17 Eylül 2010 Haftası

“Camino”, 11 yaşında yaşam dolu bir kızın ölümle buluşmasına çıkacak ve yoğun bedensel acılar çekeceği zorlu yolda, kıpırdayamadan yattığı yerden, hem yaşıtı İsa’ya, hem de ‘Oğul İsa’ya aşklarıyla yüreğinin savrulduğu serüven. Anahtar cümle, “güzelim bir kızın ruhunun, ‘en mutlu olduğu anda’ özgürleşmesi”! Ölmenin bir armağan da olabileceğini objektif biçimde (fakat bağnazları eleştiren) iki bakışla anlatan yönetmen, filmini, her seyircinin kendi yakın çevresindeki deneyimlerini gözden geçireceği bir etkiye ulaştırmış. Yaşamak ve ölmekle ilgili neye inanırsanız inanın izleyin, farklı bir film.

“Ejderha Dövmeli Kız: Millennium Üçlemesi I”, üç ay hapis yatacak olan deneyimli gazeteci adam ile şartlı tahliye edilmiş eksantrik ‘hacker’ kızın bir şekilde işbirliği yaparak, köklü / varlıklı bir geniş aile içindeki seri katilleri açığa çıkarmak ve yıllara yayılmış cinayetleri çözmek için tehlikeye atıldıkları gerilim: Ortalama bir Amerikan filminde sunulan suç öyküsünden hallice. Popülerliği ve önemi, sosyolojik referanslarında: Dünyanın en gelişmiş / ‘medeni’ toplum modelinde çözülemeyen iki sorundan biri olan kadına yönelik -ırkçılıkla da beslenen- şiddet (diğeri intiharlar), eserin temelde ilgilendiği mesele. Tam da bu noktada, bilgisayarlar aracılığıyla erkeklerin kirli dünyasını ele geçiren kızın, uğradığı şiddeti misliyle iade etmesi ve erkeği ‘bir arzu nesnesi’ olarak kullanması, -bence- her kadının gururunu okşamaktadır. Zaten film de, bu bağlamda değer kazanmaktadır… Bu İsveç ağırlıklı filmin, 2011’de, David Fincher imzalı versiyonunu bekleyiniz.

“Garip Bir Aşk Öyküsü”, “aynı evi paylaşan liseden arkadaş genç kadın ile erkek, parasızlıktan iyice sefil duruma düştüklerinde porno film çekmeye ve de birbirleriyle hiç cinsellik yaşamadıkları halde kamera önünde sevişmeye karar verirlerse neler olur” sorusunun komik yanıtlarıyla gayet müstehcen biçimde eğlendiren, ‘gelişmiş ülke’nin konjonktürüyle de dalgasını geçen muziplik! Uyaralım, aşkın ve dostluğun her tür engeli aşabileceğine dair ‘akıllı uslu’ sayılabilecek finali, kimileri için düş kırıklığı yaratabilir.

“Paris’te Son Konser”, otuz yıl önce, SSCB döneminde ırkçı bir yaklaşımla haksızlığa uğrayıp ‘dağıtılmış’ orkestra üyelerinin, şimdi, yeniden bir araya gelip yarım kalan son konserlerini tamamlamak için karşılarına çıkan fırsatı değerlendirmeleri ile gelişen, ilâhi adaletin tecellisine ve müziğin mucizevî gücüne dair bir ışıltı; değişen dünyanın, yaşam coşkuları değişmeyen insanlarının mizahi zenginlikleriyle yüzlere yerleştirilen tebessüm. Tchaikovsky’nin “Keman Konçertosu”nun seslendirildiği son bölüm, sinema ile müziğin bir araya gelmesiyle oluşan o müthiş kimyada seyirciye duygusal patlamalar yaşatıyor: Çok esaslı, çok!

“Şeytan”, gökdelen asansörünün ‘talihsiz bir yükseklik’te arıza (!) yaparak durmasıyla, içlerinden biri kötülük meleği olan beş kişinin kapana kısılmasını ve her tür melâneti ruhlarında zaten barındıran insanların kendileriyle yüzleşememeleri sonucu korkularının içten içe kemirmesiyle kolayca canlarının alınmasını, sinemada en zor meydan okumalardan biri olan ‘dar alan gerilimi’ ile öykülüyor. ‘Bir vicdan hesaplaşması hikâyesi’ olarak da tanımlanabilecek film, sinemaya özgü keyifleri almasını bilenler için ideal.

(16 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com