Kategori arşivi: Yazılar

Yeniliklerin Adamı: Christopher Nolan

Hayallerin gerçekleşmesinin mümkün olduğu bir dünyada insan aklındaki tek bir fikrin en tehlikeli silâh oluşundan esinlenen Nolan karanlık-vari olma özelliğini ceketinin sol cebine koyarak ser verip sır vermediği Inception ile yedi şiddetinde bir deprem yaratmayı hedefliyor.

Hatırlarsanız gelmiş geçmiş en iyi kült filmlere aşık atarak, “babacan kült filmleri” tahtından indirme cesaretine sahip olan The Dark Knight, 2008 yılının en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Kimbilir, belki de Heath Ledger sayesindeydi… Bu başarı; dinamik ve ihtişamlı sahnelerde oldukça başarılı olan Nolan’a haz vermiş olacak ki, Nolan Inception gibi bir filmle yeniden beyazperdedeki yerini almaya hazırlanıyor. Inception’da teknolojik altyapı sayesinde perdede olan biten her şey bilimsel bir dayanak gösterilmeksizin aktarılıyor. Ve tüm bunların yaşanmasına patlak veren olayların bilinçaltında meydana gelmesi ya da gelecek olması “sürrealistik” dünyanın gizemini ön plâna çıkarıyor. Hem de bilim-kurgu tekniğiyle…

“Sürrealistik” filmlerle insan bedeninin ve zihninin sınırlarıyla bir hayli uğraşan David Lynch’in özbeöz dünyasını Inception filmiyle kısa süreli ele geçiren Nolan bu kez hiç aşina olmadığımız bir boyutun kapılarını aralıyor. Nolan ve Lynch filmlerini izleyenler iyi bilirler. Özünde Nolan ve Lynch gotik motiflerle süsledikleri fantastik sahneleri, ucu bucağı olmayan bir labirentin içine yerleştirerek tasarlanması oldukça güç mizansenlerin öncülüğünü üstlenirler. Diğer bir taraftan da gerçekleşmesini asla tahmin edemeyeceğiniz olaylar perdede akarken, seyircileri alabora etmekten vazgeçmeyen Nolan ve sürprizli finaller hazırlamakta geç kalmaz. Zaten Nolan az zamanda çok yol kat eden nadir yönetmenlerdendir…

Bilim kurgu kültürüyle beslenen yeni nesil seyirciler için hazırlanmış olan film; sığ sularda yüzmek yerine tıpkı Elm Sokağında Kâbus’da olduğu gibi, rüyalar aracılığıyla vuku bulan olayların daha derinlerine inerek, gerçekleşmesi muhtemel olan rüyaların önemini vurguluyor. Peki, ya o rüyalarınızı çalan bir hırsız varsa? İşte orası muamma…

Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmak olan Dom Cobb çok yetenekli bir hırsızdır. Casusluk dünyasında aranan bir oyuncu olan Cobb’a bu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş, tabi eğer imkânsız “başlangıç”ı tamamlayabilirse…

Inception’ı tek ana düşünsel figüre bağladığımızda günümüz çağında internet kullanarak bilgi hırsızlığı yapmak çok modayken, bu bilgi hırsızlığını bilinçaltı yoluyla yapıyor olmak ortaya atılan fikrin özgün olduğunu gösteriyor. Görünen o ki, yeniliklere açık olan ve yaratıcı yönünü kullanmakta sınır tanımayan Nolan, Batman projesinden evvel Inception’ı sinemaseverlerin dudaklarının kıyısına bir parça bal çalarak vizyona çıkartıyor. Hem de hiç vakit kaybetmeden…

200 milyon dolar bir bütçeyle çekilen, başrollerini Leonardo Di Caprio, Marion Cotillard ve Ellen Page’in paylaştığı, yapımcılığını ve yönetmenliğini Christopher Nolan’ın üstlendiği Inception’i 30 Temmuz’da izlemek için şimdiden en ön sıralardan yerinizi ayırtmanız gerek. Demedi demeyin sonra!

(28 Temmuz 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr
http://www.sinemasalyolculuk.com

Hava Bükmek Yada Hava Atmak Üzerine…

“Altıncı His”, “Ölümsüz”, “İşaretler”, “Köy”, “Sudaki Kız” gibi gerici ve gişeli korkuların genç yönetmeni Night Shyamalan’ın uzun zamandır merakla beklenen filmi “Son Hava Bükücü” ısınma turlarına çıktı.

“Son Hava Bükücü”nün aslında namı-ı diğer “Avatar” yani asıl “Avatar” olduğunu biliyorsunuz. James Cameron elini çabuk tutup filmin isim haklarını almasaydı vizyona da bu isimle girecekti.

Yine bildiğiniz gibi “Avatar: The Last Airbender”, Michael Dante DiMartino ve Byran Konietzko ikilisinin yarattığı, tüm dünyada hatırı sayılır bir hayran kitlesi olan “Nickelodeon” çizgi dizisi…

Filmin yönetmeni Shyamalan, şu anda 120’den fazla ülkede gösterilen diziyi keşfetmesinin sırrını, dizinin sıkı fanları olan kızlarına borçlu olduğunu söylüyor.

Tabi bu film Shyamalan için de farklı ve kendisi için yeni bir tür denemesi. Kendisi de filmiyle ilgili; “Çekimlerin her günü ölümüne korkuyordum. Bunaltıcı olabilirdi, birçok bilinmeyen vardı. Bu film, şu ana kadar yaptığım her şeyden iki buçuk kat daha büyük.” diyor. Haksız da sayılmaz.

Bir kere filmde 3D olmasını gerektirecek bir durum yok. 3D yapılmasının sebebinin tamamen ticari kaygılardan dolayı olduğunu biliyorum ama yine de bunun seyirciyi biraz kandırmak olduğu kanısındayım. Her ne kadar “Son Durak” serisindeki kadercilik anlayışından ve klişe senaryosundan nefret etsem de, dördüncü filmdeki 3D gerçekten işin hakkını veriyordu.

Bir de bence bizim Hintli milyoner Jamal (Dev Patel), Ateş Prensi Zuko rolünde pek olmamış yahu. Çok kişisel bir düşünce tabii, bakalım siz görünce neler düşüneceksiniz…

Amma velâkin 12 yaşındaki Noah Ringer’a ayrı bir parantez açmalı. Bu ne özgüven ne disiplin. 10 yaşında dövüş sanatlarıyla uğraşmaya başlayan Ringer, aynı zamanda ve Amerikan Tekvando Birliği Teksas Eyalet Şampiyonu…

Filmi aylardır heyecanla bekleyen sinemaseverler olduğunu biliyorum, bu yüzden nacizane tavsiyem, beklentileri düşürün ki keyfin dozu artsın.

(22 Temmuz 2010)

Gizem Ertürk

Sinemanın Coşkulu Ruhu: Emir Kusturica

“Balkanların Fellinisi” diye onur verilen Boşnak yönetmen Emir Kusturica, gerçekten sinemanın, coşkunun ve müziğin yönetmeni. Onun filmlerinde zengin karakterler ve müzikler bulursunuz. “Kara Kedi Ak Kedi”, “Bir Mucizedir Yaşamak” ve “Bana Söz Ver” filmleri DVD’den arşivlerinizde yer almalı. Elbette “Yeraltı” ve “Çingeneler Zamanı” da.

Boşnak yönetmen Emir Kusturica (Emir Kusturitsa okunuyor), 1995 yapımı “Underground – Yeraltı” filminde parçalanmış ülkesine 2. Dünya Savaşı’yla metafor yaparak bakıyordu. Kusturica, senaryosunu Gordan Mihic’le yazdığı “Crna Macka, Beli Macor – Kara Kedi Ak Kedi” filminde “Yeraltı”ndan daha içtenlikli bir Slav türküsü yakıyor. Kendisi öyle olmadığını belirtse de en politik filmi “Kara Kedi Ak Kedi…” Bu filminde özelde Almanya’ya, genelde saldırganlığa daha açık eleştiri getiren Kusturica, işte biz böyleydik, bize niye dokundunuz diyor sanki bu filmiyle. 1998 yapımı Sırbistan – Fransa – Almanya ortak yapımı bu filmde Bajram Severdzan (Matko Destanov), Srdjan Todorovic (Dadan), Branka Katic (İda), Florijan Ajdini (Zare Destanov), Sabri Sulejmani (Grga Pitic), Zabit Memedov (Zarije Destanov), Jasar Destani (Grga Veliki), Salija Ibraimova (Afrodita) oynuyorlar.

Parçalanma öncesi ya da sonrası… Tuna Nehri’nin kıyısında çingenelerin çoğunlukta olduğu köye götürüyor Kusturica. “Çingeneler Zamanı” filmi gibi sanki. Kusturica, buradaki hayatlar aracılığıyla mazide kalmış ülkesiyle (Yugoslavya’yla) metafor kurarken, kendisine özgü karmaşası, coşkusu, hüznü, ülkenin şarkıları ve dansları nereye gitti diye düşünüyor insan. Baştan sona seyircisine karnaval ve müzik cümbüşü yaşatan Kusturica, seyircisini eğlendirirken, gerçeküstücü simgelerden de uzak durmamış. 1981 yapımı “Sjecas li se Dolly Bell – Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?”, 1985 yapımı “Otac na Sluzbenom Putu – Babam İş Gezisinde”, 1988 yapımı “Dom za Vesanje – Çingeneler Zamanı”yla beraber en önemli filmi “Kara Kedi Ak Kedi…” Kusturica’nın bu filmini hem seyretmek hem de yazmak çok zorlu bir macera. Bunu ancak perdede yaşamak gerekiyor. Kusturica, yoğun tempolu anlatımlı ve coşkun müzikleriyle seyircilerini eğlendirirken, ipinden boşalmış mizahıyla gülmekten kırıp geçiriyor. Balkanlar’ın mizahıyla seyircilerini boşaltan Kusturica, alttan alta Buster Keaton, Harold Lloyd gibi Hollywood’un “burlesk / savruklama” ustalarına selâm göndermeyi ihmâl etmemiş. İşte bu yoğun filmiyle Kusturica, çingenelerin renkleriyle de olsa, seyircilere, hayatın tüm sıradanlığını ve düşlerini sunuyor. Matko’nun küçük yalanları ve üçkâğıtları. Hollywood’un gangster filmlerinden düşmüş “mafya baba”sı Grga Pitic. Bu geleneksel mafyanın karşısında yeniyetme, görgüsüz ve kokainci “baba”sı Dadan. İki genç aşık, Zare ve İda. Elbette, Dadan’ın bir metre boyundaki evde kalmış kız kardeşi Afrodita da var. Birçok karakter perdede törensel geçit yapıyor adeta. “Kara Kedi Ak Kedi” filmi, ayrıntılarıyla ve kısa film tadı veren sekanslarıyla tam bir şölen. Zare’nin Afrodita’yla evlenmek zorunda kaldığı tüm düğün töreni, Bulgar şişkonun tren barikatına asılı kalışı, Afrodita’nın rüyalarının erkeğini buluşu unutulmaz anlar. Kusturica, etkilendiği ve yer yer filmlerinde izsürücülüğünü yaptığı Federico Fellini gibi, kendine özgü gerçeküstücü bir görsel şölen yaratıyor filmlerinde. Sanki rüyada gördüğümüz birçok görüntü gibi akıp gidiyor her şey perdede. Kusturica, önde seyircisine karnaval yaşatırken, derinlikte simgeler de yaratıyor yönetmen. Yol kenarında hurda arabayı sürekli kemiren dişi domuz, başroldeki “mark”lar vb. Kusturica, otantikliğin arasına yabancı nesneler ve durumlar karıştığında, kültürün yabancılaştığını gösteriyor. Amerikan hayat tarzına da eleştiri var filmde. Grga dedenin boynunda asılı üç dini simgeleyen (Hıristiyan – Yahudi – Müslüman) kolye de var. Kusturica, bu filminde kameraman Vilko Filac ve müzisyen Goran Bregovic’i yanına almamış. Luc Besson’un filmlerinden gözleri olan kameraman Thierry Arbogast’la çalışmış. Müzikleri de Vojislav Aralica, Dr. Nele Karajlic ve Dejan Sparavalo bestelemiş.

“Bir Mucizedir Yaşamak…”

Yıl 1992… Parçalanma ve savaşın yaklaştığı anlar. Yakınından demiryolu geçen kasabada, Sırplar ve Boşnaklar yan yana yaşarken, gelecek savaş her şeyi paramparça edecektir. Kasabaya önce ayılar gelir, ardından bombalar. Sinemanın önemli ustalarından Boşnak Emir Kusturica, bu iç savaşı Sırpların olduğu yerden anlatmayı tercih etmiş. Boşnaklarsa, ileride, dağların ardında bombalar yağdırıyor Sırpların üzerine. Ama, buralara gelmeden, kasabayı ve sakinlerini tanıtıyor önce Kusturica. Luka Djuric, karısı Jandranka ve futbolcu oğlu Milos’la Golubici İstasyonu’nda kalıyor. Ardından postacı Veljo ve hemşire Sabaha da katılıyor hikâyeye. Bu hikâyede sürekli ağlayan bir sevimli eşek de var. Sahibi Vujan ona sürekli “yaşlı kız” diyor. Bu gözü yaşlı eşek demiryolunda gelip geçen trenleri durduruyor sürekli. Belki de trenlerde erkek bir eşek arıyordur “yaşlı kız…”

Milos, Partizan futbol takımına seçildiği gün askere çağrılır ve ardından Luka için her şey bambaşka olur. Kendisini trenlere adamış Luka, karısı Jadranka bir çalgıcıyla kaçınca sanki buna üzülmez. İçine kapanık ve sessiz Luka, en yakın dostu Veljo’yla satrancını oynar, pişirdiği yemekleri paylaşır. Uzaklardan da bomba sesleri duyulmaya başlar. Sırp askerleri de kasabaya gelmiştir. Bu kaos ve savaş ortasında Luka, unuttuğu ve geride kaldığını sandığı şeyi de duymaya başlar. Sabaha’yla beraber yaşama sevinci yeniden gelir Luka’nın. Müslüman Boşnak kızı Sabaha, tazeliği ve güzelliğiyle hayata bağlar Luka’yı. Oğlu Milos, şimdi Boşnakların elinde esir. Kendi esiri de Sabaha’dır Luka’nın.

Filmde her an ve her sekans, sinemaseverler için gerçekten heyecan verici. “An”ları, kelimelerle anlatmak yeterli olmuyor. Eğer bu bir Kusturica filmiyse. Onları perdede görmek gerekiyor. Filmin ilk yarısında, alttan alta gelen savaş metaforik olarak hissettiriyor yönetmen. İkinci yarıyla beraber, savaş ve aşk kuşatıyor perdeyi. Kusturica, kamerasını Sırpların yanından ayırmamış. Boşnaklarsa, dağların ardında ve bombaları düşüyor kasabaya. Elbette Sırpların tümü kötü değil. Onların da düşleri, hüzünleri ve yaşama coşkuları var. Kusturica, parçalanmayı ve savaşı hissettirse de, öfkesini Almanlara gönderiyor. Yönetmen, filminin başlarında simgesel bazı anlar yaratarak, tüm Yugoslavya coğrafyası üzerine düşündürtüyor. Hepsi metafor ve gerçek… Aç kalmış ayıların Hırvatistan’dan Bosna’ya kaçışı, çöken sisler ve tüneller. Öncelikle sisler ve tünel, dışavurumcu anlatım olarak her şeyi açıklıyor. Kusturica, her filminde olduğu gibi Fransa – Sırbistan ortak yapımı 2004 yapımı “Zivot je Cudo – Bir Mucizedir Yaşamak”ta da Balkan ruhunu ve mizahını sonuna kadar hissettiriyor. Elbette o muhteşem müziklerle de. Filmi seyrederken, insanın aklı “yaşlı kız”da kalıyor. Bir erkek eşek buldu mu diye. Sahibi Vujan da gençliğinde bir defa kızla olmuş işte. Eşek de sahibinin kaderini yaşıyor sanki. Parçalanmış Yugoslavya’da coşkular, sevinçler, aşklar hep birlikte değil şimdi. Her şeye rağmen yaşam bir mucizedir diyor yönetmen. Bu filmin senaryosunu Kusturica’yla beraber Ranko Bozic yazmış. Müziklerde yönetmenle beraber Dejan Sparavalo’nun da çabaları var. Görüntülerse Michel Amatieu’ye ait. Filmde de Natasa Solak (Sabaha), Slavko Stimac (Luka Djuric), Vesna Trivalic (Jadranka Djuric), Vuk Kostic (Milos Djuric), Aleksandar Bercek (Veljo), Stribor Kusturica (Aleksic), Adnan Omerovic (Esad), Obrad Djurovic (Vujan) oynuyorlar.

“Bana Söz Ver…”

Senaryosunu da yönetmen Emir Kusturica’nın yazdığı 2007 yapımı “Zavet – Bana Söz Ver” filmi, ipinden boşalmış çok eğlenceli bir macera. Film, dedeyle torunun müthiş macerasını perdeye yansıtıyor. Ustanın filmlerinde genelde aşk öne çıkıyor. Hem de gerçeküstücü ve tutkulu. “Bana Söz Ver” filminde de, hem dede hem torun Tsane, böyle aşkı sonuna kadar yaşıyorlar. Bir de öğretmen Bosa’nın aşkının peşinden koşan okul müfettişi var. Müfettiş ne yapsa da Bosa’nın aşkını kazanamıyor. Çünkü Bosa, tek haneli köyün sakini, yani Tsane’nin dedesine vurgun. Kusturica, bir kadın istemezse, ne yaparsanız yapın onu büyüleyemezsiniz, ama bir kadın isterse bütün erkekleri kendine aşık yapabilir diyor bu filmiyle. Dede, Bosa’nın kendine gönderdiği aşka sırtını dönse de sonunda aşk kazanıyor. Bir de şehirdeki hayatlar var. Dede, Tsane’den üç söz istiyor. Torun Tsane, önce şehre gidip inekleri Cvetka’yı satıyor. Sonra bir ikona satın alıyor. Kendisine de bir hediye aldıktan sonra, en zor olan sözü yerine getirmeye çalışıyor. Şehirde bir gelin bulduktan sonra köye dönmesi gerekiyor Tsane’nin. En zor olanı da bu. Filmin her yanına müthiş hayal gücünü gönderen Kusturica, başından sonuna kadar muhteşem bir macera yaşatıyor seyirciye.

Filmdeki tüm karakterler, çok zengin ve filme müzikler kadar coşku katıyorlar. Tsane’nin tombul ve sevimli dedesi, tam anlamıyla bir “Prof. Zihni Sinir…” Hayranlık uyandıran “porceleri”yle seyircileri çok eğlendiriyor bu dede. Sabahları bir türlü yataktan çıkmayan torununu “proce”siyle yatağından kaldırabiliyor dede. Köyde, dedeyle torunu Tsane yaşıyor. Bir de köy okulunun öğretmeni Bosa. Okulun da tek öğrencisi Tsane. Filmde her şey böyle gerçeküstücü işte. Köy, karakterler ve muhteşem maceralar. Müfettiş, köydeki okulu teftişe geldiğinde okulu kapatıyor. Ama müfettiş öğretmen Bosa’yı görür görmez de tutuluveriyor. Bosa’yı etkilemek için yaptığı her çaba da dedenin tuzak çukurlarında sonlanıyor müfettişin. Dedesinin söylediklerini yapmak için inek Cvetka’yla dere tepe aşıp şehre varan Tsane, yolda başında Gazda’nın olduğu mafyayla karşılaşıyor. Filmin derinliğinde mafyaya çok iş düşüyor bu maceraya hareket getirebilmek için. Önce hayatının aşkıyla köprüde karşılaşan Tsane, ineğini mafyaya kaptırtıktan sonra en iyi dostlarıyla tanışıyor çok geçmeden. Dedesinin rahmetli olmuş en iyi dostu çizmeci ustasının torunlarıyla mafyayı dize getiririrken, hayatının aşkı Jasna’yı da büyülemek için her şeyi yapıyor. “Mafya baba”sı Gazda’nın en büyük rüyası, “İkiz Kule”lerin benzerini Sırbistan’a yapabilmek. İşte bu Gazda’yı dünyada bir tek şey baştan çıkartıyor, o da hindiler. Sağ kolu da ineklere düşkün. Bu “kötü”ler böyle. “İyi”lerse aşık oluyorlar bu hikâyede. Kusturica’nın filmini perdede seyrederken gerçek anlamda eğleniyor insan. Her Kusturica filminde olduğu gibi müzikler de bir harika. Filmin görselliğinin de büyülediğini belirtmeli. Filmin kurgusu çok akıcı ve Balkan coşkusuyla buluşuyor. Filmin kıpır kıpır müziklerini Ivan Kljajic yapmış. Görüntülerse Milorad Glusica’ya ait. Filmde de Uros Milovanovic (Tsane), Marija Petronijevic (Jasna), Miki Manojlovic (Gazda), Aleksandar Bercek (Dede), Ljiljana Blagojevic (Bosa), Stribor Kusturica (Topuz) oynuyorlar.

(22 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

23 Temmuz 2010 Haftası

“Deney”, kimilerine göre Tanrı’yı oynayan bilim insanlarının laboratuvarlarda ‘yarattıkları’ ile ilgili, yüzlerce “Frankenstein” varyasyonundan biri: Aynı firmada çalışan ve sevgili olan iki bilimciden kadın olanı, anne olma insiyakı nedeniyle daha hırslı tabii. Yarattıkları ‘şey’in felâkete dönüşmesinin temel nedeni, çeşitli hayvanlar ile kadının kendi DNA bileşimini içerdiği için önce kadın, sonra başkalaşarak erkek olması ve insan cinselliğinin özelliklerini taşıması (Biliyorsunuz, cinsel dürtüler canavarlaştırır!). Tuhaf, karışık ve esnek gelebilir. Filmin başlıca zaafı da bu gevşekliği zaten; etik sorular soruyor gibi yaptığı ‘olası bilim’in yerini ‘beylik korku’ya bıraktırıp, seyirciye sürprizler hazırlıyor, yani sıradanlaşıyor. İzlenip kolay tüketiliyor. Ve eklemek şart: Adrien Brody, varlığıyla birkaç numara büyük geliyor! Sinefiller, başta cinsel içerik, çeşitli benzerlikleri nedeniyle 1976 yapımı “Embryo” ile karşılaştırabilirler.

“Son Hava Bükücü”, temel elementler olan hava, su, toprak ve ateşe hükmeden dört ayrı uygarlık arasındaki ilişkilerle çatışmaları -kahramanları aracılığıyla- bir fantastik serüven dizisine dönüştürmüş olan televizyon animasyonunun sinema uyarlaması… M. Night Shyamalan’ın adının yarattığı cazibe merkezi, pazarlama stratejisinde rol oynayan aile filmi. Ancak üzülerek belirtelim ki, Shyamalan, kariyerinde ilk kez, kendine özgü hikâye anlatımı ve orijinal sürprizlerinden uzakta, tam bir ‘memur yönetmen’ kimliğiyle çalışmış. Zaten film de, başta ILM sanatçıları, teknik insanların gösterileri ve her önemli sahnede ‘rol çalan’, alanında 8 kez Oscar adayı olmuş besteci James Newton Howard’ın müziği ile öne çıkmış. Sadece diziye meraklı küçük yaş gruplarındaki seyirciler hayran kalabilir.

(21 Temmuz 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Dünden Bugüne Yeniden Ama Yenilenemeyen Bir Film: Mine Vaganti

“Caddelerinde kızlarla oğlanlar, oynaşıyordur şimdi hem de nasıl
Başlayan, biten tazelenen aşklar… Başlıyor Önümüzde yeni bir fasıl…”

Sezen Aksu’nun bu dizeleriyle noktalanıyor Serseri Mayınlar. Belki kendinden emin bir duruşla belki de sindirilememiş öfkesiyle. Hayata karşı tek tabanca olmaya mahkûm edilmiş insanlarıyla ve onların danslarıyla kendi içine çekiliyor. Hikâye de anlamını bulamadığı yolda kendi içine çekilerek Sezen Aksu’yu dinlemeye çalışıyor. Ama filmin içindeki hoş ezgiler bile tarif edemiyor duyguları. Ferzan Özpetek sanırım bu kez kendi anlattığı hikâyeden bile sıkılmış olacak ki sürekli çemberin içinde koşup duruyor. Aynı fiziksel hazlardan hoşlanmamanın, bunun duygusal tepkimelerinin, cesur olup her şeyi geride bırakmanın altını çiziyor yönetmen. Ama öyle koyu renkli bir kalemle çiziliyor ki bu ana fikirlerin altı… Okumayı gerektirecek, beynimizi zorlamamızı sağlayacak başka hiçbir şey kalmıyor filmde. İstanbul Film Festivali’nde Javier Fuentes – Leon’un Contracorriente (Akıntıya Karşı) filmine biraz fazla haksızlık etmişim sanırım. En azından olayı fantastik unsurlarla süsleyerek farklı bir algılama boyutuna yönlenmiştik.

Vasatın altında bir film ne yazık ki Serseri Mayınlar. Epik tiyatroda gestuslar vardır. Verilmek istenen mesaj bariz bir şekilde seyirciye aksettirilir. Dördüncü duvar yıkılmamıştır çünkü zaten böyle bir duvar yoktur epik tiyatroda. Serseri Mayınlar’da da uluorta bir gestus bombardımanına tutuluyoruz. Ama izlediğimiz şey ne bir tiyatro eseri ne de teknik olarak tiyatroya sırtını yaslamış bir sinema filmi. (Bkz. Dogville) İkisinin de uzağında olan ve fazlaca bir neşeli hüzün barındıran bir eser. Bu sefer Serra Yılmaz’ı göremiyoruz. İtalyan filminde zoraki bir Türk kültürü esintisi var ama yine de. Anlayacağınız ne tarafından bakarsam bakayım Serseri Mayınlar’ın belini doğrultamıyorum. Yüz tiplerinin bile aynılaşmaya başladığı Ferzan Özpetek sinemasının içerikten öte teknik yeniliklere de ihtiyacının olduğunu hissettim bu filmde.

Yazımı kısa tutmak zorunda olduğumu düşünüyorum. Zira ben de yönetmen gibi eleştirilerimi tekrarlayarak başa dönmüş olacağım.

Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Ivan Cotroneo, Ferzan Özpetek
Oyuncular: Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo, Alessandro Preziosi, Lunetta Savino
Yapım: 2010, İtalya, 110 dk, Renkli

(19 Temmuz 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Hüzün Yüklü Bir Polisiye

2008’de 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen polisiye-suç filmi “İkinci Nefes”, şimdi DVD’de. Arşivlerde yer alması gereken film, kaybeden bir gangsterin hikâyesini anlatıyor. Bu filmin ilk çevrimini Jean-Pierre Melville usta siyah-beyaz yapmıştı.

Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden Alain Corneau’nun “Le Deuxième Souffle – İkinci Nefes” polisiyesi gerçekten nefesleri kesiyor. “İkinci Nefes” filmini önce 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yönetmen Corneau’nun katılımıyla görmüştük. “İkinci Nefes”, 1966 yılında siyah-beyaz olarak büyük usta Jean-Pierre Melville tarafından sinemaya uyarlandı. Roman da ünlü yazar-yönetmen José Giovanni’ye aitti. Giovanni, “İkinci Nefes” romanını 1958 yılında yayımlamıştı. Sinemaseverler Giovanni’yi büyük oyuncu Alain Delon’la beraber yaptıkları filmlerden anımsayabilirler. Delon-Giovanni işbirliğinden 1973’te “Deux Hommes dans la Ville – Şehirde İki Adam”, 1975’te “Le Gitan – Çingene”, 1976’da “Comme un Boomerang – Geri Tepen Silah” filmleri ortaya çıkmıştı. 22 Haziran 1923’te Paris’te doğan Giovanni, 24 Nisan 2004’te Lozan’da öldü. Alain Corneau, işte bu filmin yeni çevriminde hem renkleri öne çıkarmış hem de sinemaskop (geniş perde) tarzda çalışmış. Gerçekten bu birinci sınıf ve estetik değeri yüksek polisiye “İkinci Nefes”i sinema perdesinde görmek gerekiyor. İşte insanın içine yudum yudum çektiği ve tadını usul usul aldığı bu polisiye film, sinemanın başyapıtlarından biri artık. Sinemaseverler, 1943 doğumlu yönetmen Corneau’yu daha çok 1991 yapımı “Tous les Matins du Monde – Dünyanın Tüm Sabahları”yla, 1995 yapımı “Le Nouveau Monde – Yeni Dünya”yla anımsıyorlar. Corneau, ilk dönemlerinde yoğun olarak polisiye türünde filmler yaptı. 1976 yapımı muhteşem polisiyesi “Police Python 357 – Polis Piton”u ve 1979 yapımı “Serie Noire – Kara Seri”si hemen akla geliyor. Corneau, şarkıcı-aktör muhteşem Yves Montand’la iyi bir ikili de oluşturdu filmlerinde. Corneau’nun “İkinci Nefes” filmi, eski usül polisiye sinemanın tadını veren bir kara film başyapıtı.

“Gu” hapisten kaçar…

1960’lı yıllar. Paris ve Marsilya arasında gidip gelen bir hikâye. On yıl hapiste yatan ve sıfırı tüketen namlı ve gururlu gangster Gustave “Gu” Minda’nın hapisten kaçışıyla başlıyor film. Paris’te de gangsterler arasında hesaplaşma başlar bu sırada. Karşı çeteden gangsterler, “Gu”nün sevgilisi Simona “Manouche”un (Çigan) işlettiği gece kulübünü basar ve “Noter” Jacques’ı öldürürler. Bu olayların tam üstüne de ünlü müfettiş Blot düşer. Sonra da her şey nefes kesici bir gerilime dönüşüyor Corneau’nun bu filminde. “Gu”, eski dostu Venture Ricci’nin kardeşi Jo’dan intikamını almadan önce, Venture’ün plândığı altın soygununa katılıyor. Başarılı soygunun ardından Paris polisinin büyük komiserlerinden Blot da eski polisiyelerdeki gibi olayların içine dalıyor. Aslında Blot her şeyi biliyor. Bir oyunla “Gu”yü tuzağa düşüren Blot, “Gu”yü Paris polisinin pislik komiseri Fardiano’nun ellerine bırakıyor. Komiser Fardiano, işkenceci biri. Fransız polisinin ustası olduğu hortumla su içirme işkencesini Venture Ricci üzerinde uyguluyor. “Gu”, gururlu ve hüzünlü bir gangster. “Gu”nün bu hüznünü ve yalnızlığını, filmin her anında hissettiriyor yönetmen. Filmdeki renk tonları gerçekten çarpıcı ve estetik. Kırmızılar, yeşiller ve diğer renkler göze batıcı bir biçimde sinemaskop perdedeki görselliği destekliyor. Vitrin ışıklarının ıslak sokaklara düşüşü, şiirsel gerçeklik tadı vermiş bu kara filme. Corneau’nun filmine tam anlamıyla kanlı bir polisiye de diyebiliriz. Sorgulamadaki sahneler de gerçekten irkiltici. Ayrıca, fonda duyulan hüzünlü melodilere de kulak vermek gerekiyor. Özellikle filmin girişindeki tınılar insanın içine işliyor. Yönetmen, yer yer eski polisiye filmlerindeki gibi caz tınıları da kullanmış. Ama, çoğunlukla viyolensel tınıları duyuluyor fonda. Bir zamanların ünlü futbolcusu Eric Cantona, bu filmde Alban karakterini canlandırıyor. Sarışın “Manouche” rolüyle Monica Bellucci de iyi. Filmdeki tüm perpormanslar gösterişli ve etkileyici. Daniel Auteuil, “Gu”nün kederini yüzünde yaşatabiliyor. Gerçekten etkiliyeci bir performans bu. Filmin kameramanı da büyük biri. Yves Angelo’nun yönettiği 1994 yapımı “Le Colonel Chabert – Albay Chabert” filmini anımsayabilirsiniz belki. Corneau’nun “İkinci Nefes” filminin kanlı finali de akılda kalıyor. Sinemada az görülür bir final bu. Tıpkı filmin giriş bölümü gibi.

İkinci Nefes (Le Deuxième Souffle)
Yönetmen-Senaryo: Alain Corneau
Roman: Jose Giovanni
Müzik: Bruno Coulais
Görüntü: Yves Angelo
Oyuncular: Daniel Auteuil (Gu), Monica Bellucci (Manouche), Michel Blanc (Blot), Eric Cantona (Alban), Gilbert Melki (Jo), Daniel Duval (Venture), Philippe Nahon (Fardiano)
Yapım: Fransa (2007)

(18 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Aşk ve İyilik Daima Yener

Sihirbazın Çırağı (Sorcerer’s Apprentice)
Yönetmen: John Turteltaub
Senaryo: Matt Lopez-Doug Miro-Carlo Bernard
Müzik: Trevor Rabin
Ğörüntü: Bojan Bazalli
Oyuncular: Nicolas Cage (Balthazar), jaj Baruchel (Dave), Alfred Molina (Horvath), Teresa Palmer (Becky), Monica Belucci (Veronika), Alice Krige (Morgana)
Yapım: Walt Disney (2010)

Bin yıllık bir hikâyeyi New York’a taşıyan “Sihirbazın Çırağı”, görsel efektleriyle çarpıcı ve eğlendirici bir film tüm Jon Turteltaub filmlerinde olduğu gibi.

Sinemaseverlerin 1996 yapımı “The Phenomenon – Mucize” filmiyle bildikleri 1963 doğumlu Amerikalı yönetmen John Turteltaub, “Sorcerer’s Apprentice – Sihirbazın Çırağı”nda yine fantastik bir eğlence yapmış. Turteltaub filmlerinde olduğu gibi bu “Sihirbazın Çırağı”nda da eğleniyorsunuz. Bu yönetmenin filmlerinde bir şeyler insanın ruhunda eksiklik bırakıyor. Sanki tamamlanamamış bir şeyler. Yaratıcılığı birazcık dışarıda bırakan yönetmen, filmlerinde seyircileri gerçekten eğlendirebiliyor. “Sihirbazın Çırağı”nda aşk, iyilik ve kötülük önde. Ama, filmdeki mekânların çok çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Balthazar’ın mağazası, Çin Mahallesi, Dave’in deney mekânı ve gece atmosferleri etkileyici. Özel efektler de inandırıcı. Öncelikle temizlik yapan süpürgelerin dansı muhteşemdi.

Turteltaub’un 1995 yapımı “While You Were Sleeping – Sen Uyurken”, 1999 yapmı “Instinct – İçgüdü”, 2000 yapımı “The Kid – İçimdeki Çocuk”, 2004 yapımı “Natinal Treasure – Büyük Hazine” filmlerini de hatırlayabilirsiniz.

Bin yılın savaşı…

Bin yıl önce Morgana, ustalarından öğrendiği sihir formülleriyle dünyayı ele geçirmeyi düşünürken masallardaki kavanozların birine hapsoluyor. Hikâye, bin yıl sonrasına, 2000 yılındaki New York’a gidiyor. On yaşındaki Dave, sarışın Becky’ye aşık. Becky’yle notlaşan Dave, not rüzgârda uçarken notun peşine düşer ve kâğıt bir eski mağazadan içeri girer ve Dave’in hayatı bambaşka bir yöne doğru gider. Eski mağazada Dave, Balthazar’la karşılaşıyor. Hemen ardından Horvath’la. Balthazar, Morgana’nın kavanozundan çıkıp kötülük yapmaması için çabalarken, Morgana’ya aşık olmuş Horvath da Morgana’yı özgürlüğüne kavuşturmak istiyor. Savaş başlıyor. Ama Balthazar ve Horvath, başka bir kavanozun içine hapsoluyorlar ve on yıl daha geçiyor. Dave genç bir delikanlı olmuş. Üniversitede fizik okuyor. Rastlantıyla Becky’yle karşılaşıyor ve aşk kaldığı yerden devam ediyor. Bu filmde gerçekten aşk, iyilik ve kötülük başrolde. Baltazar da, Morgana’nın içine girdiği Veronika’ya aşık. Evet, sonunda kazanan aşk ve iyilik oluyor. İyi de oluyor.

(15 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

16 Temmuz 2010 Haftası

“B Planı”, her kadının düşünü kurup gerçekleştirmeye çalıştığı ‘âşık olmak, evlenmek ve çocuk sahibi olup mutlu bir yuva kurmak’ şeklindeki sıralamada, maddelerin yer değiştirerek ortalığın karıştığı ve bu karışıklığın ‘cazibeli’ oldukları varsayılan oyunculara sahip duygusal komediye kaynaklık yaptığı film. Sonuç ise ilginç: Sıkılmadan izleyebilirseniz eğer, bunda en az pay sahibi olanlar, iki başrol oyuncusu! İyi ki, filmin hemen hemen her sahnesine, ikilinin etrafında yer alan tuhaf – ilgi çekici – komik epey yan karakteri / tipi yerleştirmişler… İyi ki, New York’un dokusunu bir dizi mekânın capcanlılığı ile yansıtmışlar… Ve iyi ki, görüntülerde en sıcak renkleri kullanmışlar. Yoksa ne Jennifer Lopez ve ne de Alex O’Loughlin, oyunculuk anlamında izleyeni alıp sürükleyebilecek çaptalar.

“Sıradan İnsanlar”ın gösterim tarihinin, Srebrenica Katliamı’nın (soykırımının) 15. yılına denk düşmesi anlamlı. Herhangi bir vurgu olmasa da, ülkenin ve iç savaşın bariz biçimde Yugoslavya’yı işaret ettiği, Sırp yönetmen Vladimir Perisic’in filmi, sıcak bir günde, saflığı ve çocuksuluğu her şekilde belli olan genç asker Dzoni’den nasıl olup da bir katil yaratıldığına tanık ettiriyor. Hayatında ilk kez gördüğü genç – yaşlı sivil erkeklerin yaşamlarını sonlandırmak ‘görev’inde, önce itaat etmekte zorlanan, fakat ‘öldürdükçe’ sıradan bir iş gibi hisseden (sadece öldürmekten yorulan) bu genç askeri izlerken, insanoğlunun karanlık yanını hissedecek, ürkecek, korkacaksınız! Yılın en iyi filmlerinden.

“Sihirbazın Çırağı”, ‘sinemada ailece eğlenmek’ adına aklınıza ne geliyorsa karşılayan film; iki özelliğiyle de herkesin ilgilenebileceği bir fantastik serüven: Kral Arthur efsanesinde yer alan Merlin’in simgelediği ‘büyücülük numaraları’ ile büyük Hırvat mucit Tesla’nın temsil ettiği bilimsel bilgilerin / pratiklerin işbirliği ve giderek iç içe geçmesi, ilgimizi çekti. Çünkü aslında, beyin kapasitelerinin çok küçük bir bölümünü kullanabilen ‘normal insanlar’dan farklı olarak beyin güçlerini yüzde yüz kullanan sihirbazların gerçekleştirdikleri, eğer ‘anlamaya çalışırsanız’ doğaüstü değil! Film, bu çerçevede kafamıza soru işaretleri çengellemekte… Ve sürpriz: İnsanlığın kültür bahçesinin en nadide ürünlerinden, 1940 yapımı çizgi film “Fantasia”daki ‘Sihirbazın Çırağı’ bölümü yeni bir yorumla sunuluyor! Eğer ‘sinefil’ tanımına giren bir seyirciyseniz, sadece bu kısım için bile görmelisiniz “Sihirbazın Çırağı”nı.

(15 Temmuz 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Bruges Şehrine Bir Aşk

İrlandalı yönetmen Martin McDonagh, bu ilk filmi “Bruges’de”, Bruges şehrine tutkusunu ve aşkını yansıtıyor. Ortaçağ’dan kalma bu şiirsel şehirde bile, kasvet ve şiddet de yaratabilmiş yönetmen.

İrlandalı oyun yazarı Martin McDonagh, ilk filmi “In Bruges”le (Bruges’de), üç iyi oyuncuyu bir araya getirmeyi başarmış. Aslında bu film, Belçika’nın Ortaçağ’dan kalma ve iyi korunmuş Bruges (Brüj okunuyor) şehrine adanmış gibi. İrlandalı genç kiralık katil, Bruges’de olmaktansa Londra’da olmayı tercih etse de, Bruges gerçekten bir filmin adanacağı açıkhava müzesi gibi bir şehir. Adam öldürmede deneyimli Ken’le vicdan azabı çeken genç Ray, yeni bir “iş” için Bruges’e gelmişler. Patronları Harry’den talimat bekliyorlar. Londra’nın hareketli hayatına alışkan Ray, her şeyin düzenli olduğu bu tarihi şehirde canı hayli sıkılıyor. Noel olduğu için otelde aynı odada kalmak zorunda da kalıyor bu iki kiralık katil. Otelin sahibi de güzel ve hamile Marie. Ken, iyi bildiği Bruges’ü Ray’e tanıtmak istese de, Ray, rastlantıyla film setinde güzeller güzeli Belçikalı Chloë’yle de tanışıyor. Aslında bu onun için hayatının en güzel anları oluyor. Ama, Chloë de öyle göründüğü gibi saf değil tabii ki. Bir cücenin başrolde oynadığı kostüme filmin ekibinin uyuşturucu ihtiyacını da bir güzel karşılıyor Chloë. İş ortağı da var, O da, Eirik. Her şey birden melodrama dönüşecek diye düşünürken, yaratıcı senaryoyla beklenmedik bir yöne doğru ilerliyor hikâye. Harry, kuralcı ve her şeyin plânlandığı gibi gitmesini isteyen biri. Ray, ilk işinde bir hata yapınca Harry’yi çıldırtmış. Harry, Ken’e Bruges’deki yeni işi söylerken bu trajedilerin de başlangıcı oluyor.

Etkileyici Bruges şehri…

Sinema tarihinde doğrudan bir şehre adanan, o şehri başrole çıkartan filmler elbette çok. Sinemanın önemli ustalarından Wim Wenders’in 1994 yapımı “Lisbon Story – Lizbon Kenti” hemen akla geliyor. Coen kardeşlerden Tom Tykwer’e, Gus Van Sant’tan Walter Salles’e yirmi iki yönetmenin bir araya gelerek yaptığı “Paris, I Love You – Paris, Je T’Aime – Seni Seviyorum, Paris” ve yakın zamanlarda gösterime girme umudu olan “New York, I Love You – Seni Seviyorum, New York…” Fatih Akın’dan Mira Nair’e birçok sinemacı New York’u anlatıyorlar. Bu filmin yönetmeni McDonagh, Bruges şehrine tutkun ve aşık gibi görünüyor. Yönetmen bazı anlarda belgesel tadında görüntüler bile oluşturuyor. Ama, yine de Ray’in ruh hali yansıyor filme. O muhteşem güzellikler içerisinde bile kasvet duygusunu yaşayabiliyorsunuz. Sisler, gece karanlığında perdeye yansıyan görüntüler, yağmurlar, sanki Ray’in iç dünyasının dışarı vurması gibi. Aslında tüm bunlar yönetmenin estetik yaratıcılığını da fark ettiriyor. Filmin hikâyesi de öyle. Beklenmedik bir anda her şey bambaşka bir yöne doğru gidebiliyor. Hem görselliği hem de hikâyesi bu filmi değer veren önemli iki unsur. Filmdeki oyunculuklar da yönetmenin bu iyi filmine katkıda bulunuyor. 1955’te Dublin’de doğan Brendan Gleeson, sakin ve Bruges’e tutkun kiralık katilde gerçekten etkileyici. Onu gerçek anlamda ilk keşfediş John Boorman’ın 1998 yapımı “The General – Kod Adı General” filmiyle oldu. 1976’da yine Dublin’de doğmuş Colin Farrell da sinemanın önemli oyuncuları arasına girdi. Joel Schumacher’in savaş filmi “Tigerland – Kaplan Diyarı”yla başrole yükseldi Farrell. İngiliz oyuncu Ralph Fiennes, Anthony Minghela’nın Oscarlara boğulmuş epik filmi “The English Patient – İngiliz Hasta”yla iyice fark edildi. 1981’de Brüksel’de doğan Jérémie Renier, Dardenne kardeşlerin filmleriyle anımsanıyor. Renier, öncelikle “Altın Palmiye”li 2005 yapımı “L’Enfant – Çocuk” ve 2008 yapımı “Le Silence de Lorna – Lorna’nın Sessizliği”yle biliniyor. Ama, güzel Fransız oyuncu Clémence Poésy, 2005 yapımı “Harry Potter and the Goblet of Fire – Harry Potter ve Ateş Kadehi”ni göremeyenler için yeni keşif olabilir. DVD’den arşivlere girmeye değer film bu…

In Bruges
Yönetmen-Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell
Görüntü: Eigil Bryld
Oyuncular: Colin Farrell (Ray), Brendan Gleeson (Ken), Ralph Fiennes (Harry), Clémence Poésy (Chloë), Jérémie Renier (Eirik), Thekla Reuten (Marie)
Yapım: Film4-Focus (2008)

(13 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Sakin Kasabada Derin Suçlar

Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden Bertrand Tavernier’nin Amerika’da çektiği “Sislerin İçinden”, dingin anlatımlı ve bir kara film tadında. Büyük oyunculardan Tommy Lee Jones’un performansı da etkileyici.

James Lee Burke’ün “In the Electric Mist with Confederate Dead” romanından uyarlanan “In the Electric Mist – Sislerin İçinden”, Louisiana’nın sakin ve küçük bir kasabada hiç de sakin olmayan bir yazı anlatıyor. Emekliliği yaklaşmış ayyaş bir şerif Dave Robicheaux, giderek birbirine bağlanan suçları yorgun haliyle çözüyor. Vakaların içinde kaybolan Dave, iç savaş yıllarının generallerinden John Bell Hood da capcanlı hayaliyle onun dünyasına giriyor. Siyah mahkûm Dewitt Prejean’ın 1965’te zincirler içinde bataklıktaki öldürülüşüyle de ilgileniyor Dave. Prejean, ırkçılığın yoğun olduğu kasabada beyaz bir kadınla ilişkiye girerek büyük bir günah işlemiş. Kasabada çekilen filmin başrolünde oynayan sürekli sarhoş Elrod, bataklıkta zincire bağlı bir iskelet gördüğünü söylüyor Dave’e. Bunun, Prejean’ın ölüsü olduğunu anlıyor Dave. O sırada genç fahişelerden biri vahşi biçimde öldürülmüş cesedi bulunur. Hem genç fahişe hem de Prejean’ın geçmişte işlenmiş cinayetlerini soruşturan Dave, elbette sanat dünyasının “ihtiyaçlarını” karşılayan tuhaf adı olan Julie “Baby Feet” Balboni’den şüpheleniyor. Karanlık “Baby Feet”, lüks içinde yaşıyor ve şüpheleri onun üzerinde yoğunlaştırıyor Dave. Elbette yeni cinayetler de işleniyor kasabada.

Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden Bertrand Tavernier, 1941’de Lyon’da doğdu. Hukuk okuyan Tavernier, sinema eleştirileri de yazdı. Amerikan sinemasının da tutkunlarından biri ve ayrıca bu sinema için iki kitap da yazdı Tavernier. Cazı da çok seviyor. Tavernier, 1983’te Robert Parrish’le beraber caz üzerine belgesel de çekti. 1986’da Tavernier, Paris’te geçen “Round Midnight – Geceyarısına Doğru” caz filmini çekti. Başrolde de ünlü cazcı Dexter Gordon vardı. Tavernier’nin 1980 yapımı “La Mort en Direct – Ölümü Beklerken”, sinemanın unutulmaz filmlerinden. Tavernier’nin polisiye sinemaya saygı gönderdiği 1995 yapımı “L’Appât – Yem”i de sinemaseverler belleğine almalı. Filmin geçtiği Louisiana eyaletini Fransızlar kurdu. Caz tutkunu Tavernier, her şeyiyle Fransız tadı olan ve cazın ülkesi Louisiana’yı boşuna seçmemiş. Filmdeki çoğu karakterin adı da Fransız. 2005’te Katrina Kasırgası’nın vurduğu Louisiana eyaletinin New Orleans şehrine de adanmıştır belki de bu film. Bazı anlarda kasırganın yıktığı ve enkaza çevirdiği mekânlar da yansıyor perdeye. Filmin fonunda da caz tınıları duyuluyor. Yönetmenin kadınlara yönelik şiddeti ve ırkçılığı anlattığı bu etkileyici filminde sadece siyahların değil, beyazların da yoksulluğunu gösteriyor. Yaşlı insanlar, enkaza dönmüş evlerinde yapayalnızlar. Kara film tadı da veren bu Tavernier yapıtı “Sislerin İçinden”i perdede yaşamak etkileyici. Büyük oyuncu Tommy Lee Jones’un dingin performansı da bellekte kalıyor. Yönetmen, kadim dostu kameraman Bruno de Keyzer’le bu filminde de çalışmış. De Keyzer, Tavernier’nin “Un Dimanche à la Campagne – Kırda Bir Pazar”dan bu yana onunla birçok filmde çalıştı. DVD’den arşivinize katabileceğiniz modern klâsik bir film “In the Electric Mist – Sislerin İçinden…”

Sislerin İçinden (In the Electric Mist)
Yönetmen: Bertrand Tavernier
Eser: James Lee Burke
Senaryo: Jerzy ve Mary Olson-Kromolowski
Müzik: Marco Beltrami
Görüntü: Bruno de Keyzer
Oyuncular: Tommy Lee Jones (Dave), John Goodman (Julie ‘Baby Feet’ Balboni), Kelly Macdonald (Kelly), Mary Steenburgen (Bootsie), Peter Sarsgaard (Elrod), Justina Machado (Rosie), Steve Broussard (Prejean), Bernard Hocke (Doucet)
Yapım: Fransa-ABD (2008)

(13 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Kederli ve Yorgun Şehir

“Herkes Kendi Kedisini Arar” filminin yönetmeni Cédric Klapisch’in Paris’i ve insanlarını anlattığı “Paris” filminde kardeşlerin hikâyeleri öne çıkarken göçmenler de filme dahil oluyor.

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen yönetmen Cédric Klapisch’in sinemaskop çektiği “Paris”i, sinema belleğine alınması gereken bir yapıt. 1961 doğumlu yönetmen Klapish’in 1996 yapımı “Chacun Cherche son Chat – Herkes Kendi Kedisini Arar” filmini sevenler, 2008 yapımı “Paris”i de sevecekler. Birçok insanın hikâyesinin iç içe anlatıldığı “Paris”te, kardeşlerin hikâyeleri öne çıkıyor. Kalp hastası dansçı Pierre ve sosyal hizmet görevlisi ablası Élise’le, Roland ve Philippe Verneuil kardeşlerin hikâyeleri de daha önde görülüyor. Aralarda da göçmenler var. İnsanın yüzünde kederin hiç eksik olmadığı bu şehirde herkese yetecek hikâyeler var. Roland Verneuil, Paris uzmanı bir profesör. Evlenmemiş. Aşık olmamış. Alttan alta da, evli ve üstelik karısı hamile mimar kardeşi Philippe’i kıskanıyor. Takıntılı Roland, dersini dinlemeye gelen güzel öğrenci Laetitia’ya tutuluyor. Kızın rastlantıyla öğrendiği cep numarasına Baudelaire’in dizelerini gönderiyor hep. Elbette manavlık yapan Jean, Franky ve Murat, fırıncı kadın, Brötonlu Jean’ın eski karısı Caroline, fırında çalışan Hatice ve bir de Kamerunlu göçmen genç Benoit var bu Paris hikâyesinde.

Paris’ten hikâyeler…

Hastalığından dolayı hep evinde olan Pierre, final bölümünde dışarı çıktığında Paris’in yorgun ve kederli bir şehir olduğunu söylüyor. Pierre, ölümü beklerken profesör Roland’ın aşık olduğu Laetitia’ya aşık oluyor. Evinin balkonundan karşı dairedeki Laetitia’ya hayran olur Pierre. Hayata tutunacak kadar. Ablası Élise onun için çöpçatanlık yapsa da ne yazık ki Laetitia’nın bir sevgilisi var. Bir düş kırıklığını da Roland yaşıyor elbette. Hep kadınların uzağında kalmış, onlara ulaşamamış Roland, Laetitia’nın taze bahar kokulu güzelliğine Baudelaire’in dizelerini cep mesajıyla gönderse de bu aşk gerçekten imkânsız. Hem de arada yıllar var. Ama Laetitia, belki de Baudelaire’in dizeleri hatırına Roland’ın hayallerini gerçekleştiriyor bir gün için. İşte bu kadar… Yönetmen, Paris üzerine bu filminde tam anlamıyla kardeşlerin hikâyelerini öne çıkarmış. Yönetmenin “koşut kurgu”yla yansıttığı yan hikâyeler de bu filme ve Paris şehrine derinlikli anlamlar katmış. Öncelikle manavcılarla Paris’e kaçak yollardan gelen Kamerunlu Benoit’nın hikâyeleri derinlik katıyor. Hem ülke içinden hem de ülke dışından gelen göçmenler var bu şehirde. Paris, göçmenlere yabancı değil, ama göçmenler Paris’e yabancı. Orada tutunmak ve varolmak o kadar basit mi? Fırında iş bulan Arap kızı Hatice de bu Paris hikâyesinde kendine yer buluyor. Çocukları olan, ama erkeği yanında olmayan Élise, Brötonlu Jean’la aşk yaşamayı düşlüyor hikâyenin bir yerinde. Élise’in, Jean’ı etkilemek için Rosemary Clooney’nin “Sway” şarkısı eşliğinde yaptığı striptizi de gerçekten muhteşem. Sinema tarihinde yerini alacak belki de bu sahne. Rosemary Clooney, ünlü aktör-yönetmen George Clooney’nin teyzesi. “Sway” (Sallan) şarkısını Dean Martin’in sesinden hatırlayabilirsiniz. Yıllar önce, 1976’da Ajda Pekkan da Yeşil Giresunlu’nun Türkçe sözleriyle bu şarkıyı söylemişti: “Başrolde çoğu zaman bir kadın / Peşinde bir erkek adım adım / Dünyanın kanunu besbelli / … / Kim ne derse desin aşk için / Önce hoş sonra boş gelir / … / Aşk bana yalan gelir…” Rosemary Clooney bu şarkıda şöyle sesleniyordu aslında: “Like a flower bending in the breeze (Bir çiçeğin meltemle eğilmesi gibi) / Bend with me, sway with ease (Benimle eğil, hafifçe salla beni) / When we dance you have a way with me (Dans ederken beni kolayca etkileyebilirsin) / Stay with me, sway with me (Benimle kal, benimle sallan) / Other dancers may be on the floor (Pistte başka dans edenler olabilir) / Dear, but my eyes will see only you (Sevgilim, ama gözlerim yalnız seni görüyor) / Only you have that magic technique (O büyülü teknik yalnız sende var) / When we sway I go weak (Biz sallandıkça ben güçsüzleşiyorum) / I can hear the sounds of violins (Keman seslerini duyuyorum) / Long before it begins (Çalmaya başlamalarından önceden beri)…” Filmin fonunda duyulan piyano tınıları da sinemaskop görüntülerle yansıyan Paris’in hüznünü hissettirebiliyor seyirciye.

Filmde unutulmaz bir sahne de, modern Paris halinde geçen anlar. Göçmen ruhları yansıyor buralarda. 1961’de Paris’in Seine Nehri kıyısında doğan Fransız yönetmen Klapisch daha çok 1996 yapımı “Chacun Cherche son Chat – Herkes Kendi Kedisini Arar” filmiyle biliniyor. Paris’e adanmış “Herkes Kendi Kedisini Arar”ı mutlaka görmelisiniz. Aslında Cédric Klapisch filmleri arşivlere alınmalı. Filmleri buralara da gelen Klapisch’in 2002 yapımı “L’Auberge Espagnole – İspanyol Pansiyonu” da çok beğeniliyor. Hikâyesi, birçok şehir ve mekânda geçen 2005 yapımı “Les Poupées Russes – Rus Bebekler” de buralara kadar gelmişti. “Rus Bebekler”, St. Petersburg şehrine selâm gönderiyor. Bu “Paris” filminde, Pierre karakterine hayat veren genç Romain Duris de yönetmenin en çok çalıştığı oyunculardan biri, belirtelim. Evet, Juliette Binoche… 1964’te Paris’te doğan Binoche, sinemanın şimdiden unutulmaz oyuncuları arasına girdi. Binoche, Leos Carax’nın 1991 yapımı “Les Amants du Pont-Neuf – Köprüüstü Aşıkları” filmiyle sinemasal belleklere yerleşti. 1993 yılında Krzysztof Kieslowski’nin “Trois Couleurs: Bleu – Üç Renk: Mavi” filmiyle unutulmaz bir performans ortaya koymuştu. Michael Haneke ustanın da gözdesi oldu sonra. Binoche, Haneke’nin “Code Inconnu – Bilinmeyen Kod” (2000) ve “Caché – Saklı” (2005) filmlerinde de oynadı. 2007’de Tayvanlı usta Hsiao-hsien Hou’nun “Le Voyage du Ballon Rouge – Kırmızı Balonun Yolculuğu” filmine de zenginlik katmıştı. Binoche, 2008’de Abbas Kiarostami’nin “Shirin – Şirin” filminde de göründü. DVD’de yeni yayımlanan bu etkileyici “Paris” filmi arşivlerde olmalı.

Paris
Yönetmen-Senaryo: Cédric Klapisch
Müzik: Robert Burke-Loïc Dury-Christophe Minck
Görüntü: Christophe Beaucarne
Oyuncular: Juliette Binoche (Élise), Romain Duris (Pierre), Fabrice Luchini (Roland), Albert Dupontel (Jean), François Cluzet (Philippe), Gilles Lellouche (Franky), Mélanie Laurent (Laetitia), Zinedine Soualem (Murat),Julie Ferrier (Caroline), Olivia Bonamy (Diane), Annelise Hesme (Victoire), Audrey Marnay (Marjolaine), Feride Khelfa (Feride), Karin Viard (Fırıncı), Sabrina Ouazani (Hatice)
Yapım: Fransa (2008)

(13 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

İsrail’in Beyazperde Korkusu

Gördüklerimizi unutmamız için bize eğlenceli şeyler önerdiler, dünyada olup bitenden uzak durmamız için bizi devasa alış veriş merkezleriyle oyaladılar. Devamlılığın bir süre sonra normalleşme sağladığını bilerek sürekli öldürdüler. Babasının kucağında ölen çocukları artık yemek sofralarımızda izlemeye başladığımızda ise çoktan istediklerini almışlardı.

Çocuğunuzu ekmek almaya yolladığınız zaman bir kurşunla öldürüleceğini bilerek yaşamak zorunda olsaydınız, hayatınız nasıl olurdu? Evinize her an bir buldozerin girip sizi ve ailenizi katledeceğini bilerek sabaha gözlerinizi açsanız… Ölmek bir kaderdir. Peki ya insanın insana yaptığı zulüm? Mavi Marmara gemisindeki onlarca kameranın kayıtları bize ulaşmamış olsaydı, yankısı bu kadar büyük olur muydu? Görüntünün gücü yine devredeydi ve biz -akıllıca yapılan bir sistem sayesinde- saniye saniye yaşananları görebildik. Bütün dünya da işte bu görüntüler sayesinde ayağa kalktı. İsrail ilk defa yaptığı insanlık dışı katliamın “görüntü”lenmesini kontrol altına alamadı. Ve o yüzdendir ki; elinde fotoğraf makinesi olan İHH görevlisini tam alnından tek kurşunla vurarak öldürdü. 19 yaşında genç şehidimiz Furkan’a ise ölüm elinde kamerayla çekim yaptığı sırada geldi.

Bu kurgusuz, montajsız film kanlı ellerin gerçekliğini evlerimize ulaştırdı. İsrail’in “görünür olma korkusunu” tüm dünya görmüş oldu!

Filistin soykırımını anlatan kaç film var?

“Geçen yıl kısa bir kurmaca film çekip Ben Gurion Havaalanı’ndan yola çıkmadan önce, İsrail Havaalanı güvenliği yetkilileri çantamdaki ham filmlere el koymuşlar ve ülkeden çıkarmama izin vermemişlerdi. Özel bir odada uzun bir sorgulamaya maruz kalıp üç defa bütün vücudumun tepeden tırnağa aranmasının ardından, yetkililerin bu tutumlarının sadece güvenlik kaygılarına bağlı olmadığını açık bir şekilde anladım. Güvenlik memurları başka şeylerin yanı sıra benden, filmin çekim senaryosunu, benimle birlikte çalışmış olan oyuncuların ve çekim ekibinin isimlerini, hatta nerelerde oturduklarına dair doğrudan bilgileri istediler. Birkaç saat sonra (uçağım çoktan hareket etmişti) beni serbest bırakmaya karar verdiler, fakat filmin kopyasını, güvenlik tehdidi bulunup bulunmadığını araştırmak üzere bir gün daha kendilerinde alıkoydular. Durum besbelli ortadaydı ki, havaalanı güvenliği açısından birincil kaygı uçağın güvenliği falan değildi, bir Filistinlinin basitçe bir film çekmiş olmasını yarattığı derin huzursuzluktu.” diye anlatıyor Filistinli yönetmen Annemarie Jacir. İsrail’in müdahaleci ve engelleyici tavrı, burada yaşananları dünyaya duyurmama telaşından başka bir şey değil. Oysa görselliğin gücünü çok iyi bilen Yahudiler, Hitler tarafından yaşadıkları soykırımı zihinlerimize çok iyi kazıdılar. “Hayat Güzeldir” filmindeki Nazi kampında, çocuğunu korumak için mücadele içindeki babayı izleyip de ağlamayan var mı?

Hollywood sayesinde Yahudi soykırımını anlatan onlarca “hüzünlü” film var. Peki, Filistin’deki Müslümanların soykırımını anlatan filmlerin sayısı kaç?

Bir toplumu tarih üzerinden silmek için yapılan en büyük felâaket onun kültür yapısına zarar vermektir. İsrail anlamsız ve vahşi hayvanlar gibi hareket ettiği bu dünyevi savaşın içerisinde, en çokta Filistin’in kültür dokusunu hedef almıştır. Ariel Şaron’un Nisan 2002’de Ramallah’taki Sakakini Kültür Merkezi’ni yağmalatıp, bütün eserleri yok etmesi bu amacın en hatırlanır göstergesidir. Verilen zarara rağmen hâlâ cesaretli birçok Filistinli aydının, kültürel dokuyu gelecek nesillere aktarabilmek için yaptıklarını Joseph Massad şöyle ifade ediyor: “Filistinliler şarkıları, müzikleri, dansları, resimleri, oyunları, şiirleri, romanları ve filmleriyle, İsrail’in aralıksız saldırılarına ve cinayetlerine rağmen kendilerini topraklarına ve yurtlarına bağlayan bağı koparmaya itiraz eden bir kültürel direniş sergilemişlerdir.”

Bir Halkın Kurtuluş Hayali

Edward Said’in 24 Ocak 2003’te New York, Columbia Üniversitesi’nde düzenlenen “Bir Ulusun Hayalleri: Filistin Film Festivali”nin açılış gecesinde Filistin sinemasının önemini şöyle vurgular: “Filistin sineması, Filistin’in 1948’i (Filistin’in tarumar edildiği, Filistinlilerin dağıldığı ve mülklerinden oldukları yılı) izleyen yıllardaki varlığı adına görsel bir alternatif. Görsel bir ifade ediş, görsel bir enkarnasyonu sağladığı gibi, ayrıca, bir karşı -anlatı ve bir karşı- kimlik oluşturmaya çalışarak, Filistinlilere dayatılan ‘terörist’ kimliğine, ‘şiddete meyilli halk’ yaftasına karşı koymanın bir yolunu sunar.” (Bu konuşmanın tam metnini ve Filistin Sineması üzerine daha fazla bilgiyi Agora Kitaplığı’ndan çıkan Filistin Sineması: Bir Ulusun Hayalleri / Hamid Dabaşi kitabından edinebilirsiniz.)

İsrail’in kanlı silâhları altında sokağa çıkmaları bile kısıtlanmış olan Filistin halkı, yokluk içerisinde bir sinema dili oluşturmaya çalışır. Yetmişler Filistinli sinemacılar açısından -çekilen film sayısına bakıldığında- bereketli yıllardır. Seksenli yıllara gelindiğinde ise -İsrail’in 82’de Beyrut’u işgâl etmesi üzerine- sinemada bir duraklama olur. Filmlerini seyredebilecekleri bir sinema salonunu bile bulunmayan Filistinliler, Lübnan’a yapılan işgâlin ardından sinema arşivinde çok ciddi kayba uğrar. Özellikle 1940’dan 1970 sonlarına kadar çekilen filmlerin arşivini muhafaza eden Lübnan, İsrail’in zorbalıkla yaptığı işgâlden sonra bu arşivin çoğunluğunu kaybeder.

70’lerde yapılan filmlerin çoğunluğunun belgesel türünde olması dikkat çekicidir. Uzun metrajlı filmlerin maliyetinin yüksek olması gibi sebeplerin dışında çekilen belgeseller, Filistin tarihini görsel olarak arşivleme kaygısı taşır. İsrail bu çalışmaların çoğuna zarar vererek günümüze ulaşmasına engel olmuştur. Belgesel türü dışında ilk önemli çalışma ise Avrupa’da yaşayan Filistinli bir yönetmenin kadrajından beyazperdeye yansır. Michel Khleifi’nin 1980 tarihli Fertile Memory ve 1988’de Wedding in Galilee (Celile’de Düğün) filmleri uzun metraj alanında yapılan ilk çalışmalardır. Filistin sinemasının bir uçta Michel Khleifi, Raşid Maşaravi ve Mai Masri’den, öteki uçta Elia Süleyman, Hany Ebu Esad ve Annemarie Jacir’e kadar güce / iktidara karşı koyma iradesi sergilemesi, bu sinemanın travmatik gerçekçiliğini taçlandıran bir başarıdır.

Filistin Sineması, esaret altındaki bir ulusun barış için ümitlerini ve inadına yapılan zulme boyun eğmeyeceklerini gösteren yapıtlarla dolu. Engellerin, yasakların, İsrail’in dur durak bilmeyen şiddetinin altında Filistinli yönetmenler korkusuzca film çekmeye devam ediyor. Sinemanın görsel dilinin her türlü silâhtan daha kuvvetli olduğunu bilen İsrail ise bunu engellemek için her yolu mubah görüyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine -mecburi olarak- dağılmış olan Filistinli yönetmenleri ya öldürüyor ya da bir daha film çekemeyecek hale getiriyor. Fakat son olaylarda gösterdi ki, dünya artık İsrail’in beyazperde de uyutacağı bir halden çıktı.

(12 Temmuz 2010)

Ayşe Şahinboy Doğan

Genç Dergi’de yayınlanmıştır. (Temmuz 2010)

Sıralardaki Heyecanlar

Geçen hafta sonu (02 Temmuz Cuma), Türk – Yunan ortak yapımı olarak çekilecek olan Mucizeler Şehri İstanbul filminin tanıtım toplantısı Beyoğlu Zoğrasyon Rum Lisesi’nde yapıldı. Fotini Siskopoulou’nun yönetiminde çekilecek olan filmin Türk yapım ortağı Biket İlhan, komşu ülke filmcileriyle, yine yapımcısı olduğu “Kayıkçı” filminde kurdukları dostluğun sürdüğünü ve bu projenin gerçekleşmesine vesile olduğunu belirtti. Toplantıda, başrollerini Türk oyuncu Orhan Günşiray ile Yunan oyuncu Aliki Vuyuklaki’nin paylaştığı, son Türk – Yunan ortak yapımı “Sıralardaki Heyecanlar”ın, o yıllarda iki ülke arasındaki siyasi gerginlikler nedeniyle Yunanistan’da gösterilmediğini genç kuşaklar da öğrenmiş oldu.

Benzer toplantılardaki sohbetler, teferruatlı bilgi toplama açısından hayli yararlı oluyor. Sağa sola, yukarıya aşağıya kulağınızı uzattığınızda, burnunuzu soktuğunuzda ilginç ve özel bilgiler ediniyorsunuz. Meselâ ileri yaşlardaki bir Yunanlı sinema yazarı meslektaşımız 1950’li yıllarda çevrilen bir Türk – Yunan ortak yapımının dünyada benzeri olmadığını söylüyor. Çevrilen film gösterime girmesede bu özelliğinin çekiminden kaynaklandığını öğreniyorsunuz. Film aynı anda hem Türk oyuncularla hem de Yunan oyuncularla çekilmiş. Dekor kurulduğunda, önce Türk oyuncular rollerini oynamışlar, sonra aynı sahne Yunan oyuncular tarafından gerçekleştirmiş. Meslektaşımız bu filmi ilk Türk – Yunan ortak yapımı olarak açıklasa da konuşması sonrasında ülkemizin önde gelen arşivist arkadaşlarımızdan birisi kendisini kenara çekip aslında ilk ortak yapımın 1933 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde çekilen “Fena Yol” (O Kakos Dhromos) adlı film olduğunu açıklıyor. O da sağolsun yeni edindiği bu bilgiyi bir güzel Yunan Televizyonu E. R. T. TV.ye sıcağı sıcağına kendi mamulâtı gibi açıklıyor. Bizim arşivist arkadaşa da “Olsun, olsun, bilgi bilgidir, açıklaması iyi oldu” mütevaziliği kalıyor. İlk konuşma sırasında arkadaşa o kadar da ısrar ettim, “Açıkla şunu da bilgilendirmede de Türk – Yunan ortak yapımı gerçekleşsin” dedim, açıklamadı.

Benzer toplantılarda özel bilgiler edinmekten bahsetmiştim, bir başkasını da yazayım: Meselâ siz Nilüfer Aydan’a “Şafak Bekçileri”nin DVD.sinin yakında piyasaya çıkacağını söyleyerek sanatçıyı sevindirebilirken Aydan’ın, hep beraber yaptığınız sohbette yanındaki beye Rumca birşeyler söylediğini işittiğinizde, sevdiğiniz sanatçıya duyduğunuz hayranlıklara bir yenisi daha ekleniyor. Keza önümüzdeki 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde onur ödülü verilecek sanatçıların belirlendiğini, ancak birkaç tanesinden henüz kabûl ettikleri konusunda dönüş olmadığından resmi açıklamanın 28 Temmuz’da Dedeman Oteli’nde düzenlenecek bir basın toplantısı ile açıklanacağını öğrenebiliyorsunuz. Sanatçıların adını öğrenmenize rağmen etik olmayacağından derginizde, gazetenizde, TV.nizde, web sitenizde açıklamıyorsunuz. Ancak ertesi gün bir bakıyorsunuz bazı web siteleri marifetmiş gibi “basına kapalı yapılan toplantıda” diye üzerine basa basa onur ödülü verilecek sanatçıları açıklıyor. Bu durumda 28 Temmuz’da yapılacak basın toplantısını bir şekilde sabote etmiş olmuyor musunuz? Bazı web siteleri ise bırakın “basına kapalı yapılan toplantı”yı hangi sanatçılara ödül verileceği tasarlanırken edindiği bilgileri bile kamuoyuna yansıtmadı. Neden? Vatandaşa doğru bilgi verilsin diye. Açıklanan sanatçılardan bazıları ödülü kabûl etmezse internete düşen bilgi ilelebet orada yanlış olarak kalacak.

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri: Ekstra

(Aslında yukarıdaki konuları, aşağıdaki twitter günlüklerimi normal yazı hacmine ulaştırmak için twitter’a yazayım dedim. Fakat uzadıkça uzadı, o nedenle doğrudan sitede yayınladım, güdük kalan son günlüklerime de “Ekstra” başlığını koydum. “Son” deyince, twittır’da “kapıyı örttüm, camı açtım” gibi önemli konuları yazıp, çok uzun yazdığımı, okumakta zorluk çektiklerini belirten sevgili twitterdaşlarım sanmasın ki twitter’a yazmayı bırakacağım. Bazıları ufak tefek, bazıları büyük tefek aklıma takılan konuları yazmayı tabiki sürdüreceğim. Bu twitter meselesi kısa filmi de andırıyor. Makale türü yazılara uzun film niyetiyle bakarsak, twitter’lara kısa film gibi bakabiliriz. Bazen aklınıza öyle bir lâf geliyor ki, ne kadar çekersen çek uzamıyor. O zaman bırak onu, kısa film, pardon twitter olarak kalsın.)

Mükerrer Başlık (Yukarıdaki jenerikti): Sadi Bey’in Twitter Günlükleri: Ekstra

Antalya Aksin Sinemaları’nın Digiakdeniz adlı aylık dergideki ilânında Russell Crowe’ın oynadığı “Robin Hood”, TV dizisi afişiyle …

… tanıtılıyor. Biz demek ki “Sinemanın Tadı Başkadır”, “Film Sinemada İzlenir” diye yıllardır boşuna kürek çekiyoruz. (“dötümüzü …

… yırtıyoruz” diyecektim ama ayıp olur diye demedim.) “Grafiker yapmış” demek mazeret değil. Sinemayı seven bir grafikerle çalış birader.

Uçaklarda first class kaldırılsın, first class uçak seferleri konsun. Ağalar ve beyler kendi kendilerine ister ipek kaplama koltuklarda …

… otursunlar, ister atlastan perdeleri olsun. İster kristal kadehlerden içsinler, ister altın kaplama mekânlarda saçsınlar dertlerini.

2010 En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü’nü kazanan, orijinal adı “Okuribito” (Departure) olan film “Son Veda” Türkçe ismiyle sinemalarda …

… gösterilmişti; DVD.si ise “Gidişler” adıyla piyasaya çıkarıldı. Niye? Oldu olacak TV.lerde de “Yürüyüşler”, “Yola Çıkışlar” vs. gibi …

… bir isimle gösterin de vatandaşın kafası iyice karışsın. Sinemada gösterilmiş olan film sinemadaki adıyla anılır. “Türkler Çıldırmış …

… Olmalı”nın DVD.si “Somali Fatihleri” adıyla çıkarılabilir mi? Çıkarılır tabiki, neden olmasın. Hani bir zamanlar sinemada vizyon gören …

… Türk filmleri birkaç yıl sonra Anadolu’da farklı isimlerle gösterime sunulurdu. Kemal Sunal’ın “Kibar Feyzo”sunun “Nazik Zülfo”

… adıyla yeniden gösterime çıkarılması gibi. DVD piyasasında da benzer bir uygulama mı başlıyor nedir?

Bulmaca düzenleyenlerden ricam: Cevabı “As” olan “Bir kürk hayvanı” sorusunu bulmacalarınızdan lütfen sonsuza dek kaldırın.

(08 Temmuz 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

09 Temmuz 2010 Haftası

“Büyük Hata”, kocasını sınamak için ona gizlice ‘escort’ ayarlayan kadının, ‘masum görünümlü’ kızla etkileşimi sonucu kendi cinsellik dehlizini keşfi… Ve fakat bu aldatmacada yüzeyin içine girmeye çalışan ve saf sevgiyi arayan kızın, zenginlerin oyun sahasında kendi gibi piyonların kolayca harcanacağını ‘fena halde’ öğrenmesi üzerine bir ikinci çevirim (Fransız filmi “Nathalie…”den uyarlama). Çapraşık duyguların önemli yorumcusu Julianne Moore ve taptaze bir güzellikle baştan çıkarıcılığı birleştiren Amanda Seyfried ikilisi, cinsel gerilimin psikolojiyle sımsıkı temas ettiği bu tür öykülerin uzmanı Atom Egoyan yönetiminde, tam anlamıyla ‘döktürerek’, izleyenin tüm dikkatini ve kimyasını perdeye teksif etmekte.

“Gece ve Gündüz”, ‘iyice uçurulmuş’ aksiyonun ve görkemli patlamaların eşlik ettiği çok mekânlı ‘ajan serüveni’nin, iki olgun ancak fizik – kimyaları hâlâ mükemmel oyuncu marifetiyle, ilgi çekici bir gösteriye dönüştürüldüğü, gerçekten de, katıksız eğlence. Yönetmen farkı tabii: James Mangold, mizahı (kalitelisini tabii) lokomotif unsur olarak kullandığı için bu işi iyi kotarmış. Kendi adıma, son aylarda, sinemada bu kadar güldüğümü anımsamıyorum.

(06 Temmuz 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Anneler, Kocaları, Sevgililer ve Chloe

Biraz kadınlar arası bir durumun hikâyesi aslında Atom Agoyan’ın “Chloe”si.

Bir genç kadın, bir olgun kadın ve onların arasındaki ilişki. Her ne kadar biraz erkek fantazileriyle süslenmis dahi olsa, bir erkek yönetmenden gelmesi açısından “Chloe” kadınların dünyasına aslında gerçekçi ve oldukca dramatik bir bakış açısı sunuyor.

Doktor Catherine Steward (Julianne Moore) eşi ve arkadaşları ile gittiği bir restaurantın tuvaletinde ağlamakta olan bir genç kadına yardım teklif eder. Daha sonra kocasının kendini genç kadınlarla aldattığından şüphelenen Catherine, adı Chloe olan bu genç telekızdan yardım ister.

Chloe, Catherine’in oğlu Michael’in yaşındadır ve aslında kendine bir anne figürü aramaktadır.

Ustalıkla filmin içine yerleştirilmiş olan detaylar (ilk tanıştıklarında sadece kendine ilgi gösterdiği için Chloe’nin Catherine’e annesine ait olan bir tokayı vermek istemesi, Catherine her Chloe ile ilgilenmeyip kocasının onu aldatmasının yarattığı duygularla boğuştuğunda Chloe’nin suratının asılması, Catherine’in ilişkilerini ilk sonlandırma teşebbüsünde Chloe’nin tam da onun önünde bisikletten düşmesi, vs.) Chloe’nin aslında Catherine’in ilgisini istediğini bize açıkça belirtiyor.

Bu da daha sonra aralarında ilişki başka bir boyut kazandığında ya da Chloe’nin Catherine’in kocası hakkında anlattıklarının doğru olmadığını öğrendiğimizde “Bu da nereden çıktı şimdi?” diye sormaktan bizi kurtarıp filme bütünlük sağlıyor.

Bu açıdan film, delillerin çok iyi yerleştirilmiş olduğu bir dedektif romanı gibi izleyeni merak içinde bırakan, karamsar konusuna rağmen akıcı bir film.

Julianne Moore ve kocasını canlandıran Liam Neeson zaten çok sevdiğim iki oyuncu. Ama Chloe’yi ete kemiğe büründüren Amanda Seyfried izleyeni etkisi altına alıyor. Rolünde o kadar gerçekçi ki… Halihazırda kocaman olan gözlerini koca koca açarak, arada alnını kırıştırarak Chloe’nin hem deli tarafını, hem de duygularını harika yansıtıyor.

(06 Temmuz 2010)

Yasemin Sim Esmen