Kategori arşivi: Yazılar

Aşk, Tutku ve Sinema: Wong Kar-Wai

Hong Konglu usta Wong Kar-Wai, filmleriyle modern aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onun filmlerinde aşk imkansız bir yolculuk. Çünkü, aşık olanlar imkansız aşkın peşine düşerken yakınlarında dolaşan aşkın farkına bile varamıyorlar.

Wong Kar-Wai, 17 Temmuz 1956 yılında Çin’in Şanghay şehrinde doğdu. Senarist olarak sinemaya giren Kar-Wai, ilk filmi “Wang jiao ka men/As Tears Go By-Gözyaşları Aktıkça”yı 1988’de çekti. “As Tears Go By”, ünlü rock grubu Rolling Stones’un bir şarkısının adı. Bu şarkıyı 1965 yılında Marianne Faithfull da söylemişti. Kar-Wai’nin bu filmi, Martin Scorsese’nin 1973 yapımı “Mean Streets-Arka Sokaklar”ının da ruhuyla buluşuyor. Sinemaseverler bu önemli yönetmeni 1996 yılındaki 15. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde tanıdılar. Festivalde, 1994 yapımı “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi” ve 1995 yapımı “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler” filmleri gösterilen Kar-Wai’nin daha sonraki yıllarda filmleri sinemalara gelmeye başladı. Önce 1997 yapımı “Chun guang zha xi/Happy Together-Mutlu Beraberlik”, ardından da 2000 yapımı “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” sinemaseverlerle buluştu. 2004 yapımı üç yönetmenli antolojik, yani güldeste film “Eros”ta “The Hand-El” bölümünü yönetti. Onun 2004 yapımı “2046” filmi, 2005’te 24. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Amerika’da çektiği 2007 yapımı “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”, sinemaseverlerle sinemalarda buluşabildi. Cannes Film Festivali’nin 60. yıl şerefine ünlü yönetmenlerin çektiği “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”na “I Travelled 9000 km to Give it to You” (Sana Hediyeni Vermek İçin 9000 km Seyahat Ettim) kısa filmiyle katkıda bulundu. Bu kısa filmde kırmızı koltukları olan sinema salonunda genç adam, yanında genç bir kadın hayal ediyordu salona kırmızı ışıklar düşerken. Kar-Wai bu kısa filminde kadın, şeftali ve cinsellik arasında tarif edilemez derin bir metafor kurmuştu. 2008 Filmekimi’nde “redux”lanmış 1994 yapımı “Dung che sai duk/Ashes of Time-Zamanın Külleri” de gösterilmişti. Kar-Wai, günümüzde aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Kar-Wai’nin bazı filmlerinde aşk duyguları, cinselliğin ötesine de geçerek tam bir tutkuya ya da bir ruhaniliğe bürünerek yansıyor perdeye. Bir de onun filmlerinde insanların iletişimsizliğiyle modern insanın yalnızlığı ve kederleri var. Elbette tüm Kar-Wai filmlerinde mekânlar çok önemli. Hem görsel, hem de karakterlerinin iç dünyasının dışavurumu açısından. Öncelikle otel odaları ve trenler… Otellerin etkisi, herhalde babasının otelci olmasından geliyordur. Bir oğlu olan Kar-Wai, filmlerinin senaryolarını da kendi yazıyor ve çoğunlukla da kameraman Christopher Doyle’la çalışıyor. Bu güneş gözlüklü ve 1960’lara tutkulu yönetmenin filmlerinin içerisinde dolaşarak hem aşka, hem de bir ustaya saygı sunmak istedik. Yazıda Çince film adlarını Hong Kong’da konuşulan Çincenin Mandarince lehçesinde yazıyoruz. Hong Kong’da Kantonca da konuşulduğunu belirtelim. Hâlâ kısa filmler çekmeyi sürdüren Kar-Wai, ilk deneyimi “Gözyaşları Aktıkça”dan bu yana yaptığı her film neredeyse altın değerinde. Amerika’nın ciddi gazetelerinden New York Times onun için “zamanın ustası” diyor.

Aşk melekleri uçup giderken…

Kar-Wai’nin 1994 yılında yönettiği “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi”, Fransız “Yeni Dalga”sına, özellikle de Jean-Luc Godard sinemasına adanmış bir film gibiydi. Bu filmin en heyecan verici yönüyse, kamera kullanımlarıyla kurgusuydu. Filmde, birbirinden bağımsız iki hikâye anlatılıyordu. Bu filmin bir özelliği de, hikâyeler ayrı olsa da mekânlar aynıydı. İlk hikâyede Kar-Wai, “koşut kurgu” tekniğini daha yoğun kullanıyordu. Yönetmen, ikinci bölümde büfedeki kız Faye’i canlandıran müzisyen-oyuncu Faye Wong’un bestelerini de kullanmış. Faye Wong’un bu filmde “Dream Person” ve “Bluebeard”ü de duyuluyordu. Bir de ikinci bölümde, cazın divalarından Dinah Washington’ın “What a Difference a Day Makes” adlı muhteşem standart caz şarkısı da büyü saçıyordu. Birinci bölümde Hintli göçmenlerin göründüğü sahnelerde de Hintçe şarkılar vardı fonda. Belki de “Chungking Ekspresi”nin ne olduğunu biraz olsun anlamlandırmalı. Hong Kong’da, Chungking Konakları diye adlandırılan bölgede ucuz daireler, pansiyonlar, küçük işyerleri, gece kulüpleri, suç yuvaları gibi karanlık mekânları olan bir yer var. Bu bölgeye daha çok geliri düşük ve Hong Kong’a göçmen olarak gelmiş Hintli, Bangledeşli, Pakistanlı, Ortadoğulu ve yoksul birçok insanın ilk uğradığı yer. Bu bölgedeki konaklar, aslında tümüyle de karanlık değil. Hong Kong’a gittiğinizde az parayla konaklanabilecek yerler burası. Kültür merkezleri bile var. Kar-Wai’nin “Chungking Ekspresi” filminin hikâyeleri, bu bölgedeki gerçek mekânlarda geçiyordu işte.

Birinci bölüm: Film, Chungking Ekspresi ya da Konakları denilen binaların teraslarının üzerinde açılıyor. Kara bulutlar ve dumanlar gökyüzünü kaplıyor. Ardından sakin sokakların görüntüleri yansıyor. Ama, bu sakinlik hemen dağılıyor ve kendi doğal hareketliliğine dönüyordu bu sokaklar. Sarı peruklu, pardesülü ve güneş gözlüklü kadını birilerinden kaçarken yakalıyordu Kar-Wai’nin hareketli kamerası. Genç sivil polis 223’de bu olayın içine düşüveriyordu birden. Kar-Wai, hem çekim estetiği olarak hem de kurgu yönünden heyecan verici anlar yaratıyordu bu giriş sahnesinde. Sarsıntılı hafif el kamerası kalabalığın içinde tam bir kaotik anlar yaşatıyordu. Gerçeküstücü tattaki bu görüntüler, bulanık ve gölgeliydi. Fonda da Frankie Chan’in kederli ve coşkulu “Fornication in Space” müziği duyuluyordu. Gizemli Uzakdoğulu uyuşturcu satıcısı sarı peruklu kadın (Brigitte Lin), Hintlilere Hong Kong dışına uyuşturucu taşıttırıyordu. Ama, son işinde her şey ters yüz oluyor ve intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu sarı peruklu kadın. Öbür taraftaysa sivil polis He Zhiwu, yani 223 (Takeshi Kaneshiro) yeni ayrıldığı sevgilisi May’in geride bıraktığı aşk acısını yaşıyordu. Sarı peruklu kadınla o kaçıp kovalamacada birden göz göze gelen 223, belki de hayatının kadınıyla karşılaşıyordu. Adını bilmediği bu sarı peruklu kadın, 0.01 cm uzağındaydı. Belki de bu bir Kar-Wai’nin ironisidir. Biri polis, diğeriyse suç dünyasına bulaşmış bir “femme fatale”, yani “öldüren kadın…” İkisinin aşkları mümkün müydü? Ama, Kar-Wai onlara, aslında 223’e bir şans veriyordu. Hatta 223’e ikinci bir şansı da yaratıyordu yönetmen. Kalbi kırık 223, 1 Nisan 1994’te sevgilisinden ayrılmış. Son kullanım tarihi 1 Mayıs 1994 olan ananas konservelerini her gün marketten satın alıyor. May, bir ay içinde kendisine dönmezse bir gecede oturup otuz konserveyi birden yiyecek. Üstelik, 1 Mayıs 223’ün doğum günü de. 24’ünden 25’ine girecek 223… “Geceyarısı Ekpresi” (Midnight Express) büfesini çalıştıran yaşlı büfeci (Chen Jinquan), 223’ün kırık kalbine yeni “May”ler sokmaya çalışıyor, ama nafile. Gözyaşları dökmemek için hep koşan 223, “Konserveler gibi hatıraların da son kullanma tarihi var mı” diyor kendi kendine. O sıralarda büfeye güzeller güzeli yeni garson kız Faye geliyor. 223, belki de ona aşık olabilirdi, ama ne yazık ki bir başka polis, devriye 663 giriyor hikâyeye. Kara film tarzındaki birinci bölüm biterken, ikinci bölümdeki başka bir kalp kırıklığı yansımaya başlıyor beyazperdeye.

İkinci bölüm: Bu bölümde üniformalı devriye polisiyle garson kız Faye var. Onun da kod adı 663. O da hostes sevgilisinden (Valerie Chow) ayrılmış ve elbette onun da kalbi kırık. “Geceyarısı Ekpresi” adlı büfeye her gün uğruyor. Büfede çalışan Faye’in (Faye Wong), 663’e (Tony Leung) sırılsıklam tutulduğunu anlıyorsunuz. Hostes sevgili 663’e mektup yazıp büfeye bırakıyor. Bir zaman sonra 663’le konuşabilen ve ondan adresini öğrenen Faye, polisin dairesine gizlice giriyor, dairesini temizliyor, onu tanımaya çalışıyor. Kar-Wai, kadınların aşkta erkeklerden daha cesaretli olduğunu hissettiriyordu bu filminde. Faye, 1960’ların ünlü müzik grubu The Mamas and The Papas’ın ünlü şarkısı “California Dreamin”i yüksek sesle dinlemeyi de seviyor. Çünkü en büyük rüyası Kaliforniya’ya gitmek Faye’in. Faye, Godard’ın 1960 yapımı “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” filminden düşmüş bir Jean Seberg gibiydi sanki. Kısacık saçlı Faye, hep güneş gözlüğü takıyor ve çoğunlukla da açık renk elbiseler giyiniyordu. Sonunda 663, dairesini temizleyenin kim olduğunu fark ediyordu. Faye, kendisini Kaliforniya Lokantası’nda bekleyen 663’e bir mektup bırakıyor ve o da ortadan kayboluyordu. Mektubu yağmurlu gecede çöp kutusuna atan 663, mektubu okumak isteyince ıslanmış mektubun içindekileri sökemiyordu. Bir yıl sonra hayat herkes için değişiyor. Faye, uzaklardan hostes giysileri içerisinde geliyor. 663 de “Geceyarısı Ekspresi” büfesini devralmış. Bu bölümde, ilk bölüm kadar olmasa da estetik anlar perdeyi kuşatıyordu. “Chungking Ekspresi”nin kameramanları da Christopher Doyle ve Lau Wai-Lau keung’du. Filmdeki ilginç yönler de vardı. 223’ün dairesinde köpeği vardı. 663’ünse oyuncak köpeği. Ama, ikisinin de kırık kalplerinin yanında akvaryumları dairelerini süslüyordu. Kar-Wai, bu bölümde ilk bölüme göre daha parlak ışıklar kullanmış. Bölümün sonuna doğru renkler hafifçe koyulaşmaya başlıyor ve yağmurlar da yağmaya başlıyordu. Bir yıl sonra, kendini terk eden hostes sevgilisiyle karşılaşan 663, hiç etkilenmiyordu bu karşılaşmadan. Kar-Wai, “Chungking Ekspresi”ni üç bölüm olarak düşünmüştü, ama “Düşkün Melekleri” ayrı bir film olarak çekmişti.

Melekler düşünce…

Kar-Wai’nin sinema dili olarak en çarpıcı filmlerinden biri de 1995 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler”di. Filmin en önemli özelliği birkaç hikâyeyi “çapraz kurgu”yla yansıtmasıydı. Filmde öne çıkan baba-oğulun hikâyesiyle küçük evinde tek başına yaşayan bir genç kızın hikâyesi öne çıkıyor bu filmde. Erkeklerden hep uzak durmuş genç kızın kendi kendini tatmin ettiği sahne belki de sinema tarihinde özel bir yere sahip. Bu filmde bir katil, bir aşk ve bir de sinema var. “Chungking Ekspresi”ndeki sivil polis Zhiwu 223 de vardı “Düşkün Melekler” filminde. 223’e yine Takeshi Kaneshiro hayat veriyordu. Hikâyenin bir yerinde genç kızla Zhiwu’nun yolları kesişiyordu. Zhiwu, canlı ve dışadönük bir insan. Genç kızsa melankolik. Yönetmen, Zhiwu’nun iç dünyası gibi daha hareketli kullanmış kamerasını bu filminde. “Düşkün Melekler” filmindeki hikâyeler de, Chungking Konakları’nda ve çevresinde geçiyordu. Kar-Wai, çok özel kamera devinimleri ve kurgu tekniği kullanarak gerçek anlamda sinemaya zenginlik katıyordu “Düşkün Melekler”le… “Chungking Ekspresi”yle “Düşkün Melekler” filmlerindeki bazı anlara deneysel bile denilebilir. Filmin bazı karakterleri içe kapanık ve kolayca dışarısıyla iletişim kuramıyorlar. Hep iç sesleriyle konuşarak sanki sadece seyirciyle iletişim kurabiliyorlardı. Elektronik müzik yapan Massive Attack’ın “Karma Coma” müzikleri de fonda duyuluyordu bu filmde. Belki de filmin ruhuyla da uyuşan bir müzikti bu. Elbette ünlü Amerikalı kadın besteci-şarkıcı Laurie Anderson’ın “Speak My Language” ve İngiliz kadın şarkıcı-oyuncu Marianne Faithfull’un “Go Away from My World” şarkıları da duyuluyordu fonda. Elbette filmin özgün müziklerini besteleyen Frankie Chan ve Roel A. Garcia’nın tınılarını da unutmamalı. Bu filmin atmosferi karanlık ve kara filmin içerisinde dolaşıyormuş duygusunu yaşatıyor insana. Dış mekânlardaki gece atmosferleri sinemaya bir armağan gibiydi. Işık düzenlemeleri ve kurgu dili de öyle. Yönetmenin bazı estetik denemeleri hâlâ büyüleyici. Sabit duran bir kameradan yansıyan hızlı görüntüler insanı gerçekten etkiliyordu: Görüntünün içinden hızla akıp giden insanlar, arabalar ve trenler gerçeküstücü büyüyle perdeye yansıyordu. Sinemaseverler, hem “Chungking Ekspresi”ndeki hem de “Düşkün Melekler”deki bu kameraya aşık olabilirler belki.

Aşkın tam zamanı…

1960’lı yıllar, Hong Kong… Bir apartman… Bir aile… ve aşk dörtgeni… “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” filminde bunlar vardı. 1962 yılı. Chow Mo-Wan ve Su Li-Zhen aynı apartmanda karşı dairelerde oturuyorlar. Chow, bir gazeteci. Su’ysa bir sekreter. Bu iki evli insan birbirlerine aşık olurken, eşleri de birbirlerine aşık olmuşlar. Chow, Su’yla aşk yaşarken karısından intikam mı alıyordu? Aşk duygusunu derin bir bakışla perdeye yansıtan Kar-Wai, dingin anlatımıyla insanların aşkı yaşamasını istiyordu. Filmin müzikleri de alabildiğine insanın duygularını sıcaklaştırıyordu bu filmde. İnsan bu filmi gördükten sonra sevgilisine belki bir daha aşık oluyordur. Filmde Nat King Cole’ün performansıyla “Quizás, Quizás, Quizás” şarkısını da duyuyorsunuz fonda. Elbette bu filmde Nat King Cole’ün söylediği “Aquellos Ojos Verdes” şarkısı da vardı. “Aşk Zamanı”nda, yemekle aşkın derin bağlarını bir defa daha keşfettiriyordu Kar-Wai. Yönetmen, 2000 yapımı “Aşk Zamanı”ndan hemen önce aynı adla bir siyah-beyaz kısa film de çekmişti.

Güldeste içinde…

Kar-Wai’nin, Michelangelo Antonioni ve Steven Soderbergh’le beraber aşkı anlattığı 2004 yapımı “Eros” antolojisi de (güldestesi de) var. Kar-Wai, kendi bölümü “The Hand-El”de yine aşkın o derin okyanusuna daldı. Kar-Wai, duyguları ve aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onu, sadece bu yönleriyle değil, sinematografik yönleriyle de tanımalı. Bu antolojideki (güldestedeki) en dokunaklı bölümdü belki de. Aşk ve tutku, insanın içini burkuyordu “El”de. Terzi çırağı Xiao Zhang, pahalı fahişe Hua’ya sürekli yeni elbiseler getirir durur. İhtişamlı hayatı ve tüketimi olan Hua, hiçbir kadına dokunamamış genç Zhang’a dokunarak farkında olmadan onu kendine bağlıyor. Zhang, belki de hiç ulaşamayacağı Hua’ya vücudunun tüm hücreleriyle tutulur. İç ve dar mekânlarda kısır döngüsel akıp giden bu bölüm doğal süreçleri de gösteriyor. Çünkü Hua’nın zengin müşterileri onu tek tek terk ederler ve düşüşü de hızlı olur. Hua, şehri ardında bırakıp gider, sonra yine gelir. Ama, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Düşkün bir otel odasında az parası olan erkekleri mutlu etmeye çalışır. Trajik sonu da uzak değildir Hua’nın. Kar Wai’nin antolojideki bu bölümünde doğrudan erotizm yoktu. Sadece her şey zihinseldi. Kar Wai, erotizmi göstermiyor, ama seslerini uzaktan duyuruyordu. Bir de yağmur sesleri var dışarıdan duyulan. Özel bir anda, Zhang, Hua’nın elbisesiyle sanki sevişiyordu. Bu bölüm fetişizm ötesinde bir tutkuyu ve ulaşamamayı duyuruyordu. Hua, öldürücü ve bulaşıcı bir hastalığa da yakalandığı için Zhang, Hua’yla birlikte olup onun yaşadığı acıya ortak olmak istiyor. Kar Wai, senaryoyu kendi yazmış. Elbette kameramanı Christopher Doyle’du. Kar-Wai bu kısa filminde Alman müzisyen Peer Raben’in tınılarını kullanmıştı fonda. Peer Raben, Alman sinemasının genç yaşta ölmüş ustalarından Rainer Werner Fassbinder’in filmlerine müzikler de yazdı. Peer Raben, 1960’lı yıllarda Almanya’da “anti tiyatro” içinde de yer almıştı.

Zamanın şu külleri…

Kar-Wai ustanın, milliyetçi yazar Louis Cha’nın romanından uyarladığı 1994 yapımı “Dong xie xi du/Ashes of Time-Zamanın Külleri” filmini “redux” olarak yeniden sinemaseverlerle buluşturdu. “Redux”, bir tür restorasyon, yenileme demek. İlk gösterimde kurgudan çıkarılmış sahneleri ekleme, filmi tamir etme, renklerini düzeltme, süresini uzatma ya da kısaltma ve buna benzer birçok şey. “Redux”ın birebir anlamıysa “geri dönme” demek. Kar-Wai, filminin renklerini düzeltmiş ve bu renk tonları insana bir ressamın fırça darbelerinden çıkmış duygusunu yaşatıyordu perdede. Renkler, koyu tonda ve bazı anlarda sebya tadı da veriyordu. Bu filmdeki çöl sarısı filmin ruhuyla da örtüşmüştü. Sarı, tutkunun ve ihanetin rengi anlamına da geliyor sanatta.

“Zamanın Külleri”, bencil bir savaşçının hikâyesini anlatıyordu. Savaşçı Ouyang Feng (Leslie Cheung), büyülü şaraptan içince belleğinden birçok şey silinip gider. Ouyang Feng, kadınların kalbini fethetmiş ve onları hep kırmış bir insan bir de. Büyülü şarap belleğini sildikten sonra kendi çölünde yaşıyor Ouyang Feng. Hayatını da savaşarak kazanıyor. Sorunları olanlar ona geliyor, parasını aldıktan sonra o da kötülere karşı kiralık katil gibi savaşıyor. Aslında bir haydut o. Aşk ve kadınlar avucunun içinden kayıp gitmiş, kadınların değerini bilememiş. Murong Yin’i (Brigitte Lin) unutamıyor ama. Murong Yin, erkek kılığına bürünüp Murong Yang adıyla Ouyang Feng’in peşine düşüyor, sonra da ona terk edilmenin acısını yaşatıyordu. Aslında Ouyang Feng, hep hırslarına ve açgözlülüğüne yenilmiş bir insan. Büyülü şaraptan içip belleği boşalınca da hırsları ve açgözlülüğü onu terk etmiyor. Kar-Wai ustanın bu kılıçlı dövüş filmindeki kelimeler de derin anlamlı. Hikâyede her şey mevsimler üzerinden gelişiyor. Ouyang Feng, Çin takvimindeki mevsim yorumlarıyla hayatı anlamlandırmaya çalışıyor hep. Sanki bu takvimle kaderini okuyor Ouyang Feng. Çölünde tek başına oturmuş yeni bir iş bekleyen Ouyang Feng’in yanına bir genç kız geliyor. Haydutlar, kız kardeşine tecavüz edip öldürmüşler. Genç kızın Ouyang Feng’e, eşeğinden ve bir sepet yumurtasından başka verecek bir şeyi yok. Bir sepet yumurta ve eşek için ölümü göze alabilir miydi açgözlü Ouyang Feng? Elbette almazdı. Kızdan faydalanmaya çalışsa da genç kız hemen ona direniyor. O sırada gözleri yavaş yavaş görme yeteneğini kaybeden kılıçlı bir genç (Tony Leung) geliyor Ouyang Feng’in yanına. İş istiyor. Kılıçlı genç silahşör köyündeki şeftali çiçeklerini hiç unutamamış. Ouyang Feng’in aklında genç silâhşörün söylediği o şeftali çiçekleri kalıyor. Bu çiçekleri görmek için, kılıçlı genç silâhşörün köyüne gidiyor, ama orada şeftali çiçeklerini bulamıyor Ouyan Feng. Çünkü, kılıçlı kör silahşörün şeftali çiçeği güzel bir kadın.

Kar-Wai, “Zamanın Külleri”nde gerçekten estetik açıdan büyüleyici bir film yaratmış, simgesel ve şiirsel. Renkler gerçekten insanı bir büyünün içinde bırakıyor. Filmin estetiği ve anlatımı da gerçeküstücülükten besleniyor. Suların gölge gibi yansıması, gölgelerin devingenliği gerçkeküstücülüğe görsel açıdan destek oluyor filmde. “Strobe”laştırılmış yavaş çekimler de çarpıcıydı. Frankie Chan ve Roel A. García’nın fonda duyulan müzikleri de insanın ruhunun içinde dolaşıyordu sanki. Uzakdoğu sinemalarında görsellikle beraber oyunculuklar da mükemmel oluyor. Bir de bu filme “distopik” deniliyor. Aslında “distopya”, günümüz bakışıyla ve ahlâki yorumlanışıyla “kötü gelecek” demek. Yani “ütopya”nın tam tersi. Eğer “distopik” bazı filmleri hatırlarsanız belki de bu terimin derinliğine ulaşabilirsiniz. Stanley Kubrick’in 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey-2001: Bir Uzay Macerası” ve 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”, Jean-Luc Godard’ın 1965 yapımı “Alphaville-Alfa Kenti”, François Truffaut’nun 1966 yapımı “Fahrenheit 451-Değişen Dünyanın İnsanları”, John Boorman’ın 1974 yapımı “Zardoz-Taş Tanrı Zardoz”, Ridley Scott’ın 1982 yapımı “Blade Runner-Bıçak Sırtı”, Michael Radford’un 1984 yapımı “Nineteen Eighty-Four-1984”, Terry Gilliam’ın 1995 yapımı “Twelve Monkeys-12 Maymun”, David Cronenberg’ün 1996 yapımı “Crash-Çarpışma”, Wachowski kardeşlerin 2000’lerdeki üçlemesi “The Matrix-Matrix” bilimkurgu filmlerinde “distopya” daha gözle görülüyor. “Distopya”, elbette sadece bilimkurgu filmlerinde değil, karamsarlığı mekânlarına ve karakterlerine yüklemiş birçok filmde var. Steven Soderbergh’in 1991 yapımı “Kafka”, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro’nun 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri”, David Lynch’in 1986 yapımı “Blue Velvet-Mavi Kadife” hemen akla geliyor. “Distopya”da, baskıcı sistemler bir karabasan gibidir ve gelecek betimlemesiyse kapkaranlıktır.

2046 neydi?…

Ustanın 2004 yılında yönettiği “2046” filminin hikayesi 1960’larda geçiyordu, ama bilimkurgu tarafları da vardı. Siyah-beyaz ve renkli bu film Kar-Wai’nin aynı zamanda ilk sinemaskop yapıtıydı da. Chow Mo-Wan, bir gazeteci-yazar. Chow (Tony Leung), bilimkurgu tefrika ediyor. Bu filmde aşıklar ve bir otel var. Otelin adı da Oriental Hotel’di. Hikâyede, Chow’un kaleminden düşen bilimkurgu bölümünde de bir tren vardı. Bu filmde Kar-Wai’nin insanları ulaşılamaz olana aşıktı. Çin sinemasının dört güzel kadını da perdeden yansıyordu: Gong Li, Faye Wong, Ziyi Zhang ve Maggie Cheung… İnsanın zihnini karıştıran şu soru vardı hep: 2046 yıl mıydı, yoksa bir otel odasının numarası mıydı? İkisi de olabilirdi. Chow, Hong Kong’daki otelde 2046 numaralı odada kalıyordu. Chow, Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) sırılsıklam aşık olur. Güzel Bai Ling de (Ziyi Zhang) Chow’a. Su Li-zhen’in genç hali (Gong Li) bir kumarbazdı. Su Li-zhen, Chow için öyle ulaşılmaz bir kadın ki, hemen yakınlarında dolaşan güzel Bai Ling’in aşkının farkına bile varamıyordu. Bu film sanki “Aşk Zamanı”nın ruhundan çıkmış gibiydi. Filmde, hızlı trende geçen bilimkurgu bölümünde de aşk vardı. Faye Wong da bilimkurgu bölümünde bir “android” güzeldi. Kar-Wai’nin bu filminde de “distopik” taraflar vardı. Renkleri, ışık düzenlemeleri, kamera açıları ve devinimleri de estetik açıdan perdeden büyü saçıyordu. Elbette fonda duyulan müzikler de. Shigeru Umebayashi’nin tema müziği “2046 Main Theme” başta olmak üzere filmde duyulan şarkılar da etkileyiciydi. Dean Martin’in söylediği “Sway” şarkısıyla Zbigniew Preisner’in tınıları da bu filmde duyuluyordu. Preisner’in tınıları Krzysztof Kieslowski’nin “Dekalog” serisinden 1990 yapmı “Krótki Film o Zabijaniu-Öldürme Üzerine Küçük Bir Film”indendeki “Decision”dandı. Belki de bu filmde Faye Wong’un şarkı söylememesi bir sürprizdi. Kar-Wai, Faye Wong’un sesini “Chunking Ekspresi”nde bol bol kullanımıştı. İnsanın zihnini karıştıran, şiirsel ve büyülü bu film iki defa seyredilince ruhunun içinde anlamlar yaratılabiliyordur belki de. Kar-Wai, bu filminde Godard’ın 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret” filmindeki Georges Delerue’nün “Julien et Barbara” tınılarını da kullandı. Filmde Maria Callas, Angela Gheorghiu ve Connie Francis’in de sesleri duyuluyordu. Norveçli besteci-piyanist Rolf Lovland ve İrlandalı kemancı Fionnuala Sherry tarafından 1994’te kurulmuş Secret Garden’ın “Adagio” bestesini de bu filminde kullanmıştı Kar-Wai. Secret Garden grubu “new age” ve “neo-klâsik” tarzda müzikler yapıyor. Elbette Nat King Cole de “The Christmas Song” şarkısıyla dahil edilmişti bu filme.

Yabanmersinili aşk…

Kar-Wai, 2007 yılında sinemaskop çektiği ve “Yabanmersini Gecelerim” anlamına gelen “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”la aşkı Amerika’ya taşıdı. Filmde Amerikalı şarkıcı Norah Jones, Jude Law ve Natalie Portman vardı. Norah Jones’un hayat verdiği Elizabeth, yola çıkmış ve Amerika’da aşkın derinliğini arıyordu. Yoksa aşk, geceleri kafeteryada çalışan Jeremy’nin yakınlarında mıydı? Jeremy (Jude Law), bir gece ansızın çıkagelen Elizabeth’e aşkın sabrıyla aşık oluyordu. Aniden gelip aniden kaybolan Elizabeth’in yeniden ortaya çıkacağını umud ediyordu. Bir yol filmi de olan “Benim Aşk Pastam”da Elizabeth bir dolu insanla karşılaşıyor film boyunca. Yakınlık duyduğu kumarbaz Leslie’nin (Natalie Portman) peşine takılıyordu Elizabeth. Yalnızlıkları keşfeden Elizabeth, kendisini sabırla bekleyen Jeremy’nin yanına dönüyor ve ona yaban mersini pastası yapıyor. Aşkın ve bağlılığın pastası sanki bu. Filmin kameramanıysa Tahran doğumlu Darius Khondji’ydi. Sinemaseverler Khondji’yi, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro ikilisinin filmleriyle tanıdılar. 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri” ve “La Cité des Enfants Perdus-Kayıp Çocuklar Şehri” en bilinenleri. Filmin fonunda Ry Cooder’ın parçaları daha çok duyuluyordu. Genç caz şarkıcısı Norah Jones bu filmde “The Story” şarkısını söylüyordu. Bu filmde sinemanın unutulmaz bir anı da vardı: Dudaklarının kenarında yabanmersinili pastadan küçük bir parça kalan uyuyakalmış Elizabeth’in dudaklarına doğru eğilen Jeremy, Elizabeth’i öperken sinemanın aşkı kutsayan anını yaşatıyordu. Aşkın ruhaniliğine inananlar için iyi birer sığınak Wong Kar-Wai’nin filmleri…

İlk filmi…

Kar-Wai’nin ilk filmi “Gözyaşları Aktıkça”, ruhuyla ve her şeyiyle 1995 yapımı “Düşkün Melekler”le buluşuyordu. “Düşkün Melekler”, her ne kadar 1994 yapımı “Chungking Ekspresi”ni takip etse de. “Gözyaşları Aktıkça”, büyük bölümü gece atmosferinde geçen hem kara film, hem de şiirsel gerçekçi tatta olan şiddet yüklü bir filmdi. “Düşkün Melekler”deyse neredeyse filmin tümü gece atmosferinde geçiyordu ve yine kara filmle şiirsel gerçekçi tatlarda bir filmdi. Katiller ve çeteler, bu iki filmde de perdede dehşet saçıyorlardı. Bazı sahnelerde bu şiddet anlarına bakmak gerçekten zorlu bir maceraydı. “Gözyaşları Aktıkça”, “Chungking Ekspresi” ve “Düşkün Melekler” filmlerinin en önemli ortak noktalarıysa estetik tarzlarıydı. Bu estetik yansıyışlar birbirlerini gerçekten tamamlıyordu. Ama, neredeyse “Gözyaşları Aktıkça” ve “Düşkün Melekler”, hikâyeleri ve kurgu dilleriyle birbirlerinin kıyılarında dolaşıyorlardı sanki. “Strobe”laşmış yavaş çekimler, bir acı çığlığa dönüşen müzikler, fonda duyulan şarkılar, karanlık sokaklar, şiddet yoğunluğu, koşut kurguyla yansıyan hikâyeler ve birçok şey. “Gözyaşları Aktıkça”da Wah (Andy Lau), geceleri yaşayan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığı zamanlarda “tahsilât” yapıyor. İki kardeşi var. “Sinek” (Jacky Cheung) lâkaplı kardeşini bu işlerden uzak tutmaya çabalasa da başaramıyor Wah. Teyzesinden telefon alan Wah, bir kuzininin olduğunu da öğreniyor. Birkaç günlüğüne dairesine güzel Ngor (eşsiz Maggie Cheung) geliyor. Bütün bunlar olurken sevgilisi Mabel, kürtaj yaptırıyor Wah’ın. Artık “aşk acısı” lâfı onu incitiyor. Çeteler, “baba” denilen bir mafyacının etrafında toplanmışlar. Wah, Tony ve çetesiyle zaman zaman çatışmak zorunda da kalıyor. Bazen kendisi, bazen de Tony kazanıyor bu kavgaları. En sonki kavgaları da çok vahşi geçiyordu. Mabel’in kürtaj yaptığı bebeğin kendisinden olmadığını bir yağmurlu günde Mabel’den öğrenen Wah, adadaki lokantada garsonluk yapan güzel kuzinine koşuyordu aşk için. Finali melodramatik ve trajik olan bu film, bir ustanın gelişini haberliyordu yıllar önce. “Düşkün Melekler” filmi de aynı ölçüde vahşi şiddet yüklüydü. “Katil” Wong Chi-Ming (Leon Lai), acımasız ve işini temiz yapan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığında “tahsilât” işine bakıyor. “Katil”le Wah, sanki aynı ruhu taşıyor. “Katil”e iş bulan güzel “Ajan” (Michelle Reis), “Katil”e ilgi duysa da nedense uzak duruyor ve salaş sığınağında kendini oyalayıp duruyor. Evet, bir de 223 var… Bu 223 He Zhiwu (Takeshi Kaneshiro), “Chunking Ekspresi”ndeki gibi polis değil, burada geceleri ne iş bulsa yapan dilsiz ve mutlu biri sadece. 223, hapisten kalma numarası onun. Renkli ve siyah-beyaz bu film gece atmosferinde geçiyordu. “Katil”le 223 geceleri çalışıyor çünkü. 223’ün babası da Geceyarısı Ekspresi Lokantası’nı işletiyor “Düşkün Melekler”de. Bir de başka mutlu insan, güzeller güzeli “Sarışın” (Karen Mok) var. 223’le “Ajan”ın da yolları bir yerlerde kesişiyordu. “Düşkün Melekler”deki bu üç anti-kahraman da iç sesleriyle kendilerini, insanları, hayatı anlatıp duruyorlardı seyirciye. 223, belki de sinemada görebilieceğiniz en “mutlu” insandır belki de. Kar-Wai usta, insana dair birçok şeyi çok iyi anlatıyor filmlerinde. Onun filmlerinin izini her daim sürmeli.

Zorlu bir yolculuk…

Kar-Wai’nin bu ikinci filmi, 1990 yapımı “A Fei Zheng Chuan/Days of Being Wild-Vahşi Olan Günler”, zor yapıtlarından biri. Her şeyden önce sinematografik diliyle. Seyirci, hiçbir anda zaman geçişlerini anlayamıyor. Zamanın geçip gittiğini bir zaman sonra anlıyorsunuz. Büyük bölümü iç mekân ve gece atmosferinde geçen bu film, annesini arayan Filipinli bir serseri Yuddy’nin (Leslie Cheung) tuhaf hikâyesini anlatıyor. Onu Hong Kong’a yerleşmiş ve burada fahişelik yapan teyzesi Rebecca büyütmüş. Nisan 1960… Yuddy, büfede çalışan güzel Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) ilgi duyuyor. Aslında o hiçbir kadına ilgi duymuyor. Onları kolayca etkilenmekten hoşlanıyor. Biraz zorlu olan Su’yu “saat oyunu”yla etkileyen Yuddy, evlilikten söz eden Su’ya arkasını dönüveriyor hemen. Sonra hayatına güzel dansçı Leung (Carina Lau) giriyor. Leung’un ailesi yoksul ve kazandığı paranın birazını onlara göndermek zorunda. Kendisine saygı göstermeyen Yuddy’yi terk edemiyor Leung. Su da unutamıyor Yuddy’yi. Karakterler hikâyeye dahil oldukça hikâye de karışmaya başlıyor ve her şey bir kaosa dönüşüyor filmde. Yönetmen, alabildiğine dingin bir sinema dili kullanmasına rağmen gerçekten bu film zorlu bir yolculuktu. Gece mesaisi yapan polis Zeb de hem hikâyeye hem de Su’nun dünyasına giriyor. Yuddy’nin kadim dostu Tide da (Andy Lau), Yuddy’nin son kadını Leung’a sırılsıklam aşık oluveriyor. Ama, bu aşktan hiç umut yok elbette. Annesinin Filipinler’de olduğunu öğrenen Yuddy, oraya gidiyor ama annesine ulaşamıyor. Otele yerleşiyor ve polis Zeb de yanına geliyor. Ardından şiddet çoğalmaya başlıyor filmde. Kendini karaya inemeyen kuş gibi hisseden Yuddy çatıdaki lokantada şiddetin içine düşüyor yanında Zeb de varken. Bu sekans gerçekten özel ve çok çarpıcı. Caz ve Hint müzikleri karışımı bir müzik duyulurken, “steadicam” kamera eski bir binaya girer, merdivenlerden çıkar ve lokanta bölümüne gelir. Sonra Yuddy ve Zeb, trene binerler. Şiddet peşlerini bırakmaz. Bir kısa filme dönüşen final anıyla da film birdenbire bitiverir. Zeb’le Su yeni bir aşka doğru mu yol alacaklardır? Kim bilebilir ki? Bu filmde, sonraki filmlerine ilham olacak anlar ve zamanlar da var. Öncelikle gecenin içindeki yağmurlar altındaki Hong Kong, “Aşk Zamanı”nı hatırlatıyordu. Yuddy’nin Filipinler’de kaldığı otel odasının numarası da 204’tü. Bu 2046′yı hatırlatıyor sanki. “2046” filminde de 2046 numaralı odada kalıyordu başkarekter. “Vahşi Olan Günler”de de trenler var. Bu üç filmin konusu da 1960’lı yıllarda Hong Kong’da geçiyordu. Fonda da caz tınılarını çağrıştıran müzikler kullanmış yönetmen. Bu müzik, saksofon ağırlıklı, genelde 1960’lı yılların suç-polisiye filmlerini çağrıştırıyor. Öncelikle, Godard’ın “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” (1960) filminde duyulan müzikleri hatırlayın. Christopher Doyle’un görüntüleri de sinema adına etkileyiciydi, öncelikle gece çekimlerinde. Elbette “steadicam” kamera da çarpıcıydı.

(03 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Denemeci Bir Usta: Atıf Yılmaz

Ala Geyik gibi boyun büküp sallarsın
Kement atıp yollarımı bağlarsın
Bana derler niçin yüzün gülmez ağlarsın
Mevlam gül dememiş nasıl güleyim

Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Yılmaz Güney’in oynadığı Ala Geyik (1959), izlediğim ilk film olmuştu. 1969’da ikinci kez Süreyya Duru çekmiş, Cüneyt Arkın oynamıştı. Yönetmen, kameraman, senarist adlarını afiş ya da jenerikte öğrenirdik. Oyuncular, karakter oyuncuları, kavgacılar, figüranlar tanış yüzler olmuştu. Adları sesli anons edilmeyen karakter oyuncularıyla kavgacıları, birkaç filmde izleyip jenerikte aynı adları görünce, tanımaya başladık. Sinema, soframıza oturmuştu. İletişim kaynağı TRT Radyosu, günümüzün çok uzağındaydı. Magazinleşmemişti. Gazeteler, Ses Mecmuası bilgi kaynağımızdı. Yeşilçam’ı tanımaya çalışıyordum.

Atıf Yılmaz Batıbeki (9 Aralık 1926) Mersin’de doğmuş, liseyi orada bitirmiş. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken, resim yapmaya ilgisi nedeniyle, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Resim Bölümü’ne geçiş yaparak, eğitimini tamamlamış. Öğrencilik döneminde ve sonrasında Nuri İyem Atölyesi’nde resim çalışmaları yapmış. 1947’de Tavanarası Ressamlar Topluluğu’na katılmış. Beş Sanat Dergisi’nde, sinemayla ilgili yazıları yayınlanmış. Ressam, film eleştirmeni, senaryo yazarı olarak bir süre çalıştıktan sonra, Allah Kerim (1950) filmiyle, Semih Evin’in asistanı olarak sinemaya geçmiş. Kanlı Feryat (1951) filmiyle yönetmenliğe başlamış. Oyuncu Nurhan Nur’la (Elazığ doğumlu) evlenmiş (1952), tek çocuğu Kezban (1956) doğmuş. Ethem İzzet Benice’nin Beş Hasta Var (1956), Aka Gündüz’ün Bir Şoförün Gizli Defteri (1958) romanlarını film yapmış. Remzi Jöntürk, Bir Şoförün Gizli Defteri (1967) filmini, ikinci kez çekmişti. Filmdeki Çiler adından etkilenmiş, Çiloş başlıklı şiirler yazmıştım. Asistanlığını yapan Yılmaz Güney, Bu Vatanın Çocukları (1959), Ala Geyik (1959), Karacaoğlan’ın Kara Sevdası (1959), Dolandırıcılar Şahı (1960) filmlerinde çalışmış. Orhan Günşiray’la, Yerli Film Şirketi’ni (1960) kurmuş. Şoför Nebahat (1960), Ayşecik Şeytan Çekici (1960), Allah Cezanı Versin Osman Bey (1961), Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun yazdığı, Suat Yalaz’ın resimlediği Kaan adlı dergiden, Cengiz Han’ın Hazineleri (1962) bölümünü film yapmış. Karaoğlan filmlerinin ilki sayılır. Gülriz Sururi / Engin Cezzar Tiyatrosu’nda oynayan Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nı (1964), filme dönüştürmüş. Senaryo yazarı Ayşe Şasa’yla evlenmiş. Güneş Film’i kurmuş (1966). Ah Güzel İstanbul (1966) filminden sonra Yılmaz Güney’li, Balatlı Arif (1967), Kozanoğlu (1967) Zeyno (1970) filmlerini çekmiş. Ölüm Tarlası (1968) unutulmaz filmlerindendi. Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde katkısı olmuştu. Vedat Türkali’nin kızı, Deniz Türkali’yle (1974) evlenmiş. Türkan Şoray’ın aracılığı sonrası, üç aylığına askere gitmiş (1974). Yılmaz Güney’in yarım bırakmak zorunda kaldığı Zavallılar (1975) filmini çekmiş. Sinemamızın, 1950’den sonraki her dönemine imza atmış, birçok meslek örgütlerinin kuruculuğunu yapmıştı. Filmlerinde ticari kaygılara rastlansa da, anlatım kolaylığı üslûp’u dikkat çekmişti. Kendi deyimiyle “sinemayı önemli bir sanat saymamakla” birlikte, filmlerinde daima belli bir kalite tutturmuş, Yeşilçam’da özel bir yere, öneme sahip olmuştu. Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmış, filmlerinde sıradanlaştırmadan tutturduğu kaliteyle de örnek olmuştu. Sinema anlayışında, ticari kaygıları gözlemlemek mümkündür. Türk sinemasının gişe yapan filmlerinde, hep onun imzası oldu. Bu anlamda bir tarz olarakta, Türk sinema tarihinde özel bir yere, öneme sahipti. Önemli kadın oyuncularla yaptığı filmlerle, kadın’ı öğrenen yönetmen olarak, sinema tarihinde yerini aldı.

1977’de, bu büyük usta’yla tanışma şansını yakalamıştım. Sıcak, samimi tavrı, dil kurmamızı kolaylaştırıyordu. Elazığ’lı olduğumu öğrenince, Palu İçesi’nde Cemo (1972) filmini çekerken, postahanede çalışan amcasının çocuklarıyla tanıştığını anlattı. Türkan Şoray, bu filmde attan düşüp, hastanelik olmuştu. Atıf abi, sigara cellâtı gibiydi. Hoş benim de, aşağı kalır yanım yoktu. 1978’de kurduğu Yeşilçam Filmcilik adına, ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylum Al Yazmalım öyküsünü film yaptı. Kibar Feyzo (1978), Minik Serçe (1978) filmlerini çekti.

O zamanlar, her evde telefon yoktu. Yakın komşunda yoksa, bulunman zorlaşıyordu. İlyas (Salman), eşimin çalıştığı yere gidip adres bırakmış. Ertesi gün, Sıraselviler Caddesindeki adrese gittim. Atıf abi, Ömer Kavur ve Yavuz Özkan’la birlikte Adaf Film’i (1980) kurmuşlar. Talihli Amele filmini çekecekti. Leyla (Özalp) asistanıydı. Atıf abinin asistanları genelde, bayan olurdu. Yapımcı olarak, Ömer Kavur’la görüştüm. Bu görüşme, tanışmamızın adımı oldu. Alacağım para, kış için odun almamı karşılayacaktı. Filmde Osman F. Seden de oynadı. Uzman Film adına çektiği, Dolap Beygiri (1982) filminde çalıştım. Uzman Film’in sahipleri (Kadir-Ferit Turgut) hemşerilerimdi. Filmdeki işim bittiği günün gecesi alındım. Dağınık Yatak (1974), Bir Yudum Sevgi (1984) filmini çektiğini gazetede okudum.

Üç yıl sonra İstiklal Caddesinde karşılaştık. Ziyaretime gelmek istediği, soyad zorunluluğunu anlattı. Yaklaşımı içimi ısıttı. Ortağı Ömer abinin, Körebe (1985) filminde çalışmama aracı oldu. Osman F. Seden’in TRT Televizyonu’na çektiği Çalıkuşu dizisinin, laboratuar işlemlerini Sineray Stüdyoları’nda yapıyorduk. Adı Vasfiye (1985) filmi için aynı stüdyoyu kullanan Atıf abiyle, karşılaşmalarımız sıklaştı. Birbirimizi yakından tanımak, konuşmak fırsatımız oldu. Cengiz Ergun’la, Odak Film Şirketi’ni kurdu. Aaahh Belinda (1986), Kadının Adı Yok (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filmini çekti.

Gece Yolculuğu (1987) filmi sonrası, Ahududu Sokaktaki Alfa Film’le ilişkim sürdü. Ofisin girişindeki, odada Atıf abi, salona açılan odada Ömer abi oturuyor, salondaki iki masayı Sadık’la paylaşıyorduk. Kültür Bakanlığı ilk kez filmlere maddi katkı verecekti. Bakanlık adına yönetmenliğini yaptığım İçimizden Biri Yunus’la, Gönüller Sultanı Mevlana (1989) filmlerinin yapımcısı Atıf abiydi. Rutkay (Aziz) abinin, İçimizden Biri Yunus filminde işi bitince, Atıf abinin çekeceği Ölü Bir Deniz (1989) filmine başladı. Filmin cast konusuna yardımcı olup, konuk oyuncu olarak katıldım. Çektiğim filmlerin stüdyo işlemlerini Fono Film’de yapıyordum. Atıf abi, Ölü Bir Deniz filminin iş kopyasını izlemek için geldi. Yanında Türkan hanımla (Şoray), bir bayan vardı. Beni de çağırdı. Dört kişi, izlemeye başladık. Alfa Film, Halep İş Hanı’na taşınınca, Atıf abi de Beyoğlu’nda bir ofise taşındı. Ortaklık ilişkileri sürüyordu. Kendi adlarına da filmler yapıyorlardı.

Atıf abi, Bekle Dedim Gölgeye (1990) filmini çekti. Esma Ocak’ın romanından uyarladığı Berdel (1990) filmiyle, Valencia Film Festivali’nde (1991) En İyi Film ödülü aldı. İstanbul Film Festivali’nden (1991) Onur Ödülü aldı. Hayallerim, Aşkım ve Ben adlı, anı kitabı basıldı (1991). Meral Oğuz’la Lale Mansur’un oynadıkları Düş Gezginleri (1992) filmi, uluslararası bir “Eşcinsel Film Şenliği”ne katılan ilk Türk filmi oldu.

1993 yılı, Ömer abi aradı. Dışarda buluştuk. Yanındaki Sibel adlı bayanı, “Bugün evlendik” diyerek tanıştırdı. Hümeyra’dan sonra ikinci evliliğini yapmıştı. ATV kurulmuş (9 Eylül 1993), yapımlara karar verici kurulunun arasında, Cüneyt Türel, Ali Taygun, Barış Pirhasan vardı. Projelerin seçimlerinde söz sahibi görünüyorlardı. Fantastik Öyküler başlığında, birbirinden bağımsız 13 bölümden oluşan, projenin hazırlıklarına başladık. On bölümü önemli yönetmenler, üç bölümü genç yönetmenler çekecekti. Garip Bir Aşk adlı ilk bölümü, Sevgi (Saygı) çekince kanal huysuzlandı. Senaryosu Ümit Ünal’ın olan Lüküs Hayalet Avcıları adlı, ikinci bölümü Atıf abi çekti. Lale Mansur, Münir Özkul, Bülent Kayabaş, Aydemir Akbaş oynuyordu. ATV bölümün parasını ödediği halde, yayınlamadı.

Sibel, Yeşim Ustaoğlu’nun İz (1993) filminde asistanlık yapmaya başladı. Ömer abi, çağın canavarına yakalandı. Sibel’in hastanede kalması gerekince, görevini devraldım. Ömer abi hastaneden çıkınca, Akrebin Yolculuğu filminin hazırlıklarına başladık. Film için, üç kör şarkıcıyı oynayacak müzisyen arkadaşlar buldum.

Maddi nedenlerle, film üç yıl ertelenmek durumunda kaldı. Üç yıl, yılbaşı ve bayramlarda, üç kör arkadaşı aradım. On yönetmen biraraya gelip Sinema Vakfı kurdular. Beşer öyküden oluşan, iki sinema filmi çekilecekti. Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşey (1995) filminde öyküleri, Ömer Kavur, Zeki Ökten, İrfan Tözüm, Yusuf Kurçenli, Erden Kıral çekecekti. Filmin prodüksiyonunu Alfa Film yönetecekti. Yer Çekimli Aşklar (1995) filmi öykülerini, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Orhan Oğuz, Ali Özgentürk, Barış Pirhasan çekecekti. Filmin prodüksiyonunu Yeşilçam Film yönetecekti. Gerektiğinde ayrım yapılmaksızın, yardımlaşılacaktı.

Ömer abiyle, Memduh abiye yardımcı oldum. Memduh abinin çekeceği öyküsünde, Özcan’ın (Deniz) oynamasına aracı oldum. Atıf abiyle, Orhan’ın çektiği öykünün stüdyo işlemlerini yürüttüm.

Akrebin Yolculuğu (1996) filminin hazırlıklarına başladık. İstiklal Caddeside rastladığım cüceyi filmde oynatacaktık. İrfan (Tözüm) çekeceği Mum Kokulu Kadınlar (1996) filminde, kız oyuncu bulmakta zorlandığını, yardımcı olmamı istedi. Bildiğim genç kızları aradım. Koşarak gelenler, soyunma konusunu öğrenince reddediyorlardı. Aklıma, Gizli Yüz (1990) filminde oynattığımız Fikret’in (Kuşkan), arkadaşı Hande geldi. Birkaç deneme sonrası ulaştım. Hande, senaryoyu okudu. Problem çıkmayınca rolü oynadı. O yıl Antalya’da ödül aldı. Atıf abi 33. Antalya Film Şenliği’nde (1996) Yaşam Boyu Onur Ödülü, SİYAD-Sinema Yazarları Derneği’nden (2001) Onur Ödülü aldı. Kırsal kesimde yaşayan insanların hayatlarından, siyasal içerikli filmlere kadar farklı, çarpıcı bir filmografi oluşturan Atıf abi, Türk sinemasının en çok tanınan yönetmeni olma ünvanını, her zaman korudu. Ülkemizde, uluslaraarası festivallerde ilgi gören Berdel filminde, Doğu bölgelerinde yakın zamana kadar görülen, iki tarafın karşılıklı olarak kızlarını değiş-tokuş yoluyla evlendirdikleri gelenekleri, sert bir sinema diliyle eleştirdi. İmza attığı birçok filmde, gelenek olgusunu irdeledi. Daha sonraki yıllarda, gelenek-kadın eksenli filmlere de yöneldi. Kuma (1974) filminde konu edindiği, ikinci evlilik olgusunu özgün ve çarpıcı bir anlatımla seyircisine yansıtmayı bildi. Toplumsal içerikli filmlerinde komediyi, eleştiride başarılı bir yöntem olarak kullandı. Başlık parası, beşik kertmesi, kız kaçırma, kan davası gibi konuları ustalıkla tartıştı. Adak (1979) filminde, adağını yerine getirmek için, çocuğunu kurban eden bir babanın hikâyesini anlattı. Ülkemiz de yaşanmış, gerçek bir olaydan yola çıkarak çekiği filmde, kesin inanışlar üzerine eleştirilerde bulundu. Resmi ideoloji savunuculuğu olarak da yorumlanabilecek bazı yapımlarının yanında, sol ve Marksist fraksiyonlara da göz kırptı. Bunun örneklerinden birisi olan Eylül Fırtınası (1999) filminde, çok açık bir biçimde sol dünya görüşünü, toplumsal sorunların çözümü için örnek bir alternatif olarak gösterdi. Aynı tavrı, son filmi olan Eğreti Gelin’de de (2004) sürdürdü. Sosyal içerikli filmlerde gösterdiği başarıyı, siyasal içerikli filmlerinde gösteremedi.

56 yıllık meslek yaşamında, Yeşilçam’ın en fazla üreten, Türkiye’nin en önemli yönetmenlerindendi. 119 filme imzasını attı. 51 filmin senaryosunu yazdı, 27 filmin yapımcılığını üstlendi. Devleti soyanlar elini kolunu sallayıp gezerken, unutulan bir vergi borcunun katlanarak trilyonu bulması sonucu, Atıf abi zor günler geçiriyordu. Belki de, bu borçlar nedeniyle girdiği sıkıntı, çağın hastalığı pençesine düşmesine etken oldu. Rutkay abiyle Alman Hastanesi’ne ziyarete gittik. Deniz yanındaydı. Atıf abi, her zamanki gibi jantiydi. Gözlerinde, sanki ondan saklananları bildiğini gördüm. İkinci gidişimizde, Deniz, Umur (Bugay) abi yanındaydı. Bir gece, yakın arkadaşım Musa arayıp “Bak sana kimi vereceğim” dedi. Telefondaki ses Atıf abiydi. Musa’nın Elazığ’lı olduğunu öğrenince, beni sormuş. Aramışlar. Karaköy tarafında, lokantada olduklarını söyledi. Kalkıp gitmediğime pişman oldum. On gün sonra, 5 Mayıs 2006 akşamı bizi bırakıp gittiğini öğrendim. Ömer abi gibi, Atıf abi de beni bıraktı. Film şirketi, geride kalan vergi borcunu karşılayamadı. Deniz’le, ressam kızı Kezban (Arca), mahkemeye başvurarak, mirası red için dava açmak zorunda kaldılar. Arasıra karşılıklı sigaralarımızı tüttürüyoruz. Anlatırken, araya ilginç tonlu gülüşünü ekliyor. Karşılıklı gülüyoruz.

(02 Temmuz 2009)

Arslan Kacar

Duvar’ların Karanlığında: Yılmaz Güney

Günlük gazeteler, Elazığ’a ertesi gün ulaşıyordu. Şehirlerarası yollar günümüzdeki gibi değildi. Babam, radyoyu açarsa dinleyebilirdik. Televizyon sözcüğü, dilimize henüz girmemişti. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sinema giz dolu bir pencereydi. Göremeyeceğimiz ülkeleri, geçmişin medeniyetlerini, o dönemin insanlarını, Kızılderilileri, Kovboyları, Vikingleri, Herkül’leri, Tarzan’ları, o pencerenin beyaz perdesinde tanıdık. Gördüklerimizi gerçek sanıp etkilendik. Fotoğraf sinemasının kurallarının hüküm sürdüğü Türk Filmleri izledik. Güzel yüzlü, karton kahramanları baştacı ettik. Etkilenip taklit etmeye, onlara benzemeye çalıştık. Onların üzüntüsü üzüntümüz, sevinçleri sevincimiz olurdu. Artist yarışmaları aracılığıyla, yeni oyuncular anons ediliyordu. Beğendiklerimizi kanıksadık. Zaman içinde deneyim kazanıp, kendini geliştirenleri izlerken tad aldık. Güzel yüzlü karakterlerin perdeye yansıdığı yıllar, iri burunlu, kepçe kulaklı bir adam çıktı ortaya.

Babam, ilk kez bizi sinemaya götürdü. Atıf Yılmaz’ın Alageyik (1959) filmi, ilk izlediğim film oldu. O filmde, o adamı tanıdım. Adı Yılmaz Güney’di. Çevremizde gördüğümüz insanlardan farkı yoktu. Oyuncu tanımını bilmeyen bizler, bize benzeyen bu adam’ı sevdik. Atıf Yılmaz’a asistanlık yaptığı yıllar, küçük roller oynadığı filmlerde onu görünce, en sevdiğimizi görür gibi olduk. Yüreğimize, duvarlarımıza asılmaya başlamıştı artık. Asıl soyadı Pütün olan Yılmaz Güney’in ailesi, (o zamanlar daha Şanlı olmayan) Urfa’nın Siverek ilçesinden, Adana’nın Yenice Köyü’ne göç etmiş. Leyla abla, sonra Yılmaz abi (1937) doğmuş. Yılmaz, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez, baş eğmez demektir. Pütün, kırılması zor, sert meyva çekirdeği demektir. Babası (Hamit), okuma yazmayı askerde öğrenmiş. Annesi (Güllü) okuma yazmayı bilmezmiş. Dokuz yaşından itibaren, hayatını çalışarak kazanmış. İlk işi dana gütmek olmuş. Liseyi Adana’da bitirmiş.

And Film’le Kemal Film de pursantaj memurluğu (kent kent dolaşarak, filmlerin sinemalarda oynamasını sağlayan bir görev) yapmış. Sanata meraklıymış, hikâyeler yazıyormuş. Doruk adında bir sanat dergisi çıkarmış. Orhan Kemal, Yaşar Kemal’le tanışıp, arkadaş olabilmiş. İstanbul’a, İktisat Fakültesi’nde öğrenim görmek için gitmiş ama devam edememiş. Atıf Yılmaz’la tanıştığı yıllar, bir yandan da hikâyeler yazıyormuş. Atıf Yılmaz’ın da desteğiyle sinema çalışmalarına başlamış. Onüç dergisinde yayımlanan, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanmış. 1961 yılında 18 ay hapis cezasına, 8 ay sürgün cezasına mahkûm olmuş. 1962 yılı Aralık ayında, muhafazakârlığıyla ünlü, Konya’ya sürgüne gönderilmiş. İlk çocuğu Elif’in annesiyle orada tanışmış. Yılmaz abinin deyimiyle, “Keçe-külâh filmleri” kaçırmaz olduk. Filmlerinde, hor görülen, ezilen bir Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldırısı vardı. Çirkin Kral adı, ülkeye yayılmaya başlamıştı. Sanki, sokakta herkes Yılmaz Güney’di. Gece yarısı yola çıkıp, sabah sebze-meyva haline yetişen köylüler, Yılmaz abinin filmi oynuyorsa, ikindi okunurken yola çıkıp, filmi izlemeye yetişiyorlardı. Geceyi hal binasında sabahlayarak, filmi konuşarak geçiriyorlardı. Lütfi abinin (Akad) Hudutların Kanunu (1966), Kızılırmak Karakoyun (1967) filmleri unutulmazların arasına girdi. Ezilenlerin yüzü, sesi olmaya başlamıştı. O artık Çirkin Kral değildi. Yılmaz Güney’di. Yılmaz abimizdi. Nebahat Çehre Yenge’mizdi. Seyyit Han / Toprağın Gelini (1968), yönettiği filmleri arasında ilk sıyrılan oldu. 1968’de, Muş’ta askerliğini yaparken, izin sürecinde Aç Kurtlar (1969) filmini çekmişti. Yeğeni Enver de filmde oynamıştı. Aynı yıl Elazığ’da, Yazlık Saray Lokantası önünden geçerken, toplanan kalabalığı gördüm. İçeriyi görmeye çalışanları, garsonlar yere şişe atıp kırarak, püskürtmeye çalışıyordu. Sesler, alkışlar arttıkça artıyordu. “Yılmaz Güney içerde” sözünü duyunca, kalabalığın uzağında beklemeye başladım. Bir süre sonra traşlı kafası, asker giysileriyle Yılmaz Güney kapı önüne çıktı. Kalabalığı selâmladı. Kara kuru, dal gibi ince Yılmaz abiyi, ilk kez görmenin sevincini yaşadım. Lokantanın önünden tesadüfen geçtiğime sevindim. 1970 yılının Nisan ayında askerliği bitmiş, Fatoş (Fatma Süleymangil) Yenge’miz olmuştu. Ardından, Türk Sineması’nı dünyaya tanıtan Umut (1970) filmini çekmişti. Senarist, oyuncu, yönetmen olarak zirveye oturmuştu artık.

Eğitim için İstanbul’a geldim. 1971 yılı başlarıydı. Bir tanıdığımın damadı, Beyoğlu Emniyet Amiri’ydi. Yılmaz Güney’i sevdiğimi öğrenince “Tanışmak ister misin?” dedi, uçtum. Yanımdaki arkadaşım da gelmek istedi. Muşlu Metin’den söz etti, adresini verdi. Ertesi gün, Kazancı Yokuşu’ndaki adrese gittik. Muşlu Metin haberliydi, bizi bekliyordu. Beyaz kuyruklu arabasıyla, Şişli’de bir klüp’e gittik. Kapıyı açan biri. açık kapısından koridoru görünen odaya aldı. Metin abi, kapısı kapalı odaya girdi. Bir süre sonra, kapalı odanın kapısı açıldı. İri, davudi sesli biri çıktı. İnce Memed’in yazarı Yaşar Kemal’di. Yolcu eden Yılmaz Güney. O günün koşullarında bu iki insan, halkın gözbebeğiydi. Yılmaz abi, “Yaşar abiye taksi çağırın” dedi. Yaşar Kemal, gençlerden biriyle çıktı. Yılmaz abi yanımıza geldi, ayaklandık. Elimizi sıkıp “Hoş gelmişsiniz gardaş” dedi. Dilimiz damağımız kurudu. Bizi, kapalı odaya buyur etti. Çay içerken konuştuk. Veda edip çıktığımızda, ayaklarımız yere basmadan, konuşarak epeyce yürüdük.

Boynu Bükük Öldüler (1971) adlı, ilk romanını bulup okudum. Roman, 1972’de Orhan Kemal ödülü aldı. Birbirinden güzel, Ağıt (1971), Umutsuzlar (1971), Acı (1971), Baba (1971) filmlerini izledik. Ünlü kabadıyalardan Yusuf Koç, Ağıt filminde oynamıştı. 16 Mart 1972’de, Mahir Çayan’la arkadaşlarına yardım edip, Levent’teki evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklandı. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis cezasıyla, sürgün cezasına çarptırıldı. İki yıldan fazla cezaevinde kaldı. Daha sonra yayınlanan, Selimiye Üçlüsü (Hücrem-Salpa-Sanık), Selimiye Mektupları, Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitapları, bu yılların tanıklarıdır. Arkadaş (1974) filmi, sınıfsal çelişkiye neşter atar gibiydi. Filmde yerde tekmelenmesi, onu sıradan insan gibi görmeyen sevenlerini kızdırdı. Zavallılar (1974) filminde, çocukluğunu yeğeni Göktürk oynadı. Zavallılar filminin çekimleri bitmemişti. Endişe filmini çekmek için Adana’ya gitti. 14 Eylül 1974’te, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde Endişe filmini çekerken, adı cinayet olayına karıştı. Savcıyı (Sefa Mutlu) öldürmekten 19 yıl hapse mahkûm oldu. Zavallılar ve Endişe filmlerini bitiremeden, yine duvarlara döndü.

İçimi kurt gibi kemiren tiyatro tutkusuyla, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başladım. Asistanı Şerif Gören, Endişe filmini bitirdi. Atıf Yılmaz da Zavallılar (1975) filmini bitirdi. Kayseri Cezaevi’ndeyken babasını (1976) kaybetti. İ. B. Şehir Tiyatroları Tepebaşı Deneme Sahnesi ekibinde oyuncu ve asistan olarak çalışmaya başladım. Bir televizyon filminde oynama deneyimi yaşamıştım. Atıf abiyle tanışmıştım. Cezaevindeyken Güney adlı, sanat-kültür dergisi (1978) çıkartıyordu. Dergide, Yılmaz abinin “Bize sahip çıkın” yazısını okuyunca, Güney Film’e gidip gelmeye başladım. Yılmaz abinin ortağı (Süha Pelitözü), derginin ilk sayısını gereğinden fazla basmış, dergi depoda kalmıştı. Güney Han, Sakız Ağacı Caddesi’deydi. Şimdi o caddenin adı, Atıf Yılmaz Caddesi. Girişle birlikte dört katlı hanın, bir katı Güney Film’di. Girişte çayocağı vardı. Ocağı işleten Halit, hanın işlerini de yürütüyordu. Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım, dergi, kitap kartpostallar, takvim basımlarını takip ediyordu. Üç arkadaş (Erol-Neyyire-Nihat) derginin hazırlıklarını üstlenmişti. Derginin 8. Sayı’sının kapağını, (Antalya Film Festivali sonuçları konulu) çizimler ve fotoğraf kolajlı hazırladım. Tiyatrodan fırsat buldukça, Güney Film’e gidiyordum. Yılmaz abi Paşakapısı Cezaevi’nden İzmit Cezaevi’ne sevk edilmişti. Bir gün, İzmit’e birinin gitmesi gerekiyordu. Gitmem önerildi, seveseve kabûl ettim. Kadıköy’de, ailesiyle oturan Yenge’ye (Fatoş) uğrayıp, para aldım. Harem’den otobüse bindim. İzmit girişinde caddede indim. Tepedeki İzmit Cezaevi önüne vardığımda, hava kararmaya göz kırpıyordu. Cezaevinin merdivenlerinden çıktım. Kapalı kapının ardında kimse yoktu. Camlı kapısından içeri baktım. Ne yaparım şaşkınlığıyla merdivenlere oturdum. Birden kapı açıldı, ayaklandım. Çıkanların arasındaki, şişman adamı tanıdım. Cezaevi Müdürü’ydü. TRT Televizyonu’nda, cezaevlerini anlatan programlar yapılıyordu. İzmit Cezaevi’ni de tanıtmışlardı. O programda görmüştüm. Müdür “Hayırdır evlâdım?” der demez, “Yılmaz Güney’i görmeye geldim” dedim. Bir an yüzüme baktı. “Evinden para getirdim” dedim. Gardiyana döndü. Gardiyan içeri seğirtti. Teşekkür ettim. Müdür gitti. Beş dakika kadar sonra kapıda beyaz takım elbisesi, gülümsemesiyle Yılmaz abi göründü. Şaşkın baktı, sarıldık. “Nerelerdesin?” dedi. Kısaca aktardım. Parayı verdim. Güney Film’le ilgili konuştuk. “Bi’şeyler versem götürür müsün?” dedi. Güldüm. İçeri gitti. Bir süre sonra elinde bir fileyle geldi. Filenin içi yazılar, mektuplarla doluydu. Vedalaştık. Caddeye inip, dönüp cezaevine baktım. Kapıda duruyordu. El salladı, el salladım. İçeri gitti. Otobüs beklemeye başladım. Ertesi gün, fileyi Yenge’ye teslim ettim. Tiyatro dışındaki zamanım, Güney Film’de geçiyordu. İmralı Yarıaçık Cezaevi’ne sevk edilen Yılmaz abinin, sinemaya olan ilgisi devam ediyordu. Senaryosunu yazdığı Sürü filmi, Zeki abi (Ökten) tarafından çekilecekti. Yeğeni Göktürk’te oynayacaktı. Her daim içimi sızlatan Yaman’ı (Okay) tanıdım. Kamera arkasında yer alan Ali Özgentürk, mekânlara gidip fotoğraflar çekmişti. Çekim ekibi gidince, hummalı çalışmayla başladım. Yazıhanedeki dolapları, çuvalları, afişleri, lobileri elden geçirip tasnifledim. Listelerini yaptım. Fotoğrafları kutuladım. Gelen mektupları okuyup, gerekenlere cevaplar yazdım. Girişteki çay ocağının yanından inilen depoya indim. Karman çorman, içler acısı durumdaydı. Deponun bir bölümünde oturma yerleri ve sinema oynatıcısı vardı. Deponun bir alt deposu, Güney dergisinin ilk sayısıyla boğulmak üzereydi. Bir hafta içinde, alt depoyu boşalttım. Derginin eski sayılardan belli miktar da ayırdım. Gerisini kâğıt hurdacılarına sattık. Temizlik sonrası, oluşturduğum kitaplıklara, derginin bütün sayılarından birer takım (12 adet) arşiv yaptım. Yılmaz abinin okuyup, geri gönderdiği kitapları düzenledim. Depo artık oturulacak, film izletilecek duruma gelmişti. Ben de yorulmuştum. Her gece banyo yaparken, burnumdan kurum akıyordu. Sıraselviler’de bir bodrum katımız daha vardı. Depo gibi kullanıyordu. Kent dışından gelenlerle, orada konuşuyorduk. Arkadaşlar (İsmail-Kazım), Ekim-Birlik konusunda, onlarla koyu sohbetler yapıyordu. Ocağı işleten Halit’le, dost olmuştuk. Yenge’yle küçük Yılmaz, gelip gidiyordu. Mektup yazıp, resim isteyenler oluyordu. Yılmaz abinin imzaladığı kartpostalların üstüne, isteyenin adını yazıp gönderiyordum. Sinema işlerini takip ediyordum. Parasızdık. Emek karşılığını talep etmiyordum zaten. Sinema Televizyon Enstitüsü’nün başındaki, Sami Şekeroğlu’nun dostluğunu gördük. Umut Sanat Ürünleri adlı dağıtım şirketi (Seher Karabol), Sürü filminin yurt dışına gitmesini üstlendi. Film büyük ilgi gördü. Locarno Film Festivali’nde, Altın Leopar ve para ödülü aldı. Unkapanı Köprüsü’nün Eminönü tarafında iskele vardı. Şimdi parka dönüştürüldü. İmralı’dan gelen deniz motoru orada demirlerdi. Motoru kullananlar da mahkûmdu. Gelen iki kişiden biri evine gidebilirdi. Eminönü Mısır Çarşısı’nda, bir tuhafiyeci dükkânı irtibat bürosuydu. İmralıya gidecek eşya, mektup, para oraya bırakılıyordu. Gün geldi, İmralı’ya gitmem gerekti. Ziyaret günleri, Cuma günüydü. Mudanya vapuruyla İmralı’ya gidiliyordu. Yengeyle buluşup yola çıktık. Vapur adanın açıklarında demirledi. Cezaevi motoru gelip ziyaretçileri aldı. Bizi iskelede karşıladı. Yazıhane konusunda gerekenleri konuşup, Yenge’yle başbaşa bıraktım. Mahkûmlarla tanışıp, lâfladım. Dönüş zamanı, vapur aynı yerde demir attı. Motorla vapura ulaştık. İmralı gidişlerim yoğunlaştı. Gazeteci dostumuz Turan (Aksoy) abinin, organizasyon desteğiyle, her hafta ünlüleri götürüyorduk. (Adnan Şenses, Nazan Şoray, Semra İnanç, Selda Bağcan, Sevda Ferdağ, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel) ilk haftalar götürdüklerimizdi. Mahkûmlara konser veriyor, mahkûmlar yaptıkları elişlerini, yetiştirdikleri domatesleri kasalarla hediye ediyorlardı. Mahkeme günleri, avukat Cevat abi (Ercişli) ve birkaç kişi Mudanya’ya gidiyorduk.

Çekingen yapımdan mı, ortam olmamasından mı, hiç fotoğrafımız olmadı. Ama birkaç kişi de olan, özel fotoğraflarını hâlâ saklıyorum. Yılmaz abi, yenge ve küçük yılmaz’ın olduğu bir fotoğrafı, kızım Özgür adına imzalatmıştım.

Tiyatronun tatil olduğu ay, Düşman (1979) filmi için ekip kuruldu. Zeki abi yönetecek, Çetin abi (Tunca) görüntüleyecekti. Aytaç’la (Arman), Güven abiyle (Şengil), Şevket abiyle (Altuğ), Kamil abiyle (Sönmez) tanıştık. Aytaç’ın abisini, konservatuvar hocam Çetin abi (İpekkaya), bende 2. işçi rolünü oynayacaktım. Yakıt sıkıntısı çekildiği dönem, para konularıyla ilgilenecek Kerim dayı da yanımızda, Çanakkale’ye hareket ettik. Önemli konuk gibi ağırlandık. İkinci gün, çekim izni yok diye durdurulduk. Onaltı gün izin gelmesini bekledik. Sezon açılması yaklaşmış, tiyatroya dönmem gerekiyordu. Rolümü Hikmet (Çelik) oynadı. Provaya başlayan Çetin abi de, gidecek durumda değildi. Onun yerine Macit’i (Koper) gönderdim. Filmin sahnelerinden birinin, kalabalık tarafı Çanakkale’de çekildi. Sahnenin karşılığı, İstanbul/Şişhane’de bir apartmanın balkonunda çekildi. Yılmaz abi, İmralı’da domates yetiştirdi. Gün geldi, motorda tayfa oldu. İmralı motoru, Unkapanı Köprüsü’ne gelince, gidip alırdık. Evine götürürdük. Bayram filminin hazırlıkları başladı. Cezaevinden bayram iznine çıkan, 11 mahkûmun yaşamı anlatılıyordu. Erden Kıral filmi çekmeye başladı. Birinci hafta film durduruldu. Çekilenlerin iş kopyalarını izleyen Yılmaz abi, beğenmemiş. Filmin mahkûm sayısı düşürüldü. Yol adıyla, Şerif Gören tarafından çekildi. Yazmadan edemeyeceğim. Taşınmam gerekti. Bulduğum evin sahibi bir yıllık kirayı peşin istiyordu. Arkadaşlar duyurmuş, Yılmaz abi ödeyin talimatı vermişti. Yazdıklarından ötürü, hakkında 10 ayrı dava açıldı. İstenen ceza toplamı 106 yıl’dı. 12 Eylül darbesi sonucunda, Dergi, 13. sayıdan itibaren kapatıldı. Isparta Açık Cezaevi’ne sevk edildi. Cezaevi denilen yer bir köy. Bakkalı, manavı, kasabı, herkes mahkûm. 1981 yılı Ekim ayına kadar, yaklaşık oniki yılını çeşitli cezaevlerinde geçirdi. Bu oniki yıl içinde, ikisi yarı-açık olmak üzere onbeş cezaevi tanıdı. Cezasını tamamlamadan, 1981 Ekim’inde izinli çıktığı Isparta cezaevine bir daha dönmedi. Bu arada tutuklandım… Yol (1982) filminin, Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde ödül aldığını duydum. Önemli bir sinemacı olarak kabûl edilmesinden sevinç duydum. 1983’te vatandaşlıktan çıkartıldığını, iltica ettiği Fransa’nın Paris şehrinde yaşadığını, “Düşünmeden hiçbir insanın her hangi bir şey yapabilmesine imkân yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.” dediğini, Duvar (1983) filmini çektiğini duyduk.

9 Eylül 1984… Metris tiyatro salonuna çıkıyordum. Çıkışlar alt kattan başlıyordu. Cezaevi idaresinin izin verdiği gazeteler, magazin gazetelerinden oluşuyordu. Aralarında, Hürriyet Gazetesi tek seçeneğimizdi. Gazeteler, önce üst kattaki koğuşlara dağıtılıyordu. Bu nedenle koğuşa dönünce, okuma fırsatım oluyordu. Tiyatro salonuna girdiğimde, üst kat koğuşundan arkadaşlar oradaydı. Biri hüzünle yanıma yanaştı. “Yılmaz Güney ölmüş” dedi. İnanmadım. Israrları beni ikna etmedi. Sayım öncesi koğuşlara döndük. İlk işim gazeteye bakmak oldu. Gazetenin manşeti haberi doğruluyordu. Yılmaz abi, mide kanserinden (az çekmedi midesinden) gitmişti. Eli çenesinde, dökülmüş saçlarının bir kısmını kapatan kasketi, kemikleri kalmış yüzü, iri gözleri, gülümser gibiydi. Tenime dikenler battı, zaman durdu.

Gün geldi, bir yığın sorunlarla karşılaşacağımı bilmeden döndüm. Ülke oldukça değişmişti. Filmleri yasaklanmıştı. Caddelerde üst geçitler, kadın giysili erkekler göze çarpıyordu. Madeni paralar çatal bıçak olmuştu. Video kameralarla film çekilmeye başlanmıştı. O dönemi yaşayanlar, okuyanlar bilir. Sakıncalıdır diye, evde ne kadar kitap varsa, Yılmaz abininkiler, aralarında olan kızıma imzaladığı fotoğraf sobada sır olmuşlar. Gözden kaçan özel fotoğraflar, gözüm gibi hâlâ duruyorlar. Paris’e giden arkadaşım, Yenge’ye uğramış. Bana getirmek için, Yol filminin kasetini istemiş. Yenge, bakılırsa boş sanılsın diye baş tarafı birbuçuk saat kadar boş bir kasetle, göndermişti. Avcılar’da video kaset satan, Aytaç’ın tanıdığı birinden Duvar filmini bulup izledik. Ülkede yumuşamalar başlayınca,Yenge’yle Yılmaz (oğlu) temelli dönmüşlerdi. Yenge’yle karşılaştık. Güllü hanımın, oğlunun durumundan haberi olmadığını söyledi. Güney Han’ın, borçlara karşılık satıldığını, Sıraselviler’deki yeri depo olarak kiralayan noterin, çıkmak istemediğini anlattı. Yılmaz abiyi tanıyan bir yakınıma, durumu aktardım. Ertesi gün, Noterin yeri boşaltılıp, anahtarı teslim ettiği haberi geldi. Yenge’yle Yılmaz, teşekkür etmek için geldiler. Küçük Yılmaz delikanlı olmuş, babasının gençlik dönemi kopyasıydı. Gece Bebek Maksim’e gittik.

Yılmaz abi kilitli dolabımda düşünüyor, bazen alçak sesle türkü söylüyor. İri gözleri, gülünce gülen dişleriyle gülüyor. Ovanın derinliğinde, at kişnemeleri duyuluyor. İnce, sıcak sesiyle anlatıyor, dinliyorum.

(02 Temmuz 2009)

Arslan Kacar

Bu Yıl Altın Portakal Halkın Olacak

Bu yıl 10 – 17 Ekim tarihleri arasında 46′ıncısı düzenlenecek olan, ülkemizin en önemli ve en köklü film festivali Antalya Uluslararası Film Festivali’nin basın toplantısı basın mensuplarının yoğun ilgisi eşliğinde gerçekleşti.

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın ve AKSAV Yönetim Kurulu Üyeleri’nin de aralarında bulunduğu ekip Eminönü’ndeki Legacy Ottoman Otel’de düzenlenen basın toplantısında festivalle ilgili bilgi verdi ve soruları cevapladı.

İlk olarak konuşma yapan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın bu yılki festival temasının “sinema ve müzik” olduğunu söyledi. Türk sinemasında müzik akımlarının inceleneceğini ve sinema ve müziğin ilişkisinin değerlendirileceğini belirten Akaydın; ayrıca bu tema dolayısıyla dünyaca ünlü bir müzisyenin de özel bir konser vereceğini müjdeledi.

“Festivaller sanatların bayramıdır ve bu bayram ancak halka bütünleşirse bir anlam kazanır diyen Akaydın, bu portakal halkın portakalıdır; son 5 yıldır sanatçılar otel odalarında tıkılıp kaldılar ve halktan iyice uzaklaştılar. Bu yıl bu durumu yıkacağız ve sanatçılarımızı halka bir araya getireceğiz” dedi.

Bence toplantının en önemli noktası buydu… Dünyaca ünlü yıldızları getirme derdinden şehir halkını iyiden iyiye görmeden gelen ve elit bir festivale dönüşmeye başlayan, bu sebeple de itici olmaya başlayan festivali yeniden halka barışması adına çok doğru bir adım olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Akaydın’ın ardından söz alan Vecdi Sayar; Antalya Film Festivali’nin ülkemizin göz bebeği olduğunu, zaman zaman sıkıntılı dönemler geçirse de her yıla damgasını vurduğunu vurgulayarak sözlerine başladı. Çalışmalara başlamadan önce ilk olarak “halka yakın bir festival mi seçkin bir festival mi yapıyoruz?” ikilemi yaşadığını söyleyen Sayar, bu festivalin ancak halka ait olunca bir anlamı olduğunu düşündüğünü söyledi. “Bu festival, otel odalarına kapanan sanatçıların geldiği bir festival asla olmamalı, geçmişinde olduğu gibi yeniden halka kucaklaşmalıdır” dedi.

“Çok iyi bir ekmek yapmak için her türlü imkâna sahibiz, muhteşem iklimiyle, kültürel mirasıyla Antalya’nın sinemanın motor şehri olabilir” diyen Sayar, “tek yapmamız gereken bunları bir araya getirmek” dedi.

Türkiye Sinema Platformu toplantısının çok iyi geçtiği de vurgulanarak meslek örgütleriyle çok verimli çalışmalar yapıldığı dile getirildi.

Normal şartlar altında bir festivale hazırlanma süresinin 1 yıl olduğunu söyleyen Sayar, “3 ay gibi kısa bir süre içerisinde sizlerin karşısına en iyi şekilde çıkmaya çalışıyoruz. Bu yıl yapacaklarımız gelecek yıl yapacaklarımızın yalnızca bir fragmanı olacaktır” dedi.

Ayrıca bu yıl festival programı içerisinde birçok yenilik ve sürprizler bulunuyor. Açıkhava festivalinden, kortejlere, Antalya’ya Koş Şarkısı’nın yeni düzenlemesinden, yabancılara Türk sinemasına dair istedikleri her şeye ulaşma fırsatı sunacak olan databanklara… birçok yeni etkinlik yer alacak. Detaylı bilgi için bültene mutlaka göz atın. Oldukça zor şartlar altında ve büyük özverilerle yoluna devam etmeye çalışan festivalimiz özellikle bütçe kısıntısı nedeniyle zor günler geçiriyor. Ama yine de şanına yakışır şekilde bu yıldan da açık alınla çıkmayı hedefliyor. Anlaşılan Gâvur İzmir’den sonra Nankör Antalya’da kara listeye çoktan girmiş ve ne olursa olsun bir Antalyalı olarak bu sene bizleri -özellikle son 5 yıldan sonra- daha özgür, coşkulu ve keyifli bir festivalin beklediğine inanıyorum.

(30 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

03 Temmuz 2009 Haftası

“Seni O Kadar Çok Sevdim ki…”, altı yaşındaki oğlunu öldürdüğü için 15 yıl hapishanede yatan kadın karakteri karşınıza getirip, adeta soruyor: “Tepkiniz nedir?”

Hikâye, tüm yargılama / mahkûmiyet süresince tamamen sessiz kalıp, ailesi tarafından da dışlanmış kadına, koşullu tahliyesinden sonra kız kardeşinin sahip çıkması üzerinden gelişiyor… Bir aile kurmuş kardeşinin yanında, yeniden “buradayım” diyebilmek için kendisiyle birlikte çevresinin de verdiği psikolojik ve bir miktar da toplumsal mücadele, gerçekçi bir stilde anlatılıyor. Peşin yargıların nasıl haksız olabileceğini ve gerçek hapishanenin, ‘sığınacak bir liman’ bulamayıp yalnız kaldığınızda etrafınıza örülen görünmez duvarlarla inşa edildiğini de kalbinize kazıyarak…

Yüreği onulmaz biçimde acı çekmiş ‘katil anne’ rolünde, Avrupa Film Ödülleri dâhil dört ödül kazanıp, ayrıca, BAFTA, Cesar, Altın Küre gibi önemli organizasyonlarda adaylıklar elde eden Kristin Scott Thomas, filme baştan sona egemen, yalın ve çok güçlü performansıyla zirveye çıkmış.

“İçimizdeki Düşman”, sekiz yıl süren (1954-1962) Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda kırsal bölgedeki gerilla taktikleriyle mücadele eden bir Fransız bölüğüne odaklanıp, savaşın insan ruhunu nasıl değiştirip dönüştürdüğünü inceliyor. Öyle mükemmel ve çarpıcı ki, iki saatliğine yüreğinizi o sıcak cenderede sıkıştırıyor, önemlisi de asla huzur bulamayan insanoğluna ilişkin psikolojik ders niteliği kazanıyor. Mesaj açık: Savaş çok acımasız ve gereksizdir!

“İçimdeki Şeytan”, gövdelerinden yapışık ikiz kızın trajik yaşamlarını, onların zıt karakterleri üzerinden, sanrılarla beslenen bir korku hikâyesine dönüştüren ve şoke anlarla korkutan Tayland filmi. Son çeyrekte sürprizini açıklayıp gerçekçi bir katil-kurban ilişkisi kuran yapısı, Anglosakson gerilimlerinin lezzetinde: Evin içinde kedi-fare oyunu! Nerelerden esinlendiğine takılmazsanız, sorunsuz bir çalışma olduğunu kabûl edeceksiniz.

“Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı”, vahşi doğanın muhteşem dengesi içinde harika maceralara atılan ve her izleyenin bir ya da birkaçıyla duygudaşlık kuracağı karakterlerinin, ‘aile olmanın’ önemine vurgu yaptıkları bir bölüm. Tür olarak çoğu yok olmuş kahramanlarının insansı özelliklerine ve insanoğlunun erdemlerini barındırmalarına karşın hiç insan görmediğim için, bu her bölümü çok eğlenceli seriyi seviyorum.

(01 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Cumhur Canbazoğlu’ndan Tarihe Sağlam Bir Çivi: Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock

Aranjmancılara karşı isyan bayrağı çekilir. Halk ve Türk Sanat müziğine alternatif olarak ulusal folk müziği sunulur. İçinde 68 ruhu taşıyan kent soylu kolej çocukları yüzlerini Anadolu’ya dönerler. Anadolu insanının yüzyıllardır söylediği yerel türküleri evrensel hale getirip dünyaya yepyeni bir sentez müzik sunma aşkıyla yanıp tutuşurlar. Adını da –uzun tartışmaların ardından- Anadolu Pop koymaya karar verirler. Başlangıçta her şey çok güzel gider. Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’yla da tür geniş kitlelerle kucaklaşır. Ancak halk müzikçilerin düşmanca saldırıları, TRT’nin sırtını dönmesi ve devlet eliyle hızla yükselmeye başlayan arabesk müzik Anadolu Pop’un sonunu getirir. Velhasıl Anadolu Pop, 68’in güzel niyetlerinden biri olarak birçok şey gibi nostalji olur. Ancak üzerinden yarım yüzyıl bile geçmemesine rağmen elimizde hâlâ doğru düzgün bir belge bulunmaz. Bu gerçeği gören ve çok üzülen değerli müzik ve sinema yazarımız Cumhur Canbazoğlu nefesini tutar ve yıllardır batık bir gemi gibi denizin dibinde çürümeye terk edilmiş Anadolu Pop’a ulaşmak için sağlam dalış yapar. Kentin Türküsü: Anadolu Pop Rock işte bu dalışın ardından yeryüzüne çıkarılan her bir gerçek parçanın özenli ve nadide bir derlemesi…

Anadolu Pop’un oldukça trajik bir hikâyesi var… Önce müthiş bir çıkış yapıyor ama sonra acımasızca baltalanıyor ve birçok yöne savruluyor. Siz de bu parçaları toplayıp bize gerçek bir Anadolu Pop Rock kaynağı sunuyorsunuz… Anadolu Pop’a kafayı takmış biri olarak sizden dinleyelim hikâyeyi…

Anadolu Pop’un öncülerinin hepsi şehir çocuğu; Barış Manço Modalı, Cem Karaca Bakırköylü… Bu iki müzisyen önderliğinde Anadolu İstanbul’a taşınıyor. Üstelik yeterince şöhretleri varken Avrupa’ya gidiyorlar, orada aç susuz kalıyorlar… Kimse yapmaz bunu şu anda… Çok enteresan şeyler bunlar. Dolayısıyla ben buna saygı duyuyorum. Barış Manço ve Fikret Kızılok Galatasaray Liseli, Murat Ses Avustralya Liseli, Cem Karaca Robert Kolejli, Erkin Koray Alman Liseli… 68 ruhu taşıyan kolej çocuklarından söz ediyoruz. Ama insanlar yabancı kültüre meyledecekler kendi müziklerini unutacaklar endişesi yaşanıyor ülkede… Ama hepsi kendi müziklerini dinliyor ve bunu dünyaya taşımak istiyorlar. Bu durum beni çok derinden etkiledi ve bu kitabı yazmamda etkisi büyük… Bir de İnternette müthiş bir bilgi kirliliği var. Erkek adam kız diye gelir, o derece yani…(gülüyor) Bunlar canımı çok sıktı. Tarihe bir çivi çakmak ve gelecek nesillere doğru bir kaynak bırakmak için kolları sıvadım. O yıllarda Anadolu Pop’a karşı müthiş bir TRT denetimi var. Anadolu Pop’un daha yeni yeni palazlanmaya başladığı, satışlarının, tirajlarının artmaya başladığı dönemde TRT darbesi yiyor. O zaman şimdiki gibi bir sürü kanal yok ki… Tek dayanakları TRT… Halk müzikçilerinden feci bir tepki geliyor. Ne yapıyorsunuz siz kardeşim, öyle kafanıza göre yapamazsınız bu işleri diyorlar. Zeki Müren destekliyor ama bu önemli… Velhasıl 1970’lerin başında Anadolu Pop politize oluyor ve Anadolu Rock oluyor. Kentsoylu insanların sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyorlar. Cem Karaca’nın “İşçisin Sen İşçi Kal” şarkısı bu anlayışın en önemli şarkılarından birisi…

Anadolu Pop kan kaybederken arabesk türemeye başlıyor. Üstelik devlet eliyle… Bir nevi arabesk müzik devlet politikası oluyor. Başını eğ, kaderine teslim ol anlayışı empoze ediliyor değil mi?

Evet, Turgut Özal dönemi… Anadolu Pop TRT darbesiyle düşüşe geçiyor, o sıralarda köyden kente göç de hızla artıyor. Gecekondulaşma, fakirleşme vs… Arabesk bir nevi hislere tercüman oluyor. Halk tarafından daha çok seviliyor. Anadolu Pop’un tirajları da arabeske geçiyor. Aslında alaturkacılar tarafından bu tür de çok tepki görüyor ama halk sahiplendiği için yoluna devam ediyor. Anadolu Popçular da siyasete bulaşıyorlar. Arabesk’in politize olması gibi bir durum yok zaten…

Erkin Koray’da bir dönem arabeske sarıyor. Şaşkın, Fesuphanallah, Estarabim, Arapsaçı… ve daha birçok şarkısı var bu türde… Bu dönemde bu gidiyor, ben de ayak uydururum gibi bir durum mu?

Erkin Koray için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Erkin Koray bir deney adamı ve arabesk de onun için bu deneylerden sadece bir tanesi… Hindistan’a falan gidiyor, bir sürü şey deniyor… Kitapta da söylediğim gibi Erkin Koray hem Anadolu Pop Rockçı, hem de değil… Her yere girip çıkmış bir adam. Onu bir kalıba sokmak zor… 1980’li yıllarda parasızlıktan pizzacıda müzik yaptığı bile bilinir. Sadece o dönemde bir realiteyi görüyor ve denemek istiyor.

Anadolu Pop yok edilmeseydi, bir şekilde yoluna devam edebilseydi dünyaya bu müzikle açılabilir miydik?

Elbette… Anadolu Pop özenti olarak başlıyor ama oturtulabilseydi harika şeyler olabilirdi… 1997 yılında Levet Çoker bestesi Dinle, Eurovision’da üçüncü oluyor. Arkada bir ney ve bir bağlama var yalnızca… Nasıl oluyor? O zaman sms’ler de yok… Sertap Erener doğu ezgileriyle yaptığı parçayla birinci oluyor. Demek ki dünyaya açılabilmemizin tek yolu bu… Her zaman Amerika’daki Avrupa’daki adam senden daha iyisini yapar, çünkü orada yaşıyor. Sanayi toplumunda yaşıyor. Sen onun gibi basamazsın gitarın teline, kulağında ezan sesiyle büyümüşsündür… Karakterin farklı, kültürün farklı… Senin müziğin bu, gidip de başkasına öykünme… Türkülerin çağdaşlaştırılması olayı ise 1990’ların başlarında tekrar başlıyor. Pop “Abone” ile patlayıp çatlarken müzik sektörü bu işten oldukça kârlı çıkıyor. Stüdyolar, konser salonları açılıyor, dergiler çıkıyor, klip sektörü büyüyor… Bu durumdan Anadolu Pop da faydalanıyor. Meselâ Haluk Levent bu dönemde birçok albüm yapıyor; konserler veriyor. Yine o dönemde Yavuz Bingöl var; Anadolu Popçu değil belki ama gitarıyla türküler söylüyor. Yani böyle bir potansiyel bizde hep var zaten yıllarca darbe yediği için bir türlü kendine gelemiyor. 1980’lerin başında TRT’den yediği sansür, 12 Eylül yasağı… Bunlar olmasaydı şimdi müziğimiz Anadolu Pop olacaktı.

Kitabı Anadolu Pop’un Haluk Levent’le başladığını sanan müzik yazarına da ithaf ediyorsunuz… Peki Haluk Levent’in müziğini nasıl bulursunuz, bu müziğin neresine koyarsınız?

Bir kere, kendi çapında çok emek verdi bunu söylemeliyim. Hayır konserleri verdi; Anadolu’nun ücra köşelerine gitti. Ama o zamanın heyecanı yok. Yalnızca müzikal açıdan ele alıyorlar işi, içini dolduramıyorlar. Zaten söylenecek bir şey de yok… En fazla çevrecilik diyebilirler; ormanlar yanmasın derler… Apolitik bir toplumda yapabileceğiniz bir şey yok yani… Yine de iyi niyetli şeyler yaptılar…

1965 – 1968 yıllarında Altın Mikrofon Şarkı Yarışması tüm ülkeyi kasıp kavuruyordu… Şimdi yine olsa çok az insan heyecan duyar gibi geliyor… Ne dersiniz?

Pazarlama şekli değişti; artık görüntü var ve bu sayede müzik izlenebiliyor. Yani güzel çocuklar ve cici kızlar önde müzik ikinci plânda… Şimdi yaz ayındayız ve bir tane bile yeni yaz parçası yok. Herkes eski şarkıları dinliyor. Bir de eskide 45’likler vardı. Yani ilk altı ay 2 şarkılık bir 45’lik çıkarıyor sanatçı, yılın ikinci yarısında bir 45’lik daha çıkarıyor; bir yılda 4 parça eder. Bir altı ay sonra bir 45’lik daha yayınladığını düşünürsek bir buçuk yılda 6 parça eder. Sonra birkaç yeni şarkı daha ekleyip bir long play çıkarıyor böylece iki yılın sonunda dünya güzeli besteler çıkarıyor. Şimdi öyle değil ki; adam bir albüm yapmak için en az 8 – 10 parça çıkarmak zorunda bir kerede… Üç parça çıkıyor haliyle maksimum diğer yedi parça çöpe gidiyor. Türkiye’de her hafta 10 tane albüm çıkıyor diyelim; yılda 520 albüm demek. Her albümde de 10 beste var kabûl edelim; bu da 5200 yeni beste demek… Buna can dayanmaz ki… Türkiye’de adını bile bilmediğimiz tonla şarkı var. Ama eski şarkılar öyle mi? Şimdi getireyim şuraya MFÖ’nün 1984 tarihli Ele Güne Karşı albümünü baştan sona sıkılmadan dinleriz; hem de daha önce defalarca dinlemiş olmamıza rağmen… Melodiler öyle zengin ki hâlâ dinliyoruz. Böyle daha çok örnek var…

Abdülika’nın çizimleri kitaba çok özel bir anlam ve zenginlik katıyor… Müzisyenleri karikatürize etme ve Abdülika’yla bir çalışma yapma fikri nereden doğdu?

Geçmişle ilgili bir kitap ya da yazı yazacağınızda başvuracağınız görüntüler sınırlı oluyor. Örneğin Barış Manço’nun bile toplasan 80 tane fotoğrafı vardır. Hep aynı şeyler, bilinen fotoğraflar… Abdülika zaten bu işe kafa yoran bir adam; rockçı, müzisyen, bir sürü özelliği var. Biz de kitaba görsel açıdan değişik bir hava verelim, zenginlik kazandıralım dedik. Bir de poster hazırladık; gençler bunlar kim kardeşim diye araştırsınlar istedik. Arkasına numaralandırma yapmadık; kendileri bulsunlar istedik.

Siz hem müzik hem de sinema yazarınız. Sinema ve müziği değerlendirmenizi istesek…

İkisinin birbirini tamamladığını düşünüyorum. Zeki Demirkubuz Bekleme Odası’nı hiç müzik kullanmadan çekti. Bu tercih yönetmenin yapısına, dokusuna, bakışına bağlı. Sinemada müzik 1980’lerin sonuna, hatta 1990’ların ortasına kadar hep hor görüldü.

Şarkı için film çekme durumları vardı bir de…

Evet ben onlara bir buçuk saatlik video klip diyorum. (gülüyor) Türkiye’de Cahit Berkay bu işin duayeni… Film bitiyor; bir gün içinde Cahit abiden müzik isteniyor. Cahit abi de bir tema oluşturuyor; o temayı kemanla, klâvyeyle bir de davulla çalıyor bitiyor. Bir de ruhu geçmiyorki hikâyenin… Batılı şirketlerin işin içine girmesi bu durumu değiştirdi. Şimdi hemen hemen her filmin bir soundtrack albümü çıkıyor.

İnternetten albüm indirme işine ne diyorsunuz; bu müziğin sonunu getirir mi?

Ben bunun avantaja dönüşebileceğini düşünüyorum. Şöyle bir şey söyleyeyim, bence bu internet, bedava müzik indirme olayları, iyiyle kötünün ayrılmasını sağlayacak. Artık herkes albüm yapamıyor çünkü kimse albüm almak istemiyor; bedava indiriyor internetten. Yani bir albüm yapmak için çok iyi olması lâzım. Düzey bu şekilde artacak.

Siz bu aralar neler dinliyorsunuz peki?

Yeni gruplardan falan sevdiklerim var ama şimdi böyle sorunca hepsi aklıma gelmiyor. Replikas’ı çok severim. Badem’e Anadolu Pop derseniz onu severim. Eski grup olmasına rağmen İstasyon’u hâlâ dinlerim. Bülent Ortaçgil, Fahir Atakoğlu… Mor ve Ötesi’nin birkaç işini beğendim. Aylin Aslım’ın yeni albümünü çok sevdim, 8 parça olmasına rağmen oldukça doyurucu bir albüm olmuş. Onun dışında ben eskileri dinliyorum yahu; beni heyecanlandıran yeni grup yok öyle…

Kafayı taktığınız yeni bir başat konu var mı?

Var var… (gülüyor) Benim bu işe bulaşmanın en büyük nedeni çektiğim kaynak sıkıntısıydı. En yakından tanıdığım, bildiğim Anadolu Pop Rock olduğu için onunla başladım. Tabii daha bir sürü şey var… Şu anda yazdığım ve neredeyse yarısına geldiğim Türkiye Orkestralar ve Gruplar Tarihi isimli bir kitap var. Zor bir işe girdim farkındayım. Tabii o zamanlar her mahallede bir grup var. Hepsini yapmam imkânsız. Kendimce bir kıstas belirledim, bir 45’lik ya da albüm yayınlamış olmaları… Tarihe bir katkım olsun istedim. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar kim varsa ele almayı plânlıyorum. Gruplar yine daha düzenli ama orkestralar öyle değil. Elemanlar sürekli değişiyor. Müthiş bir sirkülasyon var. Bunun dışında Cahit Berkay’ın hayatını kaleme alma fikri var. Onun vakti çok az ve çok yoğun bu nedenle yavaş ilerliyor işler.

(01 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Zaman’ın Gergefcisi: Ömer Kavur

37 gün kalmıştı, 61 yılı geride bırakacak 18 Haziran’a… 2005 yılı. 12 Mayıs Perşembe, saat 21.15… Gülümsüyorsun. Birden geniş bir taşlıklı avluya inmiş gibi oluyorum. Altı yaşlarındayım. Kilimler, yastıklarla bezeli büyük odada kadınlar ağlıyor. Biri ağlayarak türkü söylüyor. Geniş salonda, taşlığa bakan pencereye yürüyorum. Taşlığa bakıyorum. Tuğlalardan yapılmış iğreti bir ocağın üstünde su ısıtılan kazanı, tahta bir sedirde çıplak yatan Azmi Enişte’yi görüyorum. Edep yerinin üstünde lifle, bir kalıp yeşil sabun var. Gömleğinin kolları sıvayıp suyun ısısını kontrol eden sakallı adam, dua mırıldanarak sabunu alıyor. Biri, elindeki teneke tasla kazandan aldığı suyu Azmi Eniştenin üstüne dökmeye başlıyor.

Zaman 1980 yıllarına dönüyor. Atıf Yılmaz ve Yavuz Özkan’la kurduğunuz ADAF FİLM yıllarına gidiyorum. Atıf abinin çekeceği Talihli Amele filminde oynamak için Adaf’a geldiğimde, filmin yapımcısı olarak tanışıyoruz. Adınızı, sinema eğitimli ilk yönetmen olarak ve YATIK EMİNE (1974), YUSUF İLE KENAN (1979) filmlerinizden biliyorum. Filmin bitiminden sonra Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde oynadığımız Bahar Noktası oyununa geliyorsun. Aramızda abi kardeş ilişkisi tohumlarını atıyor. Araya uzun süren tutukluluk dönemim giriyor. AH GÜZEL İSTANBUL (1981), KIRIK BİR AŞK HİKAYESİ (1982), GÖL (1982) filmlerini katıyorsun zaman’a. Gün geliyor, Atıf abiyle karşılaşıyoruz. “Ömer film çekecek, ALFA FİLM’e git” diyor. Atıf abiyle paylaştığınız, Ahududu Sokaktaki Alfa Film’e girdiğimde, sıcak gülümsemenle karşılıyorsun. KÖREBE (1984) filminin prodüksiyon sorumlusu, çocukluk arkadaşın Sadık Deveci’yle tanıştırıyorsun. Tekirdağ’ın Saray ilçesinde çalışıyoruz. Hava oldukça rüzgârlı. O dönemler teknik malzemeler olmadığı için, oto çekimlerini Orhan’ı (Oğuz) kamerasıyla, otonun ön kaportasına bağlayarak çözüyorsun. Rüzgârın zorlayıcılığına rağmen, Orhan gereken plânları çekiyor. Filmin unutulmaz sürprizi ertesi sabah yağan kar oluyor. Bağlantılı sahnelerin çekimi bitmediği için, dokusu uyan, karsız bölge bulmakta oldukça zorlanıyoruz. İlk defa yönetmen asistanlığı yaptığım Çıplak Vatandaş filmi sonrası, Çalıkuşu dizisinde Osman Baba’yla (F.Seden) asistan olarak çalışmaya başladığım sıralar, AMANSIZ YOL (1985) filmine başlıyorsun. Sadık bize haber vermeden, sizin filmde oynasın diye, dizide oynayan Mine’yi (Çayıroğlu), resmen kaçırıyor.

Bu yüzden, iş programında bir hayli zorlanıyorum. ANAYURT OTELİ (1986) filminde oynamak üzere, Alfa Film’de tekrar buluşuyoruz. İskender abiyle tanışıyorum. Çekim mekânı Nazilli’ye geldiğimde, taksici sanki romandaki Anayurt Oteli’nin önünde indirmişti beni. Mekânlardaki titizliğini bir kez daha farkediyorum. Asistanlık yaptığımı öğrenince hayıflanıyorsun. Çekimlerin yapıldığı ve konaklama yeri olan otel maceralarını anlatıyorsun. Oyuncu olarak işim bitip döndükten sonra aldığımız haber, sahnesi olan oyuncuları çok üzüyor. Ark probleminden kaynaklandığı için, filmin 22 kutusu yeniden çekiliyor. 30/50 kutuyla film bitirildiği dönemde, oldukca kötü bir durumdu doğrusu. Asistanlık yapmam, birliktelikte yıllarca çalışmamızın adımı oluyor. Artık filmlerinin oyuncusu ve asistanıydım.

GECE YOLCULUĞU (1987) filmine başlayacaktın. Filminin mekân fotoğraflarını gösterip, tüm ayrıntıları aktarıyorsun. Mekânları görmüş gibi oluyorum. Yolları kapatan kar nedeniyle, gidişimizi bir süre erteliyoruz. Yollar da başlayan çekimler, Fethiye’ye kadar sürüyor. Oto çekimlerini, lata demirlerden yapılan bir mekanizmayla, kamerayı otoya monte ederek sağlıyorsun. Filmin ana mekânı Kayaköy’ün görselliği hepimizi büyülüyor. Daha önce de film çekildiği halde pek bilinmeyen Kayaköy, böylece daha da tanınmış oluyordu. Set aralarında, birbirimize fıkralar anlatıp duruyoruz. Aytaç’ın (Arman) deyimiyle, iki farklı kültürün birbirini bulmuş parçasıydık. Birlikte çalıştığımız filmlerin en keyifli olanıydı bence. Sinemada ilk kez staticam kullanmıştın. Montaj sırasında orada olan Cüneyt Arkın’a çekimleri izlettiğinde, “Bu kadar şaryoyu nasıl buldunuz” demişti. Film sonrası, seninle yolculuğumuzun uzun yıllar süreceği ALFA FİLM’e katılıyorum. Kültür Bakanlığı adına senaryolarını yazıp yönettiğim, İÇİMİZDEN BİRİ YUNUS ve GÖNÜLLER SULTANI filmlerini çekme şansı tanıyorsun. Sonra Alfa Film’i, Halep İşhanı’na taşıyoruz. İNGİLİZ TV adına GÜNEYDOĞU BELGESELİ çekmek için yola çıkıyorum. Sonra tadı unutulmaz GİZLİ YÜZ (1990) filminin mekân araştırma günleri başlıyor. Saat Kulesi olan kentleri dolaşıyoruz. Çalıkuşu’nda çalıştığım Mudurnu ve Göynük’e götürüyorum seni. Görselliği harika ama içi küçük saat kulesi, aklının bir kenarında kalıyor. İstanbul Sarayburnu’ndan, Kastamonu’ya sürgüne gönderilen saat kulesinde, çalışmakta karar kılıyoruz. Önemli mekânlardan birini bulamadığımız için, Sadık’la tekrar yollara düşüyoruz. Ve garip bir kokuyla elimizdeki haritada adı bile olmayan Ulus kasabasını buluyorum. Dönüşte görüntülerini izleyip, heyecanlanıyorsun. Ertesi sabah birlikte Ulus’a gidiyoruz. Gereken mekân, Arnavut taşlı geniş meydan, tam ortasında duran ahşap yapı ve penceresinden görünen bisiklet tamircisi. Ahşap binaya bir otel tabelâsı, bisiklet tamircisinin dükkânının da, saat tamircisi dükkânına dönüştürülmesi yetiyor. Safranbolu’da mandra arıyoruz. Bulduğumuz mandralar ya dış görüntüsüyle ya da iç mekânıyla bir türlü içimize sinmiyor. Mandra aramada bize yardımcı olan Kültür Müdürü “Ömer bey, siz de dışını bir yerde, içini başka yerde çekin” diyor. Mekân titizliğini bildiğim için, ortamı şakayla yumuşatmaya çalışıyorum. Sonuçta mandra mekânının iç ve dışı sahnelerini farklı yerlerde çekmek zorunda kalıyoruz. Filmin stüdyo işlerinin bittiği gün, ikimizi ilgilendiren nedenle Alfa Film’den kopuyorum. İkibuçuk yıl geçiyor aradan. Arıyorsun, yeniden dönüyorum Alfa’ya. Oturduğum odaya sanki hiç dokunulmamış. Aramıza köpeğin Wanda katılıyor. ATV’ye çekilecek FANTASTİK ÖYKÜLER (1993) dizisi hazırlığına başlıyoruz. Dizi 2 bölümle kalıyor. Ardından peşini hiç bırakmayacak ilk tatsızlık başlıyor. On Yönetmenle kurduğunuz Vakfın cekeceği beşer öykülü iki filmin, birini Alfa olarak üstleniyoruz. Beş öyküden biri olan BULUŞMA (1995) filminde Wanda’yı da oynatıyoruz. Sette YUNUS NADİ Uzun Metrajlı Sinema Senaryo Ödülü aldığım haberini veriyorsun. Senaryosunu yazdığım TÜTÜNBANK eğitim filmini birlikte kotarıyoruz. Gizli Yüz filminin mekân araştırması sırasında ilgini çeken Göynük saat kulesi, AKREBİN YOLCULUĞU (1996) filminin ana teması oluyor. Yine, o tadı hoş mekân araştırmalarımız başlıyor. Göynük’deki Sülüklü Göl’ü buluşumuz da ilginçti. Tıpkı görselliği gibi. Çekim öncesi, çekimler sırasında yaşadığımız olaylardan dolayı keyfim kaçıyor. Olanları konuşuyoruz. Sabret diyorsun. Sonuçta olayların birikimleri, üç yılı dört duvar arkasında geçirmeyi becermeme rağmen, tahammül sınırımı zorlanmaya başlıyor. En zor sahnenin çekimi sonrası saatlerce düşünüyorum.

Filmin bir haftalık üç oyunculu, en hafif sahneleri kalmış. Söylenecek her şeyi göze alarak, gecenin 03.00 de taksiyle Göynük’ten İstanbul’a dönüyorum. Ve araya üçbuçuk yıl giriyor. İlk adı Kara Güneş olan MELEKLER EVİ (2000) filmine oyuncu olarak çağırıyorsun. Bildik oyuncular dışındakilerine cast çalışmalarını, Dilson Oteli’nde filmin basın kokteylini yapıyoruz. 7 kişilik ekibin içinde Şanlıurfa’ya uçuyoruz. Ön çalışmaların ardından ekip geliyor. İlk gün, çekim sabah 04.30’a kadar sürüyor. Gün ağarırken, iki ayrı mezhep için aralıklı okunan ezan günü selâmlıyor. Kervansaray çekimleri için Harran ovasının derinliğindeki Hanel Bahrür’e gitmek üzere 7 araçlı konvoyla yola çıkıyoruz. Uzun süre yeşilliğin olmadığı yolda ilerliyoruz ve kayboluyoruz. Sonuçta Kervansarayı buluyoruz. Mihmardarımız Bakır’a (Bekir) çıkıştığımda, “Abe, ben Zafer Par’a dağlar küçüldü şehre yahlaştıh diyorum, o bana kızıyor” deyince, kızgınlığımıza serinlik oluyor. Kervansarayın ilerisinde 5/6 evlik köyün ilkokulunun önünde, yeşillik olarak cılız bir fidan göze çarpıyor. Ayak bileklerine kadar uzanan beli kemerli, renkli giysileriyle oldukça alımlı duran kadınlar, acıyla bakan yalın ayak çocuklar yoksulluklarıyla gülümsüyor.

Filmin bitim sonrası, peşinde olan aynı tatsızlık yeniden filizleniyor. Fono Film’deki stüdyo işlemlerini yükleniyorum. Aklının stüdyoda olduğunu bildiğimden, sık sık bilgi veriyorum. Ve iş bitiminde kopya basımları için, Macaristana gidiyorsun. Sık sık haberleşip görüşüyoruz. Ardından, adına Amerika da hafta düzenlenip, filmlerin gösteriliyor. Gerekmedikçe Alfa’ya uğramadığım için, tesadüfen karşılaştığım Sadık ayrıldığını söylüyor. Sadık’la birlikte Derviş’in (Zaim) Çamur filminde çalışırken, ilk kez biz’siz KARŞILAŞMA (2002) filmine başlıyorsun. Sonrası mı? Oldukça üzücü olaylarla, zorlu günler kanırtarak geçmeye başlıyor. Yine Alfa’da yanındayız.

Gün geliyor Wanda’nın yokluğunu Linda’yla doldurmaya çalışıyorsun.

2005 yılı. 12 Mayıs Perşembe, saat 21.15… Gülümsüyorsun.

Duyanlar buruk sesleriyle arıyorlar. Şaşkın, ağlamaklı yüzleriyle geliyorlar. Kendini kanıksatan ölüm, yine de acıtıyor. Hepimizi acıtıyor. Ertesi gün evden ayrılıyorsun.

Gece Sadık’la evinde kalıyoruz. Kapısı kapalı odanın önünde durmuş, “Aç” dercesine bakan Linda’ya kapıyı açıyorum. Odaya girip bakınıp, yatağının üstüne çıkıp her kıyısını kokluyor. Sonra kaçar gibi odadan çıkıyor. Sadık’la birlikte yaşadığımız anılarımızı konuşuyoruz. Uyku tutmaz halimle salondaki yer yatağına uzanıyorum.

Gelip oturuyorsun gülümsemenle baş ucuma. Gözlerimi açıyorum, yoksun. Gözlerimi kapatıyorum, yine gülümsüyorsun. SOĞUK VE UNUTULMAYA KABUK TUTMUŞ BİR YARA GİBİ UYUYORUZ. Gün ışıyor. Linda herşeyin farkındaymış gibi tatsız. Cenaze arabasında, evin önünden geçiyorsun. Linda anlamsız gözlerle, boş boş bakıyor. Emek Sineması’nda toplanıyoruz. Herkes hüzünlü. Belgeselini izliyor, seni konuşuyor sevenlerin. Gücüm tükeniyor. Cenaze arabasına biniyorum. Birlikte önce Teşvikiye Camisi’ne sonra Zincirlikuyu’ya gidiyoruz. Ömer abiyi, zaman’ın içindeki giz dolu derinliğe, hikâyesini anlatacak filmiyle başbaşa bırakıyoruz. Sadık’la evine dönüyoruz. Çalışma masana tekrar bakıyorum uzun uzun. Linda kalacağı yeni bir eve götürülüyor. Sadık’la uzun uzun seni konuşuyoruz. Işıklarını yakıp çıkıyoruz. Dönüp pencerene bakıyorum. Gülümsüyorsun…

(30 Haziran 2009)

Arslan Kacar

Şiddetin Yeni Ozanı: Takashi Miike

Japon yönetmen Takashi Miike’nin filmlerindeki korkutma tarzı, Hollywood korku tarzının tam karşıtı ve seyircisine korkuyu ruhunda hissettiriyor. Miike’nin filmlerinde insanı gerçekten titreten ve irkilten şiddet var. Şiddetin bu yeni ozanının birkaç filminin ruhunun içine gezinmek istedik.

Japon sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Takashi Miike’yle ilk, 2001’deki 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde karşılaşmıştık. Festivalde, “Genç Bir Yönetmen Mercek Altında” bölümünde sinema macerasının başında çektiği filmler sunulmuştu. 1960 yılında Osaka’da doğan Miike’nin filmlerini seyrederken, şiddetin insanın doğasının bir parçası olduğunu fark ediyorsunuz. Gerçekten bu çok ürkütücü bir keşif. Hayvanlar, besin zinciri içerisinde ve doğanın dengesini bozmadan kendinden daha savunmasız hayvanları avlayarak besleniyorlar. Ya insanın şiddeti? İnsanlar neden şiddet yaratıyorlar? Neden her şeyi yok ediyorlar? Miike, ister fiziksel, ister zihinsel, insanın yarattığı şiddeti ürkütücü biçimde yansıtıyor filmlerinde. Şiddeti yaşatanlar onlarca yıl önce ölmüş hayaletler de olabiliyor, bir Yakuza da. Belki de hiç umulmayacak bir sıradan insandan da gelebiliyor şiddet. Miike’nin festivalde gösterilmiş çarpıcı bir filmi vardı. 1999 yapımı “Odishon-Ölüm Provası” filminde her şey öylesine masum başlayıp gelişiyordu ki. Bu şiddet nasıl oluştu diye de düşünüyordunuz. Karısının ölümünden yedi yıl sonra genç ve güzel bir kadın bulup, geride kalmış gençliğini bir daha yaşamak isteyen bir televizyon yapımcısını anlatıyordu film. Yarım kalmış bir filmini üstlenen Ayoma, provalar için seçilen genç oyuncular içinde Asami’ye aşık oluyor. Öylesine masum görünüşlüdür ki Asami. Miike, o masumluğun ve melekliğin ardındaki kötücüllüğü yavaş yavaş göstererek gerçekten insanın kanını donduruyordu. 1998 yapımı “Chûgoku no chôjin-Çin’in Kuş İnsanları” sıradışı bir filmdi. İki Japonun, kuş uçmaz kervan geçmez bir Çin köyü olan Yun Nan’da saflığı ve hiç bilmedikleri hayatları keşfedişlerinin varoluşsal filmiydi. Yun Nan sakinleri, ne Mao’nun devrimlerinden, ne de dünyanın şu an nereye gittiğinden haberleri vardır. Teknolojinin doruklarında yaşayan bir ülkeden gelen iki Japon, kendi dünyalarında yüzyıllardır süren kültürlerini yaşayan Yun Nan köylülerine hayran olurlar. Bir yol filmi de olan bu yapıtında Miike, yine şiddeti aralara serpiştiriyordu. Şiddet, hayatın vazgeçilmez doğal bir olgusu Miike için. Bu filmin ilginç anıysa, köylülerin sallarının dev kaplumbağalar tarafından çekilmesiydi herhalde.

Mükemmelliyet nedir?…

Miike, 2004 yapımı “İzo” filminde mükemmelliyeti arıyordu. Miike’nin “İzo”su vahşi, kanlı, felsefi, mitolojik ve sinematografik bir filmdi. Miike, batı sanatından ve mitolojisinden de bolca katkı sağlıyordu filmine. Filmin başrolünde hayaletler vardı. Hayaletler, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla gelmişler ve intikamlarını şiddet saçarak çözüyorlardı. Hayaletlerin bir bölümü de Yakuzalık yapıyordu filmde. Gerçeküstücü bir anlatımın olduğu filmde, Japon kültüründen de besleniyordu yönetmen. Eski çağların samurayı yarı ölü-yarı diri İzo’nun kılıcı, iyi ve kötü ayırdetmeden her önüne geleni öldürüyordu. Filmin girişi çok çarpıcıydı. Hz. İsa gibi çarmıha gerili yaşlı İzo, kötü samurayların kılıçlarıyla vahşi bir biçimde katlediliyordu. Ön jenerik sonrasındaysa insanların yarattığı savaşlar, kıyımlar, diktatörlükler, felaketler, günlük hayat, tarlalarda çalışan emekçiler video klip estetiğiyle birbiri ardına akıp gidiyordu. Kılıcıyla her önüne geleni kıyan İzo, bir Deccal miydi? Her ölüşünden sonra yeniden diriliyordu. İzo’nun annesi, filmin bazı bölümlerinde farklı yaşlarda İzo’nun karşısına çıkıyordu. Anne, İzo’yu baştan çıkartıp onunla da yatıyordu. Tıpkı “Oedipus kompleksi” gibi bir şeydi. Evet, Miike mükemmeliyeti arıyordu “İzo”yla. İki yaşlı insanın mükemmelliyet üzerine konuşmaları da gerçekten etkileyiciydi. Yaşlı adamlardan biri şöyle diyordu: “Mükemmel aşama, mükemmel kalmak için mükemmellik yaratır…” Ondan biraz daha genç olanıysa, “Mükemmelliği yaratan mükemmelsizlik, varlığın temel doğasıdır” der. Sonunda insan Tanrı’nın düzeyine çıkacak ve saçmalık bir kaosa dönüşecek. Mükemmelliyetin sonu saçmalığa (absürdlüğe) varır diyor yönetmen “İzo” filmiyle. Filmin estetiği, gerçekten kaotik ve bir cangılın içerisindeymiş gibi ya da sürekli bir kâbus hissini yaşatıyordu. İzo Okada’nın 1832-1865 yıllarında yaşamış bir samuray ve suikastçı olduğunu da belirtelim. Bu filmin müzikleri de mükemmeldi.

Sıradışı korku…

2004 yapımı “Sam gang yi/Three… Extremes-Üç Sıradışı” adlı üç yönetmenli antolojik (güldesteli) bu filmde Miike’nin kendi bölümünün adı “Box-Kutu”ydu. Filmde yine hayalet vardı. İki küçük kız kardeş bale yapıyorlar. Baba, kızlardan birisine daha çok ilgi gösteriyor. Yani, baba küçük kızıyla yatıyor. Diğer kız kardeş, babasının ilgi gösterdiği kızdan nefret ediyor ve kardeşinin ölümüne neden oluyor. Elbette yıllar geçse de trajedi yaşanıyordu. Bu kısa filmde Miike’nin tüm bir sinema esteteği görülebiliyordu. Dingin, ama yer yer sert anlatımlı bu filmle Miike sineması biçim ve içerik olarak perdeye yansıyordu. Miike’nin filmlerinde genelde karanlık çok az ve ışıklar daha yoğun olarak kullanılıyor. Yönetmenin filmlerini seyrederken, gerçekten zihinsel anlamda korkuyu ruhunuzda hissediyorsunuz. Bunları, kamera kullanımlarıyla, mekânların yansıyışlarıyla, fonda duyulan ve insanı geren müzikleriyle yaşıyorsunuz. Miike filmlerinde çoğunlukla Hollywood tarzı yoktur. Miike’nin korku tarzı neredeyse Hollywood’un korku yorumlayışlarının tam tersidir. Miike’nin filmlerinde çoğunlukla müzikler çığlık atmaz. Genelde müzikleri tını gibidir. Bu müzikler sürekli insanların zihninde de çalmayı sürdürüyor ve insan tuhaf bir biçimde gerilimin içerisine giriyor. Miike, kamerayı çoğunlukla sakin kullanıyor. Arada bir kurguyla beraber kamerası da sertleşiyordu. Ama hepsi bu kadar.

Şiddetin vahşeti…

2001 yapımı “Koroshiya 1/Ichi the Killer-Katil İchi”, Miike sinemasının en şiddet yüklü, en sadist, en psikopat ve en vahşi filmlerinden. Bu filmin bazı sahnelerine bakabilmek gerçekten cesaret işi. Kasap çengellerine asılı insanları, kopan bacakları, kolları ve fışkıran kanları gördükten sonra Miike’nin şiddetten haz alan bir sadist olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Film, 1968 doğumlu Hideo Yamamoto’nun mangansından uyarlanmış. Manga, Japon çizgi romanlarına deniliyor. “Katil İchi” filminin de kameramanı Hideo Yamamoto. Ama mangacı Hideo Yamamoto’yla isim benzerliği dışında pek yakınlıkları yok gibi kameraman Hideo Yamamoto’nun. Filmde en acımasız katil olarak gösterilen “sarışın” Kakihara (Tadanobu Asano), bir eşcinsel. Gangster Kakihara, her yerde İchi’yi arıyor. İchi’yi kimse tanımıyor. Ama, bıraktığı imzalar irkiltici ve şiddet yüklü. Seyirci de İchi’nin kim olduğunu hep merak ediyor. Aslında yönetmen İchi’yi en başından beri seyirciye gösteriyor. Bu şiddetleri yaratan İchi’nin daha karizmatik olmasını beklediğinden olmalı seyirci ortalarda dolaşan İchi’nin kim olduğunu algılayamıyor. Sinemanın en psikopat manyak filmleri üzerine yazmayı düşünsek mi acaba?

Bir manga daha…

Miike’nin 2004 yapımı “Zebraman-Zebra Adam”, 1970’li yıllarda Japonya’da popüler olan bir fantastik diziymiş. Miike’nin bu filmi, bu fantastik dizinin fanatiği bir orta yaşlı adamın hikâyesi. Senaryosunu Kankurô Kudo’nun yazdığı “Zebra Adam”, manga sanatçısı Reiji Yamada’nın yarattığı bir eser. “Zebra Adam”, yani Shinichi İchikawa (Sho Aikawa), bir öğretmen. Kendisine terziden “Zebra Adam” kostümleri diktiriyor ve sonra “Zebra Adam” gibi kötülüklerle savaşmaya başlıyor Shinichi. O, kendinin de inanamadığı süper bir kahramana dönüşüyor sonra. Aslında o ezik ve yılgın biri. Ne öğrencilerinden ne de meslektaşlarından pek saygı görmüyor. Suçlar da çoğalıyor bu arada. “Zebra Adam” Shinichi, kötülüklere karşı savaşa girişiyor. Belki de bu film, Miike’nin ailecek görülebilecek neredeyse tek filmi gibi. Düz anlatımı, klâsik açıları, parlak ışık düzenlemeleri bu filmin estetiğini oluşturuyor. Yine de bir Takashi Miike filminde olduğunu da unutmamalı insan. Sinemaseverler Takashi Miike’yi 2003 yapımı “Chakushin Ari-Cevapsız Arama” filmiyle daha iyi hatırlayabilirler.

(28 Haziran 2009)

Ali Erden

Herkesin Korkusu Kendine…

Korku eşiğim fena halde düşük… Hâlâ palyaçolardan bile korkarım, tek başıma karanlıkta yürüdüğümde hep peşimde bir gölge olduğunu sanıp arkama bakarım… Siz düşünün artık bu filmi izlerken ne halde geldiğimi… Ama bu filmin korku filmlerinin gerçek müdavimleri için o kadar da korkutucu olacağını pek sanmıyorum. Bu benim korku filmlerine olan zaafım ancak yine de “Pek Yakında”nın vasat bir film olduğunu düşünmüyorum…

Genellikle aksiyon filmleriyle bilinen Tayland sineması, korku türünde de uzakdoğudaki diğer ülkelerle yarışabileceğinin ufak ufak sinyallerini veriyor. Son yıllarda da bu işte ciddi anlamda atak yaptıklarını söyleyebiliriz.

Yönetmen çocukların hayal gücünün genişliğine çok inandığını ve filmi yaparken bu felsefeden hareketle yola çıktığını söylüyor. Çocuklar için asıl korkunun filmin bittiği yerde başladığını düşünüyor ve kendisinin çocukluk hayallerinin de bu yönde olduğunu belirtiyor.

“Pek Yakında”nın hikâyesi ise şöyle: Merakla beklenen korku filmi “Hayaletin İntikamı” pek yakında vizyona girecektir. Ancak yönetmen filmdeki deli kadını linç etme sahnesini yeniden kurgulamak istemektedir. Bu sırada korsanlar para karşılığıyla içeridekilerden filmin bir kopyasını istemektedir. Bu sebeple içeridekiler, filmi bir gece el kamerayla çekmeye yeltenir. Ancak filmi kayda alan çocuk sırra kadem basar. Ortadan kaybolan arkadaşının izini bulmak için araştırmalara başlayan arkadaşı ise korkunç gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlar…

Filmin yaratıcı bir hikâyesi var kabûl, ezberbozan sahneleri de mevcut… Hani tam bitti derken başka bir yere kıvrılıyor, manevralar yapıyor ama bu yine de çok sağlam bir korku filmiyle karşı karşıyayız anlamına geliyor. Oyuncuların ortalama performansları bizi hikâyenin gerçekliğinden alıkoyuyor. Siz yine de izlemeden ön yargıda bulunmayınız pek yakında sinemanın yolunu tutunuz…

(26 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

26 Haziran 2009 Haftası

“Bir Kadının Seks Günlüğü”, pervasızca cinselliğin estetikle buluştuğu ve nemfoman bir kadının değişim / olgunlaşma sürecinde her hemcinsinin kendinden yansımalar bulabileceği cazip film: Mahrem alanlara korkusuzca girebilen az sayıda filmle karşılaştığımızdan ilginizi çekebileceğini düşünüyorum.

“Pek Yakında”, ‘bir filmle seyreden ilişkisinin izledikten sonra -her zaman- bitmeyebileceğini, örneğin bir korku filmi karakterinin yaşamınızın -pekâlâ- parçası haline gelebileceği, daha kötüsü sonlandırıcısı olabileceği’ gibi parlak bir fikri hikâyeleştirmiş ancak zenginleştirememiş. Tekrarlar ve oyuncu yönetimindeki yetersizlikler, filmin zaafları. Tayland filmi görmek isteyenler ve anlık korkuları sevenler için yalnızca.

“Transformers: Yenilenlerin İntikamı”, gerçekten baş döndürücü bir deneyim. Her biri, binlerce mekanik-elektronik parçanın hareketiyle/birleşmesiyle oluşan dünya dışı makinelerin çarpışmasını izlemek ve görsel-işitsel zevkler alabilmek herkesin harcı değil. Bu kez, hem sayıları, hem de çeşitleri artmış üstelik… Takip etmesi oldukça zor yani. Yanı sıra, mizahi unsurlar gayet isabetle kullanılmış. Beni rahatsız eden özelliği ise, ABD ordusu ateş gücünün fazlasıyla vurgulanması oldu.

(24 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bir Ustayla Yolculuk: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney’in on filmi Beyoğlu Sineması’nda sinemaseverlerle buluşuyor. Bilet fiyatlarının 5 TL olduğu bu mini festivalde filmler 12.15 – 14.30 – 16.45 – 19.00 – 21.15 seanslarında gösterilecek. Mini festivalde ustanın ‘Seyyit Han’, ‘Yol’, ‘Sürü’, ‘Umut’, ‘Duvar’, ‘Zavallılar’, ‘Aç Kurtlar’, ‘Arkadaş’, ‘Endişe’ ve ‘Ağıt’ gibi unutulmaz filmleri var.

Güney Film, sekiz Yılmaz Güney filminin yeni kopyasını bastırdı. Söz konusu sekiz filmle birlikte “Umut” ve “Yol” filmleri de programda yer aldı. 26 Haziran-16 Temmuz 2009 tarihleri arasında, on Yılmaz Güney filminin Beyoğlu Sineması’nda toplu gösterimi yapılıyor. Programın bilet fiyatları -hergün ve her seansta- 5 TL olarak belirlendi. Her gün bir Yılmaz Güney filminin gösterileceği mini festivalde ustanın “Seyyit Han”, “Arkadaş”, “Yol”, “Ağıt”, “Umut”, “Duvar”, “Aç Kurtlar”, “Zavallılar”, “Sürü”, “Endişe” filmleri sinemaseverlerle buluşuyor.

Ustanın unutulmaz filmleri

26 Haziran ve 9 Temmuz’da gösterilecek “Toprağın Gelini” alt başlığıyla da bilinen 1968 yapımı “Seyyit Han”ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını da Yılmaz Güney yaptı. Nedim Otyam’ın etkileyici müziklerine Gani Turanlı’nın şiirsel siyah-beyaz görüntüleri eşlik ediyor. Filmde Yılmaz Güney (Seyyit), Nebahat Çehre (Keje), Hayati Hamzaoğlu (Haydar Ağa) ve Nihat Ziyalan (Mürşit) oynuyor. Film, 1969 yılında 1. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu”, Gani Turanlı “En İyi Görüntü Yönetmeni”, Nedim Otyam “En İyi Müzik” ödüllerini aldı ve ayrıca “En İyi 3. Film” seçildi. Üç yıl sonra köye dönen cesur Seyyit, sevdiği kız Keje’nin Haydar Ağa’ya verildiğini öğrenir. Filmdeki en unutulmaz an final bölümüydü belki de. Haydar Ağa, Keje’yi çukura koyar ve başına da sepeti geçirir. Seyyit de sepete nişan alır. Trajedi de derinleşir filmde. Bu intikam ve şiddet yüklü film, sinemamızın değerlerinden biridir.

27 Haziran ve 5-16 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Arkadaş” filmi, Yılmaz Güney’in en sert burjuva eleştirilerinden biri. Senaryosunu da Yılmaz Güney’in yazdığı “Arkadaş”ta Yılmaz Güney (Âzem), Kerim Afşar (Cemil), Melike Demirağ (Melike), Azra Balkan (Necibe) başrolü paylaşıyor. Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Müzik” ödülünü kazandılar. Filmde Melike Demirağ’ın söylediği ünlü “Arkadaş” şarkısının şiiri de Yılmaz Güney’e ait. Öğrencilik yıllarında tanışmış iki eski arkadaş yıllar sonra bir tatil kasabasında karşılaşırlar. Cemil, zengin biri olmuştur. Âzem, düşünsel olarak da arkadaşının değişmiş olduğunu fark eder. Devrimci bir bakışla Cemil’i yargılar. Bu sıralarda Cemil’in baldızı Melike de bu bozulmamış mert insana aşık olur. Filmin finali de çarpıcıdır.

28 Haziran ve 13 Temmuz’da gösterilecek 1981 yapımı “Yol”, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Missing-Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye”yi paylaşmıştı. Filmin senaryosunu hapishanede yazan ve sinema tarihinde belki de örneği olmayan bir tarzla filmi hapishaneden yöneten Yılmaz Güney (Şerif Gören’in de hakkını teslim etmeli), “Yol”la sinemamıza epey yol aldırdı. Ayrıca, üçüncü dünya ülkeleri denilen yoksul ülkelerin sinemalarının da farkına vardırttı.

Öncelikle bu filmin kurgusu çok çarpıcı. Beş hikâyeyi koşut kurguyla anlatan film, kurgusal olarak nefes nefese bir anlatıma ulaşıyor. Filmin başrolünde Tarık Akan (Seyit Ali), Şerif Sezer (Zine), Halil Ergün (Mehmet Salih), Meral Orhonsay (Emine) ve Necmettin Çobanoğlu (Ömer) vardı. Filmin görüntüleri Erdoğan Engin’e, müzikler de Sebastian Argol-Zülfü Livaneli ikilisine aitti. “Yol”un ABD’de “Altın Küre”ye de “En İyi Yabancı Film” dalıyla aday olduğunu da belirtmeli. Bu filme dair en önemli dipnotlardan biri de, filme Erden Kıral’ın başlayıp, Şerif Gören’in tamamlaması. Filmde, hapishaneden bayram izni alan mahkûmların dram dolu hikâyeleri koşut kurguyla yansıyor beyazperdeye.

29 Haziran ve 14 Temmuz’da gösterilecek 1971 yapımı “Ağıt”, Adana Film Şenliği’nde “En Başarılı Film”, “En Başarılı Yönetmen”, “En Başarılı Senarist”, “En Başarılı Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En Başarılı Görüntü Yönetmeni” (Gani Turanlı) “koza”larını kazandı. Bu film, Venedik Film Festivali’nde de elemeyi geçip ilk on film arasına girmişti. Ayrıca, 1973-75 yılları arasında yayımlanmış aylık sinema dergisi Yedinci Sanat tarafından, 1912-72 yılları arasında çekilmiş yerli filmler içinde yedinci sıraya yerleşmişti bir de. Müziklerini Arif Erkin’in bestelediği filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Yılmaz Güney. Şermin Hürmeriç, Hayati Hamzaoğlu, Bilâl İnci, Atilla Olgaç diğer oyuncular. Göreme’de çekilen ve unutulmaz sahnelerin olduğu bu incelikli film kaçakçılığı anlatıyor. Yılmaz Güney, bu filmde “Beyaz Donlular”dan kaçakçı Çobanoğlu’nu canlandırıyor. Sansür Kurulu, bu filmde kadın doktorun Çobanoğlu’nun sırtından kurşunu çıkartırken söylenen türküyü çıkartırlarsa vizyona çıkmasına izin verileceğini söylemiş. Sizler bu sansürcülerin bir zamanlarki icraatlarını bir duysanız gülmekten midelerinize kramp girerdi herhalde. Ama o zamanlar hiç de komik değildiler ve birçok filmin ruhunu yaktılar.

30 Haziran ve 11 Temmuz’da gösterilecek 1970 yapımı “Umut”, sinema tarihimizin belki de aşılamayan en büyük başyapıtlarından biri. “Yeni Gerçekçi” tarzda olan bu unutulmaz filmin gerçeküstücü estetikten de beslendiğini belirtmeli. Ayrıca bu film, bu ülkedeki yoksulluğu ve yoksul insanları en dolaysız anlatımla beyazperdeye yansıtırken, bu ülkede hep olmuş o lânet gelir uçurumlarını da filmi seyrederken iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Faytonculuk yaparak yaşamını kazanmaya çalışan Cabbar’ın ve ailesinin içine düştüğü çıkmazlardan kurtulmaya çalışması anlatılıyor filmde. Atı, zengin bir adamın otomobilinin çarpması sonucu ölen Cabbar, ailesini geçindirmek için emeğiyle çalışarak para kazanamayacağını düşünerek, define arama işine girer. Atı, zengin adamın otomobilinin altında kalan Cabbar, karakolda suçlu duruma düşer. Polisler, zengin adama saygıda kusur etmezler. Günümüzde de olan sınıfsal farklılıklar ve hukuk karşısında herkesin eşit olmadığı bu karakol sekansında somut olarak yansıyor. “Umut”, 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” (Yılmaz Güney), “En İyi Senaryo” (Yılmaz Güney ve Şerif Gören), “En İyi Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En İyi Fotoğraf” (Kaya Ererez) ödüllerini aldı. Ayrıca, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödül kazanmıştı.

1 ve 7 Temmuz’da gösterilecek 1983 yapımı “Duvar” filmi, ustanın Fransa’da çektiği son filmi. Bu filmde Tuncel Kurtiz dışındaki oyuncular amatör. “Duvar” filminde birçok çarpıcı ve etkileyici an var. Ama, doğum sahnesi herhalde en çarpıcı olanı. Usta, bu gerçek doğum sahnesiyle Robert Altman’ı 2000 yapımı “Dr. T and the Women-Dr. T ve Kadınları”yla ve Alfonso Cuaron’u 2005 yapımı “Children of Men-Son Umut”uyla etkiledi. Bu iki filmde de “Duvar” filmindeki gibi gerçek doğum sahneleri vardı. 1976’da Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor. Bu olaydan derinden etkilenen Yılmaz Güney, isyanın arkasından gönderildiği Kayseri Cezaevi’nde “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adıyla bir roman yazmış ve “Duvar” filmi bu romandan uyarlanmış. Filmde az da olsa Kürtçe de (Zazaca) duyuluyor.

2 ve 10 Temmuz’da gösterilecek 1969 yapımı siyah-beyaz “Aç Kurtlar”da Yılmaz Güney, Sevgi Canlı, Bilal İnci ve Hayati Hamzaoğlu başrolü paylaşıyor. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Aç Kurtlar”, bir kanun kaçağının trajedisini anlatıyor. Serçe Memed, kanun kaçağı bir eşkiya. Öğretmenlik yaptığı günlerde köyünü eşkiya basmış, yeni evlendiği karısını kaçırmış, kadın dokuz ay dağlarda kaldıktan sonra intihar etmiş. Siirt’in bir köyünde öğretmenlik yapan Serçe Memed, bu trajediyle eşkiyaların düşmanı olur. Film, yazar Haydar Turan’ın romanından sinemaya uyarlandı. Yılmaz Güney, eşkiya cellâdına dönüşen Serçe Memed’in dramını Doğu kışının sert ikliminde çekerek orada yaşayan insanların nasıl hayat mücadelesi verdiğini de Batı’da yaşayan insanlara gösteriyor.

3 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Zavallılar”a Yılmaz Güney başladı ve ustası Atıf Yılmaz tamamladı. Filme 1971’de başlandı ve Yılmaz Güney hapise girdiği için 1974’te Atıf Yılmaz tarafından tamamlanabildi. Filmin müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu’na ait. Filmde iki kameraman Kenan Ormanlar ve Gani Turanlı çalışmıştı. Yılmaz Güney hapse girince, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’in canlandırdığı Abuzer karakterinin olması gereken sahnelere Abuzer’in gençlik yıllarını aldı. Filmde Yılmaz Güney’in yanı sıra Yıldırım Önal, Kâmuran Usluer, Osman Alyanak da oynadı. Filmde Yılmaz Güney’in hapishanede demir parmaklıklar arkasından bir tepsi baklavayı yeme sahnesi gerçek. Yılmaz Güney’in, bu sahnenin gerçekçi olabilmesi için iki üç gün aç kaldığı söyleniyor. Film, hayatları hapishanede geçen Abuzer ve iki arkadaşının iç burucu hikâyesini anlatıyor. Dönemin en iyi filmlerinden olan “Zavallılar”ın kurgusu da muhteşem.

6 ve 15 Temmuz’da 1978 yapımı “Sürü” filmi gösteriliyor. Yılmaz Güney’in hapishanede senaryosunu yazdığı film, tıpkı “Yol” gibi hapishaneden yönettiği bir yapıt. Zeki Ökten, Yılmaz Güney’in bakış açısına ve estetiğine büyük ölçüde sadık kalmış. Hikâyeler, yaşayanlar tarafından seyirciye yansıtılıyor. Müzikleri Zülfü Livaneli bestelemiş. Muhteşem görüntülerse İzzet Akay’a ait. Bu filmde bir toplumun fotoğrafıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İnsanın hem doğayla hem de insanla çatışması, ekonomik zorluklar, gelenek, töre baskıları, kadınların aşağılanması hikâyeden yansıyanlar. Filmde, bir büyük sürüyle tren yolculuğu anlatılıyor. Sürü, Ankara’da pazarda satılmak için yola çıkıyor. Geride de insan hikâyeleri yansıyor perdeye. Filmde Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Melike Demirağ, Yaman Okay, Savaş Yurttaş oynuyor.

8 ve 12 Temmuz’da 1974 yapımı “Endişe” filmi gösteriliyor. Senaryosu da Yılmaz Güney’e ait filme, Yılmaz Güney başlamış ve cinayetten sonra tutuklanınca filmi Şerif Gören tamamlamış. Müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu bestelemiş. Görüntülerse Kenan Ormanlar’a ait. Kenan Ormanlar’ı Erden Kıral’ın “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Ayna”, “Mavi Sürgün”, “Av Zamanı” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Yılmaz Güney hapse girince rolünü Menderes Samancılar tamamlamıştı. Filmde Erkan Yücel ve Kamuran Usluer gibi iki büyük oyuncu da vardı. Film, Çukurova’daki pamuk işçilerinin sömürüsünü anlatılırken, değişimi de fark ettiriyor. Makineler tarlalara girince ağanın eli güçleniyor. Filmde insan trajedileri de yansıyor perdeye. Hikâyede, Erkan Yücel’in hayat verdiği Cevher ve ailesi önde görünüyor. Kan davası, yoksulluk, ırgat sömürüsü, makineler bu dramı yansıtıyor. Bu film, 1975’te 12. Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Senaryo” ödülünü almıştı.

(22 Haziran 2009)

Ali Erden

Efes Pilsen One Love Festival’in Ardından

Bitiminin hemen ardından bir sonraki yıl için gün sayılan festivallerden biri Efes Pilsen One Love… 8 yıldır müzikseverlerin heyecanla beklediği, en sevdiği festivallerden birisi… Bir kere her şeyden önce festivalin cıvıl cıvıl ortamı, talk showlar, karaoke atölye çalışmaları ve birbirinden eğlenceli oyunlarıyla alternatif bir haftasonu sunuyor müzikseverlere… Bu sene de yine kalabalığından, coşkusundan bir şey kaybetmemişti ama bence ana sahnede daha fazla grup ve şarkıcı olsaydı çok daha keyifli geçecekti… Tricky ve Klaxons’lı Cumartesi sönük geçmişti, herkes beklentisini Pazar gününe taşımıştı. Erken saatlerde sahne alan Yasemin Mori, güneşin altında iyi de seyirci toplamıştı ama beklenen performansı sergileyemedi… Ardından çıkan Portecho ise azalan coşkuyu tekrar zirveye taşıdı… Festivallerin vazgeçilmez grubu, Türkiye’nin de en iyi gruplarından birisi olduğunu kanıtlamıştı. Starsalior sahne aldığında henüz hava bile kararmamıştı… Romantik şarkıları ve naif duruşları festivalcileri pek açmamıştı…

Hem festivalin hem de akşamın son grubu Röyskoop az kaldı ama öz kaldı sahnede… Erkencikten bitti festival… Bu sene de böyle geçti… Biz yine de bir sonraki Efes Pilsen One Love’ı heyecanla beklemeye başladık bile…

(23 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Elimizdekilerin Değerini Anlamak

+Yeniden 17 (17 Again)
Yönetmen: Burr Steers
Senaryo: Jason Filardi
Müzik: Rolfe Kent
Görüntü: Tim Suhrstedt
Oyuncular: Zac Afron (Genç Mike), Matthew Perry (Mike), Leslie Mann (Scarlett), Thomas Lennon (Ned), Sterling Knight (Alex), Michelle Trachtenberg (Maggie), Melora Hardin (Müdür Jane)
Yapım: New Line Cinema (2009)

Kennedy ailesinin yeğeni olan yönetmen Burr Steers, ‘Yeniden 17’ filmiyle seyircileri kahkahalara boğarken, yer yer de düşündürtüyor: Uğruna her şeyi geride bıraktığımız şeyler belki de hayatımızın en değerli şeyleridir.

Film, 1989 yılında açılıyor. Mike, lisenin gözde basketçilerinden ve onu izlemek için gelen üniversite koçları var. Hayatının maçına çıkarken, sevgilisi Scarlett, onun önünde engel olmamak için ayrılmak istiyor Mike’tan. Scarlett, Mike için iyi bir şeyler düşlerken Mike, her şeyi geride bırakıp Scarlett’le hayat yolculuğuna çıkıyor. Hikâye günümüze geldiğinde Mike, yılgın bir adam. Düşlerini kaybetmiş. Scarlett’le evli ve iki çocuğu var. Şimdi hayatta tek beklentisi terfi almak. Hayatında her şey berbat gidiyor. Kaçırdığı fırsatlara yanıp duran Mike’tan bunalan Scarlett’te Mike’a boşanma davası açmış. Mike, çaresizce liseden en iyi arkadaşı, şimdinin zengini Ned’le kalıyor. Ned, Hollywood’un ürettiği fantastik kahramanların tutku ötesi fanatiği. Yılgın Mike’ın karşısına “ruhani güç” okul hademesi olarak çıkıyor. Sonra Mike, 17 yaşındaki haline dönüyor; hayallerini bıraktığı liseye yazılıyor. Babası da Ned oluyor. Ned okulun müdürü Jane’e ilk görüşte vuruluyor. Bir büyük aşk da doğuyor böylece. Yeniden 17 yaşına dönen Mike için bu keşifler de yaptırıyor. En azından ailesini tanıyor. Bir ara tipik bir Hollywood gençlik filmlerine dönüşen film, sonra toparlanıyor ve insana yer yer iyi gelen bir filme dönüşüyor.

1965 doğumlu yönetmen Burr Steers, bu filmi yaparken belki de kendi ergenlik çağlarına selâm gönderiyor. Gençken ya da herhangi bir yaştayken insanlar hayatları hakkında geri dönülmez kararlar verebiliyorlar. Yıllar geçtikçe yanlış kararlar verdiğini sanabiliyor. Belki de doğru karar vermişlerdir. Filmin kahramanı Mike, ergenlik çağına geri döndüğünde aslında nasıl bir hazineye sahip olduğunu anlıyor. Olgunluğunda hep uzak durduğu ailesinin ne kadar muhteşem olduğunu keşfediyor ergenliğine döndüğünde. Bambaşka kariyerlede yükselmenin ötesinde ailesinin en büyük kariyer olduğunu anlıyor. Oğlu Alex’e ve kızı Maggie’ye yardım ediyor, babalık duygusunun muhteşemliğinin içine dalıyor. Bu filmde yönetmen seyirciye bir armağan da sunuyor. Son jenerikte neredeyse tüm bir ekibin ergenlik fotoğrafları yansıyor perdeye. Bir küçük bilgi de, yönetmen Burr Steers’in (fotoğrafta sağda) suikasta kurban giden Amerika’nın başkanlarından J. F. Kennedy’nin eşi Jacqueline Kennedy’nin yeğeni. Ayrıca oyuncu-yazar Gore Vidal’in de yeğeni Burr Steers. Ama, ailesi nesiller boyu Cumhuriyetçi. Çünkü babası Cumhuriyetçilerin kongre üyesiydi. Yönetmen Quentin Tarantino’nun yakınlarında da bulundu ayrıca. Burr Steers, Tarantino’nun 1992 yapımı “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri”nde radyodaki sesti. Yine Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filminde Roger karakterini canlandırmıştı. Burr Steers, 2002 yapımı “Igby Goes Down-Igby Zor Durumda” filmiyle hatırlanıyor. Bu sinamaskop filmin fonunda daha çok hareketli müzikler duyuluyor doğal olarak. Filmin altında ailenin değeri ve geçmişin hasletlerinin de altı çiziliyor. Bir de bu filmin yer yer insanı çok güldürdüğünü de belirtelim.

(18 Haziran 2009)

Ali Erden

19 Haziran 2009 Haftası

“12 Tuzak”, Dwayne ‘The Rock’ Johnson’dan sonra, sinemaya yeni bir güreşçiyi, ‘Prototype’ gibi, ‘Dr. of Thuganomics’ gibi takma adları olan John Cena’yı kazandırmayı amaçlayan, bir WWE (World Wrestling Entertainment) filmi; Cena’nın ikinci uzun metraj çalışması. Yönetmen koltuğunda Renny Harlin oturunca da, ‘Tha Rock’a göre hayli ‘soğuk’ olan bu adam bile, bir saniye bile durmayan aksiyonun içinde epey törpülenmiş, çok rahatsız etmeyen bir oyunculuk sergilemiş. Kız arkadaşının hayatını kurtarmaya çalışan polis dedektifiyle zeki bir terörist-soyguncu arasındaki kedi-fare oyunu New Orleans’ın altını üstüne getirirken, tamamen, türün tutkunlarına hitap ediyor. Dövüş, hız, çarpışma ve patlamaların abartılı şovu olarak da özetlenebilir.

“17 Yeniden”, tüm hayatınızı değiştirip etkileyecek ‘anlık karar’ınızın -yüreğinizin sesini dinleyerek vermişseniz eğer- doğru olduğuna, elinizdekilerin değerini bilerek inanmanız gerektiğini söyleyen ve izleyeni bayağı rahatlatan bir güldürü: Korkmayın, nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor zaten!

“Soldaki Son Ev”, izleyeni zorlu bir teste tabi tutarak soruyor: En sevdiğine zarar veren birini ya da birilerini eline geçirdiğinde ne yaparsın? Bu kuşkusuz, Amerikan sinemasının (ve onları takip eden Avrupalıların), suç oranlarının aşırı arttığı 1970’lerden bu yana sorduğu bir soru ve şiddeti kolayca uygulayabilen kuşaklar yetiştiren ‘uygar’ Batılı bireylerin kolaylıkla yanıtlayabildiği türden değil. Bu nedenle, iki genç kızı fiziksel-psikolojik işkencelerden geçiren çete elemanlarının bilmeden kızlardan birinin ailesinin evine konuk olduğu süre içinde meseleyi çözmeye çalışmalısınız. Sert, hem de çok sert bir filme hazır olun.

“Teklif”, ‘demir lady’ editör ile asistanı genç adamın, ‘danışıklı evlilik’ oyunlarının, erkeğin ailesinin evindeki hafta sonunda gerçeklere çarparak dağılmasını öykülerken, en sert görünüm ve davranışların altında aslında nasıl birer dram yattığının hüznü ile bolca komediden yararlanıyor. Bu cazip A sınıfı filmin etkisi, bildiniz, süresi kadar!

(18 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bu “Teklif”i Geri Çevirmek Zor

Takip ettiğim sinema dergilerinden birinde, romantik-komedi filmleriyle ilgili kapsamlı ve güzel bir yazı okumuştum. Yazı da izleyicinin -sonunu bile bile- yıllardır nasıl olup da bıkıp usanmadan bu türü pek sevdiğinden bahsediyordu. Tür yıllar içinde pek değişmemişti; belkide bu sayede kendine özel dokusunu yitirmemişti. Ancak yine de kendisini fazlasıyla tekrar etmeye başlaması sıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine yapımcılar daha farklı senaryo arayışları içine girdiler. Daha komik hikâyeler ve daha şaşırtıcı sonların peşindeydiler. Klâsik mutlu sonlar değişmedi belki ama sona giden yol biraz daha dolambaçlı hale getirildi. Hatta tam sonu geldi derken seyirciyi şaşırtan manevralar yapılmaya başlandı.

Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren; yönetmenliğini Howard Deutch’un üstlendiği, başrollerinde Dane Cokk, Kate Hudson ve Jason Biggs’in yer aldığı bir diğer romantik-komedi Arkadaşımın Aşkı (My Best Friend’s Girl)’ de birçok yönüyle türünün diğer örneklerinden sıyrılma derdindeydi. Romantik-komedilerin mükemmel kız ve mükemmel erkek kalıbını yıkma istediği vardı ve karakterlerini hem fiziki hem de psikolojik yönden sıradan insana ve gerçek hayata yaklaştırmıştı.

Arkadaşımın Aşkı romantiklikle özdeşleşmiş pembe renkten pek eser taşımıyor -tabii klâsik sonunun dışında- çünkü türde pek duymaya alışık olmadığımız derece de küfür ve cinsellik içeriyordu. Çapraz kurgusu ile de döngünün dışına çıktığını söyleyebiliriz.

Gelelim pek fazla beklentiyle gitmediğim ama beni oldukça şaşırtan ve de eğlendiren Teklif’e (The Proposal)… Teklif; kariyeri zirvede, özel hayatı dipte, bir insanın çalışmayı en son isteyeceği türden, düşman başına bir kitap editörü Margaret ile Margaret’ın elinden çekmediği kalmamış zavallı asistanı Andrew’in eğlenceli hikâyesini anlatıyor.

Hikâye, sınır dışı edileceğini öğrenen Margaret’in bu işten paçayı kurtarmak için asistanı Andrew’a şantaj yaparak kendisiyle evlenmeye zorlamasıyla başlıyor. Ancak her şey düşündüğü kadar kolay olmuyor çünkü sınır dışı edilememek için sahte evlilik yapma plânını hayata geçiren tek kişi elbette Margaret değil… Göçmenlik bürosunun baş belâsı yetkilisiyle de başa çıkmak zorundalar…

Filmin türünün diğer örneklerinden sıyrılan içeriği dışında oldukça iyi bir oyuncu kadrosu da var. Sandra Bullock ve Ryan Reynolds birlikte çok uyumlu bir çift olmuşlar. İletişimleri, paslaşmaları müthiş… Sandra Bullock bu filmde devleşiyor. Bu filmdeki performansı bana Şeytan Marka Giyer’deki (The Devil Wears Prada) Meryl Streep’i anımsatı. Rolleri birbirlerine çok benziyor. Her ikiside sert ve taviz vermeyen nemrut iki iş kadının canlandırdı ne de olsa…

Yönetmen Anne Fletcher, Ryan Reynolds’un oyunculuğu için Jack Lemmon ve Checy Chase’in birleşimi benzetmesini yaptı. Zaten filmin yapımcıları da Cary Grant ve Jack Lemmon’ın oynadığı 40’lı ve 50’li yılların komedi filmlerinden feyz almışlar. Andrew’nun büyükannesi Annie rolündeki Betty White varlığı ise filme ayrı bir renk katıyor… Altın Kızlar-Golden Girls’ün yıldızı White ışıltısından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi görünüyor ve oldukça yüksek bir performans sergiliyor.

Sonuç olarak film romantik-komedi severler için yeni bir soluk, pek haz etmeyenler için de keyifli bir seyirlik olacaktır. Teklif’i geri çevirmeyiniz…

(17 Haziran 2009)

Gizem Ertürk