Kategori arşivi: Yazılar

Cantona’dan Hayat Dersleri

Hayata Çalım At (Looking for Eric)
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Steve Evets (Eric), Eric Cantona (Kendisi), Stephanie Bishop (Lily), Gerard Kearns (Ryan), Stefan Gumbs (Jess), Lucy-Jo Hudson (Sam)
Yapım: Film Four-Wild Bunch-Sixteen Films (2009)

Büyük yönetmenlerden İngiliz Ken Loach’un “Hayata Çalım At”ı, hatıralara, hayata, aşka, aileye, Eric Cantona’ya, ManU’ya ve güzel olan her şeye adanmış, gerçeküstücülükle de beslenmiş gerçekçi ve mutlu bir film.

Manchester’lı kederli, bıkkın ve yorgun postacı Eric Bishop, arabasını trafikte ters yöne sürer. Gözlerini hastanede açar. Ardından büyük usta Ken Loach, Eric’in bu sıradan hayatının içine kamerasıyla dalar. “Looking for Eric – Hayata Çalım At”, gerçeküstücülükten yardım bulan gerçekçi bir film. Manchester United’ın (ManU) 1990’lardaki efsanevi futbolcusu Fransız Eric Cantona’nın büyük hayranı Eric, bir gün üvey oğlu Ryan’ın otunu içerken Eric Cantona hayatına giriveriyor. Siyahi oğlu Jess ve üvey oğlu Ryan’la sıkıntılı hayatın içindeki Eric’in bu kaos dünyasının içine Cantona girince halının altına süpürülmüş her şey sandığın içinden dışarı çıkıyor. Onu mutsuz eden en büyük şeyse, hayatının kadını olan kızı Sam’in annesi Lily’yi terk etmesi. Otuz yıldır suçluluk azabıyla yaşamış Eric. Gençliğinde bir dans yarışmasında karşılaşmış Lily’yle Eric. Bir hayat gurusu, belki de bir filozof Cantona, Eric’i kafasının içinde büyüttüğü sorunlarının üzerine itiyor ve böylece Eric’in anlamsız hayatı bir anlam kazanıyor. Kızı Sam’in bebeği Daisy’ye eski kadını Lily’yle bakan Eric, Cantona’nın her biri hayat dersi olan sözlerinden güç alarak Lily’ye geç kalmış özrünü ve aşkını iletiyor. Hayat dümdüz akıp gitmiyor filmde. Hatıralar, şimdiki zaman, ManU, hayatın “derin” sorunları üst üste binince hikaye de keyifli bir seyre dönüşüyor “Hayata Çalım At”ta. Eric’in üvey oğlu Ryan, suç çetesine bulaşmış ve her şeyiyle batmış bir genç. Bu sorunu da Cantona’nın yol göstermesiyle ManU’lu arkadaşlarıyla çözümlüyor Eric. Böylece bir Ken Loach filminde mutlu son da yaşanıyor böylece. Eric, kaybettiği her şeyi hak ederek kazanıyor sonunda.

ManU bir aşk…

Bu film, yoğunluklu olarak iç mekânlarda geçse de Manchester şehrinin sokaklarını, caddelerini, “pub”larını da yansıtıyor. Bu şehir “kırmızı şeytanlar”ın kızıla boyadığı bir futbol mabedi gibi sanki. Taraftar ruhu da heyecan verici. Final bölümünde “aşağılık kompleksli” gangster Zac’ın malikânesini Eric’le dayanışma için basan Eric Cantona maskeli ManU’lu taraftarlar insana takım gücünün ruhunu hissettiriyorlar. Büyük yönetmen Loach, demiryolu işçilerinin 1878’de kurduğu ManU’yu Amerikalılara satılmasını da alttan alta eleştirmiş bir taraftar ruhuyla. İngiliz geleneğinin ve işçi sınıfının takımlarının mirası ve şımarık Amerikalılarca talan ediliyor şimdi. Nedense dok işçilerinin kurduğunu sandığımız Liverpool, can düşmanı Everton’ın içinden doğmuş 1892 yılında. Everton, 1878’de St. Domingo Metodist Kilisesi’nde kurulmuş. İşte bu Everton’ın zengin başkanı, yeni yapılmış Anfield Road Stadyumu için, Everton’ın yönetimiyle anlaşamayınca Everton’a rakip olarak Liverpool’u kurmuş. Aslında bu filmde gördüğümüz her şey, modern hayatın insanı öğüten hallerini yansıtıyor. Ama Loach’ta hep bir umut var. Çünkü dayanışma ve paylaşma duygusu hâlâ bu dünyayı terk etmedi. Hem taraftar hem de mesai arkadaşlarının Eric’i hayatın sevincine döndürme çabaları insanın gözlerini yaşartıyor filmin derinliğinde. Dostluklar, paylaşmalar ve takım olma ruhu ölmedikçe hiçbir şey ölmüyor. Aşk bile. Yönetmen, hayatın manevi taraflarını da hatırlatıyor seyirciye. Elbette bir aile olmanın sıcaklığını da. 2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan bu filmde en ironik olan şeyse Eric’in soyadıydı belki de. Bishop, İngilizcede “piskopos” anlamına da geliyor. İnsanların kaderlerini soyadlarındaki anlamlar belirlemiyor tabii ki. İroni işte. Filmde, ManU formasıyla Cantona’nın ruhani gollerine de bir selâm var. Loach, bir de Lily üzerinden kadınların hoşgörüsüne bir saygı gönderiyor filminde. Eric’in hayatındaki çıkmaz kaosları açan Lily’nin sıcak şefkatiydi belki de. Loach’un bu filminde “Kral”ın, Elvis Presley’in de sesi duyuluyor. “Kral”ın şarkısıyla Cantona ve Eric rock dansı yapıyorlardı filmin güzel bir anında. Loach usta, sevdiği birçok şeye bu filmiyle saygı göndermiş. Hatta bu filmde bizim hasret kaldığımız YouTube bile var.

(13 Mayıs 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

14 Mayıs 2010 Haftası

“Vera’nın Şoförü”, 1962 yılında, Kırım’daki bir yüksek rütbelinin özel şoförlüğü görevi verilen yetimhaneden yetişme yakışıklı askerin ‘sınıf atlama’ düşleri ile general babanın, çok sevdiği kızının içinde bulunduğu zor durum dolayısıyla bu genç adamı aileye dâhil etme plânı çerçevesinde, başka karakterlerin de etkisiyle çetrefilleşen bir psikolojik dram sunuyor. Soğuk Savaş’ın -özellikle- kültürel etkilerini ve güya sınıfsız toplumun ‘aşağıdakilerle – yukarıdakiler’ arasındaki ilişkilerini fona başarıyla yerleştiren film, yazık ki, yarıdan sonra bir fotoroman basitliğine / zorlamasına dönüşüp, düş kırıklığı yaşatıyor. Yine de, belli bir ustalıkla çekildiği için ilgi gösterilmeli.

“Soraya’yı Taşlamak”, “taşlanarak öldürülme” (recm) cezasının, Humeyni dönemindeki İran’ın bir köyünde yaşayan dört çocuklu genç bir kadına uygulanmasının -sinema olarak da kusursuzca anlatılan- trajik süreci… Bu filmde yaşayacağınız şoklar cezanın şekliyle sınırlı değil ve asıl şok ‘insanlık’ın kayboluşu! Tabii ki erkek baskıcılığının üzerini kapattığı, derinliklerden gelen bir çığlık; önemlisi de izledikten sonra, hiç bir filmde olmadığı ya da çok az filmde olduğu kadar soru işaretinin kafanıza çengellenecek olması.
“Robin Hood”, ‘zenginden çalıp yoksula dağıtan’ halk kahramanının bildiğimiz öyküsünün öncesine ve 12. yüzyılın son yılından başlayarak, 1215’teki Magna Carta Özgürlük Bildirgesi’ne giden süreçteki tarihi olaylara dönüyor. Robin Hood’u ise, tüm bu tarihsel gelişmelerin içine, serüvenci, cesur, dürüst, akıllı, korkusuz kişiliğiyle yerleştirmiş bulunuyor. Ridley Scott’ın, seyredeni, ‘zaman içinde geriye doğru bir yolculuğa’ çıkardığını vurgulamaya bile gerek yok. Ve evet, pekâlâ da siyasi bir film: Olay örgüsünü alın, günümüze uyarlayın, son derece güncel olduğunu göreceksiniz. Oyuncular ‘cuk’ oturmuş ve sesler 13. yüzyıl insan uygarlığına / vahşiliğine dair her ayrıntıyı içermekte. Enfes bir şeydi izlediğimiz.

“Labirent 3D”, Japon Korku Sineması’nın, ergenlik dönemi seyircileri için hazırlanmış ortalama bir örneği: Yine arkadaşlar arasında kalmış bir sırdan dolayı yıllar sonra rahatsız eden anılar ve vicdan azabı kaynaklı huzursuzluk… Yine hayalet kız! Buraya kadar tamam da, bu filmin 3 Boyutlu olarak pazarlanmasına itirazım var. Çünkü hiçbir özelliği olmayan ‘derinlik’, ne öyküye, ne de filmin geneline katkıda bulunuyor… Üstelik aşırı karanlığı ve solukluğuyla mide bulantısına bile yol açabiliyor.

“Hayata Çalım At”, seyirciyi gerçeğin keskin tarafından yürüten Ken Loach’un, ‘güler yüzlü’ ve -tuhaftır- ‘fantastik’ filmi: Çünkü sorunları ve mutsuz yaşamı ile baş etmekte zorlanan postacı Eric’e ‘görünmeye başlayan’ efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın yol göstermesiyle, bir oyuncunun saha içi taktikleri ve takım ruhu devreye giriyor. Serde futbolculuk, özde de futbol olunca zaten, biraz zekâ – akıllıca hareket ve ‘sağlam bir yürek’le, yaşam denilen oyunda zafere ulaşılıyor. Postacı Eric’in hikâyesinde, zaman zaman yine ‘bozuk düzen’e lâf atsa da Loach, futbolun yaşamın nasıl ta kendisi olduğuyla ilgilenmiş… Bu, diğerlerinin altında ve fakat izlenebilir bir filmi olmuş.

12 Mayıs 2010

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bahtı Kara

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 19

Filmler hakkında sağdan soldan, kenardan köşeden, yukarıdan aşağıdan duyulanlarla karar vermemek lazım. Bahtı Kara’4. Uluslararası …

… Bursa İpek Yolu Film Festivali sırasında görememiştim. Bursa’da En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu (Reha Özcan) …

… ödüllerini kazansada, bazılarınca film kötülendi. Üstüne üstlük birde Jüri Başkanı Hülya Uçansu’nun filmle ilişkisi olduğu ortaya …

… çıkınca film, bir çeşit “yargısız infaz”a uğradı. Filmi basın gösteriminde seyredince aldığı ödülleri hak ettiği kanaatine vardım. Bu …

… film Kara Bulut adıyla çekilmeye başlanmıştı, adı sonradan Bahtı Kara’ya çevrildi. Çekimleri başladığında ortaya “senaryosuz …

… çekilen film” şeklinde bir şehir efsanesi yayılmıştı. Bursa’da En İyi Senaryo Ödülü kazanınca yapımcısının birine efsaneyi sorduğumda …

… öyle bir şey olmadığını söylemişti. Basın gösterimi sonrasında diğer yapımcısına da sorduğumda filmin senaryosunun olduğunu, sadece …

oyunculara önceden verilmediğini, sette okutularak, oyuncuların diyaloglara doğaçlama katkıda bulunmalarına imkân sağlandığını söyledi …

Uygulamanın çok başarılı olduğu film seyredildiğinde anlaşılıyor. Sadece diyaloglarda bir zaaf var. Neredeyse bütün karakterler, …

… neredeyse bütün konuşmalarının sonuna “ya” şeklinde ekleme yapmadan konuşmuyorlar. Film, ödül ve şehir efsanelerinden bahsetmişken …

… festivallerde kazanılan parasal ödüllerden de bahsetmekte fayda var. Şaşalı ödül törenlerinde âlâyı vâlâ ile duyurulan para …

… ödüllerinin bir – iki sene sonra zar zor ödendiği de fısıltı gazetesinde dolaşan haberler arasında. Duymamışlarsa festival …

… düzenleyicilerine de duyurmuş olayım.

Ken Loach’ın yönettiği Hayata Çalım At – Looking For Eric filminden bir beyazperde yazısı: “İntikamların en asili affetmektir.”

14 Mayıs’ta gösterime girecek olan Vera’nın Şoförü, yeni bir ithalâtçı firmanın ilk filmi. Firma sahibi Ömer Pekmez, yıllar önce ünlü …

… siyah – beyaz klâsik filmler Sıradan Faşizm ve Potemkin Zırhlısı’nı da sinemalarda gösterime sunmuştu. Yıllar önce dediysem …

… filmlerin ilk vizyonları değil, 15 – 20 yıl öncesi demek istiyorum. Ömer Pekmez’in diğer bir özelliği de uzun yıllar sinemalarda …

… ücretsiz dağıtılan Sinema Gazetesi’nin kurucu ortaklarından birisi olmasıdır. Diğer ortak Saim Yavuz, Sinema Gazetesi’ni uzun yıllar …

… yayınladıktan sonra oğlu Deniz Yavuz’a devretti, o da bir müddet yayınladıktan sonra birkaç yıldır yayını durmuştu. Geçtiğimiz hafta …

… güzel bir gelişme oldu, antraksinema.com adresinde web sitesi olarak yeniden yayına başladı. Antrakt Sinema Gazetesi’nin internet …

… ortamında da uzun yıllar yayınını sürdürmesini dilerim.

Son günlerde basına Kafe ve Esma adlı kısa filmlerin Cannes Film Festivali’nde Türkiye’yi temsil ettiği şeklinde haberler yansıdı.

Bir yoruma göre, 95 € veren herkes -filmin artistik yönünde bir problem olmadığı sürece- filmini festivalin Short Film Corner bölümüne …

… kaydettirebiliyor -muş. Oraya alınan filmler Cannes Film Festivali’ne seçilip ülkelerini temsil etmiyorlar -mış. O mecra, pazarlama …

… ve dağıtım çalışması kapsamında film profesyonelleriyle filmin sahibini buluşturuyor -muş. Filmlerin ilgilileri veya festivali takip…

… eden ve konuya vakıf olanlar bir açıklama yapsa da sadibey.com’da yayınlasak diyorum.

Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nin “sinema sektöründe yardımsever kişiliği ile tanınan” şeklindeki …

… onore edici bir ifadeyle 01 Mayıs İşçi ve Emek Bayramı’nda şahsıma verdiği “Sinemaya Emek Ödülü”mü açılış gecesinde Beyoğlu Emek …

… Sineması’na adadığımı eşe dosta duyurayım, çok mutlu olduğumu belirteyim. Teşekkür ederim Anadolu Üniversitesi.

(11 Mayıs 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yasak Aşkın Son Perdesi: Matmazel Chambon

Yüreklerindeki sese kulak veren âşıkların bu yolculuk esnasında kaybolmalarını içtenlikle aktaran sıcacık bir film var karşımızda…

Hayatınızda kaç kere aşık oldunuz, ya da gerçek aşkı tattınız? Eğer cevabınız “aşık oldum”dan yanaysa hayata dair birçok detayı Matmazel Chambon (Madamoiselle Chambon) filminde bulacaksınız. Ama üzülerek söylüyorum ki, “ah nerede o eski aşklar” diye sitem edeceksiniz. Çünkü Matmazel Chambon çok basit bir aşk hikâyesinden oldukça gerçekçi bir durum yaratan ve “hayatın içinden” olan tüm olayları kendi iç dünyasıyla birleştiren bir film. Buradan yola çıktığımızda mutsuzlukla mutluluğu, ışık ve gölgeyi aralarına ufak ufak serpiştirdiği aşk kırıntılarıyla donatıp, yarım kalmış, yeri dolmamış, ölümcül bir tutkuyla sarmalanmış, bastırılmış duyguların adeta yeniden yaşanmasına neden olan Matmazel Chambon bunu gayet iyi aktarıyor. Ama bu avantajına rağmen ağır aksak ilerleyen temposu ile Fransız filmlerine alışık olmayanlar için bir dezavantaj haline dönüşebilir. Bu çok da önemli değil diyorsanız doğru adrestesiniz!

Gelelim hikâyemize… Bir varmış bir yokmuş, ufak bir kasabada şantiye görevlisi olarak çalışan Jean çok mazbut ve ailesine düşkün biriymiş. İşinden evine gelir, evinden işine gidermiş. Yüreği her zaman sevgiyle dolu olan Jean eşi dışında bir başkasını sevmenin belirsizlik olduğuna inanırmış. Ama ne yapsın adamcağız bir gün okul dönüşü çocuğunu almaya gittiğinde öğretmeni (Matmazel Chambon) onu bir anda etkileyivermiş. Kim inanırdı ki yasak aşkın yaşanacağına! Yaşanmış işte, hem de öyle bir yaşanmış ki kelimeler adeta kifayetsiz kalmış.

Gerçek Aşkın Kaideleri

Bu hikâyeyi baz aldığımızda bazen ağızdan çıkan cümlelerin, davranışlar kadar etkili olmadığını görebiliriz. Meselâ kanadı kırık kuş misali sevgiyi başka kollarda arayanlar vardır ama gerçek aşkın ruhunu bu kadar samimi bir dille, hem de daha az diyalogla anlatan hikâyeler çok fazla çıkmaz karşımıza. Çünkü çoğu filmde klişe olan gençlik aşkları işlenir. Lâkin buradaki durum biraz farklı… Jean ve yasak aşkı başlatan Matmazel Chambon orta yaş krizine yakalanan yetişkin insanlardır. Mantıklı olarak düşündüğümüzde, insanlara hayatta olduğunu hatırlatan gerçek aşklar ancak orta yaş sendromu yaşayan kişilerin uğrak yerleridir. Geçmişlerinde aşkın kalıcı etkisiyle tanışamamış orta yaşlılar, tatminsizliğin içlerini kemirmesiyle yepyeni diyarlara yelken açarlar. Zaten yaşadıkları hayattan başı dönmüş insanların başka diyarlara yelken açmalarının sebebi gözü daha kara olmaları değil midir? Tıpkı Matmazel Chambon ve Jean çiftinde olduğu gibi… Her ikisi de kendilerini farklı yollardan ifade ederler. Ama bu ifade biçiminde unutulmaması gereken bir şey vardır. O da gerçek aşkın kavuşamamaktan ibaret olduğu…

Kavuşmak Veyahut Kavuşamamak

Çoğu zaman kafamızda hayal ettiğimiz “mutlu son” perdesi gerçek aşkın bir yansıması değildir. Amma velâkin, kısa süreli yaşanan aşk her şeye bedeldir. Çünkü heyecan, macera ve kaçamak üçlüsü evliliği çatırdayan bazı erkekler için idealken, yalnız kalpli kadınlar için de kaçış noktasıdır ve aşkın ne zaman geleceği hiç belli olmaz. Bu da aşkı daha cazip hale sokar. Peki, Matmazel Chambon ve Jean çiftinin yaşadığı aşka ne demeli, onların aşkını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bana soracak olursanız ikisinin arasında yaşananlar boşlukları doldurmak için yola çıktıkları bir gezinti sanki… Batan geminin sularında yüzen bu iki erişkin insan, hayatlarını sıradanlıktan kurtarmak adına böyle bir yola başvuruyorlar. Yalnız beni ve izleyicileri derinden etkileyeceğini düşündüğüm çok önemli bir sahne var o da şu: Çocuğunu ve karısını iyice ihmal eden Jean artık tüm riski göze alarak Matmazel Chambon’la Paris’e gitmeye karar verir. Bavulunu alıp evden çıkar. Çıkış o çıkıştır. Sonradan fark ederiz ki, evdeki hesap çarşıya uymaz. Jean aniden metroda belirir ve trenin kalkmasına çok az kalmıştır. Ama bir türlü Matmazel Chambon’un yanına gidemez. Tam seviniriz şimdi kavuşacaklar diye. İşte tam o anda hüzünleniriz ve içimiz burkulur. Zaten filmin de asıl amacı budur. Ne demişler “Âşıkların dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır.” (özlü sözün orjinalinde insanlar lâfı geçmektedir)

Duygu Yüklü Bir Fransız Yapımı

Yukarıdaki paragraftaki özlü sözü çok güzel bir şekilde filmin altına süpüren yönetmen Stephane Briza seyircisine gizli bir mesaj vererek yapılan hatalardan ders alınması gerektiğini her fırsatta dile getiriyor. Ayrıca tipik Hollywood filmlerinde kullanılan efektler olmadan dramatik bir yapı inşa eden film, yalnızlığın ve tatminkâr olamamanın zorluklarını ön plâna alarak bu duyguyu izleyenlere zerk ediyor adeta. Buna ek olarak; doğaçlama oyun çıkaran oyuncuların da filme katkısı büyük…

Sonuç olarak; İstanbul Film Festivali’nde izlediğim en etkili filmlerden biri olan Matmazel Chambon uzun zamandır hem beyazperdede seyretmeyi istediğim, hem kendi halinde bir Fransız filmi, hem de karmaşık Hollywood filmlerinin oldukça uzağında yer alan bir yapım.

(11 Mayıs 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr

Kulüp Sinema 7’den Bugüne Türk Film Arşivciliği

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sinema Televizyon Bölümü Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Asiye Korkmaz ile yapılan röportaj:

1959’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü’ne giren Prof. Sami Şekeroğlu, öğrenciliğinin ilk yıllarından başlayarak Akademi öğrencilerine yönelik film gösterileri yapıyordu. Bu gösterilerin Akademi dışında da ilgi ile karşılanması üzerine İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi içinde Türkiye’nin ilk özel sinema – kültür kulübü olan Kulüp Sinema 7′yi kurdu ve kulüp etkinliklerini Akademi dışına açtı.

Film gösterileri yapan, sinema dergileri yayınlayan, Türkiye’deki sanatçı ve bilim adamlarını toplayarak açık oturumlar düzenleyen, yurt dışından önemli sinemacıları davet eden Kulüp Sinema 7, ülkemizdeki ilk ve tek sanat kurumu olan Akademi’de bile sinemanın bir sanat dalı olup olmadığı tartışmalarının yapıldığı yıllarda bir sinema – kültür ortamı oluşturdu ve daha sonra kurulacak olan sinema ile ilgili kuruluşlara öncü oldu.

Prof. Sami Şekeroğlu, sanat ve kültür etkinliklerinin yanı sıra sinema ürünlerini toplamak, bir film arşivi oluşturarak görsel kültürümüzün en önemli belgeleri olan sinema filmlerini gelecek kuşaklara iletmek amacıyla arşivcilik çalışmalarına başladı. Kısa sürede Akademi içinde film koruma odaları oluşturdu ve kulübün ismini 1967’de Türk Film Arşivi’ne dönüştürdü. Aynı yıl, kısa adı FIAF olan Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu’nun Doğu Berlin’de yapılan kongresine davet edildi ve Türk Film Arşivi ülkemizi arşivcilik alanında yurt dışında temsil etmek üzere yazışma üyeliğine kabûl edildi. 1969’da New York’ta yapılan kongrede yedek üye, 1973’te Moskova’da yapılan kongrede asil ve yetkili üye oldu.

Türkiye’de film arşivi kurumu halen var mıdır? Ya da hangi isim altında faaliyet göstermektedir?

Evet, var. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Sinema – TV Merkezi olarak faaliyet gösteriyor. Prof. Sami Şekeroğlu Hocamız 2004 yılında emekli oldu ancak bir yandan Kurumda ders vermeyi sürdürüyor bir yandan da danışmanımız olarak bizlere yol gösteriyor, arşivcilik çalışmalarına devam ediyor.

Bu kurumun görsel kaynakları nelerdir? Nerelerden film gelmektedir?

Sinema – TV Merkezi, film koruma çalışmalarını dünyada çok sayıda film arşivi gibi (örneğin İsviçre Film Arşivi) gönüllü olarak sürdüren bir kurumdur. Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu tarafından gönüllü koruma konusunda örnek gösterilmiştir. Prof. Sami Şekeroğlu’nun sinemacılarımızla elli yıldan beri kurduğu güven ilişkisine dayalı olarak, sinemacılar filmlerini, teknik işlemlerinin tamamlanmasından sonra Kurumumuza korunmak üzere teslim etmektedir. Filmlerin ticari hakları kendilerine aittir. Üniversite filmleri kültürel ve eğitsel amaçlarla, kullanmaktadır. Arşivimizde çoğunlukla filmlerin orijinal negatifleri korunmaktadır. Ayrıca, kültür merkezlerinden ve yurtdışındaki arşivlerden de filmler gelmektedir. Bugün kütüphanemize başvuran herkes, arşivimizdeki filmlerin seyredilebilir durumda olanlarını, ücretsiz ve bireysel olarak inceleyip izleyebilmektedir. Bu konular FIAF kurallarına tabiidir ve Prof. Şekeroğlu 1996 yılında arşivcilik uygulamalarına dair FIAF’ın “Etik Kurallar” anlaşmasını imzalamıştır.

Kurumun kayıp sinema filmlerini bulmak yönünde nasıl bir çabası mevcuttur?

Kayıp filmler için film sahipleriyle de görüşerek, yurtiçinde ve yurtdışında araştırmalar yapılmaktadır. Örneğin bu yolla, Yılmaz Güney’in Acı filminin negatifi, Kayseri’de bir sinemada harap durumda bulunmuş ve bir akademisyen elemanımız tarafından arşivimize getirilmiştir. Yine yurtdışında, özellikle ülkemizi temsilen asil ve yetkili üyesi olduğumuz Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu’na üye film arşivleriyle yaptığmız görüşmeler sonucunda Atilla Tokatlı’nın Denize İnen Sokak filmi Belçika Film Arşivi’nden kurumumuza kazandırılmıştır. Bu yolla çalışmalar sürmektedir. Esasen bu tür çalışmalar FIAF üyesi arşivler arasında yazışmalarla sürekli yürütülmektedir.

Kurumunuzun kimliği özerk midir? Ya da devlete mi bağlıdır?

Üniversite bazında özerktir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin bağımsız bir organıdır. Yönetim kurulu ve bütçesi ayrı, üniversiter bir yapıdadır. Türk Film Arşivi, 1969 yılında arşivcilik çalışmalarının bürokrasiden ve siyasi etkilerden uzak yürütülmesi, bilimsel ve özgür bir ortam gerektiği inancıyla Prof. Şekeroğlu tarafından Mimar Sinan Üniversitesi’ne -o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’ne- bağışlanmıştı. Bu inanç ve yapı sürmektedir. Kurumumuz, Üniversitemizin Sinema – TV eğitimini veren Sinema – TV Bölümü’yle entegre çalışmakta, öğrencilerimiz de dışarıdan başvuranlar gibi Kurumdan yararlanmaktadır.

Arşivinizde yaklaşık ne kadar Türk ve yabancı film bulunmaktadır?

Elektronik görüntü (bant, DVD vb) hariç yaklaşık 10.000 film bulunmaktadır; bunun %98’i Türk filmlerinden oluşmaktadır.

Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ile olan diyaloğunuz nedir? Görsel materyel paylaşımı söz konusu mudur?

Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ile gerek birlikte film yenilenmesiyle ilgili yürütülen projeler gerekse materyel paylaşımı konusunda iyi ve sürekli bir diyalogumuz var. Siyasetin dışında bir yapıya sahip olduğumuzdan hükümetlerin değişmesi etkilememektedir.

Türkiye Sinema Konseyi (30 sinema birliğinin birleştiği çatı) hakkında ne düşünüyorsunuz?

Başlangıcından günümüze incelerseniz, Türkiye’de sinema ortamında, farklı alanlardaki meslek sahiplerinin kurumsal yapılar oluşturup, bu yapıları devam ettirebildiklerini, birbirleriyle çatışmadan sorunları tartışabildiklerini ve çözümlerde etkin olabildiklerini göremiyoruz.

Sinema Yasası taslağı sizce gerekli midir?

Prof. Sami Şekeroğlu’nun düşüncesi ve Kurumumuzun tavrı hep şu yönde oldu: Sinema, hatta genel olarak hiçbir sanat alanı, siyaset ve bürokrasinin tahakkümü ve işleyiş çarkı altına sokulmamalı. Sinema alanını bir devlet kurumunun kurulması yoluyla bürokrasinin düzenlemesine izin verilmesi; varolan sorunları çözmeyecek, durumu daha da karmaşıklaştıracaktır. Bürokrasinin hükmedeceği bir sinema yasası sanata fayda sağlamaz. Devletin, sadece sinema değil diğer sanat dallarındaki sorunların da çözülmesi ve sanatçıların önündeki engellerin kalkması için yasama çalışmaları yararlı olacaktır.

Arşivcilik konusunda varsa diğer düşünceleriniz?

Bu konuyu kısa anlatmak mümkün değil. Dünyada genelde olduğu gibi ülkemizde de ne film sahiplerinin ne de devletin sinema kültür mirasının korunmasına gerekli önemi verdiğini söylemek mümkün değil. Film arşivciliğinin de her zaman bürokrasinin dışında, sadece gönüllü çalışmalarla sağlıklı yürütülebileceğine inanıyoruz. Sami Hocamız bize hep; arşivcilik için uzman elemana, paraya, sorumluluk duygusuna, süreklilik gösteren bir çalışmaya ama filmlerin en çok da şefkate ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bunları biraraya getirmek için herkese görev düşüyor.

(09 Mayıs 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Emek Sineması / Atıf Yılmaz Stüdyosu

Öncelikle, sinemalar (kapanan, kapatılmak istenen) sinemalar hakkında bu sütunlarda yazan, Mesut Kara’ya sadibey.com’a hoş geldin derim. Evet, “hoş geldin”… Sinemalar, Alkazar göz açıp kapanıncaya kadar -belki değil, bir gerçek, uzun bir direnişten sonra- kapanmak zorunda kaldı. Habersizdim, bir filmi seyretmek için Ataköy Atrium’daki sinemalara gittiğimde, hiç birini yerinde bulamadım, Alkazar’ın da kapanması üzerine Sn. Çilingir’e konuyu açtığımda, o da doğruladı. Bu konuyu yazamadan, Emek Sineması’nın bir süredir kapalı olduğunu fark ettim. Emek Sineması’nda ilk kez hangi filmi seyrettim, hatırlamıyorum ama yıllar önce Samsun’da önce adı Emek olup sonradan Konak olarak değişen sinemada -ilk seyrettiğim film değildi tabi- Antonioni’nin La Notte’sini bir Cumartesi günü 18:00 seansında ve arkasından Pazartesi günü 14:00 seansında seyrettiğimi ve şimdi o sinemanın, 4 (yoksa 6 -mı?) otobüs sinemaya çevrildiğini içim sızlayarak hatırlıyorum, şimdi hâlâ o durumda.

Üniversitede okumak için Ankara’ya gittiğimde Kızılay’da Büyük Sinema’da ilk seyrettiğim film To Kill A Mockingbird (Robert Mulligan) oldu, o sinemanın da yerinde şimdilerde işyerleri var. Ulus Sineması da öyle değil mi? Kızılay’daki ilk gökdelenimizin karşısındaki yerini çok daha önceden kapatan sinema… Orada da seyredilmiş bir Bergman filmi Tystnaden unutulur mu? Ya Arı Sineması, Bahçelievler son durakta, keyifli filmler izlediğim yer. Şimdilerde TRT stüdyosu yapılmış durumda, zaman zaman ekranda gözüme takıldığında “Ben burada film izlemiştim” demek gelmiyor içimden artık, hem kime diyeceğim ki…

Sonra İstanbul sinemaları, Beyoğlu’nda kaç salon -yalnız sinema salonu olarak- vardı, bugün eski yapısını koruyan kaç tane var? O zaman sinemalar bir binaya yerleşirdi, şimdilerde kapılarının üzeri numaralanmış, yanyana dizilmiş odalar gibi veya kat kat apartman gibi değildiler. Emek Sineması, sinemamız tarihinin belirli bir dönemine adını vermekten öte sinemamız ile özdeşleşmiş bir sokakta, Yeşilçam Sokağı’n da yer alan, oldukça görkemli bir salonda, perdelerini yıllardır -kaç kuşak oldu- seyircilerine açan, açmaktan öte klâsik dönem film seyretme keyfini yaşatabilen böyle kaç sinemamız oldu ve de kaldı? Beyoğlu’nun (İstiklâl Caddesinin) Taksim tarafına daha yakın, Yeşilçam Sokağı’nda, dolayısıyla “sinema” ile içiçe, tarihi bir mekân içinde, yıllarca kaç kuşağa heyecanlı dakikalar yaşattı. Bazı şeylerin miadı daha uzun olmalı. Gelip geçici modalar yüzünden, “Efendim, biz içinde sineması da olan yeni bir merkez yapacağız” teranesi ile kimseyi kandırmasınlar. Ondan sonra gidip Aya İrini’de konser verdirirler. Tabi Aya İrini’de konser verilebilir ama Emek’i yıkıp yerine yapılacak yeniyetme sinemada film seyretmek aynı şey değildir. “Emek’i Yıktırmayacağız” hareketi doğru bir harekettir, -gerekirse elden geçirilir, ama: o kadar…- bir kuşak sonrasının da -aynı zevki almasalar bile- Emek’te film seyretmek hakları olmalıdır. Hiç değilse bazı keyifleri uzun süreler paylaşalım, otobüs sinemalar -oynayan film önemli değil- birgün “bana tekrar gel”, demeyebilir, evde film seyretmenin (CD v.s.) formatı farklıdır. Emek gibi bir salonda -karanlıkta fark etmez demeyin- film seyretmek farklı bir keyiftir; nasıl olsa finalde ışıklar yanacak…

*****

Önce, televizyonda Deniz Türkali ve Barış Pirhasan’ın konuk olduğu programda duydum ve öğrendim Atıf Yılmaz Stüdyo’sunu ve ilgi duydum, kısa bir süre sonra ulaştım da, hergün yeni bir şey yaparak, yerleşiklik ve süreklilik kazanmak gayreti içindeler. İddiasız sayıda bir grubu (şimdilik on kişi kadarlar) sinema hakkında donatmak gayretindeler. Sinemanın çok boyutluluğunu -ben kaç boyutlu olduğunu daha anlayamadım- değerlendirebildikleri kadar fazla değerlendirmeye ve bunu öğrencilere aktarmaya çalışıyorlar. Sinemanın farklı kesimlerinden kişileri öğrencileri ile buluşturup “söyleşiler” yaptırarak karşılıklı temas sağlandığı gibi, senaryo yazdırtmak, bunları çektirtmek / yönettirtmek şimdiden başlayan gayretleri. Bir sohbet sırasında, bir öğrenciye sorduğum bir soruyu (senaryo, ebedi bir metin midir, teknik bir metin midir?) diğer öğrencilere de sormak istiyorum. Sorunun benim benimsediğim, “stüdyonun benimsediği cevap”, -edindiğim izlenime göre-, film çekecek kişinin bu konuda bir fikri olması gerekir diye düşünüyorum. Bir filmi oluşturacak “teknik” bilgilerin öğretildiği her sinema eğitimi veren yerde bu ve benzeri tartışmalar mutlaka yapılıyordur (şimdilerde, o kadar çoklar ki…). Sonuçta, sinemada öğrenilmesi gereken çok şey var. Atıf Yılmaz Stüdyosu böyle bir gayret içinde bulunan, giderek genişleyerek yelpaze gibi açılıp, ilgi alanını büyütmek isteyen bir “yeni” sinemacı ve film üretme kuruluşu. Yolları açık olsun.

(05 Mayıs 2010)

Orhan Ünser

Ben Gördüm

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 18

Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali bundan böyle Sadi Bey’e ilk ödülünü veren festival olarak anılacak. Çok …

… mu abarttım? Festivalin 01 Mayıs İşçi Bayramı’nda bendenize verdiği “Sinemaya Emek Ödülü”Emek Sineması’na adadım. İstesen bu kadar …

… denk gelmez. Ödüle çok sevindim, düşünenlere çok teşekkür ederim. Festivalin açılış ve ödül gecesinde Anadolu Üniversitesi’nin …

… Ocak ayında göreve getirilen yeni Rektörü, güzel konuşmasında sinemanın önemine değindi, sinema filmlerine de yer veren youtube web …

… sitesinin Türkiye’de yasaklı olmasına rağmen en çok izlenen 5. web sitesi olduğunu belirtti. Ayrıca Üniversiteler arası reyting …

… sıralamasında Anadolu Üniversitesi’nin ön sıralarda yer aldığını belirtti. Sinemaya duyduğu ilgiyi film festivalini sürdürmesiyle de …

gösteren yeni rektörün 3. sıradayken sayın Cumhurbaşkanımızca Rektör atanması da başarısının diğer bir göstergesi oluyor tabi ki.

“Kıyamet Melekleri-Legion” filminden bir “Beyazperde Yazısı”: Yeni bir başlangıç… Buraya gereken o. (Yön: Scott Stewart.)

Eskişehir son yıllarda yetiştirdiği sinema insanları ve filmleriyle dikkat çekmeye başladı. Hatırladığım kadarıyla Usta, Beş Şehir, Yengeç …

… Oyunu, Adını Sen Koy filmleri Eskişehir’de çekildi. Usta’nın yönetmeni Bahadır Karataş, Beş Şehir’in yönetmeni Onur Ünlü, Acı Aşk’ın …

… yönetmeni A. Taner Elhan, Kosmos’un başrol oyuncusu Sermet Yeşil, hepsi Anadolu Üniversitesi’nin rahle-i tedrisatından geçmiş …

… sanatçılarımız. “Rahle-i tedrisat” ifadesiyle engin Osmanlıca bilgimizi de sarahaten ortaya koymuşken, Eskişehir’de kaldığımız nezih …

… ve müstesna otelimizden de bahsetmek lâzım. Büyükşehir Belediyesi’nin takdir edilesi bir çalışmayla restore ettirdiği Odunpazarı …

… semtindeki butik otelin adı “Babüssaade” olarak belirlenmiş. Topkapı Sarayı’nın aynı adlı kapısından isim alan otelin adının …

… söylenmesinde zorluk çeken sevgili Eskişehir esnafı otele esprili bir ad koymuş. Taksiye binip Babüssaade Oteli’ne gideceğimizi …

… söylediğimiz zaman, şoför gülerek “Tamam abi, Banamüsade Oteli” dedi. Şoför deyince 14 Mayıs’ta gösterime girecek olan “Vera’nın …

… Şöförü” filminin afişinin hatırlatmasıyla TDK Sözlüğü’ne baktım, filmin adının “Vera’nın Şoförü” olması lâzım. Bendeniz sadibey.com …

… adlı web siteme filmleri afişlerindeki Türkçe adları ile kaydediyorum, hani merak eden olur diye yazmış olayım, bahsi geçen filmi …

… o nedenle “Vera’nın Şöförü” olarak kaydettim. “Bahoz”, “Min Dit” ve “Demsala Dawi: Sewaxan” filmleri içinde aynı uygulamayı yaptım.

Merak edip sitenin alfabetik bölümünden bakma ihtiyacı duyduğunuzda bu filmleri “Fırtına”, “Ben Gördüm” ve “Son Mevsim: Şavaklar” olarak …

… arayabilirsiniz. Hani diğer isimlerle bulamadığınızda -açılım karşıtı olmama rağmen- açılım karşıtlığı falan diye düşünmeyiniz …

… sayın seyirciler. “Min Dit” için özel bir durum oluştu. Antalya Film Festivali sırasında film “Min Dit” ve “Ben Gördüm” adlarıyla, …

… daha sonra filmin Avrupa gösterimlerinde “The Children of Diyarbakir” adıyla anıldı.02 Nisan’da “Min Dit” adlı afişiyle -İstanbul hariç- …

… tüm Türkiye’de gösterime çıkarıldı. 30 Nisan’da İstanbul’da gösterime gireceği ise duvar ilanlarında “Ben Gördüm” Türkçe alt adı ile …

… duyurulduğu için bendeniz de sitedeki alfabetik bölümde filmin adını “Ben Gördüm” olarak değiştirdim.

Nezih Ünen’in “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” adlı belgeselini genel vizyonunda görememiştim, Eskişehir Film Festivali’nde gördüm, bayıldım.

Eskişehir’de şehrin yabancısı olup olmadığınızı uçaklarla test ediyorlarmış. Malûm eğitim amaçlı askeri havaalanı şehre yakın. Gün içinde …

… bir sürü Fantom uçağı şehrin üzerinden gök gürültüsü gibi ses yaparak geçiyor. Eskişehir’in yerlisi sohbet sırasında uçak geçerken …

… susar, bekler, uçak geçtikten sonra kaldığı yerden sohbete devam edermiş. Yabancılar ise uçak geçerken seslerini yükselttikçe …

… yükseltir, neredeyse bağırarak konuşurmuş. İşte o zaman karşılarındaki kişinin yabancı olduğunu anlarlarmış. Ne ilginç değil mi?

(05 Mayıs 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Iron Man 2

Aslında dışarıdan tam bir “zengin şımarık çocuğu” olan Tony Stark (hele duruşma sırasında gururla “Ben dünya barışını özelleştiren insanım” demesi herhalde ancak kapitalizmin doruk noktasında bir şımarık çocuğun ağzından çıkabilecek sözler olabilir) zaruretten (yine) kendini dünyayı kurtaran adam olarak buluyor.

Hikâye bilinen hikâye. İyi adam kötü adamlarla savaşıp dünyayı kurtarıyor. Hikâyede Tony Stark’ın kişisel problemlerinin de ele alınması hikâyeyi çok daha inanılır ve keyifli kılıyor, kahramanımızı “boş” bir süper kahraman yerine içimizden biri gibi görmemizi ve benimsememizi kolaylaştırıyor. Bir kere kendimizle kahramanımızı özdeşleştirdikten sonra da onun gözlerinden hikâyeyi görmemiz sağlanıyor.

Iron Man, 1963’te çizgi roman olarak ilk yaratıldığında ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş doruk noktalarındaydı. Iron Man’in yaratıcısı Stan Lee de kahramanını komünizmle savaşan bir süper kahraman olarak tasarlamış ve soğuk savaş konularını ele almıştı. “Kötü adamlar”ın hepsi komünistti; aralarından bir çoğu Rus ajanıydı.

Ancak soğuk savaşın sonlanması ile Iron Man kurumsal suçlar ve terörizme karşı savaşır olmuştu. Iron Man, zamana uyum sağlayarak, ABD’nin o anki dost ve düşmanlarını Iron Man’in dost ve düşmanları olarak yansıtmaya devam ediyor. Keza iki sene önceki ilk filmde Tony Stark’ın Iron Man zırhını geliştirmesine yol açan olay da ABD’nin o yıllarda terörizme karşı savaşmak üzere asker göndermiş olduğu Afganistan’da gerçekleşmişti.

Bu sefer Iron Man/Tony Stark’ın karşısında yine Ruslar var. Daha önceden ABD’ye iltica etmiş, ancak teknolojiyi silâh üretmek için kullandığından dolayı Tony Stark’ın barış yanlısı babası Howard Stark tarafından sınırdışı ettirilen Rus bilimadamı Anton Vanko’nun oğlu Ivan Vanko babasının intikamını almak için Tony Stark’a savaş açıyor.

Ancak bu seferki Amerikalı-Rus cekişmesinin çok daha farklı bir nedeni olduğunu yine filmden öğreniyoruz. Soğuk savaş dönemindeki çekişme silâhlanma yarışına dayanırken, 2010 yılındaki Rusya-ABD çekişmesinin enerji yarışına dayandığını, Samuel Jackson’ın siyahlar içindeki göz bantlı karakteri Nick Fury, Tony Stark’a söylediği “Baban aslında çok daha büyük bir şeyin üzerinde çalışıyordu. O silâhlanmanın değil, büyük bir enerji kaynağı yaratmanın peşindeydi” şeklindeki sözleri ile teyid ediyor. Tabii bu arada, şu aralar ABD/Batı-İran arasındaki (nükleer) teknolojinin barış amaçlı/silâhlanma amaçlı kullanımı anlaşmazlığı da bu şekilde işlenmiş oluyor.

Filmin görselliğine gelince… Bekleneceği gibi özel efektler muhteşem; içinizdeki çocuğu kesinlikle eğlendirecek, hatta oturduğu yerde zıp zıp zıplatacak nitelikte. Muhteşem Robert Downey Jr. Tony Stark’ın oyuncu playboy imajı ile içindeki incinmis zeki çocuk arasındaki kişiliğini çok güzel yakalıyor. İzleyiciyi hem kendine aşık ediyor hem de nefretini kazanıyor, ama ne olursa olsun kendine hayran bırakıyor.

Ancak yine de Mickey Rourke’un Ivan Vanko’su bende en kalıcı izi bırakan karakter oldu. Kendisine babasını kaybettiğinde üzülmesi ve beyaz bir papağanı sevmesi (ki bu sevginin nedenini filmin sonunda dahi anlayabilmiş değiliz) dışında herhangi bir insani özellik verilmeyen bir karakteri ete kemiğe büründürüp inandırıcı bir kişi yaratıyor Rouke. Kendini bakışları, yamuk gülümsemesi veya oturma şekliyle ifade edip karakterinin az konuşmasından ve minimum insani özellikleri olmasından kaynaklanan boşlukları ustalıkla dolduruyor.

(05 Mayıs 2010)

Yasemin Sim Esmen

Kanunları Sevmeyen Gangster

DVD’de Filmler – 2

Öncelikle final bölümünün gerçekçi olarak beyazperdeye yansıdığı ‘Ölümcül İçgüdü 2’ filmi, Fransa’nın en kanlı gangsterlerinden Jacques Mesrine’in yavaş yavaş trajik yok oluşuna gidişini anlatıyor.

Jean-François Richet’nin ikiye böldüğü filminin devamı “L’Ennemi Public No 1: 2eme Partie – Public Enemy: Number Two – Ölümcül İçgüdü 2”, ilk film gibi yine final bölümüyle başlıyor. Fransız polisinin ve yargısının baş edemediği gangster Jacques Mesrine, komiser Broussard’ın operasyonuyla Paris’in orta yerinde öldürülüyor. Ardından hikâye kaldığı yerden devam ediyor perdede. Jacques Paris’te tutuklanmış ve mahkemeye çıkmaya hazırlanıyor. Onu tutsak etmek o kadar kolay mı? Duruşmaya gelen Jacques, mahkemenin tuvaletine konmuş tabancayla mahkemesi sürerken kaçmayı başarıyor. Sonra da soygunlarına devam ediyor kaldığı yerden. Filmin orijinal adı “L’Ennemi Puplic No 1”in anlamıysa, “1 Numaralı Halk Düşmanı” demek. Jacques, hem kolay soygunlar yapıyor hem de kolayca polise yakalanıyor. Jacques’ın hep peşinde olan bıyıksız ve yuvarlak sakallı komiser Broussard, Jacques’ı dairesinde sıkıştırınca yeniden hapse giriyor. Hapiste bu defa François Besse’le tanışıyor Jacques. François’yla dostluğunu geliştiren Jacques’ın kadın avukatı içeri tabancalar sokunca Jacques, François’yla beraber firar ediyor hemen. Polis ve mahkeme, kendilerini aşağılayan Jacques’ı “1 numaralı halk düşmanı” ilân ediyor kamuoyu önünde.

Yönetmenin bu devam filmi, ilki kadar sert, vahşi ve kanlı. Gerilimi iyi ayarlanmış bu sert filmde aksiyonun bol olmasından seyircinin başı dönüyor bazı anlarda. Jacques’ın hayatı çok basit, ama alabildiğine de yoğun. Uykudan arta kalan zamanlarında soygunlar yapıyor, hapse düşüyor, hapisten firar ediyor, insanları öldürüyor, hatta kadınlara bile mesai ayırabiliyor Jacques. İşte bu Jacques, kendini devrimci bile görebiliyor. Kendisine “1 numaralı halk düşmanı” denmesi bile ruhunu okşuyor. Devlete karşı savaştan korkan François onu terk ederken, ortaya Charly adında bir anarşist çıkıyor. Charly, Fransa’da silâhlı devrim yapılmasından yana. Jacques, bu sıralarda kendisini aşağıladığını düşündüğü faşist bir gazeteci olan Jacques Dallier’yi kaçırıyor ve bir mağarada vahşi biçimde öldürüyor. Sonunda Jacques, 02 Kasım 1979’da yanında eşi Sylvie (Sylvia) olmasına rağmen komiser Broussard ve ekibince Paris’in göbeğinde tuzağa düşürülüp gündüz gözüyle ve trafiğin yoğun olduğu caddede kurşun yağmuruna tutularak öldürülüyor. Yönetmen, Jacques’ın katledilişini gerçekçi bir atmosferde yansıtabilmiş perdeye. Aslında Jacques, baba takıntılı ve üstelik kompleksleri de olan biri. En önemli takıntılarından biri Mesrine adındaki “s” harfinin okunması. Kendisine “Mesrine” değil, “Merin” denmesini istiyor hep.

Richet’nin filminin görselliği ve müzikleri de gerçekten çarpıcı. Fonda duyulan muhteşem müzikleri Marco Beltrami’yle Marcus Trumpp beraber bestelemişler. 1966’da New York’ta doğan besteci Marco Beltrami, korku filmi “Scream – Çığlık” seri filmlerine yazdığı müziklerle adını duyurdu. Guillermo del Toro’nun 2004 yapımı “Hellboy”u, yine 2004’te Alex Proyas’ın “I, Robot – Ben, Robot”u, John Moore’un 2006 yapımı “The Omen – Omen 666”sı, yaratıcı kadın yönetmenlerden Kathryn Bigelow’un 2008 yapımı “The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak”, John Moore’un yine 2008 yapımı “Max Payne” gibi bilinen filmlerine gerilimli müzikler yaptı. Filmin diğer bestecisi Marcus Trumpp, 1974’te Stuttgart’ta doğdu ve Türkiye’de pek bilinmiyor. Filmin deriniliğinde Edith Piaf’ın sesi bile duyuluyor. Filmin muhteşem görüntülerini perdeye yansıtın Robert Gantz da, Renny Harlin’in 2004 yapımı “Mindhunters – Beyin Avcıları”yla adını duyurdu. Gantz, Richet’nin “Assault on Precinct 13 – Baskın” filminde de kameraman olarak çalışmıştı. Yönetmen, bu ikinci bölümde ilk bölümdeki gibi görüntüleri birkaç parçaya bölmemiş. Bu filmin en unutulmaz bölümü belki de finali. Bu bölüm, alabildiğine dingin ve nefesleri kesen bir atmosferle perdeye yansıyor. 70’lerin ruhu dolaşıyor sanki bu anlarda.

Ölümcül İçgüdü 2 (L’Ennemi Public No 1: 2eme Partie – Public Enemy: Number Two)
Yönetmen: Jean-François Richet
Senaryo: Abdel Raouf Dafri
Müzik: Marco Beltrami-Marcus Trumpp
Görüntü: Robert Gantz
Oyuncular: Vincent Cassel (Jacques), Ludivine Sagnier (Sylvie), Mathieu Amalric (François), Gérard Lanvin (Charly), Olivier Gourmet (Komiser Broussard), Anne Consigny (Avukat)
Yapım: Pathé-La Petite Reine (2008)

(04 Mayıs 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bir Babanın Yüreği

DVD’de Filmler – 1

İngiliz Michael Winterbottom, sinemanın yaratıcı ve görsel dünyası zengin bir yönetmen. ‘Cenova’ filminde, bir trajedinin ardından bir babayla iki kızının hayata yeniden tutunmasını anlatıyor.

Blackburn şehrinde 1961 yılında doğan İngiliz yönetmen Michael Winterbottom, sinemanın yaratıcı ve çarpıcı yönetmenlerinden biri. Sinemaseverler, bu iyi yönetmeni ilk defa yazar Thomas Hardy’nin “Jude the Obscure” romanını sinemaya uyarlamasıyla tanıdı daha çok. 1997 yapımı “Jude”, yönetmenin en iyi filmlerinden biri. Hardy’nin bu romanı İletişim Yayıncılık tarafından “Adsız Sansız Bir Jude” adıyla Mart 2008’de yayımlanmıştı. Winterbottom’ın filmlerinde karakterler daha bir derinlikli öne çıkıyor. Onun filmini seyrederken sanki hikâye yokmuş hissine de kapılabilirsiniz. Elbette hikâye var. Hatta ne kadar karakter varsa o kadar hikâyesi var filmlerinin. Biçim dili de karakterler gibi hemen fark ediliyor filmlerinde. Kamera da bir karakter gibi onun filmlerinde. Winterbottom’ın gördüğümüz son filmi “Genova – Cenova” filminde de tüm bunlar var. Çoğu filminde olduğu gibi şehirler ya da mekânlar da baş karakterler gibi filmin ruhunu oluşturuyor Winterbottom’da. Yönetmen, İtalya’yı, özellikle Liguria kıyılarının içinde yer alan Cenova’yı bir başka aşkla seviyor. Bir liman şehri olan Cenova’nın bir de Portofino balıkçı kasabası var, şarkılar yazılmış üzerine. Winterbottom, “Cenova” filminde Portofino’ya hiç uğramıyor ve yazık oluyor. Cenova, ayrıca Cenevizlilerin şehri. Bir de Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb’un doğduğu yer. Cenova, İngilizcede “Genoa” (Ceneviz) anlamına geliyor. Tam bir açıkhava müzesi gibi. Daracık sokaklardan geçerken kasvetli bir atmosferin içindeymiş gibi hissederken birden kendinizi Akdeniz güneşinin altında buluveriyorsunuz bu şehirde. Her sokağından ve binasından tarih akıyor bu Cenova şehrinin. Bir de perdede bu inanılmaz güzellikteki şehri piyano tınılarıyla sinemaskop olarak seyretmek muhteşem bir duygu ayrıca.

Trajedi ve hayat

Anne ve iki kızı, karlar altında yol alıyorlar arabayla. Bu eğlenceli yolculuk, küçük kız Mary’nin farkında olmadan yaptığı bir hata bir trajediye neden oluyor. Öğretim görevlisi baba, yetişme çağındaki kızı Kelly ve küçük kızı Mary’yle beraber bu travmadan çıkabilmek için Cenova’ya taşınıyor. Baba Joe, üniversitede ders verirken, kızları da bu tarih kokan şehirde acıyı unutmak piyano dersi alıyorlar. Onların bu şehirde en büyük yardımcıları Joe’nun üniversiteden arkadaşı Barbara. Kelly, dar sokakları ve denizi muhteşem bu şehirde kendine bir İtalyan sevgili bulmakta gecikmiyor. Ya Mary? Küçücük kalbiyle suçluluk duygusunu yaşayan Mary, annesinin hayalini görüyor sürekli. Rüyalarında da annesi var hep. Bu film belki de küçük bir kızın suçluluk duygusu üzerine. Büyüme çağındaki Kelly de, bu Akdeniz şehrinde aşkı da tadıyor ve cinselliğini de yaşıyor. Film, sıradan ve günlük hayatı yansıtıyor sadece. Hayatın kendisini. Kültürler, diller ve ülkeler, şehirler farklı olsa da insan insandır çünkü. Filmi seyrederken hayatın belgeseline tanık oluyormuşsunuz duygusunu yaşıyorsunuz hep. Filmdeki tüm oyunculuk performansları da göz dolduruyor. Baba Joe’ya hayat veren Colin Firth’ü, Peter Webber’in 2003 yapımı “Girl with a Pearl Earring – İnci Küpeli Kız” filmindeki ressam Vermeer karakteriyle de anımsanabilir belki. Winterbottom, görsel dünyası ve sinematografik anlatımı çok zengin bir yönetmen.

Bu filmin senaryo yazarlarından yönetmen Laurence Coriat, Winterbottom’la daha önce 1999 yılında “Wonderland – Harikalar Diyarı” filminde de çalışmıştı. “Cenova” filminin 1979 doğumlu Danimarkalı kameramanı Marcel Zyskind de, Winterbottom’ın son dönemlerde çektiği birçok filmin gözleri oldu. Zyskind, Winterbottom’ın 2003 yapımı “Code 46” filminin iki kameramanından biriydi ve işbirlikleri bu filmle başladı. Zyskind, 2004 yapımı “9 Songs – 9 Şarkı”, 2005 yapımı “Tristram Shandy: A Cock and Bull Story – Uyduruk Bir Öykü”, 2006 yapımı “The Road to Guantanamo – Guantanamo Yolu”, 2007 yapımı “A Mighty Heart – Güçlü Bir Yürek” filmlerinde de Winterbottom’ın kameramanlığını yaptı. Zyskind, senaryo yazarları Frank Cottrell Boyce ve Laurence Coriat gibi sinema yoldaşlarından biri şimdi Winterbottom’ın.

Cenova (Genova)
Yönetmen: Michael Winterbottom
Senaryo: Laurence Coriat-Michael Winterbottom
Müzik: Melissa Parmenter
Görüntü: Marcel Zyskind
Oyuncular: Colin Firth (Joe), Perla Haney-Jardine (Mary), Willa Holland (Kelly), Catherine Keener (Barbara), Hope Davis (Marianne)
Yapım: Film4-Revolution Films (2008)

(04 Mayıs 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

07 Mayıs 2010 Haftası

“Takiye: Allah Yolunda”, yurt dışında yaşayan (özellikle Almanya) saf Müslümanları ‘helâl yatırım’ söylemiyle kandırıp paralarını toplayan şirketlerin içyüzüne eğilmeye çalışırken, neler anlatacağı, nasıl öyküleyeceği, hangi türe meyledeceği konusunda netleşemediğinden, ‘çarşamba pazarı’na dönüyor… Bizim de beynimizi yiyip bitiriyor. Herhalde, devlet güçleri ve istihbarat örgütlerinin güdümünde, radikallikten uzak inanç sahibi olmanın faziletlerine dem vuruyor… Uyaralım, dublajın da etkisiyle heder olabilirsiniz!

“Iron Man 2”, sürekli dünya barışı güvencesini, silâh üretimi konusunda ‘tövbekâr’ olan zengin iş adamı Tony Stark’ın, ‘taklit edilemez komplike silâh – zırh’ının sırrını devletle paylaşmamasına bağlamasına rağmen, pahalı biçimsel numaralarını silâhların oyunlarıyla sağladığından ‘soğuk’ hissettiriyor. Ancak, süper kahraman egosuyla dalga geçerken hayli yaratıcı olabilen Stark’ı ‘yorumlayan’ Robert Downey Jr., ‘metallerin şiddeti’ne dayanabilmenizi sağlıyor. Bir de, ‘hüzün yüklü zeki düşman’ Rus Ivan Vanko’da Mickey Rourke rol çalıp duruyor ki, izlenir yani.

“Aşkın Son Mevsimi”, evrensel kıstaslarda en büyük roman kabûl edilen “Savaş ve Barış”ın yazarı, ölümünün yüzüncü yılı olan 2010’da anılan Tolstoy ile ona 48 yıl karılık / asistanlık yapıp bir düzine çocuk vermiş Kontes Sofya Andrevena Tolstsoy aşkının fırtınalı dönemine, yazarın son günlerine ‘heyecanlı’ bir tanıklık… Dış etmenlerin etkisiyle ‘nehir gibi coşan’ bir olaylar silsilesi. Şaşırtıcı derecede mükemmel Helen Mirren, bu aşkın gücünü ve güzelliğini belirleyen karakterde, Beyaz Rus olan büyükbabası sayesinde damarlarında dolaşan Rus kanını, tam mânâsıyla ‘ateşlemiş’!

(04 Mayıs 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Fatih Akın “Umut Ödülü” Verdi, Habertürk İstanbul “Dehşet Filmi” Dedi

Ben de dehşete düştüm! 18 yıldır kültür sanat dalında gazeteciyim, 16 yıldır aralıksız gazete ve televizyonlarda film eleştirisi yapıyorum, 14 yıldır film gösterilen programlar sunuyorum, 12 yıldır Türkiye’nin önde gelen film festivallerine film seçiyorum…

Birçok sansür vakasıyla karşılaştım, birçok filmin yasaklandığına tanık oldum, birçok filmin bağlamından koparılıp tuhaf tuhaf çıkarsamalar yapılarak tartışıldığını hayretle gördüm. Ama böyle bir saptırmayla ilk kez karşılaşıyorum!

24′teki Tematik Film Kuşağı’nda geçen yıl 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’ne denk gelen bir yayınımızda “Kuduz Köpek Johnny / Johnny Mad Dog” adlı filmi gösterdik. Bu kuşakta hep yaptığımız gibi Film Önü bölümüne filmin temasına uygun olarak alanında Türkiye’deki en yetkin isimlerden birini davet ettik. Uluslararası Af Örgütü’nden bir temsilci rica ettik, Türkiye Lobi ve Medya Koordinatörü Avi Haligua filmi izledi, temsil ettiği kurumun hassasiyetlerini yansıttığı kanaatine vardı ve yayınımıza katıldı. Af Örgütü’nün geçen yılki bildirisi de zorla silah altına alınan çocuklar sorununa özellikle değiniyordu.

Bu filmi seçtik çünkü bu konuda yapılmış en cesur ve gerçekçi filmdi. 2008 Cannes Film Festivali’nde Fatih Akın’ın başkanlık ettiği Belirli Bir Bakış jürisi Umut Ödülü vermişti. Jüride Yeni Delhi Televizyonu’ndan Hintli gazeteci Anupama Chopra, Rusya 1. Ulusal Kanalı’ndan gazeteci Catherine Mtsitouridze, haftalık Al Ahram Gazetesi’nden Mısırlı eleştirmen Yasser Moheb, İspanyol Filmotek’inin yöneticisi Jose Maria Prado yer almıştı.

2009 İstanbul Film Festivali’nde İnsan Hakları ve Sinema bölümünde verilen Avrupa Konseyi Sinema Ödülü – FACE’e aday gösterilmişti. Sadece izleyip beğenenler olarak kendi kanaatimizle sınırlı kalmadık, The Independent ve l’Humanite gibi bu konulara duyarlı yaklaşımlarıyla tanınan gazetelerin, Sight & Sound gibi film eleştirisinin en yetkin örneklerini veren bir derginin övgü dolu eleştirilerini de okuduk.

Buna rağmen, her ne kadar filmin belgeselvari gerçekçiliğine hizmet etse de çok sert sahneler olduğuna kanaat getirdik. Yurt dışında 12 – 15 yaş arası sınırlar konmuştu. Zaten RTÜK ölçütlerine uydurma zorunluluğumuz vardı. Filmi televizyon yayımına uygun hale getirdik, bazı şiddet içeren sahneleri kısalttık, birçoğunu da blurrledik. Tematik Film Kuşağı’nda yayınlandı. Film Önü’nde çocuk haklarına saygı ve hassasiyet çağrısında bulunduk. Açıkçası bu yayınımızla gurur duyuyorum. Diğer bütün yayınlarımızla gurur duyduğum gibi. Tematik Film Kuşağı’nın tekrar gösterimlerinde Film Önü’nü yayınlamıyoruz.

Geçen haftaki tekrar gösteriminden sonra böylesine önemli bir yapım hiç ummadığımız bir haksızlığa hedef oldu.

Gazete Habertürk’ün 29 Nisan tarihli İstanbul ekinde manşet haber… Başlığı “İDO’da film koptu”.

Aa, ne olmuş acaba?

Spotu aynen şöyle: Olacak iş değil ama oldu! Feribotta sürekli açık olan Kanal 24′te kanlı, şiddetli, tecavüzlü film yayınlandı. Yolcular isyan etti, İDO yetkilileri “Anlaşmamız var kapatamayız” dedi. Dehşet filmi çoluk çocuğa izletildi.

Yok artık daha neler! Bugünleri de mi görecektik! Bak sen şu vicdansızlara, şu sorumsuz yayıncılığa bak! Habere göre “Çocuklara yönelik istismar ve şiddetin kol gezdiği şu günlerde öyle bir olay yaşandı ki, akıllara zarar”.

Benim aklıma da zarar!

Yolcular kapatın demiş, İDO kapatmamış, aileler çocukları izlemesin diye akla karayı seçmiş. Çocukcağızların medyadan çekmediği kalmadı, bütün bir gece ulusal kanallardan yayınlanan diziler, hatta sırf çocuklara yönelik çizgi filmler bile bunca şiddet yüklüyken, reklâmlarda her tür cinsiyetçiliik kol gezerken bir bu eksikti!

Neymiş bu film? “Kuduz Köpek Johnny”. Pardon? Aynı isimda başka bir film mi var? Büyük harfle atılmış “SARSICI” başlığı altındaki film bilgilerini okuyalım bakalım:

“Kuduz Köpek Johnny adlı film Afrika’daki çocuk savaşçıları anlatıyor. Filmde gerçek hayatında da asker olan 15 çocuk rol aldı. Şiddet sahnelerinin son derece çarpıcı şekilde kullanıldığı filmde, uyuşturucu alan çocukların birbirine tecavüzü de var. Birçok eleştirmen tarafından fazla cüretkar bulunan film, Cannes Film Festivali’nde ‘Umut Ödülü’ almıştı. Film için 15 yaş sınırı da konulmuştu.”

Sinemadan bir parça anlayan biri haberin niteliğiyle filmin niteliği arasındaki çelişkiyi hemen görmüştür. Umarım göremeyenler oradan buradan ucuza kiloyla sapık filmler kaldırdığımızı sanmamıştır!

İnsaf edin sevgili Habertürk çalışanları!

Birincisi kuşağın adı Dünya Sineması değil Tematik Film Kuşağı.

İkincisi ilk yayın değil, tekrar yayını. RTÜK’ün onayı olmasa ilk yayından sonra ihtar ya da ceza alırdık. İnanın bana bir filmimizin bir plânının fonunda minicik görünen karakterler sigara içiyormuş diye 50 bin TL ceza kestiler çatır çatır! Yani denetleniyoruz!

Üçüncüsü çatışma ve tecavüz sahneleri kesildi ve blurrlendi. Biz filmi yaş sınırını kaldıracak hale getirdik. 15 yaş sınırı kondu demişsiniz, o her ülkede verilmedi, Fransa’da 12 yaşın altına yasak örneğin. Zaten bunlar da orijinal versiyon üzerinden yapılan sınırlamalar. Bizimki orijinal versiyon değil.

Dördüncüsü bu film hakkında çıkan hemen hemen bütün ciddi basın organı eleştirileri övgüyle dolu. Sadece ‘cüretkâr’ denmiyor o upuzun eleştirilerde!

Altıncısı bu filmi dolaysız veya dolaylı olarak onaylayan kurumlar hepimizden daha üstündür karar mercii olarak: Cannes Film Festivali seçicileri, Fatih Akın başkanlığındaki hepsi medya çalışanlarından oluşan Belirli Bir Bakış Jürisi, Uluslararası Af Örgütü… Ayıptır söylemesi ben o tarihte henüz seçilmiş değildim ama bugün Dünya Film Eleştirmenleri Federasyonu – FIPRESCI Başkan Yardımcısı unvanını taşıyorum.

Evet, şu an Tematik Film Kuşağı’nın sunucusu olarak tarafım ama olmasam, siz bu konuda ilkeli ve nesnel habercilik yapmak istemiş olsanız, benden görüş talep etseniz size şunu yazardım:

Bu filmdeki şiddetin kullanımı yersiz ve ticari değil, gerekli ve gerçekçidir. Çocuk askerlerin içinde yaşadığı koşulları anlayıp onları yargılamamız, hâlâ birer çocuk olduklarını ve bilinçsiz davrandıklarını anlamamız için gerçekçi biçimde yansıtılmıştır. Cüretkâr değil natüralisttir anlatım biçimi. O yüzden etkileyicidir ama ne rencide edicidir ne de özendirici. Bu filmde çocuk askerlerin maruz kaldığı ve uygulamaya zorlandığı şiddetin doğası irdelenmekte ve onların içinde hâlâ çocuk kalan yan sergilenerek, rehabilitasyon umuduna dikkat çekilmektedir. Kanayan bir yaranın kanamasını durdurmak için üzerine bastırmak gerekir.

(02 Mayıs 2010)

Alin Taşçıyan

Haftaya Bakış

Sadi Bey’in Onuru Bizi Gururlandırdı

Sevgili dostum ve abim Sadi Bey, Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nde Sinemaya Emek Ödülü aldı. Sadi Bey bu ödülü yıkılacak olan Emek Sineması’na adayarak hoş bir sürpriz yaptı. Yıllardır tüm sinema camiasını ayırt etmeksizin kucaklayarak yardım eden Sadi Bey’in ödül kazanması artık internet sinema yazarlığının gitgide ne kadar önem kazandığının bir göstergesidir.

Paraya Dayalı Bir Sistem

Sinema özünde sanat, gerçekte ise paraya dayalı bir üründür. Yani kim ne çekerse çeksin, yatırdığı onca parayı çıkarıp kâr etmek ister. Yeşilçam döneminde sponsor, devlet desteği ve reklâm geliri yoktu. Tek gelir biletli seyirci idi. Bu sebeple sinemada kaliteyi belirleyen halkın kendisi idi. Yani eskiden sinema halkın aynası gibiydi. Sinema halkın erdemini, cesaretini, namusunu, korkaklığını, özgürlüğünü, ihtiyaçlarını beyaz perdeye yansıttı.

Bu süreç uzun yıllar devam etti. 75’lerde seks filmleri furyası patlak verince kadın ve çocuklar evlerine döndü. Filmler sadece sokaktaki adam için çevrilmeye başladı. 75 – 90 arası aslında Türk sinemasında bunalım ve kurtuluş dönemidir. Özel TV kanallarının ortaya çıkışı ile montajcısından sesçisine kadar yeni bir nesil yetişmeye başladı. Önce yabancı diziler Köle Isaura’lar seyirciyi esir etti. Televizyon seyircisinin kokusunu alan sektör, sinema ve dizi filmler ile tıpkı eskiden olduğu gibi izleyicinin tam olarak istediği şeyleri vermeye başladı. Zamanla iyice yetişen yeni yönetmenlerimiz teknik olarak Hollywood’dan aşağı kalmayan, hatta onları bile aşan filmler çekmeye başladılar.

Eski Yeşilçam Seyircisi, Bugünün Rating Sistemi

Televizyondaki dizi enflasyonu bugün hız kesmeden devam ediyor. Son 10 yıldır çekilen dizi filmler genç, yaşlı herkesi ekran karşısına çiviliyor. Arada kötü olanlar veya ratinge yenilenler henüz daha başlarda iken sona eriyor. Yoluna devam edenler ise neredeyse 200 bölüm oynuyor. Dizi filmlerin çeşitliliğine bakacak olursak, hemen hemen her yaşa uygun bir dizi görebilirsiniz. Acemi Cadı, Aşk-ı Memnu, Kurtlar Vadisi gibi…

Ben bu durumu eski Yeşilçam dönemine benzetiyorum. 60’lı yıllarda senede 200 film çevrilir ve genç yaşlı herkes sinemaya koşardı. Halkın beğenmediği bir film iki seksen yere yatar ve bir daha o türde film çevrilmezdi. Halkın sevdiği filmler olursa da çarşaf çarşaf benzer filmler çekilirdi. Yani bugünün rating sistemi eskiden sinemaya biletli giden halkın ta kendisi idi. Değişen sadece teknoloji oldu ve artık halkın beğenisini sadece 3 – 5.000 aile belirler oldu.

Sinema Meclisi Sınıfı Geçti

Ne çok özlemişiz sinema sohbeti izlemeyeli. Hatırlıyorum 1985’li yıllarda Rekin Teksoy’un TRT’deki sinema ve edebiyat sohbetlerini. Pazar günlerimizin en güzel saatleri idi. Sevgili dostumuz Ali Murat Güven eli yüzü düzgün çok düzeyli bir sinema programı ile ekranlara renk getirdi. Cine5’te her Cumartesi 22:30’da yayınlanacak olan Sinema Meclisi programı her hafta 4 veya 6 konuk ağırlayarak sinemanın sorunlarını tartışacak. Kendisine yayın hayatında başarılar ve sinema dolu günler dilerim.

(02 Mayıs 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Ahmet Boyacıoğlu Röportajı

Siyah Beyaz, sizin ilk uzun metrajlı filminiz. Bir yönetmen olarak Ahmet Boyacıoğlu’nu tanıyabilir miyiz?

1988’den beri sinemanın içindeyim. 8 yıl Ankara Film Festivali Yürütme Kurulu üyeliği yaptım. 1995’den bu yana da Gezici Festival’i gerçekleştiriyoruz Ankara Sinema Derneği’ndeki arkadaşlarla. Sinema daha ağır basınca 1997’de çalıştığım hastahaneden istifa ettim ve yirmi yıllık genel cerrahi kariyerimi bıraktım. 2001 yılında iki kısa film çektim, ikisinde de Tuncel Kurtiz oynadı. 2005 – 2007 yılları arasında Türkiye’nin Eurimages temsilciliği görevini yürüttüm.

Filmin senaryosu da size ait ve bildiğim kadarıyla Ankara da “Siyah Beyaz” adında bir bar gerçekten var. Niçin bu barın filmini yapmak istediniz?

Filmin senaryosu üzerinde yaklaşık yedi yıl çalıştım. Siyah Beyaz, Ankara’da 26 yıldır açık olan bir bar ve sanat galerisi. Benim 1986’dan beri devamlı gittiğim, arkadaşlarımla buluştuğum bir mekân, bir çeşit yaşam alanı. Sahipleri Fulya ve Faruk Sade, çok yakın arkadaşlarım. İlk filmim (kısa film) Cenaze Töreni’ni de orada çekmiştim, çok sinematografik bir yer. Siyah Beyaz’ı ve müdavimlerini, o bardaki dostluklar anlatan bir film yapmayı yıllardır plânlıyordum.

Filmin hazırlık ve çekim aşamalarından bize biraz bahsedebilir misiniz?

Aslında 2008 Temmuz ayında çekimlere başlamayı plânlamıştık, ancak zaman darlığı nedeniyle gerekli hazırlıkları tamamlayamadık. Bunun üzerine çekimleri 2009 Temmuz ayına erteledik. Bu ertelemenin çok büyük faydasını gördük çünkü hazırlanmak için bir yıl zamanımız oldu. Bu süre içinde oyuncu kadromuzu ve teknik ekibimizi yavaş yavaş oluşturduk ve plânladığımız gibi 29 Haziran 2009’da çekimlere başladık.

Filminiz için bir Ankara filmi oldu diyebilir miyiz peki?

Siyah Beyaz, biz Ankaralılar için önemli bir mekân. Yıllardır birçok ressamın ve heykeltıraşın sergilerine ev sahipliği yaptı, birçok sanatçının, gazetecinin ve politikacının uğrak yeri oldu. Böyle bir mekânı konu alan film, şüphesiz birçok insan tarafından “Ankara filmi” olarak değerlendiriliyor. Ama diğer taraftan Siyah Beyaz’ın müdavimleri arasında yer alan birçok kişi de artık İstanbul ve Bodrum’da yaşıyor. Filmin öyküsünü ele aldığımızda, uzun süren ve bozulmayan dostlukları anlattığı için, filmin böyle dostlukların var olduğu her yerde de geçebileceğini düşünmek gerekiyor.

Filminizi izleyen Siyah Beyaz bar müdavimleri arasından; “Aaa filminde beni anlatmışsın” diyenler çıkacak mıdır?

Siyah Beyaz’ın bazı sahnelerinde barın müdavimlerini zaten figüran olarak kullandık, dolayısıyla birçok insanın beyazperdede kendini barın içinde görme şansı var. Diğer yandan filmde anlatılan karakterler barın müdavimlerinden yola çıkılarak yaratıldığı için birçok insanın filmde kendini bulması gayet doğal. Gerçek hayatta da barın sahibi olan Faruk Sade, filmde Taner Birsel tarafından canlandırılıyor.

Bir de şu konu çok dikkatimi çekti, filmin karakterlerinden Muzaffer kalp krizi geçirdikten sonra daha sakin bir yaşam sürmek istiyor ve sümüklü böcek besleyerek vaktini geçiriyor. Muzaffer’in bu sakin yaşam isteğini neden sümüklü böcek beslemekle temsil ettiniz?

Erkan Can’ın canlandırdığı Muzaffer, filmdeki en kurmaca karakter. 40 yaşında kalp krizi geçirdikten sonra işini bırakıyor ve hayatını yavaşlatma kararı alıyor. Kedi veya köpek yerine sümüklü böcek beslemesi de hayatını yavaşlatmasının bir göstergesi gibi. Filmin çekimlerini sırasında sümüklü böcekler hakkında çok şey öğrendik. Örneğin sümüklü böcekler saniyede 1 mm yol kat ederlermiş. Salgıları keskin cisimler üzerinde yürüseler bile onları yaralanmaktan korurmuş, dolayısıyla bir sümüklü böceğin bir jiletin üzerinde yürümesi bile mümkünmüş.

İlk uzun metrajlı filminizde bu kadar ünlü ve başarılı oyuncuyu bir araya getirmeyi nasıl başardınız?

Aslında çok kolay oldu. Tuncel Kurtiz yıllardır projenin içindeydi hatta onun canlandırdığı Ahmet Nihat karakteri için senaryo aşamasında uzun süre birlikte çalıştık. Diğer oyuncuların çoğu da senaryoyu okuduktan bir gün sonra projeye dahil oldular.

Filmin internet sitesinden takip edebildiğim kadarıyla, film her şehirde değil sadece belli yerlerde gösterime giriyor. Bu bir tercih miydi, yoksa zorunluluk mu?

Şu an 53 kopya ile başta Ankara, İstanbul, İzmir olmak üzere 11 kentte gösterimdeyiz. Film önümüzdeki haftalarda diğer kentlerde de gösterime girecek.

Gelelim doktorluk geçmişinize, aslında bir cerrahsınız; sinema hayatınıza nasıl girdi?

Çocukluğum beri iyi bir sinema izleyicisiydim. Almanya’da 1977 – 1985 arasında genel cerrahi ihtisasımı yaparken sinema tarihinin bütün klâsiklerini izleme ve arşivleme şansına sahip oldum ve çok büyük bir sinema kitaplığı oluşturdum. Türkiye’ye döndükten sonra da 1986’da Oscar Filmleri adlı bir kitap yazdım, o sırada Ankara Film Festivali’ni yapmaya hazırlanan Sayın Mahmut Tali Öngören ve ekibiyle tanıştım. Ondan sonra da sinema benim için en önemli uğraş oldu.

Röportajımız burada sona eriyor tüm sinemaseverlere ve sadibey.com okuyucularına son olarak ne söylemek istesiniz?

İyi Seyirler dilerim!…

Röportaj için teşekkürler…

(30 Nisan 2010)

İlayda Vurdum

Sisle Kuşatılmış Gizemin Ortasında

Beyaz Bant (Das Weisse Band)
Yönetmen-Senaryo: Michael Haneke
Kurgu: Monika Willi
Görüntü: Christian Berger
Oyuncular: Christian Friedel (Öğretmen), Leonie Benesch (Eva), Ulrich Tukur (Baron), Ursina Lardi (Barones), Burghart Klaussner (Papaz), Rainer Bock (Doktor), Carmen-Maja Antoni (Ebe), Josef Bierbichler (Kahya), Ernst Jacobi (Anlatıcı)
Yapım: Almanya-Avusturya-Fransa-İtalya (2009)

Büyük usta Michael Haneke’nin “Altın Palmiye” kazanan “Beyaz Bant” filmi, kuzeydeki bir Protestan köyünde Alman kültürünün genlerindeki karamsarlıkla yoğrulmuş şiddet duygusunun ruhuna tanıklık ettiriyor.

Bu siyah-beyaz filmin hikâyesi, 1913 – 1914 arasında kuzeyde, Saksonya’da Almanya’da bir Protestan köyünde geçiyor. Uzun adı “Das Weisse Band – Eine Deutsche Kindergeschichte – Beyaz Kurdele – Bir Alman Çocuk Hikâyesi” olan “Das Weisse Band – Beyaz Bant”, Protestan bir köy üzerinden Alman toplumundaki adalet duygularını perdeye yansıtıyor. Şiddet, suç, gizem, ahlâk ve ikiyüzlü durumların peşine düşen büyük usta Michael Haneke, bu filmiyle 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanmıştı. Sinemaseverleri, “buz soğukluğunda” filmleriyle tedirgin eden Haneke, “Beyaz Bant” filmiyle de aynı duyguları yaşatıyor. Haneke bu filminde, yaşlı terzinin yaşlı dış sesiyle hikâyesini anlatıyor seyircisine. Geçliğinde kuzeydeki o köyde koro müziği öğretmeni olan yaşlı ses, o günü, o kazayı hatırlıyor sisler çökmeye başlamış zihniyle. Olayları tam olarak çözümleyemese de, 1. Dünya Savaşı öncesi bu köyde zihninde kalanları aktarıyor sesiyle yaşlı adam. Görünürde sessiz ve sakin bu köyün ruhunun içinde neler dolaşıyordu? Yüzleri gülmeyen çocukların aralarındaki sırlar neydi? Masumiyet, saflık ve sevgi bu kuzeyli köye uğramış mıydı hiç? Muhafazakâr ahlâkın sinsiliğini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan Haneke’nin bu filmi, her şeyi yaşlı sesin zihninde kalanlarla yansıtmaya çabalamış. Gerçekten perdede görünmeyen bir sis var. Kamera, o görünmeyen sisin içinde dolaşarak gizemlerle kuşatılmış ortak sırları aralamaya çalışıyor. Yaşlı sesin anlatıkları bitse bile seyircinin zihni yine de karışıyor finalde. Bu dingin anlatımlı filmde görünmeyen sis gibi kaos da var.

Gizemlerin içinde…

Güneşli bir bahar gününde köyün doktoru, toprak ağası Baron’dan ödünç aldığı atıyla hızla köye girdiğinde at bir şeye takılır ve doktor hastanelik olur. İncelemeler sonucunda atın ayağı bir kordona takılmış ve doktor yere düşerek yaralanmıştır. Bu kordonu kimin döşediğini kimse bilmiyor köyde. Bu gizem sürerken, Baron’un kereste fabrikasında köylü bir kadın ölür. Ardından Baron’un lahana tarlası talan edilir. Papaz ve ailesi, öğretmen ve dadı Eva, ebe ve “down sendromlu” oğlu Karli, Baron Armin ve ailesi öne çıkıyorlar hikâyede. Doktor hastaneden köye döndükten sonra hikâye de az da olsa anlamlaşmaya başlıyor. Doktor, köyün ebesiyle yıllardır ilişkide olan biri. Sonunda yaşlandığı için belki de ebeyi aşağılıyor ve ebeden uzaklaşıyor. Doktorun karısı, ebeyle kocasının arasındaki bir sırrı bildiği için mi ölmüştür birkaç yıl önce. Yetişmekte olan bir kızı ve küçük bir oğlu olan doktor, kara filmlerdeki karakterler gibi gizemleri anlamlaşmaya başladıkça hikâye de anlamlaşmaya başlıyor. Ama, yine de çocukların gizemi boşlukta kalıyor gibi. Aslında yönetmen, isteyerek bazı şeyleri boşlukta bırakarak seyircisini de zihinsel olarak hikâyeye katmak istiyor. Belki de yönetmen, boşlukları seyircilerin algılarının doldurmasını istiyor. Bu hikâyede, bazı şeylere tanık olan köyün öğretmeniyle Baron’un bebeğine dadılık yapan güzel Eva arasında aşk da öne çıkıyor gizemlerin içinden. Polisiyelerin tadındaki gizemler gibi sırların ortasına düşerken, bir toplumun sosyopsikolojisini de anlamaya çabalamalı belki. Köyde aileler geniş. Ailelerin çok çocukları var. Yoksulluk içindeki köylüler daha çok Baron’a muhtaçlar. Çünkü onun uçsuz bucaksız tarlalarında ve kereste fabrikasında çalışıyorlar. İşsiz kalırlarsa aileri de aç kalabiliyor. Bu yüzden Baron’a tam bir itaatkârlar. Baron’un lahana tarlasını talan ettiğinden şüphelendiği çiftçi (Branko Samarovski), ailesine bakamadığı için kendini asıyor utanç içinde. Köylülerin muhtaç olduğu Baron, despot bir yapıda. Barones (Ursina Lardi) bile Baron’un sert kişiliğine dayanamıyor ve köyü terk edip memleketi İtalya’ya gidiyor bir süreliğine. Köyde, papaz disiplinli bir insan. Papaz, saflığa ve iyiliğe metafor yapan beyaz kurdeleleri çocuklarına takıyor. Onlara güveni tam olduktan sonra kurdeleleri çıkartıyor. Köyün öğretmeni sessiz, müziğe yakın, yalnız ve aşkı bulduğunda hemen peşinden gidiyor. Ya doktor? Tuhaf ve gizemli olaylardaki şiddet sanki bir ritüel gibi. Büyük usta Haneke, bu filmi için, “Şiddetin her türününün kökeni (dini, siyasi ve doğal) hakkında” demişti. Bu toplum Nazileri böyle yaratmıştı içinden. Alman Protestanlığının diktatörlüğünün ortaya çıkmasında bir rolü var diyor Haneke. Alman ruhu, karamsar ve karanlık dehlizlerin ortasında. Bu kültürel genler onları kadere benzer bir melodramın içine itiyor sürekli. 1. Dünya Savaşı patladıktan sonra Haneke de hikâyesini burada sonlandırıyor.

(28 Nisan 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com