorudur. Foto Film Merkezi vardı, ordunun. Tabii, amaç belli. Militarizm, propaganda. Hatta 10. yıl kutlamaları için Rusya’dan bir yönetmen getiriliyor. Buradan bir tiyatrocu alınıyor, Sovyetler dolaşılıyor, Avrupa dolaşılıyor falan. Muhsin Ertuğrul diye sinemayı katleden bir adam. Sinemayı daha doğmadan katleden biri. Tiyatroda çok önemli bir yeri olabilir. O benim dalım değil. Akad’lar falan döneminde de sinemanın yapısı bir başka. Köylere elektrik gelince birdenbire sinemada arz talep çoğalmış. Tiyatroculardan başka sinemanın ne olduğunu bilen yok. Yani, işte, sokaktan geçen kadın, kameranın önünden geçen adam beğeniliyor, güzel deniyor, yakışıklı deniyor, oyuncu yapılıyor. Adam muhasebeci, adam doktor, adam bilmem kim, alınıyor yönetmen, yapılıyor. Bir de Arap filmleri, Hollywood filmleri, tipik melodramlar örnek alınıyor. Şimdi biz neye sahip çıkıyoruz, neden söz ediyoruz? Türk sineması yoktur demiyorum ama günümüzde bile hâlâ bir kimliği yoktur. Bugün bir İran sinemasına baktığımız zaman, molla rejimine rağmen bir kimliği var. Ve onların filmlerini seyrettiğim zaman çok düşündürtüyor beni. Oysa bizim sinema tarihimizde böyle bir kimlik endişesi de yaşanmamış. O zaman olmayan bir şeyi niye göklere çıkarmaya çalışıyoruz? Bugün ben iddia ediyorum ki, geçmişteki Yeşilçam yapımcılarının hiçbiri cebinden on lira çıkarıp filme koymamıştır. Hepsi işletme zincirlerinden alınıyordu. Adam diyordu ki, bana dört tane Türkan Şoray – Cüneyt Arkın filmi çek. Bunun parasını yolluyordu ve yapımcı bu gelen paranın % 30-40’ını bankaya yatırıp, kalanı ile o dört filmi çekiyordu. Şimdi böyle bir ortamdan da iki-üç kişi çıkmış sorumluluk taşıyan, Ömer L. Akad veya Metin Erksan gibi. Fırsat buldukça kendilerini dile getirecek filmler yapmaya çalışmışlar. Tabii, bu isimleri çoğaltabiliriz de. Ama genel olarak baktığımızda vahim bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu yüzden kısa filmi, bu tarihsel süreçten ayrı tutamıyoruz. İster istemez bir bütün bu. Farklı bir sinemamız olsaydı, eminim ki farklı bir kısa film geçmişimiz de olacaktı.

Bugün ne durumda kısa film?

Ben tabii, sizin kadar izleyemiyorum. Ara sıra bir gösterim olursa, ya da bazen festivallere çağrıldığım zaman, izleyebiliyorum. Genel olarak sinemamız hakkında pek umutlu olmasam da, kısa filmde, Bach’ın müziği gibi küçük pırıltılar görüyorum. Temennim bu pırıltıların artması ve büyümesi. Çünkü, bu ülkenin kadersiz yapılanmasına rağmen, farklı düşünen ve sinemayı seven gençlerin bu tarz filmler çekeceğine inanıyorum. Kendi gerçeğini, yaşama ekleyerek, bizleri uyaracaklarına inanıyorum. Çünkü, ne düşünüyoruz, ne düşündürtülüyoruz. Ne bakıyoruz, ne baktırılıyoruz. Tek boyutlu insan haline dönüştürülüyoruz. Tek düşünce, tek ideoloji… vs.

Dünyada kısa filmin durumu nasıl?

60’lı yıllarda nasılsa, hâlâ aynı olduğunu düşünüyorum yurtdışında kısa filmin. Dünyada kısa film şenliklerinde hiçbir azalma olmadığını, tam tersine arttığını, kısacası kısa filmi destekleyici bir sistem olduğunu görebiliyoruz genelde. Ticari veya değil, kısa film bir şekilde yaşatılıyor, çünkü öteki türlü sinema da ilerlemez.

Kısa film üretiminde nelere dikkat edersiniz?

Öncelikle öz ve biçimi ayırmamamız lâzım. Kendimi nasıl yenileyebilirim endişem var. Oyuncu, müzik, renk, neler görünüyorsa, bu daha önemli, daha öne çıkmalı demiyorum. Aynı derecede önem vermemiz lâzım. Zaten önemsemediğini hiç kullanmayacaksın.

Biraz festivaller üzerinde konuşalım… Kimisinin festival enflasyonu olarak nitelediği hızlı bir artış var… Hatta son zamanlarda televizyon kanalları ve özel şirketlerde giriyor bu işin içine. Nedir bu durum?

Bu başıboşluktur, bu denetimsizliktir. Ben yıllardan beri Kültür Bakanlığı yapacak kimlikte bir bakana rastlamadım. Ali gidiyor, Veli geliyor. Hepsi aynı. Ne olacak bu artış. Herkes kısa film çekiyor, herkes şenlik yapıyor. Ama kimsenin aklına bunları şekillendirmek gelmiyor. Örneğin yoksulluk üzerine, aşk üzerine, çocuk üzerine… vs. Belki bu kısa filmcilerin üzerine bir sorumluluk yükler. Öğrenci filmleri de aynı yarışmaya katılıyor, kısa film yapmak isteyen de aynı yarışmaya katılıyor. Yani bir abur-cubur şeklinde gidiyor. Pek sıhhatli bir şey değil.

Büyük festivaller de görüyoruz. Ankara olsun, Antalya olsun. Bu yıl gittiğim Ankara Film Festivali’nde sordum, niye bu kadar çok film getiriyorsunuz diye? Amaç belli; izleyici sayısını çoğaltmak. Bir kere ücretsiz gösterim yapıyorlar kısa filmleri. Broşürü doldurmak, çok film gösterdik bu sene demek. Bu da, sponsorlardan ve belediyeden daha çok para talep etmek falan. Hep böyle başka oyunlar oynanıyor gibi. Yani aslında kimsenin kısa filmi iplediği yok. Daha önceki Antalya Festivallerinde, kısa film ödülleri, alelâde bir otelin alt katında bir salonda verilirdi. Yani hem kısa filmi teşvik ediyorsun, hem de üvey evlât muamelesi yapıyorsun. Kısa film kullanılıyor. Festival organizatörlerini de suçlamıyorum aslında. Yanlış anlaşılmasın. Onların ne güçlüklerle bu işleri yaptıklarını duyuyorum ve şahit oluyorum. Ama ortam bu. Bir de ben uzun olsun, kısa olsun ödül sistemine karşıyım. Filmler at değil, atlet de değil. Yarıştırılıyorlar. Bunlar sistemin getirdiği şeyler. Sanat eseri yarıştırılır mı? O zaman Bach, Mozart, Beethoven dinleyelim, birinci, ikinci, üçüncü seçelim. Sinemaya saygısızlıktır bu. Ben de çok jürilerde bulundum, çok ayak oyunları yaptım tuttuğum filmlerin elenmemesi için. Sonuçta başka bir jüri gelse, başka türlü değerlenecek o filmler. Pek sağlıklı değil yani.

Bir de Türkiye’de, toplamda çekilen kısa filmlerin, tüm festivalleri dolaşmasından dolayı, belki de bir şartlanma oluşuyor. Jüri üyelerinin seçimleri genelde diğer festivallerinkiyle benzerlik gösteriyor.

Çünkü, yetkin değil o jüri üyeleri. Birinci, ikinci, üçüncü belirleyip, çoğunlukla da birer anı niteliğinde plâket verip yolluyorlar. Böyle olacağına bence, en iyi 10 film seçilsin, ardından da en iyi umut veren 10 film seçilsin. Böylece en az 20 filmin yönetmeni moral olarak güçlendirilir. Eğer yönetmen ilk üçe girerse, kendini yeterli görüyor. Ben oldum diyor. Bu tehlikeli bir durum.

Gelişen teknolojinin artıları, eksileri?

Gelişen teknolojinin ürünlerini, özellikle de Hollywood’da görüyoruz. Ben bunlara sinema değil, başka bir ad takılması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bir “Matrix” denildiği zaman, buna film denilmesin. Başka bir isim bulunsun. Bu başka bir şey. Yalın, arı bir anlatım giderek yok oluyor. Cannes Film Festivali’nden örnek vereceğim. Bizim Nuri Bilge Ceylan da dahil olmak üzere, örneğin arka arkaya patlayan İran sineması örnekleri falan… Bunların sebebi yok olan arı sinemaya sahip çıkmaktır. Ne istediğini direkt anlatan, sade sinema. Ticarete, daha çok para kazanmaya dayanan teknoloji beni ürkütmeye başladı. İletişim çağı diyoruz, ama evde en yakınımızla bile iletişim kuramıyoruz artık.

Film çekmek pratikleşti. Ama önemli olan bu teknolojiden yararlanıp öz sinema yapmak. Yalınlık çok şey gizler içinde.

Türk sinemacıların, kısa filmi bir basamak olarak kullandığından bahsettik. Uzun metraja, dizi filmlere, televizyona yada reklâma, kısacası maddi getirisi de olan profesyonel iş hayatına geçtiklerinde kısa filmi unuttuklarından söz ettik. Hatta bazılarının buna rağmen, belki de sırf isim olsun diye kısa film festivallerinde jüri üyeliği yaptığını görüyoruz. Bu tarz insanların, kısa filmcilere fiili olarak destek vermesi gerekmiyor mu?

Örnek vererek özetlemek istiyorum. Jean-Luc Godard, 68 olaylarında komünist partisinden bir arkadaşıyla birlikte kısa filmler çekmeye başladı. Olaylara katılan gençlerin bir kısmının eline birer kamera verdi ve film çekin dedi. Bunun yanı sıra örneğin Passolini’ye baktığımızda, uzun metraj film çekmeye gittiği yerde mutlaka orayla alâkalı kısa metraj belgeseller çekmiştir. Keza Antonioni de öyle. Örnekleri çoğaltabiliriz. Böylesine ünlenmiş, büyük yönetmenler hâlâ kısa film çekme derdindeler. Kısa filmden para mı kazanacak? Hayır. Kısa filmi hiçbir zaman bir köprü olarak görmemişler. Uzun metraja geçmelerini sağlayan kısa filme saygılarını hep göstermişler. Türkiye’deki profesyoneller kısa filmi hor görüyorlar. Bazıları reklâm ve kliplerin kısa film olduğunu iddia ediyor. Ama kısa filmin amacı başka. Onlar kısa film olamaz.

Son olarak, genç kısa filmcilere neler söylemek istersiniz?

Keşke şimdiki nesil de kendi aralarında birleşseler, toplansalar. Bir amaç uğruna bir şeyler üretseler. İnsan bunu bekliyor. Çünkü sürekli bir değişim var. Ama maalesef bu değişim umutsuzluğa doğru gidiyor. Her şey gençlerin elinde çünkü. Kendilerini değiştirecekleri ve geliştirebilecekleri gibi, ülkelerini ve dünyayı da değiştirebilirler. Belki ütopik bir bakış bu ama bu inancı da taşımazsa insan mistik bir umutsuzluğa doğru gider. Sinema yapmak isteyen birinin umut taşıması lâzım ve kendisini sevmese bile insanı ve yaşamı sevmesi lâzım. Ben buna inanıyorum. Bakıyorum, umutsuzluktan mı, ülkenin bugünkü koşullarından mı bilmiyorum, genç nesilde bir kabûllenme, bir razı olma durumu var, başkaldırma dürtüsü yok. Daha bir burjuva bakışı, bana dokunulmasında ne olursa olsun durumu var. Bunlar beni çok tedirgin ediyor. Ben farklı mı yaşadım? O ayrı bir şey ama farklı olmaya çabaladım en azından. Ben sadece düşüncelerimi söylemek istiyorum genç kuşak sinema yapmak isteyenlere. Amacım nasihat vermek ahkâm kesmek değil. Ama kısa filmden 35’e geçenlerin de yaptıklarını görüyoruz. Genç bir insanda olmaması gereken bir teslimiyet var. Biraz o 68 ruhunu taşımaları lâzım. Belki de bunlara tarih öncesi gözüyle bakıyorlar. Bizi ilgilendirmez diye düşünüyorlar.

Bir de kanımca, kurmacadan önce belgesel çalışmaları lâzım. Sinemanın gizi hayatın içinde çünkü. Belgesel çalışmak, hem sonradan yapacağı filmler için bir rehber niteliğindedir, hem de kendi daha çabuk gelişir. Belgesel, yaşamdan bir kesit göstermek, bir durum saptamaktır. Biraz Godardvari düşünüyorum; hiçbir zaman sonuç vermemeli, bir durum göstermeli. Truffaut’un “400 Darbe”si gibi. Hollywood kalıplarını sevmiyorum.

Biraz silkinmek lâzım. Olaya beğenilme açısından bakıyoruz. Çevremiz, yakınlarımız tarafından beğenilmek tatminini yaşamaya çalışıyoruz. Bu tam bir burjuva yapısı. Bunu da delmemiz lâzım.

Bir kısa filmci, yaptığı işi geniş kitlelere ulaştırmaya çalıştığında, bu isteği ön plâna geçtiği zaman, o şartlara göre kısa film yapmaya iteleniyor. Yani doğru dürüst düşünen bir insan bile bu yolda, teslim oluyor. Trajik olan bu durumun değişmesi şart.

(16 Haziran 2006 Kadıköy)

Fırat Sayıcı

Artun Yeres’e Saygıyla

Filmlerinden Fotoğraflar

Hiroşima

Katliam

Mevsimler

Şeker Ahmet Paşa ve Orman

Yalnızlık Baladı

Hazırladığı Kitaplar

Bir Abbas Kiyarüstemi Klasiği: Kirazın Tadı Çekim Senaryosu

Bir Akira Kurosawa Klasiği: Rashomon Çekim Senaryosu

Bir Michelangelo Antonioni Kitabı

Gündüz Güzeli Çekim Senaryosu

Sakıncalı 100 Film

Yönetmenlik?

Sinemada yönetmen, ne yapar? Bir sinema sitesi için garipsenecek bir soru! Evet, senaryo yazarı tarafından yazılmış bir metni, film üzerine geçirme sürecini yöneten kişi. Senaryonun gereği oyuncular seçilmiş, iç ve dış mekânlar belirlenmiş, mekânların düzenlenmesi gereken bölümleri hazırlanmıştır. Aslında yönetmenin bunlarda da etkin olması gerekir; bu ortamda oynayacak oyuncuların rolleri önce kendilerine kabûllendirilir ve sonra görüntülemenin, kamera hareketlerinin, çekim uzunluklarının plânları yapılır, kamera yerleri ve hareketleri belirlenir, istenilen görüntü için ışık düzenlemeleri yapılır…. neler söylüyorum. Bir film çekimi kolektif bir iştir, ama Metin Erksan’ın deyimi ile “herkesin benim istediğimi yaptığı, kolektif bir iştir”. Sinema en genç (7.) sanat olarak, diğerlerine farklılıklar gösterir, kolektifliği de, beraber çalışmayı gerektirecek olması da ayırıcı özelliklerindendir. İş çekimle de bitmez, laboratuar işlemlerinden sonra kurgu, seslendirme, müzik döşenmesi… aslında bunlar konusunda uzman kişilerce yapılır, hele müzik tamamen farklı bir yapı gösterir, ama müzikçinin yönetmenin yapmak istediğini anlamış olması gerekmez mi? Yani yönetmen sinema yolu ile bir şey anlatmak istiyorsa, buna senaryoyu kendisi yazarak başlayabileceği gibi başkasının senaryosunu yorumlayarak da yapacaksa, bütün bu aşamalarda etken olmalıdır diye düşünüyorum. Böylece aynı senaryodan farklı filmler yapılabileceğini sinema ile ilgilenen herkes bilir.

Ama işin farklı bir boyutuda var, biz “sanat” diyorsak da, sinemanın bir de ticaret tarafı var. Sinemanın ağırlıklı olduğu günlerde, filmler bir ticari meta olarak da hazırlanırken, yapılması gerekli görülen bazı ticari yönü baştan az olan filmlerin, yapımevine yükleyeceği giderleri de karşılamak üzere ticari yönü daha öncelikli olan filmler her yapımevi tarafından yapılmıştır; bunda da eleştirilecek bir yan bulunmamaktadır. Baştan ticari olduğu düşünülen ve bunu da haklı çıkaran filmlerin, o kadar seyircisinin bulunması da -ki ticarilik başka nedir?- bu uygulamayı haklı çıkarır.

Ticari yönü baştan az olan dedik, ister bu filmler olsun, ister ticari yönü fazla olan filmler olsun yine yukarıda belirtilen aşamalardan geçilerek yapılır. Her iki tür de yönetmen elinden çıkar, her filmin bir sav’ı vardır, bu boyutlu bir konu da olabilir, sabun köpüğü de. Sanat filmi, denilen kategori ise benim için hâlâ meçhul bir kavramdır, sinema sanatsa, film yapmak bu sanatı yapmaktır, en sabun köpüğü filmde bile sinema sanatını hakkı ile kullanarak iyi film yapma olasılığı vardır. Çok ciddi olan bir konuda yapılan filme sanat filmi demek yanlıştır, ciddi sözüne rağmen, kotarılamamış ise film, kötü olabilir ama içeriği filmi seyredilebilir kılar. Sanat filminden daha çok “sanat üzerine film” tanımı doğru olur ki bu tamamen başka bir türdür, lokal bir türdür, belgesel veya dramatik olabilir. Tekrar ediyorum, bütün bu filmleri yönetmenler ekipleri ile yaparlar. Özellikle ticari filmlerin belli türlerde devamlı yapılması hazır şablonların ortaya çıkmasına neden olabilir ki, işte burada yönetmen de mekanikleşme, bir takım teknik biçimleri tekrarlama durumunda kalabilir.

Şimdi sinemada değilde televizyonlarda giderek ortaya çıkan bir sonuca değineceğim. Ülkemize TV’nin yeni geldiği günlerde ABD kaynaklı dizileri izlerdik ve bunların 50 – 70 dakikalık sürelerde olduğunu görmüştük. Şimdi ülkemizde, sinema üretiminin azalmasından da istifade ile ağırlık kazanan televizyon dizileri önce sürelerini reklâmlarla 120 dakikaya çıkardılar. Her hafta bir bölümün çekilir olması gerektiği için de gününe yetişme çabası içinde hızlı çalışmak zorundalar. Bu bir genelleme değil ama, diziler de çoğunlukla olayın geçtiği belirli mekânlarda, belirli çatışmalar veya komik durumlar üzerine kurulu olarak gelişiyor. Seçilen beylik konular, detaylandırılarak bunlar üzerinde oynanıyor, hemen yukarıda söylediğimiz unsurlar da buna eklenince, diziler gerek oyunculuk gerek yönetim bakımından kalıplaşmalara gidiyor; burada yönetimde dizinin mekânik bir parçası olarak kalıyor.

Yönetmen hakkında tüm bu dediklerim, aslında beni uzun zamandır tedirgin eden bir deyişten kaynaklanıyor. Gazetede (Cumhuriyet) özellikle televizyonda oynayan filmlerden (sinema) söz ederken “yönetmenliğini falancanın üstlendiği…” deniliyor. Yani, filmin tüm diğer işleri ayarlanmış, kotarılmış, bir yönetilmesi kalmış, falancaya “Gel kardeşim, şunu yönet” demişler, O’da gelmiş yönetimi üstlenmiş ve iş bitmiş. Tabi böyle değil ama bu deyimi ilk okuduğumdan beri bende bu düşünceyi doğurdu. Bu gün (06 Ekim 2007) TV.de gösterilen One Flew Over the Cuckoo’s Nest filmi için “yönetmenliğini Milos Forman’ın üstlendiği” yazıldığı gibi, hemen yan sütunda Sensiz Yaşayamam içinde “Metin Erksan’ın yönetmenliğini üstlendiği” yazıyor. Ne Forman, ne Erksan yönetmenliği üstlenmemişlerdir, o filmi yönetmişlerdir. “Aynı şey değil mi?” diye sorabilirsiniz, ben “Aynı şey değil” diyorum, -belki biraz kelimelerle oynuyorum, ama- yönetmenliğin üstlenildiği filmler olabilir, fakat film yönetilir, iyi yönetilir, kötü yönetilir. Sensiz Yaşayamam bilinen bir konunun, yazım aşamasından yönetim aşamasına çok kişiselleştirilmiş bir örneğidir ki, üstlenilmiş bir görevi çok aşan bir noktadadır, filmi beğenir veya beğenmezsiniz, ama böyledir. One Flew Over the Cuckoo’s Nest üstelik bir romandan da kaynaklanmasına rağmen sinema için yeniden üretilmiştir. Senaryo yazarının (Ken Kesey’in romanından), görüntü yönetmeninin, tüm oyuncularının ve de (hele hele) Milos Forman’ın ürettiği bir üründür, üstlenilmiş görevler değil yapılmış bir iş vardır, ortada.

(14 Ekim 2007)

Orhan Ünser

Yılmaz Güney’di

Evet di’li geçmiş ile, Yılmaz Güney’di. Aradan 23 yıl geçmiş, doğum günü hâttâ yılı tam ve net olarak bilinmiyor ama, 1984’de (09.09.1984) yitirdik O’nu.

Umut filminin ODTÜ’de yapılacak gösterisine gittik, gösterilip gösterilmeyeceği bilinmiyordu. Bilenler bilir, ODTÜ’nün geniş alanında hangi yerde gösterileceğini bile net öğrenemedik, vakit ilerliyor, hava kararmaya başlıyor, güneş batmıştı, kuyruktan ayrılmıyor, ama hangi kuyruktan, dört beş tane kuyruk vardı. O gün filme ulaşamadık, kaç gün sonra idi bilemiyorum, ama bir sonbahar günü olmalı, fakültemizde (A. Ü. Hukuk Fakültesi) filmin gösterileceğini öğrendim. Konferans salonunda gösterim yapılacaktı, okulda bir sinema kulübü kurulmuştu (Neler mi göstermişti?: Prof. Hannibal ve Cehennemde İki Devre / Z. Fabri, Yedi Samuray / A. Kurosawa, Sevmek Zamanı / M. Erksan v. b.) işte onlar bulup buluşturmuşlar, filmi getirdiler, derslere girdiğimiz, çeşitli anma toplantılarının yapıldığı bu salonda bu kez Umut ile buluştuk. Gösterim öncesi, asistanımız olan Uğur Mumcu, Özkan Tikveş’in sinemada sansürü konu alan doktora tezinin kitabı ile gelerek, bir konuşma yaptı ve o zaman geçerli olan sansür kuralları gereğince, biraz titizlik gösterilirse, sansür edilmeyecek filmin olmadığını söyledi ve gösterim sonunda filmin, finaline ulaştık. Filmi, Umut’u anlatacak değilim. Finalde define peşindeki gurup, gömünün izini bulduğuna inandıkları Cabbar’ın (Güney) gözlerini bağlayarak, o’na doğru yürümesini isterler, bir süre yürüyen Cabbar daire çizmeye başlar ve bu daire üzerinde döner döner döner. ‘Umut’ bir kısır döngüdür, -‘umut’, akıllıca ve var olanları doğru değerlendirdiğin zaman, ileriyi görebilmene yardımcı olur ve o zaman varılacak hedef olur.- Cabbar’ın ‘umut’u ise kendi çevresinde dönmektir, yani hiç yere gitmemek, ve döner, döner, döner…. Perdenin sağ alt köşesinde UMUT yazar, bir süre sonra ise, görüntü kararır ama yazı ‘umut’ perdede kalır ve film, ‘son’ yazmadan biter. O zamanlar filmlerimizde final jeneriği bulunmazdı, bu nedenle film ‘umut’ yazısı ile biter; aslında filmler bitmez, gösterimi biter. (Sonradan sinemalarda gördüğüm gösterilerde, büyük bir olasılıkla sinemacı tarafından filme ‘son’ yazısı eklenmişti.)

Yılmaz Güney’in sinema serüveni çok öncelerde başlar, Atıf Yılmaz ile çalışmalarından öncesi de var, Adana’da afişleri yatak yapıp üzerinde uyuduğu sinemalarda, bölge işletmelerinde çalıştığı günler, fakat sinema ile ilk kez on yaşında tanışmış olması acaba kayıp mı kazanç mı?

Oyunculuğa başladığı günlerde / filmlerde, aynı zamanda senaryo yazımına katılıp, asistanlık da yapıyor (Atıf Yılmaz’a), ben sinemaya böyle üç koldan bir girişi başkasında hatırlamıyorum (yanılıyor olabilir miyim?)

Sonra zaman zaman, birbirine benzese de, oynadığı filmlerin bazılarının senaryolarını yazıyor, bazı kendi seçtiği bölümleri yönetiyor, bu yönetmenliğe geçtikten sonra da (başkalarının yönettiği filmlerde) devam ediyor; deneysel çalışmaya olanak vermeyen ortamımız, piyasanın talebi ile peşi peşine benzer film üretilmesi sonucunu doğuruyor. Kendi ağırlığını koymaya başladıktan sonra, istediklerini yapabilme olanağına biraz daha kavuşuyor ama senaryo yazarlığından önce gelen yazarlığı (öykü – roman) daha tam yerine oturmuş değildir, fakat kafada mevcut bir öykünün setlerde yazılan senaryoları ile zaman zaman dağınık (Ağıt), silâh romantizmi (Acı – Umutsuzlar) ağırlıklı sonuçlar elde ediyor.

Bu sitede daha önce de yer almış, Baba ve Zavallılar filmlerine ait yazılarda sözü edilen durumlar nedeni ile, ben Güney’in yapabileceklerinin bir kısmını çeşitli nedenlerle yapamamış olduğunu düşünüyorum. Yapılamayanlar için yakınmanın anlamı yoktur, yapılanlara bakılıp arkasını da / eksik kalanı da (yapılanamayanı da) düşününce, keşke böyle olsaydı demek de sonuç vermiyor.

Her ölüm erkendir derler, bazılarının ölümü daha mı erken?

Sinemaya giriş filmleri (Bu Vatanın Çocukları / Alageyik), giriş biçimi ile ilgi topluyorsa da, zorunlu ara vermesi (Boynu Bükük Öldüler’in yazıldığı cezaevine günleri) ile, araya zaman girmesi ile çabuk unutulması, geri döndüğünde hatırlanmaması, ancak dar bütçeli yapımlarda, kimi zaman sırf gelir için, ama zaman zaman kişisel tavrını (biçimini) koyarak bir Anadolu seferine çıkıyor, sonuç kendisine bir kitle bağlıyor, bir lâkap ediniyor: (‘Çirkin Kral’). Bu lâkabını korurken, sinemasınında düzeyini -kendi biçimi ile- kotarabildiği kadar yükseltme çabası… Geç tanıştığı sinemanın, görselliğini çabuk çözümlemesi, bu konuda kısa ama sinemasal doruklara ulaşması, şimşek gibi çakıyor. (Bana göre) Umut’ta bir özel arabanın çarpması sonucu ölen atını Çukurova’da kırsal araziye götürüp bırakma sahnesi, çocuklarının tren rayları arasında kömür toplarken oynadıkları oyun sahnesi…, birinci sahnenin destansı görselliği ardında, arabanın atına çarpması, karakolda haksız çıkması, filmde (filmlerinde) zaman zaman vurgulanacak, sınıf (sosyal katman) farklılığının belirtildiği içerik ile birleşir. Görselliği ve doğallığı ağırlık taşıyan ikinci sahne ise Baba’nın ilk bölümündeki çocukların tavuk kovalaması sahnesinin habercisidir. Daha öğrenmedikleri bir ayrılığın öncesindeki çocuklar acımasızca tavuğu kovalarlarken, kendileri de tavuk kadar çaresizdirler: (yaşam ne sürprizler hazırlar). Filmlerinde, öykü dışında, çevre gözlemleri yaparken -asıl / görsel sinemasını yaparken-, çocuklara yaklaşımı dikkate değer, çocuklar doğallıkları içinde, gerçek durumları ile görüntülenir. Son filmi Le Mur (Duvar) çocukları daha büyük yaşlarında ‘delikanlılıklarında’ ve cezaevi ortamında ele alırken, yaşamın daha katılaşan gerçekleri ile verilir.

Beyazperdeden, ince uzun bacakları üzerinde, dar siyah veya beyaz pantolonu ile yaylana yaylana geçerken, çirkin ama ‘onun’ yüzünde hiç de çirkin durmayan burnu, gözleri ile birlikteki gülüşü ile geçen Güney, aramızdan yirmi üç yıl önce ayrılmıştı, yurt dışında idi, vatandaşlıktan dışlanmıştı, yapabildikleri ile bile sinemamızda bir döneme damgasını vurmuştu. Sonuçta sinemanın her geçen gün gelişen teknolojisi ile -belki- yeni yetme seyircinin bu gün ‘gülebildiği’ filmler yaptı, ama yukarıda da kısmen değindiğim gibi, yapabildikleri düşündüklerinin az bir kısmı idi. İstediğini yapabilecek noktaya hiç bir zaman gelemedi ama kısmen ağırlığı koyduğu ve o günün tekniği ile yaptığı, en sıradan filmlerine serpiştirdiği politik göndermeleri ile olsun, zaman zaman sinemasının şiirselleştiği daha ağırlıklı politik filmlerinde olsun, fikirlerine katılın veya katılmayın, başından sonuna kadar hep bir ‘sinema adamı’ olmayı hak etti. Sinemamızdan geldi geçti, Yılmaz Güney’di.

(07 Eylül 2007)

Orhan Ünser

Öteki’ni Kucakla!

Bu hafta evlere şenlik bir film gösterime giriyor. Öncelikle filmin ismini Türkçe’ye çevirenleri başarılarından dolayı kutlamak istiyorum çünkü Damadı Öpebilirsin tam da filmin İngilizce isminin yarattığı şaşkınlık ve gerginlik durumunu Türkçe dile getiriyor. İngilizce ismi “Sizi karı – koca ilan ederim” cümlesinin iki erkek ismiyle söylenişi; yani “Sizi Chuck ve Larry ilân ederim.” İki erkeğin evlenmesi fikri hepinizi şaşkınlığa uğrattı değil mi? Üstüne üstlük bu öyle keyifli bir şaşkınlık değil, neyi nereye koyacağınızı şaşırdığınız bir gerginlik durumu olsa gerek. O zaman bu filmi izleyin ve şaşkınlık ve gerginliğinize gülmeyi ekleyin.

Film iki itfaiyecinin sıradan yaşamlarıyla başlıyor. Sıradan dedik ama itfaiye görevlerinde sürekli eşleşen bu çift, aslında günlük hayatlarını birbirinin zıttı şekillerde yaşıyorlar. Biri çok-eşli (hâttâ ona çok-eşli de denemez, “her zaman birileri var ama hiç biri eş değil” daha uygun), çapkın bir hayat sürerken, diğeri fazlasıyla tek-eşli (ki onunki de epey çarpık, çünkü artık hayatta olmayan birine bağlılığını koruyarak, yani “hiç-eşli”) ve mazbut aile babası hayatı sürüyor. Aslında bu iki adam da son aşamada birbirlerinin aynısı; yani “hiç-eşli” oluyor çünkü ikisi de varolan bir eşe sahip değiller. Bu da onları aynı elmanın iki yarısı kıvamına getiriyor. Hem durumları gereği birbirlerine benziyorlar, hem de zıtlıklarıyla birbirlerini tamamlıyorlar.

Eşini kaybettiği için sigorta haklarını da kaybeden ve çocuklarının geleceği hakkında dertten derde savrulan baba Larry en yakın arkadaşı Chuck’ı domestik partneri olmaya ikna ediyor. Domestik partnerlik iki eşcinsel kişinin birbirleriyle eş olma isteklerini akit etmesi, yani evlenmesi oluyor. Bu iki adam tamamıyla heteroseksüel olmalarına rağmen, geleceklerini düşündükleri miniklikler adına bu çılgınlığa girişiyorlar. Çılgınlık diyorum, çünkü hiç hesaba katmadıkları olaylarla yüzleşmek durumunda kalan çiftin başına bin bir çeşit olay geliyor.

Damadı Öpebilirsin, sanıldığının aksine bir “eşcinsel hakları” filmi değil. Tabii onu da içinde barındırıyor ama daha genel bir düzlemden bu konuya giriyor: İç içe yaşadığımız herkeste bizden bir parça var ve onları dışlayarak, “öteki” yapmak yerine kabullenmek ve sevmek daha yapıcı bir çözüm. Çevremizdekileri farklılıklarıyla kabûl etmek bize bir zarar vermez, bilâkis hem ufkumuzu genişletir hem de yaşamımızı daha canlı kılar çünkü hayat tek tipli olduğunda yeterince boğucu ve sıkıcı, oysa rengarenk olunca bu yaşam daha güzel. Ayrıca kalkıp, tüm sevdiklerimizi, aslında bizim pek hoşumuza gitmeyen özelliklerimizi yansıttığı için “öteki”lere boğup, “hiç-eşli” olmak yani şu koca dünyada yapayalnız kalmak yerine onlarla hayatı paylaşmak daha keyifli olmaz mı? Burada en zor olan ise tüm sorunun kendimizden kaynaklandığını kabûl etmek. Çünkü biz sinir oluyoruz; biz kıllanıyoruz; biz o kişiyi veya kişileri dışlayarak, kendimizi yalnızlığa mahkûm ediyoruz. Oysa hayat sevdiklerimizle paylaştıkça güzelleşiyor, yeşeriyor, canlanıyor. Biz de sevdiklerimizle daha sağlıklı ilişkiler kurdukça iç dünyamızı zenginleştiriyoruz.

Larry çok mutsuz ve yalnız; varolan bir ilişki yaşayamıyor çünkü kendini tek bir yere kitlemiş durumda. Rahmetli karısını seviyor ve özlüyor ama yaşamaya devam etmiyor. Chuck ise “bekarlık sultanlık”tır adı altında çiçekten çiçeğe konan, hâttâ aynı anda birçok çiçekle olan bir böcekken gerçekten varolan bir ilişki yaşayamıyor. O da birisini sevme ve ona bağlılık gösterme konusunda kısır kaldığı için aslında “yaşamıyor”.

Bu iki adam da, birbirlerine duydukları içten sevgiyle (evet, bu arkadaşlık sevgisi, birbirlerine cinsel arzu duymuyorlar) gerçekten varolan bir ilişki kuruyorlar. Bir evliliğin gerektirdiği gibi birbirlerinin iyi gününde ve kötü gününde yan yana oluyorlar. Zorluklarla birlikte savaşıyorlar. Evlilik bir toplumdaki en küçük kurum. İki kişi yeterli. Peki toplumun diğer alanları için de bu söz edilenler geçerli değil mi? Din, dil, ırk, cinsel yönelim, siyasi görüş gibi bir çok etiketimiz var. Karşımızdakileri ve dolayısıyla kendimizi tanımlamamız için bunlara ihtiyacımız oluyor ama bunlar tanımlama araçlarından çok saldırı araçlarına dönüşmeye başladığında iş çığırından çıkıyor.

Damadı Öpebilirsin, kendisinden beklenenin aksine bu konuları tatlı bir dille irdeliyor. Bir yandan güldürüyor, bir yandan düşündürüyor. Size tavsiyem, kendinize biraz zaman ayırın ve bir düşünün, aklınıza son dönemde sizin hoşunuza gitmeyen bir özelliğe sahip olduğu için soğuk davrandığınız bir eşiniz, dostunuz, arkadaşınız geliyor mu? Onu arayın ve birlikte bu filme gidin. Hem aranızdaki buzlar erir, hem de keyifli, güleç bir gün geçirirsiniz.

(02 Eylül 2007)

Nur Özgenalp

Kültür Bakanlığı Destek Listesi

Sinema Destekleme Kurulu’nun 2007/5 Sayılı Kararı

Sinema Destekleme Kurulu, 25 – 26 Ağustos tarihlerinde yaptıkları toplantıda, 24 belgesel, 29 senaryo diyalog ve yazım geliştirme, 16 amatör yapım ile 1 belgesel yapım geliştirme ve 1 animasyon filme destek sağlama kararı aldı.

Kurulun kararına göre, toplam 71 projeye KDV dahil 1 milyon 500 bin YTL destek verilecek.

Belgeseller arasında, 60 bin YTL ile doğrudan ve geri ödemesiz en fazla desteği Sinema Televizyon Film’in yapımcılığında, Savaş Güvezne’nin yönetmenliğini üstlendiği Beşiktaş’ta Bir Tayyare Fabrikası adlı proje alacak.

Yönetmenliğini eski TRT Genel Müdürü Şenol Demiröz’ün yapacağı Ölüler Şehri belgeseline de 30 bin YTL destek verilecek.

DOĞRUDAN VE GERİ ÖDEMESİZ DESTEKLENMESİNE KARAR VERİLEN BELGESEL FİLM YAPIM PROJELERİ VE MİKTARLARI

1- PRT Planlama Reklam Tanıtım Müzik Yapımı İsmail Kılıçarslan’ın Yavuz Turgul’un Dünyası adlı projesinin 45.000 YTL,
2- T. C. Maltepe Üniversitesi Rektörlüğü’nün Anadolu’nun Renkleri: Doğum, Düğün, Ölüm adlı projesinin 35.000 YTL,
3- Yeni Sinemacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.’nin İğne Deliği adlı projesinin 30.000 YTL,
4- Atadeniz Film – R.Yılmaz Atadeniz’in Sami Hazinses Dramatik Belgesel adlı projesinin 50.000 YTL,
5- Uzman Filmcilik ve Sinemacılık Turizm Tic. San. Ltd. Şti.’nin Tek Rakibim Zaman adlı projesinin 45.000 YTL,
6- As Ajans- Nevin Dal’ın Anavarza’nın Anası adlı projesinin 35.000 YTL,
7- Esra Film İletişim A. Ş.’nin İstanbul Konuşuyor adlı projesinin 40.000 YTL,
8- Güney Film Yapım Basım Reklam Sanayi ve Dış Ticaret Ltd. Şti.’nin Özgürlük Treni adlı projesinin 35.000 YTL,
9- Zed Tanıtım Organizasyon Ltd. Şti.’nin Kültürümüzde Çörek Derme adlı projesinin 35.000 YTL,
10- Yedi Renk İletişim Yapım Org. Reklam ve Basın Yayın Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Benimle Oynar mısın? adlı projesinin 35.000 YTL,
11- Şarküteri Prodüksiyon Haber Ajansı Tanıtım Org. Rek. San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Pazarlar adlı projesinin 30.000 YTL,
12- Bilge Yapım Prodüksiyon Org. Araştırma Tic. Ltd. Şti.’nin Beyaz İnci adlı projesinin 30.000 YTL,
13- Raslantı Film Yapım Reklam ve Eğitim Danışmanlık Hiz. Tic. Ltd. Şti.’nin Usulünce Müzik adlı projesinin 14.000 YTL,
14- On Reklam Ajansı Prodüksiyon Araş. Org. Yay. Taahhüt Tur. Ltd. Şti.’nin Kılıçların Fatihi: Yatağan adlı projesinin 25.000 YTL,
15- ATT Basım Yayın Reklam Org. İnş. San. ve Ticaret Ltd. Şti.’nin Günden Geceye İstanbul Bir Şehir Senfonisi adlı projesinin 30.000 YTL,
16- İstanbul Senkron Reklam Müzik ve Film Yapımcılığı Danışmanlık Turizm Tekstil San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Perdede Işık İzi adlı projesinin 30.000 YTL,
17- İlta İletişim ve Tanıtım Hizmetleri A. Ş. Ölüler Şehri adlı projesinin 30.000 YTL,
18- Kök Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı Basın Yayın Ticaret Şti.’nin Yaran: Kadim Dostlar adlı projesinin 30.000 YTL,
19- Grup Doğayla Barış Çevre Eğitim ve Sanat Derneği’nin Akdeniz’in Tılsımı adlı projesinin 30.000 YTL,
20- Sinema Televizyon Film Yapım Etkinlikleri Merkezi Ltd. Şti.’nin Beşiktaş’ta Bir Tayyare Fabrikası adlı projesinin 60.000 YTL,
21- Hacettepe Üniversitesi’nin Ebe ile Gassal Arasında adlı projesinin 25.000 YTL,
22- Ora Reklamcılık Turizm ve Ticaret Ltd. Şti. Son Usta: Mehmet Usta adlı projesinin 25.000 YTL,
23- And Bilimsel Film Proje Yapımı – Reyhan Saral’ın Yesemek Taşlarında Tarihin İzleri adlı projesinin 25.000 YTL,
24- 3 Adam Prodüksiyon Görsel Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti.’nin Bir Roman Nefesi: Ergün Şenlendirici adlı projesinin 25.000 YTL, ile desteklenmesine,

DOĞRUDAN VE GERİ ÖDEMESİZ DESTEKLENMESİNE KARAR VERİLEN SENARYO DİYALOG VE YAZIM GELİŞTİRME PROJELERİ VE MİKTARLARI

Destekleme Kurulu, doğrudan ve geri ödemesiz 29 senaryo diyalog ve yazım geliştirme projesine destek kararı aldı.Senaryolara, 5 ile 10 bin YTL arasında olmak üzere toplam 203 bin YTL destek sağlanacak.

1- İbrahim Kayan’ın Ağustos Sıcağı adlı projesinin 7.000 YTL,
2- Ahmet Uluçay’ın Kuzey Masalı adlı projesinin 10.000 YTL,
3- Hicri Bozdağ’ın Yoketme Duygusu adlı projesinin 7.000 YTL,
4- Tahir Alper Çağlayan’ın Kartalın Oğlu: Sultan Cem adlı projesinin 8.000 YTL,
5- Filiz Terzi Sülün’ün O Kadın adlı projesinin 10.000 YTL,
6- Mustafa Haldun Çubukçu’nun Medine Savunması adlı projesinin 9.000 YTL,
7- Murat Menteş’in Kız Meselesi adlı projesinin 8.000 YTL,
8- Kamil Renklidere’nin İlk Çember adlı projesinin 9.000 YTL,
9- Maşallah Varlık’ın Kan Sesleri adlı projesinin 5.000 YTL,
10- Güven Güzel Yurtsevener’in Cennetin Arka Bahçesi adlı projesinin 7.000 YTL,
11- Fikret Babaoğlu’nun Duvarın Ötesi adlı projesinin 8.000 YTL,
12- Dilek Çolak’ın Limon Ağacı adlı projesinin 5.000 YTL,
13- Gülin Tokat’ın Ağır Çekim adlı projesinin 8.000 YTL,
14- Kadir Akel’in Kelebeğin Ömrü adlı projesinin 5.000 YTL,
15- Umut Aral – Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi adlı projesinin 8.000 YTL,
16- Hurşit İlbeyi’nin Yitik Ülkenin İnsanları adlı projesinin 10.000 YTL,
17- Deniz Sertbarut’un Ege Türküsü adlı projesinin 5.000 YTL,
18- İsmet Karalar’ın Hafız adlı projesinin 5.000 YTL,
19- Fatih Altınöz’ün Arife adlı projesinin 9.000 YTL,
20- Ensar Kılıç’ın Dede Korkut Hikayeleri adlı projesinin 5.000 YTL,
21- Zeynep Özlem Havuzlu’nun Ararat’ın Yolculuğu adlı projesinin 7.000 YTL,
22- Levent Kurtuluş Elpen’in Kayıp adlı projesinin 5.000 YTL,
23- Zeynep Alanç’ın Kanla Sulanmış Topraklar adlı projesinin 5.000 YTL,
24- Arslan Kaçar’ın Dağ ya da Surlu Kent adlı projesinin 5.000 YTL,
25- Recep Yener’in Ölümcül Sınav – Derinlikler adlı projesinin 5.000 YTL,
26- Berkun Oya’nın İyi Seneler Bolvadin adlı projesinin 8.000 YTL,
27- Emine Emel Balcı’nın Küçük Balıklar adlı projesinin 5.000 YTL,
28- Rıza Kıraç’ın Uzakta Kahvaltı adlı projesinin 7.000 YTL,
29- Burak Zeybek’in Miras adlı projesinin 8.000 YTL ile desteklenmesine,

DOĞRUDAN VE GERİ ÖDEMESİZ DESTEKLENEN AMATÖR YAPIM PROJELERİ VE MİKTARLAR

1- Erdoğan Tokatlı’nın İzzet Günay – Alnımdaki Bıçak Yarası adlı projesinin 25.000 YTL,
2- İsmail Öztürk’ün Benim Oyuncaklarım Nerede? adlı projesinin 30.000 YTL,
3- Yunus Yılmaz’ın Yönetmen Natuk Baytan adlı projesinin 25.000 YTL,
4- Zuhal Albayrak Butler’in Salıncak adlı projesinin 6.000 YTL,
5- Kenan Kavut’un Simetrik Çatışmalar adlı projesinin 7.000 YTL,
6- Mehmet Can Mertoğlu’nun Yokuş adlı projesinin 4.500 YTL,
7- Murat Kirişçi’nin 2D 3D 1D adlı projesinin 10.000 YTL,
8- Yusuf Niş’in Öyküleyen Eller adlı projesinin 20.000 YTL,
9- Nuri Erol Onur’un Veresiye Defteri adlı projesinin 20.000 YTL,
10- Erdem Tüfekçi’nin Babaannem adlı projesinin 10.000 YTL,
11- Hamit Annak’ın Gulyabani adlı projesinin 15.000 YTL,
12- Müslim Şahin’in Bir Milletin Kaderini Değiştiren Adam: Ebubekir Efendi adlı projesinin 30.000 YTL,
13- Haluk Ölçekli’nin Nargin Adası adlı projesinin 25.000 YTL,
14- Zuhal Çetin’in Kıbrıs Sinemaları Tarihi adlı projesinin 15.000 YTL.,
15- Batuhan Ener’in İnsanlık Öldü mü? adlı projesinin 6.000 YTL.,
16- Nurşen Bakır’ın Gıyaben adlı projesinin 10.000 YTL, ile desteklenmesine,

DOĞRUDAN VE GERİ ÖDEMESİZ OLARAK DESTEKLENEN BELGESEL FİLM YAPIM GELİŞTİRME PROJELERİ

1-Safir Yayıncılık – Muhsin Kemal Şimşek 55 Kapı Aralığından İstanbul adlı projesinin 5.000 YTL. ile desteklenmesine,

DOĞRUDAN VE GERİ ÖDEMESİZ OLARAK DESTEKLENEN ANİMASYON FİLM YAPIM PROJELERİ

1- Kompügraf Bilgisayar Grafikleri A.Ş.- Celal Can DERVİŞ’in “Ben Bir Küçük Cezveyim” adlı projesinin 40.000 YTL. ile desteklenmesine, (Madde 1, 4 ve 5’te belirtilen destek tutarlarına KDV dahil değildir.)

DESTEKLENMESİ UYGUN BULUNMAYAN BELGESEL FİLM YAPIM PROJELERİ

1- Can Ajans Turizm İşletmeleri Medikal Sanayi ve Tic. A. Ş’nin Çalı Dibinden WC’ye,
2- Netvizyon Tanıtım Org. Basın Yayın Danışmanlık Bilişim Turizm Tic. Ltd. Şti.’nin Buluşmalar Kenti İstanbul,
3- Arsel Turizm İnşaat Taahhüt Reklam Ajansı İletişim San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Yetişin Şehir Yanıyor,
4- Hammer Film ve Prodüksiyon Mobilya İnşaat Turizm San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Ateş Ter Ekmek: Tandırdaki Emek,
5- BTS Müzik Film Yapım Org. İnşaat Turizm Gıda San. Ve Tic. Ltd. Şti.’nin Mevlana’dan Kalan (Afganistan) Ben Rüzgarım Sen Ateş,
6- Vedat Şahin – Göz Yapım’ın Yayla Konağı,
7- Hayal Fabrikası Film Yapım Yayıncılık Reklam Org. San. Ve Tic. Ltd. Şti.’nin Aydın Eli Efesi: Atçalı Kel Mehmet Efe,
8- Kıvanç Amber – Tike Medya Ajans Film Yapımları’nın Ve Bizim Kadınlarımız Amazonlar,
9- A.N.C Prdodüksiyon – Zekeriya Karadoğu’nun Ahi Evran ve Ahilik Belgeseli,
10- Filmsan Ajans – Gülçin Üçer’in En Baba Kahramanımızdı Kadir Savun,
11- T Yapım – Tülin Eraslan’ın Ahlat’ta Zaman,
12- Rengarenk Film – Elvan Kığılcım’ın Taşın Ağırlığı,
13- Giyotin Prodüksiyon Reklam Hizmetleri Tic. Ltd. Şti.’nin Bu Nasıl Müzik Hanımefendi,
14- Nano Film Turizm ve Emlak Danışmanlığı San. Tic. Ltd. Şti.’nin Hanedan Kırmızısı,
15- C-S Basın Yayın Film Yapım Reklam Org Sanayi ve Tic. Ltd. Şti.’nin Ustadan Çırağa Altıneller Oltu Taşı,
16- Kutup Ayısı Yapımcılık Filmcilik ve Reklam Hizmetleri Tic. Ltd. Şti.’nin Geceyarısı Ekspresi’ni Yakalamak,
17- Beta Film Ltd. Şti.’nin Suya Yazılan Yazı,
18- Sezgin Türk – Esi Film’in Anadolu’nun Barışsever Konuk Halkı Malakanlar,
19- As Yapım Film Yapımcılığı Ltd.’nin Karadeniz’de Atmaca Tutkusu,
20- A.R.S Yapım Yayın Bilişim Turizm Tic. Ltd. Şti.’nin Bozkurt Lotus,
21- Maker Prodüksiyon Tanıtım ve Tic. Ltd. Şti.’nin Türkçe Öğrenmek / Learning Turkish,
22- Dadaş Film’in Şadan Kamil Belgeseli,
Belgesel Sinema kavramının gerektirdiği sinematografik estetik ve bilimsel çalışma konusunda veya ilgili yönetmeliğin 14. maddesinde yer alan destek kriterlerine uygunluk açısından yeterli bulunmadığından reddine,

DESTEKLENMESİ UYGUN BULUNMAYAN SENARYO VE DİYALOG YAZIM VE GELİŞTİRME PROJELERİ

1. Hamit Koptekin’in İlk Kurşun ve Hasan Tahsin,
2. Vural Pakel’in Semer
3. Ahmet Rıfat Ortaçdağ’ın Rumi
4. İbrahim Vurmaz’ın Beyaz Aslan,
5. Gülsüm Öz’ün Hoşbulduk İstanbul,
6. Mustafa Karnas’ın Elif Kızı Ormanı,
7. Kasım Uçkan’ın Helmut Abi,
8. İsmet Soydan’ın Kilid-i Cihan,
9. Mehmet Atay Sözer’in Bir Otobüs Kayboldu,
10. Ayhan Ergürsel’in Boşluk,
11. Deniz Çetintaş’ın Dönüş Yolculuğu,
12. Ufuk Mağden’in Göldeki Resim,
13. Mehmet Naci Çelik’in Tavşan,
14. Hilal Çelenk’in Beyaz Kelebekler de Öldü,
15. Ayhan Özen’in Etüv,
16. Nasim Kuzan’ın Aynalı Kedi,
17. İlker Aktürk’ün Güçlülerin Dünyası,
18. Kenan Kuzan’ın Gizli Kahraman,
19. Melek Özman Elhan’ın Yaşar Nezihe,
20. Vasıf Küçükoruç’un Affet,
21. İdris Bayhan’ın Aşkım ve Dostlarım,
22. Koray Dündar’ın Ne Değişti,
23. Ömer Çevirme’nin Oduncu,
24. Mevlüt İpek’in Nasrettin Hoca Hayatım Sinema,
25. Özkan Çelik’in Büyük Plan,
26. Yasemin Zorlu’nın Sonbahar,
27. Mihriye Meral Yurderi’nin Güvercin ve Gözyaşları,
28. Zehra Lale Müldür’ün Bizansiyya,
29. Aslı Saçak’ın Kenan Bey,
30. Levent Özayan’ın Koca Yusuf,
31. Gökben Ülkem Gürbüz’ün Gül ve Buse,
32. Müjdan Kayserli’nin İstanbul’da Vals,
33. Hikmet Ülger’in İkili,
34. Ceylan Gülçehre Ünal’ın Aliko ve Caher,
35. Ebru Suna’nın Kaffa,
36. Hüseyin Günay’ın Uçurtma,
37. Nevzat Çelik’in Bağışlanmış Hüzün,
38. Hüseyin Arlı’nın Yanmayan Ormanlar,
39. İbrahim Başer’in Devşirme,
40. Engin Erdem’in Kendi İçine Dökülen Kaçak Sular,
41. Kıvanç Kuday’ın Karanlık Yüz,
42. Suna Ekici’nin Her Şey Tesadüf,
43. Oruç Aruoba’nın Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı,
44. Serdar Tütün’ün Büyük Deney,
45. Sinan Güldal’ın Demarke,
46. Kahir Temimoğulları’nın Kolici,
47. Merlyn Solakhan’ın Pastırma Yazı,
48. Sühan Bozdağ’ın Ceza,
49. Aliye Mutlu’nun Yalnız ve Güçlü,
50. Dila Çakıl – Gökçe Ayça Gündüz Kuyucu’nun Evsizler Dünya Kupası,
51. Ümit Elçi’nin Bir Hayat Hikayesi,
52. Engin Altun’un İnce Hesaplar,
53. Füsun Ataman Berke’nin Bir Deste Hayat,
54. Yusuf Güven’in Hiç,
55. Birol Tezcan’ın Eşik,
56. Ali Altan’ın Gidiş / Dönüş,
57. Osman Dikiciler’in Pazar Babaları,
58. Mustafa Şen’in Yılın Filmi,
59. Ali Demir’in Yerçanik ve Aynur,
60. Güven Yılmaz’ın Koca Yusuf,
61. Eylem Kaftan’ın Benim Saklı Kalbim,
62. Gökçen Eroğlu’nun İnce Sızı,
63. Ömer Faruk Boyana’nın Şeytan Arabası,
64. Korhan Günay’ın Öğleden Sonra,
65. Mustafa Ünlü’nün Kanadı Kırık Kuşlar Cenneti,
66. Nadir Faruk Özgören’in Vize Kıskançlıkları,
67. Ayşegül Üstünipek’in Üç Konaklar,
68. Zeynep Seçim’in Sınır Ağacı,
69. Hüseyin Tolga Baysal’ın La Martin Gerçekliği,
70. Firuze Engin’in Hıdrellez,
71. Güner Erduğan’ın Bir Çift Yürek,
72. Serhat Sarı’nın Kardelen,
73. Ceylan Ünal’ın Sandıkbaz,
74. Seza Güneş’in Rol,
75. Hülya Şahin’in Acıma,
76. Mustafa Eğriboz’un Geçit,
77. Seyfi Teoman’ın Hayaletler,
78. Yüksel Budak’ın Gerçeğin Adı Ölüm,
79. İlhan Deliktaş’ın Tesadüfler Apartmanı,
80. Aysun Erdoğan’ın Extazy,
81. Serdar Şendilmen’in Sky,
82. Esra Arı’nın Teslimiyet ya da Müdahale,
83. İdil Kuzuoğlu’nun Elveda Güzel Ülkem,
84. Orhun Bora Çetin’in İçgörü,
85. Haluk Koçoğlu’nun Bugün 23 Nisan,
86. Emre Karahan’ın Kuram,
87. Togay Şenalp’in Asyalı ve Batılı,
88. Boğaç Babür Turna’nın Geçmişin Gölgesi,
89. Olcay Halulu’nun Aradığınız Ali Benim,
90. Ali İhsan Yeşiloğlu’nun Bici Bici,
91. Halil Özer’in Fa,
92. Seyfettin Tokmak – Cengiz Çakmak’ın Karayazı,
93. Abdullah Ayata’nın Son Ermeni,
94. Bilal Babaoğlu’nun Metropol Masalı,
95. Ceren Olpak’ın Güz Bitimi,
96. Gülce Uğurlu’nun Beyaz Gecelik,
97. Yücel Müştekin’in Toprak,
98. Ayşe Altunç Yarbaşı’nın Merzuka’nın Masalları,
99. Burak Sesli’nin Karga,
100.Yakup Yılmaz’ın Osmanlı Daması,
101.Sabahattin Kerik’in Suçlu,
102.Aysun Şenoğlu’nun Siyah Önlük, Beyaz Düşler,
103.Mustafa Ziya Ülkenciler’in Bahçıvan,
104.Faruk Ersan Üço’un Hikayenin Öyküsü,
105.Halit Soysal’ın F2 Yükselme Grubu,
106.Suavi Cem’in Kağıt Mendil,
Dramatik yapı ve sinematografik özellikleri veya ilgili yönetmeliğin 14. Maddesinde yer alan kriterler açısından yeterli bulunmaması sebebiyle reddine,

DESTEKLENMESİ UYGUN BULUNMAYAN AMATÖR YAPIM PROJELERİ

1- Faruk Keysan’ın Renk Körü,
2- Volkan Dede’nin Zehir,
3- Engin Ayça’nın Bir Tutkudur Devecilik,
4- Murat Ünal’ın Stradivari ve Ben,
5- Kasım Yeter’in Ayna Oyunu,
6- Anushka Ünel’in Aşkın Şiirsel Müziği,
7- Ülkü Oktay’ın İnce Sızı,
8- Tuğrul Kabacıoğlu’nun Mektup,
9- Seza Güneş’in Medet,
10- Mustafa Azizoğlu – Aykut Aykanat’ın Boğaziçi’nin Son Dalyanı,
11- A. Ayten Altunç Yarbaşı’nın Üstü Kalsın – Bir Cemal Süreya Protresi,
12- Yasin Hutbi Kuzucu’nun Padişah Yolu,
13- Mehmet Saygın’ın Meraklı Uğurböceği,
14- Elif Kifayet Erciyas’ın Senin Duvarın Hangisi,
15- Fatih Yamangül’ün Aç ve Dost,
16- Alkım Özmen’in Dedem,
17- Rafet Çevik’in Yolda Kalmış Fikirler,
18- Tarkan Elbingil’in Şeker Kız,
19- Yusuf AslanyüreK’in Şah-ı Zinde,
20- Mehmet Bahadır Er’in Kıyamet,
21- Levent Soyarslan’ın Tatlı Rüyalar,
22- Övünç Tüzün’ün Resim,
23- Ege Edener’in İstanbul İstanbul,
24- Adem Aslandoğan’ın Anadolu’da Semahlar,
25- Yeşim Gökçe’nin Güneşin Atlı Arabaları,
26- Özcan Yurdalan’ın Asya’nın Masalcıları,
27- Hamit Usanmaz’ın 3F,
28- Nadir Buçan’ın Yanlış Hesap,
29- Mesude Eğilmez’in Onların Öyküsü,
30- Tarık Köksal’ın Keşif,
31- Necdet Taşçıoğlu’nun Türkiyemin Güzel Kızı: Hülya Koçyiğit,
32- Nursel Doğan’ın İyi ki Doğurdum Seni,
33- İlkay Nişancı’nın Veda,
34- Ömer Tuncer’in Çağların İçinden: İznik,
35- Gürsel Sütemen’in Keresteciler,
36- İsmail Kemal Çiftçioğlu’nun Uyanış,
37- Selahattin Çağkan Özegen’in İnter Kahve,
38- Mustafa Sencer Kiremitçi’nin Geçmişe Yolculuk,
39- Nuri Ertuğ Tuğalan’ın Film Başlıyor,
40- Nadim Güç’ün Sesli Mektup,
41- Tülay Karacaörenli Bozkurt’un İşkence İzleri – İstanbul Protokolü,
42- Elif Nur Kerkük’ün Kutu,
43- Elif Refiğ’in Buluşma,
44- Hakan Tabakan’ın Arasta,
45- A. Gülümser Şavk Belkaya’nın Bizans’ın Gemileri,
46- Konur Alp Koz’un Türkiye’de 100’ler,
47- A. Haydar Erdoğan Tombak’ın Angara Misketi,
48- B. Öncel İnaldı’nın Tornet,
49- Tunç Küçükaslan’ın Kız Alacaksan Muğla’dan,
50- Ahmet Çevikaslan’ın Sırlı Mektup,
51- Aylin A. Dikicioğlu’nun Cilalı Saç Devri,
52- Hülya Önal’ın Boğazın Kilidi, Barışın Anahtarı Çanakkale,
53- Serin İnan’ın Gündelik Bilmeceler,
54- Cemal Kurucan’ın Şampiyon,
55- Dilek Çolak’ın Deniz Kızları,
56- Zeynep Yıldız – Murat Yıldırım’ın Makine,
57- Mustafa Kural’ın Gökten 3 Elma Düştü,
58- Gülüzar Kayaoğlu’nun Muhteşem Düğün,
59- Ceyhun Konak’ın Kabil’in Çocukları,
60- Sevil Nursan’ın İbadethaneleriyle Engin Anadolu,
61- Evrim Özsoy’un Ya Sus Ya Allianoi,
62- Bülent Avcu’nun Hayata Tutun,
63- Emre Karahan’ın Beyaz Perde,
64- Şule Gürbüz’ün İstanbul’da Jinekolog Olmak,
65- Sidar İnan Erçelik’in Saraydan Sokağa Santur,
66- Mehmet Özgür Candan’ın Lamekan,
67- Esra Özfaris’in Lityum,
68- Cemal Arabacı’nın Kazdağı,
69- Can Yıldırmaz’ın Damıtık,
70- Ayşegül Kanyılmaz’ın Eksi,
71- Anıl Armutçu’nun Unutmadan,
72- Çağlar Şişman’ın Gökova’nın İncisi Akyaka,
73- Yelda Kapkın’ın Oda,
74- Serkan Şavk’ın Türkiye Hatırası,
75- Fatih Çetin’in Kuruyan Göller,
76- Murat Özbaş’ın Aladağlar,
77- Ahmet Gökşan Adışanlı’nın Sualtı Cenneti Ayvalık,
adlı projelerinin, sinematografik açıdan veya ilgili yönetmeliğin 14. maddesinde yer alan kriterler açısından yeterli bulunmaması nedeniyle reddine,

DESTEKLENMESİ UYGUN BULUNMAYAN BELGESEL FİLM YAPIM GELİŞTİRME PROJELERİ

1- Hammer Film ve Prodüksiyon Mob. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin Efe Zeybek Yürek,
2- Bora Prodüksiyon Film T. V. Reklam Video Emlak İnşaat İthalat İhracat Tic. Ltd. Şti.’nin Kayıp Hafızalar
adlı projelerin, Belgesel sinema kavramının gerektirdiği sinematografik estetik ve bilimsel çalışma konusunda veya ilgili yönetmeliğin 14. maddesinde yer alan destek kriterlerine uygunluk açısından yeterli bulunmadığından reddine,

DESTEKLENMESİ UYGUN BULUNMAYAN ANİMASYON FİLM YAPIM PROJELERİ

1- Tonguç Film Video – Çizgi Film – Tonguç Yaşar’ın Küçük Sinan’dan Koca Sinan’a, adlı projesi,
Çizgi Sinema kavramının gerektirdiği canlandırma tekniği ya da estetik açıdan yeterli görülmemesi veya benzerlerinin Bakanlık arşivinde bulunması nedeniyle reddine,

DEĞERLENDİRME DIŞI BIRAKILAN PROJELER

1- Kamil Bilici’nin Selymbria – Silivri Belgeseli,
2- Mehmet Ezici’nin Afeti Devran Neriman Köksal,
3- Remziye Topdemir’in Cem Karaca ve Yol Arkadaşları,
4- Zübeyde Arslan’ın Karınca Ezmez Şevki,
5- Nahed Awwad’ın Evimden Beş Dakika,
6- Tunç Boran’ın Polis Memuru Cemil Efendi ve Şeytan Adası,
7- Gökhan Yorgancıgil’in Menekşeler ve Güller,
8- Mustafa Cemal Sağol – Artı İletişim Prodüksiyon’un Gizli Cennet: Macahel,
9- Duru Reklam Film Yapım Pazarlama Ltd. Şti’nin Bacıyan-ı Rum,
10- Ka Prodüksiyon Reklamcılık Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti’nin Bir Osmanlı Bibliyomanı: Ali Emiri Efendi,
11- Rota 25 Kare Reklam Org. Basın Yayın Sanayi Ticaret Ltd. Şti’nin Nedret Güvenç Belgeseli,
12- Birsel Turizm Filmcilik ve Reklamcılık Ltd. Şti’nin Sadık Şendil Belgeseli,
13- 8. Sanat Multimedya Yapım ve Organizasyon Ltd. Şti’nin İstanbul Semalarında,
14- Sidem Reklam Org. İthalat İhracat Hediyelik Eşya San ve Tic. Ltd. Şti’nin Elde Var Hüzün adlı projelerinin,
proje dosyasındaki eksik belgeler (yapımcı belgesi, telif haklarına ilişkin olarak eser sahiplerinden, ilgili şahıstan ya da mirasçılarından alınması gereken muvafakatname v. b.), yanlış kategoriye başvuru, başvuru sahiplerinin bir başka kategoriden destek alıp projelerini henüz teslim etmemiş olmaları veya projenin il tanıtımı kapsamına giriyor olması gibi nedenlerle değerlendirme dışı bırakılmasına karar verilmiştir.

(30 Ağustos 2007)

Serpil Boydak

(benim) BERGMAN’ım / (benim) ANTONIONI’m

Haddime mi düşmüş, ne Bergman, ne Antonioni benim, ama onların bende uzantıları var, yeterli olmasa da, eksikliğini, azlığını bilsem de, ama yine bir uzantıları var.

Tuncan Okan, Milliyet’te film eleştirileri yazıyordu, onlar içinde La Notte’ye yazdığı yazı beni hayli etkilemişti, orijinal adını Fransızca gibi okumaya çalışmıştım, yarım yamalak İngilizcem ile, sonra İtalyanca olduğunu öğrenecektim. İşte gazetedeki eleştiriyi okuyunca, filmi görmek istedim. İstediğimde oldu, o zamanlar bulunduğumuz Tokat’tan Samsun’a gittiğimde, bana müjde verir gibi Gece filminin oynadığı söylediler. O akşam saat 18:00 matinesinde (Cumartesi) Gece filmini seyrettim, Pazartesi günü saat 14:00 matinesinde tekrar seyrettim. Sonraları tekrar seyretmelerim oldu, birde tek kanal olduğu dönemde TRT televizyonunda seyredecektim, eğer ikinci kasetle üçüncü kasetin yerleri karışmasa idi. Gece, başladı, gördüğüm, bildiğim film, biraz sonra epeyce bir sıçrama yaptı, -o zamanlar film arasında reklâm göstermiyorlar daha– biraz sonra da FINE yazdıktan sonra, sıçrama yaptığı noktadan devam etmeye başladı, bir dakika sürmeden yayın kesildi. TRT, Gece’yi böyle göstermişti. Bir yıl kadar sonra, artık Ankara’da idim, L’Eclisse gösterime girince koşa koşa gittim, onu da iki kez seyrettim, üst üste. Bu arada, sinema dergilerinde Antonioni hakkında okumuş ve kendisine lâyık görülen, “sinemada bir filezof”u unutmamıştım. Sinematek’de, bir türlü göremediğim L’Avventura öncesi kimi filmlerini gördüm. La Notte ve L’Eclisse gibi değildi, onlar çok konuşkan filmlerdi, hâlbuki üçlemenin son iki filmi oldukça az konuşmalı idi. Sonra Blow-Up geldi. Bu kez renkli idi, ilk renkli filmi Deserto Rosso’yu bir yerlerde yakalayamamıştım. Blow-Up için ölümü üzerine çıkan bir yazıda “tanındığı” film diyorlardı. L’Avventura’dan beri tanınmıyor mu? Le Amiche, Kadınlar Arasında olarak Tokat’ta oynadığı zaman, ben de tanımıyordum, yoksa yine büyük bir olasılıkla bol diyaloglu bu filme gitmez mi idim. Zaten çok az gösterilmişti. Uzun süre inatla siyah/beyaz yapılan filmlerden sonra Deserto Rosso’da rengi oynanabilen bir unsur olarak kullanarak renkliye geçmek, giderek görüntü ağırlıklı ama kameranın teknik özelliklerinin canbazlığını -artık- yapmadan filmler yapmak, filmlerinin tamamını göremediğim, La Notte (Gece)’sine hâlâ hayran olduğum, L’Avvetura (Macera)’sını hâlâ merak ettiğim, (benim) Antonioni’m.

Bergman’ın haberini daha önce duyduk ve hemen, önce Il Silenzio olarak tanıdığımız Tystnaden ile ilk kez karşılaştığımız, kuzeyin bu -yine- suskunluklar arkasına saklanmış yönetmeninin filminin adı (Sessizlik) belleğimize yansıdı. Sık sık uğradığım Bilgi Kitapevi’nin (Ankara) vitrininin bir gün bir tek kitapla doldurulmuş olduğunu gördüm: Yaban Çilekleri. Bu Bergman’ın senaryosu idi (Smuktronsstallet) Yayınevi bu senaryo ile yayınına başlıyordu, sonra bir çok senaryolar daha yayınladı. Bu kitaplar arasında, bir kitapta birleştirilmiş olarak yine Bergman’ın Det Sjunde Inseglet / Yedinci Mühür ve Sasom i eh Spegel / Aynadaki Gibi de yer alacaktı. Bunlardan Yedinci Mühür’ü Sinematek’de izlediğimde, filmin açılış sahnesinedeki kayan siyah, gri, beyaz bulutlar önündeki -havada asılı gibi duran- kartal’ı unutmam mümkün değil. Çok vurucu bir açılıştı. (Yıllar sonra Yılmaz Güney’ın Umutsuzlar filmini hemen hemen aynı sahne ile açılır görünce de hatırlamıştım. Güney’in filmi renkli, vakit gündüz ve kuş da martı, bembeyaz bir martı idi.) Sinema tarihinde yer alan ünlü sahnelerden biri olarak Yedinci Mühür’deki ölüm ile satranç oynama hayli ilginç idi. Araya bazı çok filmi girdi ama benim Bergman’da favori filmim Persona olarak kalacaktır. Persona, Gece gibi de değildir. Biçim olarak bambaşka bir şeydir. Yine ne yazık ki tüm filmlerini göremedim.

Antonioni, Bergman, sinemada hem farklı (diğerlerine nazaran ve kendi aralarında), hemde benzer yönleri olan iki usta. Sinema yapmada usta, yoksa sinemanın, kameranın verdiği teknik olanakların canbazlığını yapmada değil. İnsan yüzünü kullanmada, insanın iç dünyasına kişisel, toplumlarına has sorunsalına, (belirli bir dönem) sınıfsal yapısına çözümleyici (farklı) bakışlar, bu iki ustayı sinemaların olgunluğa ulaşmış yalınlığında da birleştiriyordu. İkisi de, oyuncu kullanımında (ve yetiştirmede) -hele kadın oyuncu- yarışmadan, birbirlerine nazire yapar gibiydiler. Uzun yaşamlarına, Bergman sinemanın yanında bolca tiyatro da yerleştirmişti. Kendi özelliklerini koruduğu sürece bu iki zıt kardeş sanatın, aynı kişi tarafından yapılması, yapanı her iki dalda da değerlendirme olanağı verecektir. Antonioni ise görselliğin başka bir alanına yönelmiş idi, son yıllarında, resim yapıyordu.

Sinemadan derin izler bırakan iki usta geçti; ikinci yüzyılında sinema, kral olduğu günleri hayli geride bıraktı, yine sinema var ama tekniği değil de teknolojisi ile, anlatım anlayışları ve içerikleri ile hayli değişmiş, yönetmenlerinin olaylara bakıştaki derinliğini ile (biraz) sığlaşmış, fotoğrafın hareketi ile değil de fotoğraftaki hareketle ön plâna çıkmaya çalışan bir sinema.

Her dönem, kendi anlayışı içinde -bazen anlayışının dışında da- kendi ustalarını yetiştirecektir. Yeni ustalar Antonioni ve Bergman’a benzemese de.

(28 Ağustos 2007)

Orhan Ünser

Serin Gerilim

Sinemaya gideceğim zaman salonun rahat, klimalı, büyük ve temiz olmasını isterim, hâttâ bugünlerde böyle bir ortamda bulunmak benim için tam bir şölen. Sıcaklardan bunalıyorum ve hemen hemen her gün sinemaya gidiyorum.

Zamanımın birazını farklı dünyalarda geçiriyor, salondan çıktığım zaman hayatın gerçeklerine geri dönüyorum ve her şeyin ne kadar sıradan olduğunun farkına varıyorum. İnsanlar sabah işe, akşam işten eve gidip geliyor, televizyon karşısında aynı olayları, aynı sunucuları izliyorlar, hayat dümdüz bir çizgi gibi çiziliyor sanki ve bu sıcakta daha da çekilmez bir hâl alıyor.

Eğer yaşamınızda çok kısa bir süre için, günün yarısını bile doldurmayacak kısalıkta da olsa bir değişiklik yapmak istiyorsanız evinizden çıkın, farklı bir ortama, sinemaya gidin, başka bir dünyaya girin, bu dünya gerilimlerle dolu olabilir, dramlar içerebilir, komik ya da fantastik bir dünya da olabilir.

Siz yeter ki yaşadığınız dümdüz hayattan kopup gidin. Şu sıcaklarda eğer tatilde değilseniz buz gibi bir sinema salonundan daha rahatlatıcı ne olabilir?

Bu hafta, Harry Potter’i arkadaşlarımla birlikte göreceğim için Şüphe filmine gittim. Şüphe (Disturbia) ilk yarısı biraz durağan geçse de gerilim dolu bir film.

Babasının ölümünden sonra bunalıma giren Kale, okulda bir öğretmenine şiddetle karşı geldiği için üç ay ev hapsi cezası alır. Uzun günler ve geceler boyunca dürbünüyle komşu evleri izler ve karşı evdeki esrarengiz cinayetlere tanık olur. Ama polisin gözünde suçlu olduğu için buna kimseyi inandıramaz. İki arkadaşının da yardımıyla sonunda her şey açığa çıkar.

Bu film insanın tüylerini ürpertirken Amerika gerçeğini de ortaya koyuyor. Yalnız, mutsuz, bunalımlı insanlar, hayatla tek başlarına başa çıkmak zorunda olan gençler, temiz ve düzenli bir monotonluk Amerika’da geçirdiğim bir seneden hiç de farklı değil. Bütün sıkıntılarına rağmen bizim ülkemizde yaşam çok daha insancıl. Acaba Kale’nin başına gelenleri ben yaşasam o kadar yalnız kalır mıydım, yoksa o üç ay boyunca bütün aile bizim evde mi yaşardı, ne dersiniz?

(17 Ağustos 2007)

Emir Batuş