Kategori arşivi: Yazılar

Kako Si?

Daha önce reklâm,video ve müzik filmlerinde yönetmen, yazar ve yapımcı olarak görev alan Özlem Akovalıgil’in ilk uzun metrajlı çalışması olan Kako Si? iki farklı hikâyenin Bosna’nın başkenti olan Sarajevo’da birleşmesini anlatıyor.

Ailesi yıllar önce, savaş zamanında Bosna’dan İstanbul’a göç etmiş olan Semahat Hanım, doğduğu yere geri dönüp akrabalarını bulmak ister. Çekeceği filmde Semahat Hanımın hikâyesini işlemek isteyen yönetmen Fatih ve arkadaşı Ufuk, Semahat Hanımı da alarak Saraybosna’ya doğru yolculuğa çıkarlar. Almanya’da doğup büyümüş olan Selim ve sevgilisi ise araba ile Almanya’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılırlar, bu iki farklı hayatın yolları Bosna’da kesişir.

Yönetmenimiz Bosna’nın Sırplar tarafından işgâl edildiği dönemde Müslümanların yaşadığı zor durumlara ışık tutarak sinema ile belgesel karışımı bir film yapmaya çalışmış ama Akovalıgil’in ilk filmi olsa gerek, konu amatörce işlenmiş. Özellikle sahneler arası çok hızlı geçilmiş ve yönetmen Fatih ile Selim’in arabanın içindeki diyalogları da çok fazla uzatılmış ama iki farklı hikâyenin birbirine mantıklı bir şekilde bağlanması ve tarihsel olaylardan da bahsedilmesi, izleyicinin filme olan ilgisini bir hayli arttırıyor. Filmde Semahat Hanımı canlandıran Semahat Garuşanin’in samimi ve doğal oyunculuğu dikkat çekiyor, isminden de belli oluyor ki oynadığı karakter ile kendi hayatı hemen hemen birbirine benziyor, Garuşanin’e Mesut Akusta, Deniz Çakır, Kemal Okur ve Muhammed Garuşanin gibi oyuncular eşlik ediyor.

Filmin başarılı görüntülerinin yönetmenliğini ise O… Çocukları, Ali’nin Sekiz Günü ve Dilber’in Sekiz Günü gibi filmlere de imza atmış olan Cengiz Uzun üstleniyor. Saraybosna’nın manzaraları da filme ayrı bir renk katmış. Salondan çıktığım zaman gelecek yaz tatilinde Bosna’ya gidip bize yakın bu yerleri ziyaret etmeye karar verdim.

Az bir bütçeyle çekilmesine ve teknik kusurlarına rağmen Semahat Goruşanın’ın oyunculuğu, görüntüsü ve Bosna-Hersek topraklarında yaşamış olan Müslümanlar (Boşnaklar) hakkında bilgiler almak için görülmeye değer bir film olmuş.

(10 Ekim 2010)

Emir Batuş

Altın Portakal Müzesi İçin Çağrı

Müzeler günümüzde ekonomik, siyasal, kültürel küreselleşme ve dolayısıyla kitle iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmelere, bilgi ve insan hareketliliğine bağlı olarak oldukça önemli bir işleve sahiptir. Küreselleşme sonucu kültürlerin müzelere tıkılan folklorik bir nesne durumuna düşeceği yönündeki karamsar anlayışlar bir yana; bugün için turizm, eğitim, iş gücü göçü gibi birçok nedenlere bağlı olarak yaşanan insan hareketliliğinde ülkelerin, toplumların resim, müzik, edebiyat, sinema gibi birçok sanat dalını ve toplumsal, kültürel, ekonomik, tarihsel, dinsel yaşanmışlıklarının geçmişe ve bugüne ilişkin somut örneklerinin sergilendiği ve kuşaktan kuşağa olduğu gibi, dünya insanlarına da aktarılmasında müzelerin işlevi yadsınamaz.

Bugün, ülkelerin tarihsel, sanatsal, ekonomik ve kültürel birikimlerinin sergilendiği müzeler, bulundukları kentle birlikte anılır hale gelmiştir (Paris – Musee du Louvre, New York – Metropolitan Museum of Art, London – Britisch Museum, Madrid – Prada, Berlin – Pergamon, İstanbul – Dolmabahçe Sarayı, Topkapı Müzesi). Bunun dışında farklı ülkelerden insanların yakından takip ettiği ressam ya da yazarlara, önemli devlet adamları ve tarihi kişiliklere ilişkin müzeler de yer almaktadır (Paris – Rodin, Prag – Franz Kafka, Dublin – James Joyce, Amsterdam – Van Gogh). Müzecilik alanında bir diğer kabûl ise belli alanlara ilişkin konulu müzelerdir (Transport Müzesi, Camera Obscura Müzesi, Kommunikation Müzesi, Bilim, Jeoloji, Doğa Tarihi, Sualtı müzesi, Sinema ve Film Müzesi gibi). Günümüzde sinema ve filmleri konu alan müzelerin sayısı da hızla artmaktadır. Bu müzeler sadece filmlerin ve resimlerin arşivlendiği ve sergilendiği yerler olmaktan öte, film-medya pedagojisi, film restorasyonu, halka açık sinema kütüphanesi, film izleme günleri gibi etkinliklere imza atmaktadır. (Örneğin “ulusal miras” olarak tanımlanan Hollanda Film Müzesi’nde yaklaşık 36 bin film bulunmaktadır. Bu koleksiyonda sinemanın başlangıcından günümüze -35 mm, 9,5 mm, 68 mm ve üç boyutlu elle boyanmış filmler- ünlü filmlerin orijinal senaryolarından, dekorlarına hatta hayatta olmayan ünlü yönetmenlerin kişisel eşyalarına, eski film afişlerine kadar birçok obje bulunmaktadır.) Frankfurt Film Müzesi, geçen 25 yıl içinde toplam üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Bu süre içinde müze, 170’ten fazla film gösterimi, sergi ve festivale imza atmıştır. Türkiye’de ise TÜRVAK bünyesinde İstanbul’da Sinema, TV ve Tiyatro Müzesi geç de olsa kurulmuştur. Müzede Türk sinemasının 100 yılına ait afiş, fotoğraf, ilân, senaryo ve sinemayla ilgili kitap ve dergiler sergilenmektedir.

Lumiere kardeşlerin 18 Aralık 1895 yılında Paris’te resmi olarak gerçekleştirdikleri ilk film gösterimlerinin ardından tüm dünyayı fetheden yedinci sanatın insan yaşamında sanatsal, kültürel, eğlence ve kitle iletişim aracı olarak önemi tartışılmaz. Giderek hem dünyanın birçok ülkesinde hem de Türkiye’nin farklı kentlerinde yaygınlaşan film festivalleri bu gelişmelerin bir devamıdır. Antalya Altın Portakal Film Festivali hem ulusal hem de uluslararası arenada uzun soluklu çabalarla bugüne kadar gelmiş ve kentin bir parçası olmuştur. Böylesi bir potansiyelin kentimizde oluşturulacak Antalya Altın Portakal Film Müzesi ile arşiv altına alınması ve bu arşivin hem Antalya halkının hem de kenti ziyarete gelenlerin hizmetine sunulması, festivalin kalıcılığına ve gelecek kuşaklara aktarılmasına katkı sağlayacaktır.

Böylelikle Antalya’da açılacak olan olası film müzesinde hem filmlerin, müziklerin, posterlerin, fotoğrafların arşivlenmesi, hem de festivale ilişkin tüm görsel materyallerin sergilenmesi mümkün olabilecektir. Ayrıca Altın Portakal Film Festivali katalogları ve yayınlarının bir araya getirildiği bir kütüphanenin oluşturulması, bu bağlamda kurulacak olan fotoğraf ve film atölyesi aracılığıyla çocuk ve gençlerin film yapımı ve çekimi üzerine uygulama yapabilecekleri eğitim ortamlarının hazırlanması, sergilenmesi, okullarla işbirliği yapılarak gelecek kuşakların Antalya’nın kültürel etkinlikleri hakkında bilgilenmesi ve festival çalışmalarına etkin olarak katılabilmeleri sağlanabilecektir.

Köklerinde yarım asırlık kültürel ve sanatsal birikim bulunan, Antalya’yla özdeşleşmiş devasa bir çınarın gölgesinde varolmaktan onur duyan, Altın Portakal’ı yalnızca bir film festivali olmanın ötesinde; sosyal, siyasal ve kültürel yaşamımızın en önemli değerlerinden biri olarak nitelendiren bizler, bu etkinliğin hiç değilse 50. yılında, lâyık olduğu bir Film Müzesi ile taçlandırılmasını diliyor; aydın, sanatçı, yazar ve çizerlerimizin yanı sıra, tüm duyarlı kamuoyunu konu üzerinde tartışmaya davet ediyoruz.

(10 Ekim 2010)

Tuncer Çetinkaya
Modern Zamanlar Sinema Dergisi
m_zamanlar@hotmail.com
www.modernzamanlar.com

Anlamı Kapalı Filme Bakış

Rüya araştırmacıları, film formatında anlattığımız rüyalarımızın aslında, parça-parça, aralıklı ve kısa olduğunu belirlemişler. Uzun uzun anlattığımız rüyamızı tamamen doğal, nasıl bütünleyip biçim kazandırdığımız ise beynin bir sırrı. Başlı başına bir tür olan David Lynch sinemasına bakarken, tipik bir ABD’li olan ustanın ressam, heykeltıraş, müzisyen ve fotoğrafçı olduğunu vurgulamak gerek. Filmlerinin kadrajını bir sanatçı duyarlılığında ve her karesini bir tablo olarak algılaması, özgün mastır plân anlayışı, tedirginlik veren ışık efektleri, müziği ve farklı dönemlerin mekân-kostüm anlayışında bilinçaltına yönelik alt mesajları bundandır.

Yap-boz, çocukluğumda beni fazla sarmayan aktivitelerdendi. Benden daha hızlı ablamın etkisi midir? Bilemiyorum, ama bu karmaşanın süreci ve sonucunun beni heyecanlandırmaması neticesinde bu işi bırakmıştım. Oysa gerçek yaşam, karşılaştığımız tüm öznelerin detaylarını sunmayan, bilinmezlerle dolu bir yap-boz değil midir?

Anlamı kapalı filmlere geçiş

Ruhlarla konuşan, altı yaşındaki bir çocuğa yardımcı oluyor görünen, bir pedagogun filmini seyrettiğinizi zannederken, finalde düşen bir alyans ile aslında doktorun da çocuğun iletişim kurduğu ruhlardan biri olması hikâyesi popüler kültür izleyicisinde, soğuk duş etkisi yaratmıştı. (“Altıncı His” Yönetmen/Senaryo: M. Night Shyamalan – 1999) Shyamalan, o günlerde popüler kültür seyircisine yumuşak bir geçiş yapmış, farklı kitlelerin gönlünü kazanmıştı. İki üç parçalı, sonucu daha başından belli ‘yap-boz’ ile izleyicisini eğiten sinema ardından bütünü gördükten sonra bile çözmek için üzerinde düşünülmesi gereken çok bilinmeyenli denkleme dönüştü.

Lumiere kardeşlerin buharlı treni, bugün artık en karmaşık beyinlerin labirentinde düşünce hızı ile ilerliyor!

Eşinin ölümü ile ateist olan rahibin, tekrar tanrıyı bulma sürecindeki psikolojik çatışmasını, anlatan “İşaretler”i yine M. Night Shyamalan’ın sinematografisi ile izlerken, artık finalde verilen yanıtın yerini işaretler almış, izleyici bir kademe terfi ettirilmişti. Türkiye’de sinema izleyicisinin ya da sinema salonlarının ilgisi daha çok bu isimlere odaklanmışken, aslında 1968’de yarısı animasyon olan “The Alphabet”, ile David Lynch, bu türe imzasını atmıştı. Gerçekleşen kâbus boyunca doğuran harfleri anlatan film simgesel olarak kadınlık üzerine bir denemeydi. Ve sinema tarihi bugün artık kendi adı ile bir tür kabûl edilen David Lynch ile daha o yıllarda tanışmıştı. “The Straight Story” gibi deneysel; “Twin Peaks: Fire Walk With Me” gibi eleştirmenlerce giderek değer kazanan filmleri ile sinema tarihinde kendine önemli bir yer edinen bu özgün isim, anlaşılmaz sinemacı olarak betimlenir. “Blue Velvet” filminde, Jeffrey Beaumont’un babasının bahçedeki kalp krizinde damarlarının tıkanması, su hortumunun düğümlenerek tıkanması ile anlatılır. David Lynch felsefesinde yaşamı sembolize eden elektrik, “Mulholland Drive”de yönetmen Adam ile kovboyun çiftlikte yaptıkları görüşme süresince yanan bozuk bir lamba; “Eraserhead”de ise, Henry Spencer bebeğini öldürdüğünde sönen lambadır. İyilik – kötülük, aydınlık – karanlıktır. ‘Tüm zamanların en anlaşılmaz, rahatsız edici’ gibi kavramlar Lynch sinemasının karakteristik özelliğidir. “Eraserhead”de o güne kadar yaptığı tüm filmlerin, bir geçiş olduğunu anlıyoruz. Lynch’in bilinçaltının bu öyküsü, Kubrick’in ‘en sevdiğim film’ diye övdüğü, etkileyici bir çalışmasıdır. Dizi film olarak tasarlanmış “Mulholland Çıkmazı”nı beğenmeyen ABC yöneticilerine karşın, atılan köprülerde Lyhch’in işine kesinlikle yapımcıları karıştırmayan, uzlaşmaz tavrının da, etkisi büyüktür. “Eraserhead”de, yönetmen, yapımcı, senaryo yazarı, müzik, kurgu, sanat yönetmeni, ses ve özel efekt görevlerini Lynch üstlenmiştir. Filmografisinin en zayıfı “Dune” (1984), televizyon için kurgulanan 190 dakikalık versiyonunda, kendi ismi yerine senaryo yazarı olarak Judas Booth ismini kullanan, Lynch için bu önemli bir özeleştiridir (İsa’ya ihanet eden havari Judas ile Abraham Lincoln’ü öldüren Frank Booth’un bileşimi).
“Rabbits”, “Mulholland Çıkmazı” ile aynı yıl içinde çekilmiş ve bu filmin izinden giderken, televizyon dünyası ile de alay eder. Tavşan kılığındaki oyuncuların, anlamsız soru ve cevapları ile geçen güldürüyü, aslında yerleri değiştirilmiş diyaloglar, fonda tedirgin edici Badalamenti’nin müziği ile izleriz. Yedi bölümden oluşan filmde sabit bir kamera ile bir odaya sıkıştırılmış üç karakter ve dört oyuncu ile anlaşılmaz görünen espriler, mutlaka izlenmesi gereken çok ilginç bir deneme, son filmin bir uzantısıdır.

Anlamı kapalı filmlerin şahikası: “Mulholland Çıkmazı” Ustanın son filmi, sinemaseverlerin ya düşman ya da hayran olduğu “Mulholland Çıkmazı”, tüm ipuçlarını yakalayan sadık izleyicinin bile kafasını karıştıracak kadar sertti. Filmleri ile ilgili konuşmayı sevmeyen Lynch, daha sonra medyaya bu filmi için, bazı maddeleri tartışılır 10 maddelik bir izleme kılavuzu açıkladı. İlk yüz dakikası itibari ile film, ‘Lynch bu filmde neden şaşırtmıyor?’ dedirtecek kadar sıradan görünüyor ki, filmin en güzel tarafı budur. Filmde kovboyun sözleri dikkat çekicidir: ‘Eğer işini yanlış yaparsan beni bir kez daha göreceksin. Eğer işini doğru yaparsan beni iki kez daha göreceksin.’ Doğrudan izleyiciye söylenen bu söz, ‘Dikkatli izler, ipuçlarını yakalarsan kovboyu iki kez daha göreceksin’ mesajıdır. Ve filmin son 30 dakikasında arka plandaki kovboyu yönetmen Adam değil, sadece dikkatli izleyici yakalayabiliyor. İlk yarıda yanıtlanmayan sorular için, büyük bir açlıkla gözlemlediğiniz ikinci yarı sadece bilinmezlik girdabının boyutlarını büyütüyor. David Lynch’in kolâjında, sahnelerin yerinin montajda değiştiğini; zaman-mekân algınızın bozulduğunu hissediyorsunuz. Silencio Kulüp’te sunucunun, ‘Hiçbir şey gerçek değil, kaydedilmiş şeyleri beraberce izliyor ve dinliyoruz’ sözlerinde, Betty ve Rita karakterleri ile seyircinin ortak durumuna vurgu yapılıyor. Ve vurucu tümce: ‘Rüyalarda hiçbir şey gerçek değildir, her şey önceden zihnimize kaydettiklerimizin yansımasıdır’ sözleri ile her şeyin Betty’nin rüyası olduğunu anlıyoruz. Lynch burada izleyiciye, ‘Sadece sinematografiye odaklanmalı, kelimelere takılmamalısın. Zihninin sana oynadığı oyunlardan sıyrılıp, temayı algılamalısın’ diyor. İlk sahnede uçakta henüz tanışmışlar hissi veren yaşlı kadın ve adamla olan diyaloglardan sıyrılıp, satır aralarına bakabilenler, henüz isimler yazarken sunulan mutlu aile fotoğrafında ve ayrılıktan sonraki arabanın içinde çocuklarına istediğini veren mutlu ebeveyni görebilir. İşte o zaman, ‘kadın sevgilisi Camilla’ tarafından terk edilen, Hollywood’ta istediğini yakalayamamış Diane’nin, kendini başarılı oyuncu, masum bir köylü kız Betty karakterine saklayıp, bir erkeğe kaptırdığı Camilla’yı hafızasını kaybetmiş, kendisine muhtaç Rita olarak algılamasını anlayabiliriz. Bir başka kırılma noktası olan, Betty-Rita karakterlerinin Diane’yi evinde çürümekte olan bir ölü olarak görmeleri, aslında Betty’nin Diane karşısında, ne kadar ezik ve ilişkisinin çürümekte hissettiğinin bir tezahürüdür. Sevgilisi Camilla’yı tüm parasını vererek öldürtmesi ve intiharı da bu çürümüşlüğün sonucudur. Lynch, filmlerinde zaten izleyicisinden, henüz kör olmuş bir insanın el yordamı ile etrafındakileri yeniden keşfetmesini, her bir objeyi yeniden adlandırmasını istiyor. Bu isteğin ardında, Hollywood kalıplarının yıkılıp, şartların ve sinema dilinin yeniden yaratılması talebi yatıyor.

Anımsatmak gerekir ki, David Lynch filmi en başta ABC kanalları için bir televizyon dizisi olarak çekmiş. Ama kanal bu diziyi seyirci için fazlasıyla anlaşılmaz bulup üzerinde değişiklikler yapmaya girişince Lynch anlaşmayı feshetmiş ve Canal Plus’un verdiği 7 milyon dolarlık destekle filmi uzun metrajlı bir sinema projesine dönüşmüş. İşte bu olayın etkisi ile filmdeki yönetmen Adam karakterinin hisleri, Lynch’e tercüman olmaktadır.

“Mulholland Çıkmazı” ile David Lynch, Oscar’da en iyi yönetmen dalında aday gösterildi. Ayrıca Boston film eleştirmenleri en iyi film ve en iyi yönetmen olarak seçerken BAFTA, en iyi kurgu dalında ödüllendirdi.

(09 Ekim 2010)

Murat Bayar

Daldan Dala Sinema, Tercüme, Çeviri, Yine Bir Kiralık Kaatil Öyküsü

Sinema ile ilgileniyoruz ya, televizyonda yakaladığım bir sinema programına takıldım. Genç sunucu hanım “daldan dala” sekerek, sinema konusunda haberler, yeni çevrilen filmler hakkında açıklamalar… Hiç birine bir şey demiyorum da bir roman uyarlaması -yabancı- yeni bir filmden söz ederken, “…’nın romanının sinemaya tercümesi” dedi.

Mustafa Nihat Özön’ün (Nijat Özön’ün adını duyduysanız, onun babası olmaktadır) Osmanlıca – Türkçe Sözlük’ünü açıp bakıyorum. Terceme, tercüme: Arapça isim, “bir dilden başka bir dile çevirme” diyor (bir anlamı ile, başka bir anlamı da var, o konumuz dışında). Önce söz, sonra yazı olduğuna göre, bunlar bugün de devam ettiğine göre, farklı dillerin karşılaşması sırasında sözün veya yazının bir dilden başka bir dile (lisana) çevrilmesi durumu söz konusu olur ki, bu eylem mi dersiniz edim mi dersiniz, kısaca yapılan iş çeviri, tercümedir. Yeri geldiği zaman sinemanın da bir dil olduğu söylenir. Akad’ın sinema dili, Seden’in, Welles’in sinema dili, Godard’ın sinema dili, Fransız sineması dili, Yerli (Türk) filmlerin dili denir. Hepsi doğru da, sinemanın dil’inin yanında edebiyatın da dil’i vardır (hem de bu dilin ana malzemesi dil’in kendisidir -sinemanın ise: görüntü-), tiyatronun da dil’i vardır (oyuncuların kullandıkları kelimeler değil, yönetmenin kullandığı yöntem), heykelin de dil’i vardır… ve de tabii ki müzik’in de dil’i vardır, mimarinin de… Sinema dili ile edebiyat dili karşılaştırılmaz, özellikleri birbirini tutmadığı için.

Kendisinin bir dili olan disiplinlerin, resmin, heykelin, müziğin ve de edebiyatın sinemaya etkileri olduğu gibi, bunların filmleri de yapılır. Ayrıca edebiyat yapıtları sinemaya tükenmez bir kaynak oluşturmaktadır. Sinemadan yıllarca önce ürün vermeye başlayan edebiyat, en son ürünleri yanında, en eski ürünleri ile de -aynı zamanda- sinemaya kaynaklık eder, bir başka deyişle edebiyat yapıtları sinemaya uyarlanır. Ama edebiyat eserinin sinemaya tercüme edilmesi…, ne demektir hâlâ anlamış değilim. Bir Fransız romanı Türkçe’ye çevirebilirsiniz, bir Fransız filminin konuşmalarının dublajını (bir tarz tercüme / çeviri) yapabilirsiniz veya konuşmaları aynen bırakıp, tercüme ettikten / çeviri yaptıktan sonra alt yazı ile karelere yerleştirebilirsiniz. Ama ne bir Fransız, ne bir Türk, Türkçe veya Fransızca bir romanı sinemaya çeviremez. Kelimeler ihtiyaçtan doğar veya yeni bir olgu (ürün veya kavram) bütün dillerde aynı veya farklı kelimelerle ifade edilir, dile yeni bir kelime katılır. Dil gelişim gösterir, sinema da gelişim gösterir ama son yıllarda göze olduğu üzere tekniği ile değil, dili ile de… Sinemanın -100 yılı aşan kısa serüveninde- başlangıçta günün ustaları (Chaplin, Eisenstein, Pudovkin, Griffith, Renoir, Dreyer…) sinema dilini hayli geliştirip, bugün artık klâsik diyebileceğimiz, herkesin kullandığı noktalara ulaştırdılar ama her zaman için dile yeni bir katkı yapmak olası, yapılmıyor da değil, (belki bir çok şeyi tekrar ediyor -yeniden yapıyor, ama- Tarantino, Almadovar…). Bunlar ve diğer film yapanlar, önemli veya önemsiz, bir çok edebiyat yapıtını sinemaya uyarladılar, tercüme etmediler. Kimi zaman yapıta bağlı kaldılar.

Tolstoy’un yapıtını -bizde Harp ve Sulh adı ile oynadı- ABD sineması King Vidor eliyle -biraz kısaltarak- çekti, SSCB’de ise Bonderçuk -kimi basında yazılanlara göre- yapıtı senaryo olarak kullanarak çekti. 4 saat süren bu versiyon belki yapıta daha sadıktı ama eninde sonunda bir edebiyat uyarlaması idi ve yapıtın senaryo olarak kullanılması hiç de akla (işin mantığına, tekniğine) uygun değildi. Edebiyat yapıtları kimi zamanda sadece bir hareket noktası olarak alınır ve çeşitli önemli önemsiz değişiklerle uyarlanırken, bazen de değişiklikler kaçınılmaz olacaktır. Daha ileri giderek kapsamlı değişiklikler yapılarak da uyarlamalar yapılacaktır. Ne şekilde yapılırsa yapılsın bu şekilde yapılan işlemler bir uyarlamadır, hiç bir zaman tercüme olarak adlandırılması -yapılan işin mekanizması bakımından- mümkün değildir.

Burada belirtmek gerekir ki, tercüme / çeviri yapmak -bir dilden dile yapılırken bile- yapıta bağlı kalınarak olur, burada tercüme yapanın değişiklik yapmak gibi bir hakkı olmamalıdır. Olayı başka bir ortama taşıyarak yapılan tercüme ise, adaptedir ki, çevirinin farklı bir biçimidir. Bir romanın sinema uyarlaması üzerine, bir kelimeden kalkarak bu yazılanlar, sadece kelimenin (“tercüme”) yanlış kullanılmasıdır, aman dikkat!

*****

Bir Anadolu gecesinde üç seyirci, bir film seyrettik: Paramparça. Yönetmen: Naci Çelik Berksoy. Senaryo yazarı ve başrol Ozan Çobanoğlu. Ozan Çobanoğlu Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan Tek Türkiye isimli dizinin hem yazarı hem oyuncusu imiş, bu sinema filminde de hem senaryoyu yazmış hem de başrolü oynuyor. Bir kiralık kaatil öyküsü. Sinemamız bir çok kiralık kaatil öyküsü anlatmıştır ama ismi Kiralık Katil (Kiralık Kaatil olması lâzım) olan tek film 1971 yapımı İsmet Soydan’ın filmidir.

Kiralık kaatil öyküleri, yalnız adam öyküleridir ve sinemamızın (ve de her sinemanın) hayli itibar ettiği bir konudur. Fakat bu kez -özellikle ikinci yarı- biraz farklı bir gelişim gösteriyor. Başlangıçta eski bir polis olduğunu öğrendiğimiz kaatilimizin, bir çok iş gördüğünü (bir çok kez kiralandığını), fakat bir kez yakalanarak, hüküm giydiğini öğreniyoruz ve bu cezasını çekiş sırasında -cezaevinde- tövbekâr olduğunu… Ama çıkınca kendisini uzun zamandır arayan ve otuz yıllık bir ‘kan davasını’ güden adamın ikna etmesi sonucu işini görür ve kiralayanının kanlılarının küçük oğlunu öldürür. Gerisi öldürme sırasının karşı tarafa geçmesi ve kaatilimizin vicdan muhasebesine girmesidir. Artık kaçacak yeri olmayan bir hedef olmuştur fakat ne zaman ve kimin hedefidir. Daha çok kendinin hedefidir ama buna da yetecek gücü yoktur. Sinemamızda yeni (ve nisbeten değişik) bir kiralık kaatil tiplemesi ile diğerlerinden -biraz- farklılaşıyor. Yine de kiralık kaatillik romantizminden (bu kez içe doğruda) kurtulamıyor.

(“Kaatil” olarak yazıyorum, doğrusu bu olduğu için, sinemamız hep “katil” olarak kullanır -ki yanlıştır. “Katil” = adam öldürme fiili, “kaatil” = adam öldürme fiilini işleyen kişi. Sinemamızda film isimlerinde “kaatil” olması gereken kelime hep “katil” olarak yazılmıştır, bir tek 1955 yapımı Lütfi Akad filminin adı Kaatil’dir, tek doğru kullanım budur.)

(07 Ekim 2010)

Orhan Ünser

08 Ekim 2010 Haftası

“Ye Dua Et Sev”, yaklaşık yedi milyar insandan bir milyarının açlık çektiği şu dünyada, ‘rahatın battığı’ çok gelişmiş New York’lu kadınlardan birinin İtalya’da kendini şımartması, Hindistan’da iç huzurun gücünü öğrenmesi, Bali’de de dengeye hazır olmasından müteşekkil içsel yolculuğunun pazarlanması (filmin de başta söylediği gibi, “herkesin derdi kendine”)… Daha doğrusu, bu pazarlamanın sinema ayağı! Aynı zamanda, 43 yaşındaki Julia Roberts’ın kendini tekrar ederek parlatılması efendim… Yerseniz! Vallahi, refahtan bunalıma giren batılıların saflık arayışlarına çıktığı Asya ülkelerindeki ticari uyanıklıklardan gına geldi. Ha, belki Türkiye’de, içindeki boşlukları doldurmak isteyen özenti kadınlar için bu “yiyip içip derin düşünme ve âşık olma” macerası caziptir, bilemem.

“Toprak Altında”, tabut içinde gömülmüş bir adamın fiziksel değişimleri ve ruhsal dalgalanmalarını seyirciye geçiren, kalp atış hızını aynen hissettiren bir serüven. Evet, yaşamak çabasının, o çok sınırlı süre ve daracık dikdörtgen içindeki ‘büyük serüven’i hem de. Uyaralım; bu sinemanın yaratıcı örneğini, oyuncu, görüntü yönetmeni ve yönetmenin ‘meydan okuması’nı izlemek, eşine az rastlanır bir deneyimdir!

“Şantaj”, tüm yaşamını ‘dini aidiyet’ kaplamış şartlı tahliye memurunun ruhunun diplerine sakladığı tutkularının, hapishaneden kurtulmak isteyen genç bir mahkûmun fettan karısı tarafından açığa çıkarılması ve mahkûmun da, ilginçtir, farklı bir inanışla tekâmül sürecine girmesi… Kısaca, iki erkeğin ve kadınlarının, kendi ‘içlerine’ yaptıkları yolculuklarla, insan denilen çetrefil yaratığın şifrelerine dair bir inceleme. Karanlık bir öykü, akıllıca bir bakış, müessir performanslar. Sinema sanatının klâs takipçileri için.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Sevgili Hedefim”, enteresan biçimde ‘ahlâksızlık’ sunuyor. Hedefini ‘halledene’ kadar -arada masumları öldürmek de dâhil- gözünü kırpmadan ilerleyen kiralık katillerin dünyasında, her tür şiddeti kanıksayıp, İngilizlere özgü ‘kara komedi’nin zorlama esnekliği içinde bir aşkın doğuşuna bile tanık oluyoruz. Evet, bu bir film; ama filmin süresine küçük gelmiş bir öyküde, katillerin meslek ahlâkı (!) ve insan canı almanın incelikleri kanımızı dondurmaya yetti!

“Satılık Ruh”, Wes Craven’in yeni seri katil öyküsü. Tekinsiz ve koyu siyah! Lânetli ‘beyaz adamlar’ ülkesi Amerika’nın, kendi yarattığı korkular içinde asla huzura kavuşamayacağını bir kasaba ile ‘örnekleyen’ , ‘metninin altı dolu’ bir film.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(06 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Ölümle Yaşam Arasındaki İnce Çizgi: Kavşak

Amorres Perros filmiyle ortalığı kasıp kavuran Alejandro Gonzalez Inarritu’nun tekniğinden esinlenen Selim Demirdelen kesişen hayatların mutlu sonla bitmeyeceğini Kavşak filmiyle aktarıyor.

Hiç düşündünüz mü daha dünyaya gelmeden ana karnında kaç bebek öldüğünü? Bu soruyu yanıtlamak oldukça zor. Çünkü bu tamamıyla bilinmezliğe açılan bir kapı… Hepimizin bildiği üzere bir yaşam biterken diğeri başlar. Bu, yaşamın önemli bir kuralıdır. Çoğu zaman insanlar eceliyle ölür ama istisnai olarak eceli dışında ölenlerle de karşılaşmamız kuvvetle muhtemel. Bu tezi destekleyen “kaderimiz böyleymiş” hipotezi hayatın tesadüfler üzerine kurulmadığını gösteriyor. Kader var mıdır, yok mudur?… diye sorgulayan kişiler gözlerini dört açıp çevrelerine baktıkları zaman hayatın ne kadar kısa olduğunu ve değer verdikleri kişileri bir gün kaybedeceklerini çok net bir şekilde anlayacaklar. İş işten geçmeden hayatı dolu dolu yaşamanın çok önemli olduğunun elinin tersiyle itenlere karşı “didaktik” bir biçimde yaklaşan Kavşak isimli film “kaderden kaçamazsınız, o sizin gölgeniz” görüşünü pekiştirerek tüm yaşantıların kenet taşı gibi birbirlerine bağlı olduklarını, aynı potada eritildiklerini idealize ederek anlatıyor.

Makûs Talih…

Ölüm ve yaşam arasındaki çizgide yer alan oyuncular olarak, bağlantı noktasını çok iyi saptamak için hercümerc içinde meydana gelen olayları bir kenara bırakıp “çapraşık olmayan” bir düzenin varlığına inanmak gerekiyor. Bunu mübalâğa etmeden anlatan yönetmen Selim Demirdelen en ufacık bir şeyden zevk almak uğruna çoğu şeyi riske atmanın ölümle sonuçlanacağını her fırsatta dile getiriyor. Hani ölüm çağırır ya aynen öyle… Kaçış yollarının tamamen kapatıldığı bir kavşakta cereyan eden talihsizliklerin üst üste gelmesi kaderden kaçamayacağımızın önemli bir göstergesidir zaten. Buradan yola çıktığımızda; geçmişten günümüze gelen vicdan hesapları, travmalar, bazı şeyleri inkâr ederek yaşamını sürdürmek, başkaldırılar ve günahlar kesişen kümenin parçalarını bir araya getirirken, yönetmen Demirdelen’in hikâyeyi kavşaktaki karakterlerin üzerine inşa etmesi de filmin soy ağacını oluşturuyor. Minimal bir yaklaşımla çerçevesini çizen Kavşak basit bir fikri hamur gibi yoğurup, fırtınada yolunu kaybetmiş bir geminin yeniden açık sularda yol almasını sağlıyor sanki… Hal böyle olunca, ser verip sır vermeden seyircilerin merak eşiğini en üst düzeye çeken yönetmen Demirdelen karakterler arasında yaptığı geçişlerle bunu pekiştiriyor. Onlarla özdeşleşmemizi sağlaması da cabası…

Pandora’nın Kutusu Açılıyor…

Meselâ aynı şirkette çalışanların kendilerince dertleri var. Aslında biz buna sır desek daha doğru olur. Filmin son sahnesine kadar Pandora’nın Kutusu’nun ne zaman açılacağını bekliyoruz. Pandora’nın Kutusu o kadar sıkı kapatılmış ki, içinden çıkacak şeylerden çok sonra haberdar oluyoruz. Bu sırlar yıllar önce bu kutuya saklanmış ama kutunun açılması için çaba sarf eden bazı kişiler olayların gidişatını değiştirmeye çalışıyorlar. Hele o Güven Kıraç’ın canlandırdığı Fikret karakterindeki gelgitler bunu doğrular nitelikte… Peki ya kutudan çıkan o kötücül olaylara ne demeli? Onlar filmin olmazsa olmazları. Buraya kadar Kavşak’ı olumlu yönleriyle ele aldık. Ama Kavşak sanıldığı kadar mükemmel bir film değil. Üzeri örtülemeyen gedikler ve bazı mantık hatalarına kurban giden Kavşak iyi bir deneysel film olacakken teğet geçmiş… En önemli kusuruna gelecek olursak; yönetmen Demirdelen karanlıktan aydınlığa doğru geçiş yapmak isterken kararsızlığı ön plâna geçiyor ve uzun plân çektiği bazı sahneler eşliğinde aktaracağı hikâyeyi sakız gibi uzatıp dillere dolandırıyor. Bunu yaparken montajlamaya kıyamamış olsa gerek ki, 5 dakikada aktarılması gerekenler 15 dakika içinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla sahnelerin bütün bir filme yedirilmediğini görüyoruz. Tabi ilk başta “yeter artık şu sahne ilerlesin” desek bile filmin realist tavrı tüm bu olumsuzlukları ziyadesiyle sıfırlıyor.

Güçlü Oyuncular ve Etkili Müzik…

Kavşak, Selim Demirdelen’in ilk uzun metrajlı filmi olduğu için kendisini anlayışla karşılamak daha mantıklı bence. Çünkü insanın kanına zerk eden fon müziği ve dişe dokunur bir etki yaratması kelimelerin bunu ifade etmek için kifayetsiz kaldığını gösteriyor. İnsanın iç dünyasına demir atan müzik defalarca bile dinlenildiğinde hiç eskimiyor sanki. Aynı şeyi oyunculuk için de söylemek mümkün. Güven Kıraç’ın ve Sezin Akbaşaoğulları’nın kalite standartlarını bir hayli aşan oyunculukları, yıllardan beridir sahne tozu yutmuş olmalarının vesilesiyle daha da güçleniyor. Zaten takdire şayan bir iş çıkardıkları ortada… Hikâyeye ruhlarını teslim eden Kıraç ve Akbaşaoğulları neredeyse bizleri hikâyenin gerçek olduğuna dair inandıracaklar. Elhak Kavşak’ı kavşak yapan unsurlardan biri olan, oyuncuların yerinde seçimi oyuncuların sinerjisini artırmakla yetinmiyor. Adeta bunu en üst mertebeye taşıyor.

Kesişen Hayatlar…

Özetle; iç içe geçen hayatları Meksika sinemasından feyz alarak harmanlayan Kavşak, Adana Altın Koza Film Festivali’nde gösterildiği sırada dört (En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Müzik, Umut Vaat Eden Oyuncu) önemli ödülle festivale damgasını vurdu. Muhakkak bazı izleyiciler bu başarısının sadece müziğe endeksli olduğunu düşünebilirler. Zira bazı anlarda müzik filmin önüne geçebiliyor. Ama derinlemesine irdelendiğinde müzik ve oyunculuğun gücünden doğan birlik ve beraberlik her şeye kadir… Nihayetinde Kavşak, olmuşa çare olamayacağını, her şeyi olduğu gibi kabûllenmemizi, yaşadıklarımızın bir oyundan ibaret olmadığını, kederleri bir kenara bırakıp bazı şeylerden ders almamız gerektiğini melodramatik bir hikâyeyle anlamlandırıyor. Eğer bu tarz filmlere alerjiniz yoksa kaçırmayın derim!

(06 Ekim 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr

Festivaller ya da Kaşınmak Bazen Zihin Açar

Sinema sektöründeki son beş altı yıllık gelişme herkesin dilinde. Yılda on, on beş film gösterime girerken geçen son iki yılda bu ortalama 70 – 80 arasındaydı. Bu yıl çekilen film sayısının şimdiden 100’ü geçtiği kesin. Ama bu filmlerin ne kadarı gösterime girebilir, söylemek zor. Daha kötüsü yerli filmler için pastanın büyüklüğü hemen hemen aynı, film sayısı artıyor; ama yerli film izleyicisinde önemli bir artış olmuyor.

Geçmiş yıllarda bir elin parmaklarını geçmeyen; yapımcı, yapımcı – yönetmen bu pastayı paylaşıyordu. Şimdi herkesin işi daha zor. Ama değişen koşullar, sinemamızın gelişmesi başka kapıları açtı. En azından uluslararası başarı kazanan yönetmenlerimizin filmleri kısmi de olsa Avrupa ve ABD’de dağıtım ve gösterim şansı buluyor.

Ancak sinemamızdaki bu gelişme, film festivallerimize yansımadı. Daha organize olmuş, sinemamızın gereklerini görerek kendini yenileyecek, kurumsallaşmaya doğru giden festival organizasyonları beklerken, festivallerde her yıl başka garipliklerle karşılaşıyoruz.

Daha dört beş yıl öncesine kadar İstanbul, Antalya, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde yarışmaya başvuran ve kabûl edilen film sayısı 7 – 8’i geçmiyordu. Ve bu filmlerin neredeyse yarısı pespaye denilebilecek kadar kötüydü.

Her yıl Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerimizden bir ya da ikisinin filmi, yarışmadaki bütün ödülleri toplardı. Bu durum ödül alan yönetmenlerimizin filmlerinin kalitesinin düşük olduğu ve ödüllerin kötünün iyisine verildiği anlamına gelmez. Tam tersine bu yönetmenler film üretmede gösterdikleri direnç ve inatla genç kuşalara örnek oldu, onların önünü açtı.

Son üç yıldır hem festivallere başvuran film sayısı arttı hem de festivaldeki filmlerin estetik ve teknik kalitesi yükseldi. Artık kavramlaşmaya doğru giden “festival filmi” diye bir sözcük kullanılıyor. Neden, çünkü Türkiye’deki festivallerde ciddi para ödülleri var. Yapımcı ve yönetmenlerin bir bölümü bu festivallerdeki ödülleri hedefliyor. Aslında bahsedilen ödüller alt alta koyunca “sinema sektörü” için çok da bir şey etmediğini herkes görür.

Bu süreçte sinemamızdaki değişim ve gelişmeye festivallerimiz ayak uyduramadığı gibi, bazı yapımcı ve yönetmenlerimiz de bu değişim karşısında ne yapması gerektiğini henüz tam anlamıyla kestirebilmiş değil. Bununla birlikte festival yönetimleri sürekli değişiyor ve cehalet örneği organizasyonlara imza atıyor. İstanbul Film Festivali’ni bu genelleminin dışında tutuyorum, çünkü orada son derece deneyimli ve ne yaptığını bilen, sürekliliği olan bir kadro çalışıyor. Her geçen yıl uluslararası festivaller arasında daha saygın bir yer ediniyor.

Ancak, Antalya, Adana ve Ankara Film Festivalleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Festivaller, belediyelere, iktidar, muhalefet partilerine göbekten bağlı. İki yıl önce onur ödülü alan Yeşilçam’ın eski jönlerinden biri ödül töreninde Antalya Film Festivali’ni eleştirince, onun hemen ardından sahneyi işgâl eden AKP bürokratlarının şovunu izlemiştik. Kısacası, “Sizi biz buraya getirdik, bizi eleştirmeye hakkınız yok, festivalin parası cebimizden çıkıyor.” demeye çalışmıştılar. Kimsenin gıkı çıkmadı, çıktıysa da ben duymadım, üzgünüm.

Son örnek, Adana Film Festivali’nde yaşandı. Belediye başkanı “şaibelerden” dolayı değişince, festivali yapmak istemeyen ya da istediği gibi yapmak isteyen Belediye Meclisi ya da yeni belediye başkanı, komik bir bahaneyle festivali erteledi. Ama yarışma filmleri seçilmişti, jüri belliydi, her şey hazırdı. Festival ileri bir tarihe atılınca yapılmayacağı dedikoduları bile dolaştı. Bu tarih değişikliğinden önce ön seçim yapıldığı için, bu yıl festivale katılma olasılığı olan bir kısım film festival dışında kaldı.

Festivallerin politik havasından, organizasyonların cehaletinden yararlanmaya çalışan yapımcı ve yönetmenler ise aslında yazılı olmayan, ama artık hayata geçmesi gereken bazı inceliklerden bihaber(miş) gibi gözüküyor. Pastanın aynı olduğunu bilmelerine rağmen pastadan iki dilim yemek istiyorlar. Örneğin gişede 3 milyona yakın izleyiciye ulaşan “Eyyvah Eyvah” Adana Film Festivali’nde yarışma bölümüne kabûl edildi. Bunda ne var? diye soracaksınız. Bu filmin kulvarı belli. Filmi yarışmaya kabûl eden ön jüri kadar, yapımcısı da düşüncesiz. Filmlerini festivalin açılış ya da kapanış filmi olarak onore edilmesini talep edeceğine, yarışmadan ödül ve para alma hesabı yapıyor. Oysa, “Eyyvah Eyvah”ın “Yeşilçam Ödülleri”nde alacağı heykelcikler şimdiden ayırtılmıştır. Burada bir kötü niyet aramayın, filmin bu organizasyonda ödül hakettiğini söylüyorum.

Bir diğer sorun ise özellikle uluslararası festivallerde ödül alan Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu için geçerli. Filmleri Cannes, Berlin gibi uluslararası festivallerde son derece prestijli ödüller alıp, önemli uluslararası satışlar yaptıktan sonra, niçin Türkiye’deki bütün yarışmalara katılmak isterler? Bu filmlerin ulusal yarışmalara katılmasına engel olan hiçbir kanun ya da yönetmelik yok tabiki. Olmamalı da. Ama bu filmler uluslararası festivallerde aldıkları ödüllerle, hem ön jüriyi, hem son jüriyi ezmiyor mu? Bu jürilerin bu filmleri eleme ihtimali yüzde kaçtır? Geçmiş yıllardaki gibi festivallere yedi sekiz film başvursaydı, bu filmlerin o yarışmalarda olmaları anlamlı olurdu, o yıllar şimdilik geride kaldı.

Festival yöneticilerinin bu filmleri onore etmesi ise hiç mi akıllarına gelmiyor? Yine bu filmler açılış ya da kapanış filmi yapılarak ya da yurtdışında Türkiye’yi iyi temsil ettikleri için özel onur ödülleri verilerek onore edilebilirdi. Ama işin rengi başka. Festival yöneticileri bu filmlerin yarışmada olmasını istiyor ve bunun kendileri için prestij olduğunu düşünüyor. Dahası bu yıl Antalya Film Festivali basın bülteninde, filmler daha ön jüriden bile geçmeden, aralarında “Bal”ında olduğu filmler kamuoyuna ve ön jüriye ibaret edildi. Hatta bu filmlerden birinin daha çekimleri tamamlanmamıştı. Bu da başka bir cehalet örneği ve işaret edilen filmlerin (çekimi bitmeyen dışında) hepsi yarışmaya dahil oldu. Şayet, festival yarışmaya katılacak ve ödül alacak filmleri işaret ediyorsa, diğer filmlerin orada olmasının anlamı ne? Yarışma dışı film muamelesi görecekse bu filmler niçin yarışmaya dahil ediliyor!

Antalya’yla ilgili tartışmalar tam bitti derken, bu defa ön jürideki Vildan Atasever’in eşinin oynadığı iki filmin de yarışmaya kalması tartışılmaya başlandı. Burada Vildan Atasever’i suçlamak yanlış olur, jüriden çekilmesi gerekirdi ama hadi o tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Ama festival yönetimi ön jürinin önüne gelen filmlerde kimlerin rol aldığını, bu filmlerdeki insanların ön jüriyle bağlantılarını bilmiyor mu? Yoksa o başvuru formlarında oyuncu künyeleri sadece katoloğa işlenmesi için mi isteniyor? Yoksa, her fırsatta eleştirilen sinema yazarlarından, “jüri oluştururken dikkat edilmesi gerekenler” adlı bir kitapcık hazırlayıp festival yöneticilerine göndermesi mi bekleniyor!

Bu yazı boyunca anlatmaya çalıştıklarımı okuyanların anladığını sanıyorum. Kimsenin, hele hele festivallerin eleştirilerimi dikkate alması şart değil; ama bir gün, -ki bu çok yakın bir gün-, bu tür “dikkatsizliklerden” başları daha çok ağrıyacak. Yapımcı ve yönetmenlerle ilgili eleştirilere gelince, kanımca onlar ne yaptıklarının ve benim ne anlatmaya çalıştığımın çok farkında. Kişisel olarak, söylediklerimi dikkate alacaklarını umut ediyorum.

Bir sinema yazarı, yapımcı ve yönetmen olarak bunları içime atıp yüzümü sivilce basacağına, herkese söyleyeyim de onlarda biraz kaşınsın istedim. Çünkü, kaşınmak bazen zihin açar!

Not: Bu yazı Adana Altın Koza Film Festivali’nden önce kaleme alınmıştır.

(Bu yazı 01 Ekim 2010 tarihli Birgün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(02 Ekim 2010)

Rıza Kıraç

rizakirac@gmail.com

Zamanın Tozu

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

Bir festival daha geldi geçti. Bence 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi …

… Sanat Yönetmeni ödülleri verilmeyen bir festival olarak tarihe yazıldı. Çünkü bu dallarda 2’şer kişiye ödül verildi, dolayısıyla “En …

… İyi”lerin kim olduğu bu dallarda meçhûl. Diğer bir zaaf da koskoca Berlin Film Festivali’nde birinci olmuş “Bal”ın yarışmaya …

… kabûl edilmesi. Dünyada birinciliği onaylanmış “Bal” yarışmaya kabûl edilmeyip özel bir gösterimle onurlandırılmalıydı. Çünkü filmin …

… Berlin’de aldığı ödül o kadar büyük ki, beğenmeyenler bile filmin beğenilmediği açıkça söyleyemiyor. “Bal”ın Berlin’deki büyük başarısı diğer filmleri ezdi.

Adana Altın Koza’da bir kez daha ispatlandı ki bizim filmcilerimiz hakikaten hoş adamlar. Reşatbey Arıplex Sineması’nda film seyretme …

… öncesinde, af buyrun tuvalete -kibarcası lavobaya- girdim, vücudumdaki sıvı ifrazatı def-i hacette bulunuyorum. Tam burnumun …

… önündeki mini ekranda 08 Ekim’de gösterime girecek bir korku filminin fragmanı dönüyor. Tam burada filmcilerimizin “hoş” dediğim …

… vasıflarını hatırladım. Malûm filmin basın dokümanları şu tweet’i yazdığım ana (28 Eylül) kadar henüz basına ulaştırılmamıştı. Ondan sonra da …

… filmcilerimiz şikâyette bulunurlar, yok efendim basın filmleri iyi tanıtamıyor, yok efendim basın seyirci ilgisini sinemalara yönlendirmede …

… yetersiz kalıyor, vs, vs, diye. Önce siz hele bir yeterli kalın, sonrası Allah kerim.

Altın Koza’nın en iyi tarafı “Ağlayan Çayır”ın ünlü yönetmeni Theo Angelopoulos’un Adana’ya gelmesiydi. Sabah 11:00’de fotoğraf …

… sergisini açtı, öğleden sonra Belediye Tiyatro Salonu’nda söyleşide bulundu. Söyleşiden çıkınca Sine-Sen’den arkadaşlar serginin …

… nerede olduğunu sordular, tarif ettim. Ertesi sabah “Abi, söyleşiden sonra 16:45 gibi sergiye gittik, kapalıydı” dediler. Olaya iyi …

… tarafından bakarsak kapısında “Adana Büyükşehir Belediyesi 75. Yıl Sanat Galerisi” yazan salonda görev yapan belediye çalışanları …

… maşallah mesailerinden kaytarmıyorlar, 16:30’a kadar bekliyorlar. Her ne kadar günlerden Cumartesi, aylardan Eylül, yıllardan 2010, …

… yüzyıllardan 21. yüzyıla girmiş olsak da, tatil günü olan Cumartesi günü Belediye herhalde çalışanlarına fazla mesai vermiyor ki, o özel ve …

… erken saatte perdeyi kapatıp gitmişler. Aferim, aferim. 75. Yıl Sergi Salonu’nun bulunduğu bina o yörede bulunan eski bir otelin ….

… balo salonuymuş, otel rahmetli olmuş, balo salonunu sergi salonuna dönüştürmüşler. Aferim, aferim. Festivalin ödül töreninde ilk …

… Yılmaz Güney atışını Nur Sürer yaptı. Festivalde adına ödül konulmuş olsa da hiçbir filminin gösterilmemiş olmasını kınadı. Güney, …

… Adanalı olduğundan doğal olarak yoğun alkış alınca, peşinden sahneye çıkan -neredeyse herkes- Yılmaz Güney’i andı. Her yıl Altın …

… Koza’da Yılmaz Güney filmlerinin gösterilmesi tabiki iyi olur. Gelgelelim İstanbul Beyoğlu Sineması’nda geçtiğimiz aylarda düzenlenen…

Yılmaz Güney Filmleri Haftası’na sevgili sinemaseverlerin ilgi göstermemesi de bir tuhaf. Kâğıt üzerinde veya mikrofon önünde alkış …

… almak için her önüne gelen bahsediyor ama neticede ünlü “Sürü” yeniden vizyona girdiğinde istenen sonuca ulaşılamıyor. İrfan …

… Atasoy’a röportaj için bir TV.den gelmişler, “Beyanat verdim, ‘Türkiye’de Atatürk’ü ve Yılmaz Güney’i kimse silemez’ dedim” diyor.

Adana Büyükşehir Belediye’sinin yapmakta olduğu 2 adet kültür merkezi inşaatı varmış, başkan vekili Zihni Aldırmaz birisine Yılmaz Güney

… adının verileceği sözünü verdi. Festivalde gösterim mekânlarının elden geçirilmiş, olması memnuniyet vericiydi. Açılış töreninin …

… yapıldığı Belediye Tiyatro Salonu, Reşatbey Arıplex, Cemalpaşa Arıplex ve Metropol Sinemaları maşallah pırıl pırıldı. Sinema …

… yöneticilerine, sürekli seyircilerinin festivale ilgilerinin nasıl olduğunu sordum. “Vallahi abi, ilk gün gelen 900 kişinin …

… içinde bizim sürekli seyircilerimizden 7 – 8 kişi vardı.” dediler. Son yıllarda iyice suyu çıkan film festivallerinde sinema sektörü …

… kendi çalıp, kendi mi oynuyor, nedir?

(30 Eylül 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

01 Ekim 2010 Haftası

“Yedek Polisler”, New York Polis Departmanı’nda, ‘astarı yüzlerinden pahalı’ iki ‘yıldız’ kanun uygulayıcısı devre dışı kaldığında sokaklara çıkan ve bu işe taban tabana zıt görünmelerine karşın, çağın en büyük soygunlarına olanak sağlayan ‘para yönetimi’nde ünlü bir ismin peşine düşen, görebileceğiniz en tuhaf ikili. Will Ferrell, sürekli çalıştığı yönetmen Adam McKay ile oluşturduğu ‘kontrollü edepsizlik’ diyebileceğimiz güldürü anlayışını, sıkı yumruklarından ve bir sahnede ‘estetiğinden’ yararlandığı Mark Wahlberg’ü kadroya dâhil ederek tekrarlıyor. Seyircinin sıkılmasına asla izin vermeyen teknik kadro, gerçekçi aksiyon sekanslarıyla “vay vay vay!” nidalarına yol açan filmde, ‘kapitalizm prensleri’nin ABD devleti ve vatandaşlarına (dolaylı olarak bizlere de) hangi uçuk rakamlara mal olduklarını son jeneriklerde gayet net aktarıyor.

“Kavşak”, birbirine temas eden acılar ve mutsuzluklarla örülü dört hikâyede, karakterlerin aralarında iletişim kurmaları ile birlikte umudun yeşermesini, dingin ve gereksiz diyaloglardan kaçınıp olabildiğince görüntü diline yaslanarak sunuyor. Eğer olasılıklarla ilgili düşünmeye başlarsanız gedikler bulabileceğiniz öykü yapısına takılmadan, bazen hafif ‘düşmeler’ yaşansa da oyuncu performanslarından ve dokuyla tamamen bütünleşen müzikten çok zevk alarak seyredebilirsiniz. Benim bir filme verdiğim değerin ölçüsü son zamanlarda daha belirgin: Eğer en az bir sahnede ağdalı numaralar çekmeden, samimi biçimde yanağımdan yaşlar süzdürmeyi başarmışsa eğer, evet, ‘benim filmimdir’… “Kavşak” gibi!

“İyi Yürek”, tüm dünyası, sigaranın, alkolün ve nobranlığının, huysuzluğunun, sınırlı sayıda müdavim müşterilerinin arasında sıkça kalbinin teklediği bar olan yaşlıca patronun, bu dünyadan gitmesi gerektiğine inanarak bileklerini kesmiş genç evsizle karşılaşıp onun ‘temiz’ kalbini keşfetmesi ve ikisinin (ve herkesin tabii) ‘kocaman bir şaka’ olan hayatlarını yeniden şekillendirmesi üzerine kurulu. Çok yönlü sanatçı Dagur Kári, içinde bulunduğumuz berbat çağda, bir yavru kediyi asarak öldürmeye varacak kadar dibe vurmuş kötülüğe karşın insan yüreğinin saflığını, gözümüzün içine sokmadan hassas noktalarımıza dokunarak anlatıyor. Sapasağlam bir sinema!

“Baykuş Krallığı Efsanesi”, çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Zack Synder yönetimindeki beş yüzün üstünde sanatçının, baykuşlara dair dünyada, anatomik gerçekçiliği hareket estetiğiyle birleştirerek, efsanelere dair klâsik temaları yinelediği ve fakat ‘karanlık bir film duygusu’nun daha ağır bastığı 3D animasyon / serüven. 13 yaş altı çocuklar için ürkütücü olabilir.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

ÖNEMLİ: 21 yıldır bu ülkeden para kazanan Warner Bros. Türkiye’nin yetkilileri, ‘küçük hesaplar’ yaparak, orijinal seslendirme ile izlemenin sinefiller için şart olduğu filmi silme dublajlı vizyona çıkararak, bu ülke seyircisine ne kadar değer verdiklerini gösterdiler! Üstelik bazı sözlerin hiç anlaşılmadığı berbat bir seslendirme söz konusu. Bu “inadım inat” tavırlarını kınıyor; filmin tanıtımlarında sundukları ve neden orijinal izlememiz gerektiğini vurgulayan şu satırları dikkatle okumanızı öneriyorum:

“Oyuncular, canlandırdıkları karakterlerinin çeşitli seslerini taklit ederek Wayne Pashley’ye (üst denetçi ses editörü ve tasarımcısı) oldukça yardımcı oldu; ses ekibi bu sesleri gerçek baykuş sesleri ile harmanlayarak diyalogdan gerçek kuş seslerine kusursuz bir geçiş sağladı.”

“Gerçek baykuşların ve harika oyuncuların seslerini birleştiren Wayne, sizi karakterlere daha da yakınlaştıran ve baykuş dünyası hakkındaki bakış açınızı genişleten bir doku eklemiş oldu,” diyor Nalbandian (yapımcı).

(29 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Bir Daha Altın Koza Verildi, Sahiplerini Buldu

Bir Altın Koza ödülleri daha sahiplerini buldu. Her festival, katılan filmler arasından Seçici Kurul’un eli ile değerlendirdiği filmlere ödüllerini verir, kabûl görür, görmez, beğenilir, beğenilmez, bunun tartışmasını yapmayacağım. Adana’da bul yıl Kaplanoğlu’nun Bal filmine ödül verildi. Berlin’den Altın Ayı almış bir Bal, bu kez bir de Koza’ya sahip oldu. Yarışmanın diğer filmlerini görmemiş olmama rağmen, -görmüş olmam nedeni ile- ben -tamamen kişisel fikrim- Bal’a Altın Koza vermezdim. Sadece seyirci olmam nedeni ile bu düşüncemin festival ve sonuçları ile hiçbir ilgisi -eleştiri anlamında dahi- yoktur.

Festival Seçici Kurul Başkanı Işıl Özgentürk’ün yaptığı konuşmada, “Festivalde ‘çocuk oyuncu’ ödülü yok, ama Bal filminde Bora Altaş’ın oyunculuğu göz ardı edilemezdi, onun için bir ‘jüri özel ödülü’ koyduk ve onuda Altaş’a verdik” açıklaması hiç şüphesiz doğru ve samimi bir açıklama idi. Ama burada biraz durmak istiyorum. Sinemada ‘oyuncu’luk nedir, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu değerlendirmelerini anlamak mümkündür de, erkek oyuncu ağırlıklı bir filmin veya tersi kadın oyuncu ağırlıklı bir filmin (sırf erkek veya kadın oyuncuların oynadığı filmlerin veya bunların ağırlıklı rolleri paylaştığı filmlerin) erkek (veya kadın) oyuncu ödülünde adaylığı söz olacak fakat kadın (veya erkek) oyuncu ödülünde adaylığı söz konusu olmayacaktır. Bu önemli bir durum değildir şüphesiz, tartışmaya bile değmez, fakat bunların yanında yardımcı oyunculuk (erkek ve kadın için) ne demektir? (Bu da bilinmez mi demeyin) Nerede başlar, nerede biter? Başrol (?) oynayan oyuncunun çevresinde dolanan, ona yardım eden kişi mi, yoksa onun karşısında -hadi rakibi diyelim- olan kişi midir? Bunlar sonsuza kadar olasılıkla tartışılabilir, kısa yoldan rolünün süresi az olan oyuncu demek belki doğru ama bana göre hiç bir anlam ifade etmez. Şimdi bu Oscar’da da var denilebilir ve diğer festivallerde de (Venedik, Cannes, Berlin…) Yıllar önce Hud (1963 / Martin Ritt) filmi ile En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı kazanan Patricia Neal için yapılan itirazlardan biri de rolünün kısa olması -yani ancak En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu olabileceği- idi. Yani, En İyi Oyuncu ile En İyi Yardımcı Oyuncu (kadın – erkek farketmez) farkı nereden gelmektedir? (Yıllar önce verilen Ulvi Uraz Tiyatro Ödülleri’nde oyuncu / yardımcı oyuncu farklılığı bir yana, erkek oyuncu / kadın oyuncu farklılığı da söz konusu edilmemiş En İyi Oyuncu Ödülü verilmişti. (Bu ödül de hatırladığım kadarı ile pek sürekli olmamıştı).

Tekrar, Bal’a ve Bora Altaş’a dönmeden önce şunu da söylemek isterim ki, festivaller tarihimize bir göz atılırsa, yarışmaya katılan bazı filmlerde çocuk oyuncu olması halinde, -her filmde çocuk olabilir ama çocuk oyunculu bu filmlerde ‘öykü’ çocuğun üzerine kurulmuş ve çoğunlukla da bu çocuk oyuncu, filmdeki karakteri ile filmin adına bile ‘rolünü’ tescil ettirmiş durumda olurdu. Ayşecik… Yumurcak… Afacan… Bu oyunculara En İyi Çocuk Oyuncu Ödülü verilmiştir. Diğer filmlerde başka ‘çocuk oyuncuların’ olmaması da hiç önemli olmadan. İmdi, Bal filminde Bora Altaş, filmin Altın Ayı kazandığı Berlin’de de ilgi odağı olmuş, takdir toplamıştı, film Adana’da Koza’yı kazandı ve Bora, Adana Seçici Kurulu’na da ilginç geldi ama Tansu Biçer’e verilen En İyi Erkek Oyuncu ödülü Bora Altaş’a verilmedi ama bunun huzursuzluğu “Neden çocuk oyuncu ödülü yok'” sorusunu gündeme getirdi ve bir Jüri Özel Ödülü ile değerlendirildi. Beş Şehir’i ve Tansu Biçer’in rolünü görmedim, her hangi bir yorum yapmam, ama Özel Ödül ile değerlendirilen bir “çocuk oyuncuya” neden En İyi Erkek (Kadın / Kız!) Oyuncu Ödülü verilmez? En İyi Oyuncu Ödülü almak için önce “yardımcı” oyuncu olmayacaksın (ne demekse?) sonra da “çocuk” olmayacaksın… ama bir filmi “rolünle, oyunculuğunla” bir Jüri Özel Ödülü’ne taşıyacak ve ödülü kendi adına olsa da, filmin kazanımlarına ekleyeceksin… Bunu bazen çocuk olmayan (artık oyuncu olmuş) oyuncularda yapmıştır da, oyuncunun, çocuğu, çocuk olmayanı (“büyüğü” mü demek lâzım?), kadını, erkeği, yardımcısı, (ve bunun karşılığı) aslı (mı?) olur? Oyuncu, oyuncudur, iyi oyuncudur… ama ne yapalım festivaller, yarışmalar yerleşmiş (!) bu kategorilere uymayı baştan kabûl etmişler.

Sonuçları tartışmak gibi bir derdim hiç olmadı, Seçici Kurul’un takdiridir ama bir filmi diğer filme veya bir oyuncuyu diğer bir oyuncuya, bir senaryo yazarını diğer bir senaryo yazarına, bir görüntü yönetmenini diğer bir görüntü yönetmenine, bir yönetmeni diğer bir yönetmene tercih etmenin nedeni “estetik”dir diyelim de, bunun kıstası, birimi nedir?

(28 Eylül 2010)

Orhan Ünser

Unutulmaya Yüz Tutmuş Her Güzelliğin Kaydını Tutan Adam

Daha Marmara Üniversitesi’nde sinema-TV eğitimini sürdürürken ‘yedinci sanat’ın en zor, aynı zamanda da en nankör sahasını kendisine öncelikli hedef olarak seçti ve bu topraklarda unutulan, unutturulmaya çalışılan her kim, her ne, her neresi varsa onun belgeselini çekmeye başladı.

Büyük bölümü ‘belgesel sinema’ya adanmış çeyrek yüzyıllık bir kariyerin ardından, yönetmen Mehmet Eryılmaz’ın belki hanları hamamları yok; fakat her biri birbirinden önemli ulusal kültür değerlerimize ilişkin taş gibi 20 küsur eseri ve bir o kadar da ödülü var. Bunlar da kendisine fazlasıyla yetiyor!

Önümde, 1980’lere, 90’lara, 2000’lere ait gazetelerden kesilmiş tomarla haber ve köşe yazısı kupürü; çeşitli dernek, vakıf, resmî kurum ve kuruluşlardan gönderilmiş düzinelerce kutlama mektubu…

Bilgisayarımın masaüstündeki sarı klâsör simgesinin içinde, aralarından en güzellerinin özenle seçilmesi gereken 150’nin üzerinde set fotoğrafı…

Dijital ses kayıt cihazımda çözümlenmeyi bekleyen iki saatlik zımba gibi bir söyleşi… Ki tek bir cümlesinin bile ziyân edilmemesi gereken bir muhabbetin tutanağı bu…

Ve elbette, kendisini bizzat tanıdığım 2008 yılından itibaren belleğimde birikmiş durumdaki pek çok güzel ve özel hatıra…

Hâl böyleyken, ben bu dingin karakterli adamın, yaptığı çalışmalarla ülkeme yeniden hatırlattığı onca kültürel zenginliği, ödülleriyle kazandırdığı onca onuru, bir tek gazete sayfasında -hiç bir ayrıntıyı atlamaksızın- nasıl olup da lâyıkıyla özetleyebileceğim Ya Rabbim!

Sizi temin ederim ki bunca yıllık meslek hayatımda, üzerinde çalıştığım hiç bir röportajımın yayına hazırlık sürecinde bu kadar sıkışmamıştım.

Çünkü, Mehmet Eryılmaz’ın öyle bir sinemasal sicili var ki, hemen hiç kimsenin “belgesel sinema”ya ne yapımcı olarak ayıracak bir tek kuruşunun, ne de izleyici olarak bir tek dakikasının bulunmadığı bu aşırı meşgûl ve beğeni çıtası haddinden fazla yüksek (!) ülkede, röportajımın odağındaki kişinin çektiği her film tek başına bir gazete sayfası boyutlarında ele alınmayı hak ediyor. Benimse fotoğraflar çıkarıldığında topu topu 1500-2000 vuruşluk bir yazı alanım var ne yazık ki…

O yüzden, meselenin derin kısmını bu röportajın internette yayımlanacak olan “genişletilmiş versiyonu”na havale ederek, çözümü, senarist ve yönetmen Eryılmaz’ı sizlere şu cümlelerle özetlemeye çalışmakta buldum…

16 Ocak 1955-Kütahya doğumlu… Üzerindeki polis üniformasının onurunu her şeyden üstün tutan karizmatik bir güvenlik görevlisinin, nâmı memleketinde bugün bile hâlâ sürüp giden Mehmet Hanefi‘nin torunu…

– Aklı başına geldiği ilk günden beri “sinema”yla oturuyor, “sinema”yla kalkıyor, “sinema”yla yaşıyor…

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV Bölümü’nü bitirdikten sonra hızını alamamış, üstüne bir de Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde misafir öğrenci olarak okumuş…

– Sinemanın pratiğine yönelik ilk çalışmaları da yine öğrencilik yıllarına dayanıyor. Okuduğu her iki üniversitedeki öğrencilik günlerinde pek çok kısa film çekmiş ya da arkadaşlarının çektiği kısa filmlerin yapım ekiplerinde yer almış. Çağdaş Türk sinemasının en saygın yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’la aralarındaki su sızdırmaz dostluk da ta o günlerde, okul sıralarında başlamış. İkili, son 25 yıldan beri hem kardeşten öte birer dert ortağı konumunda; hem de giriştikleri her yeni projede birbirlerinin danışmanlığını ve eleştirmenliğini yapmaktalar… Aralarındaki hukukun çapı, egolarının çapını kat be kat aşmış durumda…

Eryılmaz, eline çalışır durumda bir 16 mm kamera geçirdiği ilk gün, muhtemelen aynı anda kafasına da büyükçe bir kaya düştüğünden olsa gerek, “drama”nın, “kurmaca sinema”nın görece kolay (ve şansı birazcık yaver gidene hem şöhret hem de para getiren) umut çiçekleriyle bezenmiş bahçelerinde dolaşmak yerine, Türkiye gibi kültür ve sanata yatırım noktasında acıklı bir az gelişmişliğin pençesinde kıvranan, hafızası balıklardan bile daha zayıf bir ülkede olabilecek en zor çıkış yolunu seçmiş; yani, “belgesel sinema” yapmayı… O gün bugündür de her nerede gözüne bu topraklara ait olup ürkütücü bir süratle yitip giden kültürel bir değerimiz çarpsa, hiç vakit kaybetmeden onun filmini çekiyor. Bazen yolunu şaşırmış bir sponsora yaslanarak; bazen de bizzat kendi sermayesiyle, elinde avucunda bulunan her kuruşu gözünü bile kırpmadan harcayarak… Şimdiye kadar yönettiği belgeseller 25’i, müzik klipleri, tanıtım ve reklâm filmleri de yüzleri buldu. Aldığı ödüller ise en azından şimdilik üç raflı bir IKEA kitaplığına sığabiliyor.

– 2006 yılında, “Bu adamın sinema üzerine bildiği tek şey, belgesel çekmek” diyenlere, kankası Nuri Bilge Ceylan’ın dünyanın dört bir köşesinde hayranlıkla karşılanan ikinci uzun metrajı “İklimler”de başrollerden birini -hem de gayet yaman bir performansla- üstlenerek, “Merak etmeyin, ben oyunculuktan da oyuncu yönetiminden de en az belgesel çekmek kadar iyi anlarım” cevabını vermişti.

– Sinemanın geneline yönelik hâkimiyetini hâlâ anlamamakta direnenler için de 2008 yılında, ilk göz ağrısı olan belgesel janrına ara vererek, bu kez “Hazan Mevsimi” adlı uzun metrajlı dramasını yazıp yönetti. Türkiye’de 29 Şubat 2008’de 5 kopyayla gösterime girip toplam 11 hafta gösterimde kalan ve bu süre içinde de güzel yurdumda 1839 kişi (rakamı yanlış yazmadım) tarafından izlenen söz konusu yapıt için Venedik Film Festivali’nin resmî seçicisi Sergio Germani “Bu yıl festivalimize gönderilen en iyi Türk filmi” ifadesini kullanacaktı. Daha bir sürü yerli-yabancı sinema insanı filmi övgülere boğdu da bunları tek tek sıralamaya yerim dar…

– Sosyalistlerin de, milliyetçilerin de, dindarların da hakkında yıllarca atıp tuttukları, lâfa gelince yere göğe sığdıramadıkları pek çok saygın kişi, özgün diyar ve korunması elzem gelenek-göreneğe ilişkin belgesel filmleri ilk ve son kez o çekti. Bunları çekmekten dolayı ekonomik açıdan defalarca battı; her seferinde de Prometeus gibi küllerinden yeniden doğup ilk fırsatta bir başka belgesele daha başladı.

– Yaz ortalarından bu yana, bana göre şimdiye kadarki çalışmaları arasında en ayrıcalıklı örneklerden birini, “İstanbul’da Bayram Sabahı” belgeselini çekiyor. Söz konusu çalışmanın temel derdi ise İstanbul’da fetihten bu yana sürüp giden bayram gelenek-görenekleri ve bunları bütünüyle yok olmadan görsel kayıt altına almak…

“İstanbul-2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından desteklenmeye değer görülen belgeseller arasındaki bu proje için, şimdiye kadar Türk ya da yabancı 30 dolayında “İstanbullu” ile söyleşiler çekti; hem belgesel hem de drama tekniğiyle çalışarak yüzlerce saatlik görüntü kaydetti. Önümüzdeki Kurban Bayramı’na kadar çalışmaya devam ederek, daha bir o kadar görüntü çekecek. Biz de bu yapıtı Aralık ayında İstanbul’da düzenlenecek olan galasında izleyebileceğiz.

– Gelecek hakkındaki plânını, “Bu çalışmayı da tamamladığımda, benim belgesel sinema alanındaki misyonum artık tamamlanmış olacak” şeklinde dile getiriyor olsa da ben buna kesinlikle inanmıyorum. O, geçmişe dair her türlü değerin hoyratça yok edildiği bu vefâ ve hafıza fukarası coğrafyada (arada sırada “Hazan Mevsimi” gibi yürek yakıcı dramalar çekse de, “İklimler” gibi dünya çapında saygınlık kazanmış filmlerde önemli roller üstlense de) mutlaka kafayı takıp çekecek yeni bir belgesel konusu bulacaktır!

– Son olarak, ülkesinin, tarihinin, kültürünün, dilinin ve dahi dininin kıymetini bilen bütün gerçek sanatçıları olduğu gibi, yaşından çok daha genç gösteren bu kibar, sakin, bilgi küpü adamı çok, ama çok seviyorum. Türk belgesel sinemasına kazandırdığın o iki düzine dolayındaki güzide yapıt için sağol varol Mehmet Eyılmaz usta… Emin ol, emeklerinin kıymetini bilenler azınlıkta da olsa, bu nitelikli azınlık ilelebet vârolacaktır.

Tuncel Kurtiz’i Unutmayan da O, Kâni Karaca’ya da…

Mehmet Eryılmaz, sosyalist gelenekten gelen bir sanatçı… Öyle ki daha üniversite, hattâ lise yıllarındayken Marksist literatürü A’dan Z’ye yemiş yutmuş. Ben, kendisiyle şirketi Çan Film’de yaptığımız söyleşi sırasında bu konudaki derinliğini kendi çapımda irdelemeye çalışırken, “Valla Ali Murat kardeşim, iş ‘Marksizmi kim daha iyi biliyor’ yarışmasına dökülürse, benim diyen Marksistle Kapital’i hem satır satır, hem de çatır çatır tartışırım” diyecek kadar da bilgisinden emin… “Hayatımın hiç bir döneminde, adına eleştirel bakış denilen yöntemden kopup topyekün redçi ya da topyekün kabûlcü bir adam olmadım. Marksizm söz konusu olduğunda da bu tavrımı aynen sürdürdüm. Marx’ın kaleminden çıkan her söz, elbette ki Tanrı kelâmı değildir. Ancak, Marksist literatür konusunda bilgisi cılız olanlar şunu iyi bilmeli ki Marx’ın her sözü, her tespiti de boş değildir. Sözgelimi, ‘Sermaye, henüz karşılığı ödenmemiş emek birikimidir’ cümlesi bana göre her emekçi insanın okuduğunda durup üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken çok müthiş bir tanımdır. Müslüman bireyin Marx’ı kafasında öyle kolay harcamaması gerekir. Tıpkı Marksist bireyin Kur’an’ı önemsiz ya da geride kalmış bir kitap gibi görmesi gibi, bu da çok sakat bir tutum bana göre… Ben kendi adıma her ikisini de yıllardır satır satır okuyor, neredeyse her yeni paragrafta bir sürü notlar çıkarıyor, bu gibi özel kitaplardan almam gereken mesajları kalbime ve aklıma özenle nakşediyorum.”

Bu topraklardaki ak-kara karşıtlığına, özellikle son zamanlardaki güncel gelişmelere paralel olarak gemi iyice azıya alan siyasal kutuplaşmaya zerrece prim vermeyen, tamamen kendi yatağında akan dingin bir hayat yorumunun temsilcisi olarak, Hz. Mevlânâ’dan Nazım Hikmet’e, Şeyh Bedreddin’den Necip Fazıl’a kadar, Anadolu’ya, hattâ sınırları daha da genişletip İslâm dünyasına ilişkin bütün güzellikleri büyük bir sevgiyle kucaklıyor Eryılmaz… Sözgelimi, muhabbet “kadim değerleri, gelenekleri, güzel örf ve âdetleri muhafaza etmek”ten açılınca mangalda kül bırakmayan milliyetçi-muhafazakârlara çok sağlam bir ayar vererek, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi Kur’an okuyucusu olarak kabûl edilen rahmetli hâfızımız Kâni Karaca hakkında şimdiye kadar Türkiye’de yapılmış ilk ve tek belgeseli o çekti. “Bilir misiniz” diyor Eryılmaz, yüzüne yayılan belli belirsiz bir hüzünle, “ABD’nin en büyük gazetelerinden New York Times, 5 Şubat 1997 tarihli sayısında Karaca için ‘Bu asrın en büyük sesi’ ifadesini kullanmıştır. İfadeye dikkat edin lütfen, ‘Bu asrın en büyük seslerinden biri’ değil, direkt olarak ‘en büyük sesi’… Bunu okuyunca Kâni Karaca gibi muazzam bir sanatkârın hayatının görsel dille belgelenmemiş oluşu, hele de kendisini milliyetçi-muhafazakâr diye tanımlayan çevrelerin şimdiye kadar böyle bir projeye el atmayı akıl etmemesi benim resmen kanıma dokundu. Bu yüzden de 2000 yılında, o tarihten beri dünyanın çeşitli ülkelerindeki televizyon kanallarından sürekli talep alan, belgesel film festivallerinde gösterilen ‘Hafız Kâni Karaca’ ve ‘Tamburî Necdet Yaşar’ belgesellerini çektim. Şimdi görüyorum ki çok iyi etmişim. Çünkü, o filmin çekiminden 3-4 yıl sonra Karaca vefât etti. Elimizde kendisine ilişkin tek derli toplu görsel malzeme olarak da bu belgesel kaldı.”

Eryılmaz, her ne kadar aynı fırsatı 2002 yılında ebediyete uğurladığımız eşsiz udî Cinuçen Tanrıkorur’un sağlığında yakalayamamış olsa da Tanrıkorur üzerine yapılmış ilk ve tek belgesel film de yine ona ait… Vefâtından iki yıl kadar sonra, aylarca süren bir arşiv taraması ve sanatçının öğrencilerinin yardımlarıyla gerçekleştirdiği o film de ustalara adanmış bu belgesel serisinin nadide parçaları arasında yer alıyor.

Profesyonel milliyetçi-muhafazakârların, “Tarihimiz, kültürümüz gelenek-göreneklerimiz elden gidiyor” feryatları dışında, sıra somut icraat ortaya koymaya gelince çil yavrusu gibi dağıldıkları, aslen “kültürel sağ”ın ilgi alanına girmesi gereken pek çok ulusal değeri bu şekilde kamerasıyla koruma altına aldığı gibi, aynı vefâyı “kültürel sol”un abidevî isimlerine karşı da sergiliyor yönetmenimiz… Sözgelimi, solcu-ulusalcı kesimin yıllardır yere göğe sığdıramadığı, fakat internet ansiklopedilerinde şöyle iki paragraftan öte ayrıntılı bir özgeçmişine ulaşılamayan sinema, tiyatro ve televizyon oyuncusu Tuncel Kurtiz hakkında bugüne kadar yapılmış yegâne belgesel film de yine onun imzasını taşıyor. 1995 yılında, bu büyük sanatçının da rızası ve fiili katılımıyla, Kurtiz üzerine “Bedr: Sinemada Bir Dolunay” adlı nefis bir belgesel çeken Eryılmaz’ın az konuşup ortaya çok iş koyan bu hamarat tavrı, 2001 yılında “Nazım Hikmet’in Şarkıları” adlı bir başka önemli belgeselin daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Nazım’ın çok sevdiği Türk Sanat Müziği besteleri ve bestekârları üzerine kurgulanmış olan söz konusu çalışma da (Lütfen, ele alınan konuya dikkat ediniz!) yönetmenin pek çok yapıtı gibi fazlasıyla hak ettiği bir ödülle taltif edildi. Ancak, “ortodoks sol”un temsilcisi olan kimi kişi ya da kurumların söz konusu çalışmayı izleyince “Nedir kardeşim bu, Nazım gibi ilerici bir sanatçı, nasıl olur da gerici bir kültürün ürünü olan Klâsik Türk Musikîsi’ni severmiş, yönetmen tamamen fantezi bir bakış açısı sergilemiş” dediğini de altını çizerek belirtelim.

Eryılmaz, bize bu gibi hatıralarını aktarırken, “İster sağdan, isterse de soldan olsun, kâinatı, dünyayı, insanın yeryüzündeki varlık serüvenini alabildiğine dar bir perspektiften okumaya çalışan köşeli insanlar ve bunların ortaya koydukları köşeli düşünceler benim ilgimi çekmiyor. Sanat, insanı yüceltiyorsa sanattır ve hiç bir sanat eseri de bir sivrisineğin kanadından daha değerli değildir” diyerek sinemacılıktaki genel tavrını pek güzel özetliyor.

Mehmet Eryılmaz’dan ‘İstanbulluluk’ tanımı…

İstanbullu olmak, İstanbul’da doğmak demek değildir; İstanbul’un ruhunu iliklerine kadar hissetmek ve onunla bütünleşmektir. “Onun yekpare taşına bir acem mülkünü fedâ edebilmenin cesaretinde olabilmektir”.

Çünkü, İstanbul bir şehir değil, başlıbaşına bir ülkedir. İstanbullu olmak da kişinin aslî tâbîyetinin dışında ikinci bir tâbîyete sahip olmasıyla eşdeğer bir durumdur. Bu şehir, yalnızca Avrupa’nın değil, aynı zamanda dünyanın da en kadim kültür başkentidir. Avrupa’nın lideri olmak İstanbul’a fazlasıyla dar ve hafif gelir. Eğer, yakın gelecekte yeryüzünde yeni bir Rönesans, yeni bir aydınlanma hareketi doğacaksa, bilinsin ki o hareket mutlaka bu şehirden başlayacaktır.

Bundan dolayı diyorum ki İstanbul’da yaşayan büyük-küçük herkesi gerçek anlamda İstanbullu olmaya davet etmemiz, İstanbullu gibi davranmaya yönlendirmemiz şart…

Şehrimizin kıymetini onun üzerinde yaşayanlara öğretmek, sanatçılar olarak hepimizin ortak görevidir.

Mehmet Eryılmaz Filmografisi

1985- (Dramatik kısa film) “Ecel Atı”
1986/1987- (Belgesel) “Türkiye’nin Dağları” (Bir Fransız yapım şirketi için, yurt dışında gösterilmek üzere)
1987/1988- (Drama Serisi) Dört Büyük Türk Hikâyesi: “Şans”, “Perili Köşk”, “Kuşlu Çorap”, “Miras Keçe” (TRT için)
1989-1991- (Belgesel) “Türkiye’nin Panayırları”
1991- (Deneysel Kısa Film) “Sessiz”
1992- (Belgesel) “Köçekler” (Bir İngiliz yapım şirketi için)
1993- (Deneysel Drama) “Seviyorum Ergosum” (TRT için)
1994- (Belgesel Dizi) “Dünden Yarına Musıkî İnsanlarımız” (TRT için)
1995- (Biyografik Belgesel) “Bedr/Sinemada Bir Dolunay: Tuncel Kurtiz”
1996- (Biyografik Belgesel) “Şems/Musıkîmizde Bir Güneş: Bekir Sıdkı Sezgin”
1996- (Belgesel) “Türkiye” (Japon film malzemeleri şirketi Sakura için, yurt dışında gösterilmek üzere)
1997- (Toplumsal Bilinçlendirme Filmi) “Körler” (Körler Derneği için)
1999- (Belgesel) “Dar-ül Elhan’dan Konservatuara” (Toplumsal Tarih Derneği için)
1999- (Belgesel) “Türkiye’de Müziğin 75 yılı” (Toplumsal Tarih Vakfı için)
2000- (Biyografik Belgesel) “Hâfız ve Mevlithan Kâni Karaca”
2000- (Biyografik Belgesel) Tamburî Bestekâr Necdet Yaşar”
2000- Engelli vatandaşlarımızın günlük hayatta karşılaştığı sorunları yansıtmak üzere dört ayrı toplumsal bilinçlendirme filmi
2001- (Biyografik Belgesel) “Nazım Hikmet’in Şarkıları” (Nazım Hikmet Vakfı için)
2001- (Belgesel) “Sönmeyen Bir Mum” (Körler Derneği için)
2002/2003- (Biyografik Belgesel) “O, Şafak Vaktinin Cihangiri: Cinuçen Tanrıkorur”
2004- A.K.U.T Derneği için çeşitli toplumsal bilinçlendirme filmleri
2005/2006- Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” filmindeki başrollerden birini üstlendi ve filmin yapım sürecine katkılarda bulundu.
2007/2008- (Drama) “Hazan Mevsimi” (Sanatçının ilk uzun metrajlı sinema filmi)
2010- (Yarı-dramatik belgesel) “İstanbul’da Bayram Sabahı” (“Avrupa Kültür Başkenti” etkinlikleri kapsamında “İstanbul 2010: Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından desteklenmeye lâyık görülen bu projenin çekimleri halen sürüyor. Yapıtın ilk gösterimi, önümüzdeki Aralık ayında İstanbul’da gerçekleştirilecek.)

(27 Eylül 2010)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Kafkas Kartalı

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri

NTV, Venedik Film Festivali ödüllerini “Altın Ayı Ödülü’nü Coppola kazandı” diye duyurdu. Seneye Berlin Film Festivali’nden de inşallah …

… Altın Aslan ödülü kazanır. Yeni Sinemacılar’dan Seren Yüce’nin yönettiği “Çoğunluk” da Venedik’te Geleceğin Aslanı ödülünü aldı. Aferim.

12 dev adam, maçı aldı skiper bağırıyor: “Altına gidiyoruz, altına gidiyoruz”. Dünya şampiyonasında üste çıkmak için altına gitmek ilginç…

… bir ifade. Şaka bir yana seyirci de sevincini belli etmek için çok bilinen ve sevilen marşı söylemeye başladı: “Dağ başını duman …

… almış, gümüş dere durmaz akar…” O anda bendenize ilham geldi, malûm Karadeniz’de HES sevdasına dereler katlediliyor. Bu ünlü …

… marşımızın sözlerini değiştirdim, sadibey.com‘un başlığına koydum: “Dağ başını duman almış, gümüş dere durur, akamaz” diye, …

… patenti bendedir, haberiniz olsun. Dere soykırımını durdur efendi.

Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda …

… yapılan açılış töreni ile başladı. Geceye katılan sanatçılar arasında Altan Günbay, Bulut Aras, Derya Alabora, Derya Durmaz, Dündar …

… Aydınlı, Ekrem Bora, Gani Rüzgâr Şavata, Güven Kıraç, Hakkı Kurtuluş, Işıl Özgentürk, Melik Saraçoğlu, Nuri Alço, Selahattin Fırat, …

… Şerif Sezer, Yavuz Karakaş, Yeşim Ceren Bozoğlu, Yıldırım Yanılmaz, Yunus Yılmaz, Yusuf Sezgin, Yüksel Arıcı, Süleyman Turan, Cengiz Bozkurt, Ziya …

… Özanlar, Ethem Akpolat, Yıldırım Beyazıt, Mehmet Dinler vardı. Törene gelmeyip, “Hilton Oteli’nde -tabiri caizse- yan gelip yatanlar” …

… demiyorum, “Havaalanında, uçakta, karada, denizde göze çarpanlar” arasında ise Bilge Zobu, Selma Güneri, Umut Sezgin, Tuğrul Meteer,

… Mine Soley gibi sanatçılarımız vardı. Yarın öbür gün, Atatürk anıtına çelenk koyma, kortej vs. gibi etkinliklere bakalım kimler …

… katılacak. Festivallere katılan sanatçıların, açılış töreni, maçılış töreni, kapanış töreni, mapanış töreni, gala, mala, kortej mortej …

… gibi etkinliklere katılmamaları sinemaseverlerce yadırganıyor. Nasıl diyeyim meselenin ruhuna aykırı bulunuyor. Cüneyt Arkın’ın konuyla …

… ilgili çok güzel bir tesbiti var. Malkoçoğlu fiii tarihinde yapılan bir Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Biz festivale …

… iştirak eden sanatçılar, her türlü etkinlikte bulunmalıyız, çünkü bizi sevenlerin anılarını inşa ediyoruz, yarın öbür gün şu …

… festivalde bu sanatçımızı görmüştük, bu festivalde şu sanatçımızı görmüştük diye anılacağız.” mealinde tesbitte bulunmuştu. Bir de …

… şöyle tuhaf şeyler oluyor. Mesela anıta çelenk koyma töreni olacak, herhalde herkes, “bir ben gitmesen ne olur” diye düşünüyor, bir …

… bakıyorsunuz çelengin iki başından tutacak iki tane sanatçı bulunmuyor. Yine bir Antalya Festivali’nde benzer bir olaya şahit …

… olmuştum, 3 – 4 tane dernek, birlik, vs.nin anıta konulan çelenginin bir tarafından zabıta, bir tarafından bendeniz tutmuş idim. Ne …

… diyeyim, o gün için neyi tutsak faydası var diye düşünmüş idim. Festivalin açılış gecesindeki dikkat çeken bir özellik de üst …

yönetimden törene hep vekillerin gelmesiydi. Herhalde festivalin ertelendikten sonra yapılmasının cilvesi miydi neydi? Sırasıyla açılış …

… konuşmalarını yapmak üzere sahneye Büyükşehir Belediye Başkan Vekili, Vali Vekili, Sinema ve Telif Hakları Genel Müdür Vekili …

… çıktılar. Biz sinema yazarları da sinemaseverlerin vekili olduğumuza göre kadro tamamlanmış oldu.

“Borsa: Para Asla Uyumaz”da Oliver Stone eski starlardan Eli Wallach’a hoş bir saygı göstermiş. Biliyorsunuz Quentin Tarantino da …

… şöhreti kaybolmaya yüz tutmuş eski zamanların starlarına hemen her filminde benzer jestler yapıp, önemli roller veriyor. En son …

… hatırlanan David Carradine olmuştu, mekânı cennet olsun. “Borsa: Para Asla Uyumaz”da ak saçlarıyla ve bastonuyla gördüğümüz Eli …

… Wallach çok ünlü “İyi, Kötü, Çirkin” adlı westernde “kötü” rolüyle belleklere kazınmıştı. Kötü dediysem, oyunculuğu kötü değil, rolü …

… kötü. (Ne biçim izahat olduysa.) Filmin bir bölümünde başrol oyuncusu Shia LeBaouf’un telefonu “İyi, Kötü, Çirkin”in müziğiyle …

… çalıyor. Müziği duyunca, tabiki biz kıdemli sinemaseverlerin çok hoşuna gitti. Bazen filmlerde yıllar öncesinden böyle hoşluklar …

… olunca tadından yenmiyor doğrusu. “İyi, Kötü, Çirkin”deki iyi, malûm Clint Eastwood, çirkin ise Lee Van Cleef. Nedense bu filmde Lee …

… Van Cleef’le Eli Wallach’ın hangisinin kötü, hangisinin çirkin olduğunu hep karıştırırım. Neyse ki bu sefer birkaç kanaldan Eli …

… Wallach’ın ve Lee Van Cleef’in hangisi olduğunu doğrulattım -ki bu kanallardan birisi de sertninja.com’dan, pardon tersninja.com’dan …

… Ege Görgün oldu. Ege de benim “Sadi Bey’in Benzettikleri”ne atıfta bulunarak Lee Van Cleef’i yerli sinemamızın kıymeti bilinmemiş …

… oyuncularından Yıldırım Gencer’e benzettiğini belirtti. İtiraf ederim hakikaten benziyor, Ege de sertninja.com’da, pardon …

tersninja.com’da “Ege’nin Benzettikleri” bölümünü başlatabilir.

(23 Eylül 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Büyük Hileler ve Küçük Oyunlardan Bir Film: Büyük Oyun

İSTANBUL – Zincirbozan isimli filmleriyle ‘hatırı sayılmaz’ bir sinema geçmişine sahip olan Atıl İnanç ve Avni Özgürel ikilisinin Güney Kürdistan’dan başlayıp İstanbul’da noktalanan ve öyküsünün özü itibariyle merak uyandıran filmi Büyük Oyun vizyona girdi. Ancak Büyük Oyun küçük hilelere kurban edilmiş gibi…

Türkiye’deki sinema eleştirmenleri ve ilgili birçok kalemşörün, ele aldığı konu itibariyle yere göğe sığdıramadığı, Atıl İnanç’ın Avni Özgürel ile birlikte senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Büyük Oyun gösterime girdi. Güney Kürdistan’daki karmaşık ve iç içe geçmiş kültürel döngüden yola çıkıp Türkiye’ye uzanmasıyla, özellikle de Türkmenleri ele alışıyla ‘plaza medyası eleştirmenleri’ tarafından yüceltilen film, açıkçası Türkiye sinema sektörünün son yıllardaki kaliteli kıpırtısı açısından umut kıran bir örnek. Oyunculuk performansı açısından dikkat çekse de, öykünün akışı, senaryonun yapıntılanışı ve küçük politik çentiklerle beslenmesi nedeniyle kısa sürede unutulup gidecekler kategorisine bodoslama dalıyor.

Zincirbozan’ın Yolunda Bir Büyük Oyun

ABD’nin Irak işgâliyle başlayan politik trajedinin sıradan insanların hayatını alt üst edişiyle sürmesi ve yarattığı sonuçların toplumsal bedellere dönüşmesi üzerinden kurulan senaryosu merak uyandırsa da, Zincirbozan’daki gibi bir takım ‘milli’ yaklaşımların kokusunu yayan yanıyla film, çıtanın sinema açısından düşmesine neden oluyor.

Öncelikle oldukça ağır bir insani yıkımdan yola çıkan olay örgüsü amaca hizmet etme konusunda önemli yetmezliklerle dolu. Karakterlerin öyküye hizmet etme noktasında gerek bireysel ruh halleri gerekse çevreleriyle iletişimleri konusunda zayıf kaldığı filmde yine de özellikle Selen Uçer’in performansı göz dolduruyor. Filmin senaryosu meseleye kadın dünyası ve kadın gözüyle ele alınmış olup, erkeklerin başlattığı savaşın kurbanı olan kadınların trajedisini anlatmasına rağmen, filmde kadının olma durumunun hallerini görmek mümkün değil. Örneğin filmin başrolü olan kadın tecavüze uğramasına rağmen, bu durumun sebep olduğu ruh halini ve ağırlığını hissetmemek ciddi bir handikap oluşturmuş. Yine farklı gerekçelerle farklı trajedilerle başlayıp ortak noktada buluşan ve aynı sebebin sonçularına maruz kalmalarına rağmen doğal kadın dayanışması iletişimini çeşitli şekillerde mümkün değil.

Daha kısa sürede anlatılacabilecek bir öyküyü tam 110 dakikaya yaymak da filmin genel akışında son derece ağır ilerlemesine ve yer yer kopuşlara neden olmaya götürüyor. Yer yer Kürtçe diyalogların da kullanıldığı filmde bir takım politik yaklaşımlar da görmek mümkün. Örneğin kameranın kullanımı, özellikle de Güney Kürdistan’daki hali ve İstanbul’daki hali (tepeden çekimerle yapılan ince kayıslama gelişmişlik – geri kalmışlık, medeniyet – çağdışılık kıyası) seyirciye, ‘işte gerçek, yorumu siz yapın’ gibi ince bir mesaj taşıyor. Yine ABD işgâliyle birlikte oradaki etnik zeminlerin aldığı pozisyon da filmin göndermelerle ironik anlatıma konu ettiği başka bir nokta oluyor.

Sınırda Çam mı Vardı?

Ailesi ABD askerlerinin baskınında ölen Cennet’in önce direnişçilere katılıp ardından yaralanarak Türkiye’ye getirilen abisine ulaşmak için geçirdiği trajik macerayı ana tema olarak işleyen filmde özellikle Türkiye – Irak sınır hattının coğrafik avantajlarından da yararlanılmış olsaydı olay örgüsüne hizmet anlamında önemli bir eksiklik giderilmiş olacaktı. Ayırca sınırda geçen filmde birkaç sahnede çam ağaçlarının göze çarpması ise başka bir sorun. Önce Hewler, daha sonra katırcılarla Türkiye sınırını aşıp İstanbul’a uzanan hayat hikâyesiyle Cennet, bir takım rastlantılarla canlı bomba olur. Bu travmatik süreci filmde katmanlı olarak görmek olası değil. İstanbul’da kendini içinde bulduğu tarikat, ya da cemaat örgütlenmesi ise filmde gerçekle mesafeli şekilde kurgulanmış durumda. Tarikat şefinin genel anlamdaki tavırları, giyimkuşam ve davranışları konuya hizmet etmekten epeyce uzak. Devlet, cemaat, örgüt, istihbarat gibi yapılar arsındaki bağlantılar ve zaaflar üzerinden konu ele alınmış olmasına rağmen bu karmaşayı da hakkıyla görmek zor.

Bilindik Bir Son

Elbette bir filmde yönetmenin seçtiği yöneliş bilinçli bir tercihtir, ancak filmin alışıldık bir sonla bitmesi de filme bir dezavantaj katıyor. İstanbul’da olan abisinin öldüğü söylenerek eyleme gönderilen Cennet, Taksim meydanındaki trafik ışıklarında abisinin yanından geçip gider. Oysa Cennet, madem abisine bu kadar yakın bir yere kadar gelebiliyor, abisinin de içinde bulunduğu bir ortamda bombayı patlatması filmin hem genel mesajına, hem olay örgüsüne, hem de savaşın hiçbir iyi yanının olmadığını göstermesi açısından önemli bir mesaj olabilirdi. Filmde es geçilmeyecek başka önemli bir nokta ise, Türkiye sinemasında Kürtlere biçilen rolün bir nüansının kullanılması. Öyle ki ABD askerleri ve Irak sınırlarındaki deviniminden sağlam çıkan Cennet, Kürt katırcının tecavüzüne uğrar. Elbette ki yaşanmış örneklerinin olması olası olabilir ancak filmin genel havası içinde vermek istediği mesaj ve yaptığı gönderme kabûl edilecek gibi değil.

Ucuz Hesaplara Kurban Edilmiş Bir Film

Filmin lâyıkıyla beyazperdeye yansıtamadığı başka bir alan ise tarikat ya da cemaat içindeki kadınların davranış ve yaşam şekilleri. Savaş mağduru ve ailesini yitirmiş iki genç Türkmen kadın ile onları İngiliz ve ABD konsolosluklarına canlı bomba olarak hazırlanmasında rol oynayan ve bomba düzeneğini bizzat hazırlayan kadın arasındaki ileşitim ve kadınların tarikatlar içindeki gerçek yaşamarı arasında bayağı bir mesafe bulunuyor. Yine burada da Türkiye’nin Türkmenleri sahipsiz bıraktığına ilişkin ince bir politik nüans da işlenmiş durumda elbette… Oldukça iyi koşullarla çekildiği her açıdan hissedilen film, sinematoğrafik ve estetik açıdan da öykü ve senaryoyu yeteri kadar beslemiyor. Kısacası oldukça büyük festivallerde boy ölçüşebilecek, savaş ve kadın gibi iki önemli evrensel meseleyi başka bir açıdan ele alabilecek bir öyküye sahip olabilecekken, film, büyük hileler ve küçük oyunlara, bir takım politik kaygılarla adeta kurban edilmiş. Filmden alınan tek ve önemli mesaj ise her şeyini yitirmiş bir insanın dünyanın en tehlikeli insanı olabileceği elbette.

Filmin konusu şöyle: Ailesini Irak’ta Amerikan baskınında kaybetmiş Cennet adlı Türkmen bir kızın Türkiye’ye kaçmak için Türkiye – Irak sınır dağlarında yaşadıkları ve savruluşunun hikâyesi…

ABD’nin Irak’ı işgâl sürecinde direnişçileri yakalamak için operasyon yapan askerlerin bastığı köyde bütün ailesini kaybeden Cennet hayatta bir başına kalmıştır. Yaşamı boyunca köyünün dışına adım atmamış bu genç kız çaresizliğin dayattığıi cesaretle Kerkük’te berber olarak çalışan ağabeyi Azim’i bulmak için yola çıkar. Ama Kerkük’e vardığında ağabeyinin de bir patlamada yaralandığını ve Türkiye’deki bir hastaneye götürüldüğü öğrenir. Ağabeyine ulaşmak için Türkiye’ye gitmeye karar veren Cennet, yaşadığı ağır travmanın ve kaybedecek birşeyi kalmamasının yarattığı kayıtsızlıkla çıktığı zorlu yolculukta güç bulduğu tek dayanağı öfkesidir.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Atıl İnaç
Senaryo: Atıl İnaç, Avni Özgürel
Oyuncular: Rana Cabbar, Haktan Pak, Selim Bayraktar, Serkan Genç, Kadir Kirici, Nalan Koruçim, Özgür Kartal, Selen Üçer, Serdal Genç, Suzan Genç,
Yapım: 2009, Türkiye, 110 dk.
Tür: Dram, Politik

(20 Eylül 2010)

İsmail Yıldız

ismailsterk@gmail.com

24 Eylül 2010 Haftası

“Annemi Öldürdüm”, yetişkinlik öncesi dönemde cinsel kimliğini keşfeden agresif erkek çocuk ile o döneme dek ‘büyük aşk’ yaşadığı annesi arasındaki çatışmacı / çetrefil ilişkinin, yarı belgesel gücüne ulaşan başarılı anlatımı. Yazan, yöneten ve oynayan Xavier Dolan (1989 doğumlu!), mizansenlerdeki / diyaloglardaki realist tavrında açık sözlülüğünü esirgememiş. Yılın en iyilerinden.

“Borsa: Para Asla Uyumaz”da, Oliver Stone, milyarlarca insanın gelecekleriyle oynayan, sanal değerler yüklenerek alınıp satılan kâğıtlarla ‘balonlar uçuran’ ve bu ‘oyun’da gücü iliklerine kadar hisseden borsa prenslerine özenenlere, tek gerçek değerin zaman olduğunu anımsatıp, daha insana yakışır bir hayat öneriyor: Tüketim alışkanlıklarını değiştirmek, örneğin temiz – ucuz enerjiye yönelmek; mütevazı koşullarda aile ve çocuk sahibi olma mutluluğunu tatmak vb… Bu mesajı, 23 yıl sonra, bir defa daha verirken, yönetmen biliyor ki, son büyük ekonomik bunalımdan sonra dahi hiçbir şey değişmedi ve sadece altta kalanların canları çıktı. Fakat sanatçının görevlerinden biri de uyarmak ve Stone’un dinamik stile sahip sineması bu işi çok iyi kotarıyor.

“Kardeşimden Sonra”, kartpostal güzelliğindeki yelkenci kasabasında, küçük kardeşinin ölümüyle geleceğe ilişkin tüm planlarını iptal eden genç adamın, bu en sevdiği insanın hayaletiyle her gün buluşmasının beşinci yılında tanıştığı kız sayesinde yeniden ‘yaşamaya dönmesi’ni öykülerken, bizleri de, sanatın en temel meselesi ölüm üzerine düşünüp duygulanmaya davet ediyor. Cazibesi, cennet tasviri gibi görüntüler ve her şekilde güzel bir insan olan Zac Efron. Benzerlerini izlemiş olsak da, ruhumuza iyi gelebilir.

(20 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Chabrol (1930 – 2010)

Claude Chabrol ölmüş… Her zaman, yeteri kadar filmini göremedim diye andığım ve anacağım Chabrol’ün ölüm haberini ilkin gazetede gördüm. Chabrol deyince, peşinden hemen Nouvelle Vague (Yeni Dalga) aklıma geliyor, Cahiers du Cinéma Dergisi’nde yazı yazdığı arkadaşları (Truffaut, Resnais, Malle, Godard) ile kurulu sinema düzeninin dışında bir sinemadan söz eden Chabrol aklıma geliyor. Yeni bir sinema arayışında olan bu grup içinde Chabrol eline geçen bir mirası kullanarak Le Beau Serge (Yakışıklı Serge) ile 1958 Yeni Dalga’yı dergi sayfalarından beyazperdeye taşıdı. Bir ilk filmdi bu ve kuşkusuz, kusursuz bir film değildi ama “yeni bir sinema” idi.

Sonradan diğer ekleneneler (Yeni Dalga’nın “büyükannesi” Varda ve kocası Demy) ile Yeni Dalga belli bir süre, değil Fransız sinemasına, dünya sinemasına damgasını vuracaktı. ABD sinemasından olduğu kadar Fransız sinemasından da (örnekse Melville…) etkilenmişlerdi. Doğal olarak hiçbiri çıkıştaki özelliklerini taşımadı ama özellikle Chabrol, Fransız burjuvazisi ile hesaplaşmasını sonuna kadar sürdürdü. Roman uyarlamaları yaptı, Hitchcock tarzı polisiyelerde (!) kendine has bir üslûp da yakaladı. Kötü filmlerde… kötü ama Chabrol, tekniği sağlam, mesafeli, entellektüel sineması ile 80 yıllık bir ömre 56 film sığdırarak, -son filmini 79 yaşında çekti- üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hâlâ (günümüz sinemasının teknik yenilikleri gibi olamayan) yeni-lik kıvılcımları taşıyan Yeni Dalga sinemasının bir mensubu olma özelliğini hiç bir zaman kaybetmeden, belleklerimize hediye ettiği kimi unutulmaz, zaman zaman keyif verici görüntüleri ile aramızdan ayrıldı.

Yeni yetişen kuşaklar, festival veya özel gösterilerde eski filmlerini izlemedilerse, son yıllarda gösterime giren filmlerini de görmüş olsalar bile bu ayrıcalığı fark etmeyebilirler veya -“beğenisi”, yoksa “görünümü” mü?- çok çabuk değişen günümüz sinemasında bir zamanlar yeni bir akım olan Yeni Dalga bugünkü izleyiciye farklı bir tat vermeyebilir ama ne olursa olsun Yeni Dalga ve bu dalgadakilerden Chabrol, birkaç kuşağa çok keyifli anlar veren bir sinemacı idi. Aşağıya filmlerini orjinal adları ile yazdım; hepsi ülkemizde gösterilmedi, gösterilenler veya Türkçe adları için Chabrol hakkında yazılan bir kısım yazılara başvurabilirsiniz.

1958 – Le Beau Serge
1959 – A double tour
1959 – Les Cousins
1960 – Les Bonnes femmes
1961 – Les Godelureaux
1962 – Les Sept péchés capitaux
1962 – L’Oeil du malin
1963 – Landru
1963 – Ophélia
1964 – Le Tigre aime la chair fraiche
1964 – Les Plus belles escroqueries de monde
1965 – Le Tigre se parfume a la dynamite
1965 – Marie – Chantal contre le doctour Kha
1965 – Paris vu par
1966 – La Ligne de demarcation
1967 – La Route de Corinthe
1967 – La Scandale
1968 – Les Biches
1969 – La Femme infidéle
1969 – Que la bête meure
1970 – La Rupture
1970 – Le Boucher
1971 – Juste avant la nuit
1971 – La Décade prodigieuse
1972 – Docteur Popaul
1973 – La Noces rouges
1974 – Nada
1975 – Les Innocents aux mains sales
1975 – Une partie de plasir
1976 – Folies bourgeoises
1977 – Alice ou la derniére fugue
1978 – Les Liens du sang
1978 – Violette Noziére
1980 – Le Cheval d’orgueil
1982 – Les Fantômes du chapelier
1985 – Poulette au Vinaigre
1986 – Inspecteur Lavardin
1987 – Le Cri du Hiou
1987 – Masquies
1988 – Une Affaire de femmes
1990 – Dr. M
1990 – Jour tranquilles a Clichy
1991 – Madame Bovary
1992 – Betty
1993 – L’Oeil de Vichy
1994 – L’Enfer
1995 – La Cérémonie
1997 – Rien ne va plus
1999 – Au Coeur du mensonge
2000 – Merci pour le Chocolat
2003 – La Fleur du mal
2004 – La Demoiselle d’honneur
2006 – La Fille coupée
2006 – L’Ivresse du pouvoir
2007 – La Fille coupée eu deux
2009 – Bellamy

(19 Eylül 2010)

Orhan Ünser