Kategori arşivi: Yazılar

Hayatta Kazanmak da Var

Kazananlar Kulübü (Win Win)
Yönetmen-Senaryo: Tom McCarthy
Müzik: Lyle Workman
Görüntü: Oliver Bokelberg
Oyuncular: Paul Giamatti (Mike), Amy Ryan (Jackie), Bobby Cannavale (Terry), Jeffrey Tamor (Vigman), Burt Young (Leo), Alex Schaffer (Kyle), Melany Lynskey (Cindy), David W. Thompson (Stemler)
Yapım: Fox Searchlight (2011)

Amerikalı aktör ve yönetmen Tom McCarthy’nin “Kazananlar Kulübü”, bu ekonomik krizde umuda inanıyor. Paul Giamatti’nin müthiş oyunculuğu filme derinlik katıyor.

İşleri, ekonomik kriz yüzünden kötü giden New Jerseyli avukat Mike Flaherty’nin önüne vesayet davası düşer ve bu sıkıntılı durumundan çıkabilmek için bir plân yapar. Ohio’da yaşayan alkolik kızının ilgilenmediği zengin Leo Poplar’ın devletin yaşlılar yurduna gitmemesi için yargıcı ikna etmesi gerekiyor önce mahkemede. Leo’nun bakımını çek karşılığı alan Mike, hiç beklenmeyecek bir şey yapıyor ve Leo’yu yaşlılar yurduna yatırıyor. Oysa Leo kendi evinde kalmak istiyor. Plânlarını yoluna koyan Mike, Ohio’dan gelmiş Leo’nun torunu Kyle’la da tanışmak zorunda kalıyor. Jackie’yle evli, kızları Stella ve Abby olan Mike, hayatında yeni plân yapmak zorunda kalıyor bir zaman sonra. Ama hayat, John Lennon’ın dediği gibi, yola çıkarken plânlamadıklarımızdan oluşuyordu. Mike’ın plânları hayat karşısında mağlûp oluyor bir süre. Mike, lise öğrencilerine, iş ortağı ve kadim dostu Stephen Vigman’la güreş antremanları da veriyor. Kyle’ın dünyasına girmesi Mike’ın bu sıkıntılı hayatına yeni anlamlar katıyor. Hayatta galibiyet diye bir şey de var çünkü. Mike’ın evine yerleşen “tatlı on altı” yaşındaki Kyle, boyalı tuhaf sarı saçları ve ağzından düşürmediği sigarasıyla tahmin edilemez bir şeyi ortaya çıkıveriyor. O bir güreşçi. Mike’ın “Pioneers”, yani “Öncüler” güreş takımına giren genç Kyle, kazanmayı fark ettiriyor onlara. Hikâyede, Mike’ın koşu arkadaşlarından Terry Delfino da var. Karısından ayrılmış, evini karısına kaptırmış ve üstelik evinde eski karısı sevgilisiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyor. Bunların acısını yaşayan Tery de ekibe katılıyor sonra. Hayat, kendi plânını uyguluyor ve Ohio’da rehabilitasyondan çıkan Kyle’ın annesi Cindy, New Jersey’ye geliyor geride bıraktıklarını toparlamak için. Melodramın dolaştığı bu bölümlerde gerçeklik kazanıyor ve Kyle’ı bambaşka bir gelecek bekliyor. Aslında bu hikâyede en büyük kazanan Mike. Çünkü o, dünyanın iyi ve şefkatli kadınlarından Jackie’yle evli.

Etkileyici bir anlatım…

1966 yılında New Jersey’de doğan aktör, yönetmen ve senaryo yazarı Tom McCarthy, bizde 2003 yapımı “The Station Agent – Hayatın İçinden” filmiyle biliniyor. Yönetmenin adı jenerikte Tom McCarthy olarak geçiyor. Ama, yönetmeni Thomas McCarthy adıyla bulabiliyorsunuz aramalarda. Yoksa, 1969 doğumlu İngiliz kavramsal sanatçı ve romancı Tom McCarthy’yle karşılaşıyorsunuz. Yönetmen McCarthy’nin filminin hikâye anlatımı ve kurgusu, sinema için heyecan verici. Filmi seyrederken, zaman zaman Antonioni ustanın ruhunun “Kazananlar Kulübü” filminin içinde dolaştığını hissettik. McCarthy, Antonioni gibi, miksajsız anlatım kurmuş “kesme”li kurgusuyla. Miksajlı geçişler, biliyorsunuz, “kararma – açılma”, “zincirleme”, “bindirme” gibi kurguda kullanılıyor. McCarthy’nin filmini seyrederken, zamanın geçtiğini bir zaman sonra anlayabiliyorsunuz. Sahnenin devamını beklerken, kamera başka mekânlara ve anlara gidiyor. Bunları perdede keşfetmek muhteşem. McCarthy, Antonioni gibi mekânlara önem veren bir yönetmen. Siz farkında olmadan o yerler filmin parçaları oluvermişler. Filmde hikâye elbette önemli. Ama, aslolan o hikâyeyi kimlerin nasıl yaşadığı. McCarthy filminde, tıpkı Antonioni filmlerindeki gibi, o karakterlere dokunabiliyorsunuz. Bir filme değil de gerçeğe dokunur gibi. Karakterler gerçekten sahici. Başta Paul Giamatti derinlikli yorumu olmak üzere tüm karakterler muhteşem performanslar ortaya koyuyorlar. Kış atmosferinde geçen “Kazananlar Kulübü”, zaman geçtikçe sinema tarihi içinde hayatını sürdürecek bir film gibi duruyor. Ayrıca bu film, Obama’ya ve umuda hâlâ inanıyor bir de. Hep beraber olmalıyız diyor film.

(21 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Otomobillerin Altında Ezilen Motorcu Çocuklardan, Harry Potter’ın Yurt Sathına Yayılan 273 Kopyasına…

Dünyanın hemen her ülkesinde çocuk ve gençleri son on yıldır kendisine müptelâ eden “Harry Potter” fenomeni, 15 Temmuz Cuma günü gösterime giren 8. sinema uyarlamasıyla birlikte, beyazperde tarihinin en parlak ticarî başarıları arasındaki ayrıcalıklı yerini şimdiden almış durumda…

Bu filmin gösterime girmesi nedeniyle geniş kapsamlı bir değerlendirme kaleme almaya hazırlanırken, eleştiri yazılarımda yer alan yapım – yönetim ekibi listelerine eklemeyi son aylarda alışkanlık hâline getirdiğim teknik bir bilginin peşine düştüm. O bilgi de söz konusu filmin Türkiye’de gösterime sunulacak olan “kopya sayısı”ydı.

Mâlûmunuz, 2000′li yılların ikinci yarısından itibaren, gerek ülkemizde, gerekse dünyanın -sinema endüstrisine sahip- diğer ülkelerinde “kopya” sözcüğünün anlamı radikal bir biçimde değişti. Çünkü, artık bu sözcükten anlaşılan yegâne şey, sinemada son yüzyıl boyunca “endüstri standardı” olarak kabûl edilen 35 mm formatındaki film şeritleri değil… İşin içine artık dev perdeli IMAX salonlarında gösterime sunulan 70 mm’lik kopyalar ve bir hard – diskten (ya da daha ilginci, salonlara belli bir program ve takvim dahilinde gönderilen uydu sinyallerinden) ibaret dijital sinemacılık kopyaları da girmiş durumda… O yüzden, benim kuşağıma kadarki bütün sinemaseverlere otomatik olarak, her biri otomobil tekerleği büyüklüğündeki, 6 ilâ 8 kısımlık 35 mm film makaralarını hatırlatan “kopya” sözcüğü, şimdilerde ise teknolojik açıdan bambaşka bir anlama bürünmüş durumda…

Kısa bir araştırmadan sonra, “Harry Potter”ın, Warner Bros. şirketinin -serinin istisnasız her yeni filminde yaptığı gibi- 35 mm standart film, dijital kaydı barındıran hard – disk ve IMAX formatı da dahil olmak üzere, bu tantanalı kordelayı yurt sathında şânına yaraşır bir dağılımla, toplam 273 kopya üzerinden gösterime sunduğunu öğrendim. Bu sayısal bilgiyi de ülkemizde film tanıtımı yaparken tanıttığı filmlerin yapım ayrıntıları hakkında en geniş kapsamlı bilgileri sunan teknik künye bölümümüze ekledim.

“Harry Potter”ın sinema salonlarına dağıtımında kullanılan kopya sayısı, ülkemizin film işletmeciliği sisteminde şimdiye kadar erişilmiş en yüksek kopya sayısını işaret etmiyor hiç kuşkusuz; 273 sayısı bu açıdan bir “rekor” değil… Sözgelimi, hafızamı zorladığımda, son yıllarda bazı yerli ve yabancı yapımlar için 600′lere varan sayıda 35 mm kopya basıldığını hatırlıyorum. Fakat, sanatsal değeriyle ön plana çıkan pek çok filmin yalnızca 15 – 20 kopyayla gösterime girebildiği bir ülke için yine de önemli bir eşik bu… Hele de böyle bir rakamın yıllar sonra yeniden aklıma düşürdüğü o “motorsikletli taşıyıcılar”ı hatırlayınca, Türkiye’de gençlere yönelik bir fantastik serüven filmi için bu boyutta kopya dağıtımı yapabilmenin, sinema sektöründe böylesine müreffeh günlere ulaşmış olmanın anlamı çok daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor.

* * *

1980’li yıllar, hayatımın 10’ar yıllık evreleri içinde en zorlukla, fakat aynı zamanda keyfini de en fazla çıkartarak film izlediğim dönemdi. Büyük zorluklarla film izleyebiliyordum; çünkü, bazen orta hâlli, bazen de ekonomik durumu ortanın bile altlarına doğru inen bir ailenin, o yıllarda önce lise, ardından da üniversiteye giden çocuğu olarak ekseriyetle meteliksizdim. Beyoğlu’na çıkıp orada gösterime giren yeni bir filmi izlemek, hele hele bu eğlencenin yanına bir de “frigo dondurma” eklemeyi başarmak, sözünü ettiğim tarihlerde tasavvur edilebilecek en güzel hafta sonu geçirme şekliydi benim için…

Harçlığım çoğu kez öylesine kıttı ki, yol parası tamam olsa bilet parası ancak indirimli seanslara yeter, bilet parası tamam olsa bu kez de yanında dondurma veya patlamış mısır almak mümkün olmazdı. O yıllarda bu üçünü sağ salim biraraya getirebilmeyi başardığım bir sinema macerası hatırlamaya çalıştığımda, nadirattan iki – üç örnek dışında, böylesi mutlu günler pek de sıklıkla gelmiyor aklıma… Örneğin, 1985 yılında, sinemamızın rahmetli sanatçılarından Mürüvvet Sim’in, aynı adlı pasajın girişindeki kulübesinde Milli Piyango bileti sattığı, günümüzde artık var olmayan Beyoğlu – Saray Sineması’nda, Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika’da”sını hûşû içinde izleyip dışarı çıktığım zaman Taksim Meydanı’ndan kalkan son otobüsü de kaçırdığımı dehşet içinde fark etmiş, 3 saat 45 dakika süren bu unutulmaz görsel şölenin üzerine sabahın ilk ışıklarına kadar uzak bir semtteki evime -korku içindeki kalbimin küt küt atışları eşliğinde- yürümek zorunda kalmıştım. Tabanlarımın su toplamasına yol açan o tarifi imkânsız yorgunluktan sonra ertesi gün okula falan gidemeyip yorgan döşek yattığımı belirtmeye, bilmem ayrıca gerek var mı? Bu traji – komik olaydan dolayıdır ki “Bir Zamanlar Amerika’da”, sinemasal hatıralar galerimde o gün bugündür hep çok farklı bir yerde duran filmlerdendir.

Velhasıl, neredeyse her ânı garibanlıkla bezeliydi, fakat yine de çok güzeldi 80’lerdeki sinemaseverlik maceralarım…

“Sinema”, bugünkü gibi salondan çıktıktan sonra hayatlarımızın en fazla yarım saatini işgâl eden genel geçer bir ilgi alanı değildi; izlediğimiz her yeni film bizleri en az bir – iki hafta boyunca oyalardı. O filmi, henüz görememiş olan arkadaşlara ballandıra ballandıra anlatma faslı da işin bir başka keyifli yönüydü. İzlediğimiz iyi ya da kötü her filmden, bugün izlediğimiz 50 film yoğunluğunda lezzet alırdık. Tıpkı, çabucak bitmesin diye sabahtan akşama kadar yudum yudum içtiğimiz ve her yudumunu ağzımızın içinde uzun uzadıya gezdirdiğimiz portakallı gazozlar gibi…

İşte, sinema sektöründeki “motorsikletli taşıyıcılar”ı da ta o günlerden itibaren bilirim. Aslında, bu kişiler 1970′lerde de vardı piyasada, fakat ben ilkokuldayken henüz onların varlığından tam anlamıyla haberdar değildim. Nasıl bir hizmet verdiklerini kavramam için biraz daha büyüyüp 1980 sonrasındaki döneme erişmem ve bu sektörün Türkiye’de hangi kırık dökük temeller üzerinde yükseldiğini enine boyuna öğrenmem gerekiyordu.

Tıpkı 1980 askerî darbesi öncesinde olduğu gibi, darbe sonrasında da en azından bir 7 – 8 yıl boyunca, Türkiye, döviz stokları açısından perişan bir ülke olarak kaldı. Dışarıya fazlaca döviz gitmesin diye ithal mallarla ilgili müthiş kısıtlamalar vardı; ki o günlerde yeterince akıl baliğ olanlar “cebinde açılmamış bir Marlboro sigarasıyla yakalanan kişilerin kaçakçılık suçuyla iki yıl hapis yattığı” yönündeki hikâyelerin birer şehir efsanesi olmadığını çok iyi bilirler. Devlet, binlerce mal ve hizmetin ithalatına ağır kotalar uygularken, sinemacılık sektörünün “negatif film” gibi temel teknik malzemeleri de bunlar arasındaydı.

Sözünü ettiğim bunaltıcı sınırlamalara ek olarak, iş dünyasında da bugün anladığımız boyutlarda bir sermaye yoktu. Rahmetli Başbakan Turgut Özal 1980’lerin ortalarından itibaren tütün ürünlerinden başlayarak pek çok mal ve hizmetin Türkiye’ye serbestçe ithalini serbest bırakmıştı bırakmasına; fakat ülkenin yeterince güçlü olmayan sermaye birikimi, işadamlarının, tüccarların ve nihayet son tüketicinin böylesi pahalı malları yüksek vergi oranlarıyla satın almasının önünde ciddi bir engel oluşturmaktaydı. Sırf bu yüzden, yalnızca filmlerin çekimi ya da çoğaltımı değil, dünya çapında ses getiren Hollywood yapımlarının ülkemize gelişi de ortalama 2 – 3 yıl aksardı. Sözgelimi, Richard Donner’in 1976 tarihli “The Omen”ini 1980′de, Randal Kleiser’in 1978′de çektiği “Grease”i 1981′de, yine Richard Donner’in iki yıl öncesinde bütün dünyayı kasıp kavurmuş olan “Superman”ini ise 1980 başlarında izlediğimi hatırlıyorum. Eğer ki batıda ortalığı birbirine katan bir film bize ertesi yıl gelmeyi başarmışsa, o dönemin sinemaseverleri olarak böyle bir gelişme karşısında resmen bayram ederdik! Şimdilerde, ülkemizde bazen pek çok Avrupa ülkesinden bile daha önce gösterime giren üstün yapımları görünce, belli belirsiz bir hüzün duygusu eşliğinde hep o günlere gidiyor aklım…

“Motorsikletli taşıyıcılar”ı da sinemacılıkta öteden beri çok pahalı ve tedariki zor bir malzeme olarak ün yapan negatif – pozitif ham filmin kıtlığı doğurmuştu. Türk işletmecilerinin pratik zekâlarının bir ürünü olarak…

Sistem şöyle işlemekteydi:

Diyelim ki 1980′lerde popüler olan yabancı bir film, ithalatçı şirketlerden biri tarafından satın alınıp Türkiye’ye getirildi ve filmin toplam 50 sinemada gösterime girmesi planlanıyor. Bu sinemalardan 20′si de İstanbul’da… İthalatçı ve işletmeci, o günlerde kopya çıkarmada kullanılan ham film şeritleri çok değerli bir teknik malzeme olduğu için, yurt dışından gelen (çoğaltmada master olarak kullanılan) ara negatiften İstanbul için yalnızca 10 kopya basardı. Aynı tarihlerde hem Beyoğlu, hem de Şişli’deki iki sinemada gösterimi olan bu filmin, tek bir kopyayla her iki salonu da idare edebilmesi için “merdiven” adı verilen bir yöntem türetilmişti. Birinci sinemada saat 11.00 – 13.00 – 15.00 – 17.00 – 19.00 – 21.00 düzeni içinde yürüyen seanslar, en az 15 – 20 kilometre uzaklıktaki diğer sinemada ise 12.00 – 14.00 – 16.00 – 18.00 – 20.00 şeklinde düzenlenirdi. Böylelikle, birinci salonda ilk yarısı oynatılan filmin 35 mm’lik bobini, bu bölüm tamamlanır tamamlanmaz salonun kapısının önünde bekleyen motorsikletli bir genç tarafından kapılır ve o kişi de İstanbul trafiği içinde canını hiçe saydığı cambazlıklar yaparak, “emanet”i mümkün olan en kısa sürede diğer sinemaya yetiştirirdi. Sonraki saatlerde de bu koşuşturma, her iki sinema arasında “gösterilen bobini alıp yeniden önceki salona yetiştirme, gösterilecek olanı ilkinden ikinci salona ulaştırma” şeklinde nefes nefese devam ederdi.

Az sayıda kopyayla çok sayıda sinema salonunu idare etme işi yalnızca İstanbul’a özgü bir uygulama da değildi. Başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere pek çok kentimizde, 1960′ların sonlarından başlayıp 1990′ların sonlarına kadar, hiç aralıksız çeyrek yüzyıldan daha fazla bir süreyle uygulandı.

Öte yanda, Türkiye’ye salonların ihtiyacı kadar 35 mm kopya satmaya çalışan Hollywood şirketlerinin temsilcileri de söz konusu yöntemden haberdar olduklarında şaşkınlıktan küçük dillerini yutuyorlardı. Çünkü bizde yürürlükte bulunan bu aktarmalı gösterim düzeninin yeryüzünde bir benzeri daha yoktu. Fakat, hem ekonomik imkânsızlıklar, hem de 1980′lerin ikinci yarısından sonra ülkede işlerin belli ölçüde düzelmesine rağmen ithalatçı ve işletmecilerin devam edegelen açgözlülükleri, dağıtım işinin 2000’lerin başlarına kadar böylesine sakat bir yöntemle yürütülmesine neden olacaktı.

Yukarıdaki satırları okuduğunuzda, “Film israfını engellemesi itibarıyla, aslında hiç de fena bir çözüm değil… Neden olmasın ki? Uygulamaya buradan bakınca gayet akıllıca duruyor” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Kâğıt üzerinde elbette ki akıllıcaydı. Ta ki film bobinlerini bir sinemadan diğerine vahşi bir tempo içinde yetiştirmeye çalışan o genç insanların ardı ardına ölmelerine kadar…

Birbirinden kilometrelerce uzaktaki sinema salonları arasında, son derece işlek ana caddeleri büyük bir hızla katederek, gecikme korkusuyla zaman zaman trafik kurallarını da çiğneyerek günde en az 10 – 15 kez karşılıklı olarak bobin yetiştirmeye çabalayan motorsikletli taşıyıcılar, gün geldi, üstlendikleri işin aksamaya hiç tahammülü olmaması yüzünden vahim hatalar yapmaya ve yollarda teker teker can vermeye başladılar. Bu işi yürüten kuryelerin çoğunun altındaki motorsikletler eski model ve bakımsızdı. Hoş zaten, kazandıkları cüz’i parayla daha başka ne olabilirdi ki? O köhne araçlardaki teknik yetersizliklere bir de aşırı telaş eklenince, önce birincisi delicesine ilerlerken otomobillerin altına girip öldü, sonra ikincisi, sonra da üçüncüsü… 80′lerin popüler haber dergilerinden “Nokta”da, o dönemdeki film taşıyıcılarından söz eden bir habere rastladığımda, bundan yaklaşık 25 yıl öncesi itibarıyla dergide verilen ölü sayısı 36′ydı. Ki bu sayı, söz konusu haberden sonra da büyük bir ihtimalle artmaya devam etmiştir.

Kabaca bir hesapla, en az 50 genç insan, bu ülkede sinemacılar kıt ekonomik imkânlar altında biraz daha fazla para kazansınlar ve sinemaseverler de rahatça film izleyebilsinler diye canlarını verdi o dönemde… Muhtemelen hiç birinin de sosyal güvencesi falan yoktu. Eğer ki o günlerde bir sinemada iki kısım arasında verilen 15 dakikalık molanın sonu bir türlü gelmiyor ve film başlatılamıyorsa, aramızdan işi bilen büyük ağabeyler başka bir sinemadan o sinemaya bobin taşıyan çocuğun başına kötü bir iş geldiğini hemen sezerlerdi. İşte, salondan protesto ıslıklarının yükselmeye başladığı bu tür kritik dakikalarda, taşıyıcı kişi ya yoğun trafikte kilitlenip kalmış, ya da daha kötüsü bir otomobilin altında can çekişiyor olurdu. Yine aynen böylesi bir günde, Beyoğlu’ndaki sinemalardan birinde seans iptaline tanık olduğumu da gayet iyi hatırlıyorum; çıkarken hepimizin bilet ücretlerini gişede tek tek iade etmişlerdi.

* * *

Bugün, o dönemlerle kıyaslanmayacak kadar zengin ve güçlü bir Türkiye’de yaşıyoruz. Sinema sektörü de bu görece rahat atmosferden şu ya da bu oranda nasiplenmekte… İster negatif, isterse de pozitif, film çekiminde ya da kopya çoğaltımında kullanılan ham şeritler, yanısıra bunların laboratuarda banyo edilmesini sağlayan kimyasallar öyle 30 – 40 yıl önceki gibi karaborsadan binbir madrabazlıkla temin edilebilen erişilmez ürünler değil artık. Başta dünya devi Kodak’ın Türkiye şubesi olmak üzere, bir dizi şirket ihtiyaç duyulan her türlü hammaddeyi, geçmişle kıyaslanmayacak kadar uygun fiyatlarla ithal ediyor ve sektördeki laboratuarlara ulaştırıyor. Bolluk öyle bir noktaya geldi ki ilk filmini çeken yönetmenlere, ihtiyaçları olan hammaddenin en az yarısının, taraflar arasında imzalanan sponsorluk anlaşmaları kapsamında bedelsiz sunulduğu bile oluyor. Aynı şekilde, bazı kısa metrajlı filmciler de sırf yapıtlarını kitlelere geniş perdede gösterme keyfini yaşayabilmek için, çektikleri filmi dijital ortamdan 35 mm’ye transfer yaptırabiliyorlar. Yüksek teknoloji, ithal serbestisi ve gitgide düşen son kullanıcı fiyatları, filmcilik malzemelerini artık bir sinema okulu öğrencisinin bile ulaşabileceği düzeylere çekmiş durumda…

Bütün bunlar, hiç kuşkusuz ki mutluluk verici gelişmeler… Hele de benim gibi, 1986′da sinema yazarlığına ilk adımını attığında, aylık bir kültür – sanat dergisinde yayımlanan eleştiri yazılarından ilkinin bitiş cümlesi “Ölmeden önce şu ülkedeki herhangi bir sinemada berrak bir projeksiyon ve Dolby Stereo ses sistemi görebilecek miyim ya Rabbi?” olan biri için mutluluktan da öte “mucizevî” gelişmeler… Ömürlerinin belli bir bölümünde tek kanallı/mono ses düzenekleriyle, ışığı sık sık solup kararan kömürlü makinelerle film izlemiş, bundan dolayı da “Ulan makiniiiist!” diye bağırmaya pek antrenmanlı olan bizim nesil ve bizden daha öncekiler için, şimdinin 7 – 8 salonlu, makine daireleri bilgisayar kontrollü, her biri tek kelimeyle muhteşem ses ve görüntü kalitesine sahip çağdaş sinemaları gençlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamlar ifade etmekte… Onlar zaten bu yüksek teknolojinin içine doğdukları için, her iki dönem arasındaki uçsuz bucaksız farkı asla anlayamıyorlar ve anlayamayacaklar. Fakat, 1986′da Çemberlitaş’taki bir sinemada Tony Scott’un “Top Gun”unu izlemeye gelmiş bir grup Avrupalı turistin, sapsarı renkteki bir perdeye yanısıtılan o soluk görüntü ve boğuk sese tanık olduktan sonra salondan “Horrible!”, “Terrible!”, “Disgusting!” nidâlarıyla kaçışlarını görüp genç bir sinemasever olarak ülkem adına içten içe utanışım, hafızamdaki galeride hâlâ taptaze duran bir başka sinemasal hatıradır. O yüzden de film işletmeciliğimizin günümüzde ulaştığı düzey, çağdaş teknolojilerle donatılmış bir salona girdiğimde benim açımdan çok daha yüksek bir seyir keyfinin vesilesine dönüşüyor.

Şu anda, iki saatlik bir sinema filminin 3 – 5 hafta boyunca gösterimde kalacak 35 mm’lik bir kopyasının herhangi bir laboratuardaki üretim maliyeti ortalama 1500 Amerikan Doları… Pek çok şirket de ürettirdiği kopyaları gösterimler bittikten sonra -depolarında yer kaplamasın diye- saklamaya bile gerek duymayıp imha ettiriyor. Oysa, anılan tarihlerde her bir kopya altın değerindeydi ve hem o filmin metropol kentlerdeki birinci vizyon gösterimini, hem de taşrada uzun yıllar boyunca devam eden gösterimlerini sırtlardı. “İkinci vizyon” adı verilen o tekrar oynatım zamanlarında, sevdiğimiz filmlerin uzunca bir “Anadolu turu”ndan geriye dönen (yağmur gibi çizikler, dakika başı kopuklar ve atlamalarla bezenmiş) haşat ötesi kopyalarını az mı izlemişizdir! Fakat, kalbimizdeki o büyük sinema sevgisi, bizlere müthiş bir utanmazlık içinde sunulan o yorgun görüntüleri bile sineye çekmemize yol açar, perdeyi kaplayan sağnak hâlindeki leke ve çizikler, ağzımız açık bir vaziyette izlediğimiz filmlerin sanki “olmazsa olmaz birer parçası” gibi görünürdü gözümüze…

Gelişen teknoloji günümüzde kopyaları alabildiğine bollaştırdığı gibi, çizikleri ve kopukları da silip götürdü beyazperdeden… Çünkü artık selüloid bazlı hammadde yerine polyester film kullanıyor laboratuarlar. Polyester şeridi de ne çekiştirerek kopartabiliyorsunuz, ne de makinede oynatılınca kolayca çiziliyor. Bir tek makasla kesilip seloteyple yapıştırılabiliyor bu tür dayanıklı filmler. Dolayısıyla, filmlerin oynatım sırasında kopması gibi durumlarda gösterim devam ederken, iki film parçasının ucunu jiletle alelacele kazıyıp asetonla yapıştıran eski moda makinist tipi de tarihe karışmış durumda… Artık herşeyin çağdaş teknolojiden beslenen daha kolay bir çözüm yolu var.

Sonuç olarak, tek bir film için tamı tamına 273 kopya… Ki daha önce vurguladığım üzere, bu rakamın kimi önemli filmlerde 300, 400, 500, 600′ü bulduğu da oluyor.

“Harry Potter”ın dağıtımı vesilesiyle, en sonuncusu günümüzden muhtemelen 10 – 15 yıl önce piyasada çalışmış olan motorsikletli film taşıyıcılarını, sinema sektörümüzün bu isimsiz kahramanlarını, ölenleri ve kalanlarıyla bir kez daha anmayı murâd etti kalemim… İstedim ki o günleri bizzat yaşamış akranlarım, yaşça benden daha büyük sinema sevdalısı ağabeyler ve ablalar da yâd etsinler onları…

Dahası, biraz çaresizlik, biraz da aç gözlülükten doğan bu ilkel dağıtım yönteminden şimdiye kadar hiç haberi olmamış genç sinemaseverler de sektörde çağımızın hızı ve konforuna ne türlü özverilerin ardından ulaşıldığını biraz daha derinlemesine öğrensinler…

Yukarıdaki yazıyı çeşitli mecrâlarda okuyacak olanlar arasında, vaktiyle sinema salonları arasında motorsikletiyle film bobini taşımış birileri çıkar mı bilemiyorum. Fakat ola ki çıkarsa, geçmişte söz konusu işle uğraşmış olan bu dostlarımın aşağıdaki samimi cümlelerimi de kalplerine nakşetmelerini özellikle rica ederim:

Hiç merak etmeyiniz; Türkiye’de sizleri ve o dönemdeki çabalarınızı -hâlâ- bilenler var. Biz “eski moda sinemaseverler”, bir dönemin yükünü büyük fedakârlıklar eşliğinde çeken “motorsikletli film taşıyıcıları”nı hiç bir zaman unutmadık. Aranızdan vefât edenlere yüce Allah’tan rahmet, hayatta olanlarınıza da uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.

(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 17 Temmuz 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)

(19 Temmuz 2011)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

Bolivyalı Kızılderililerin Onurlu Savaşı

Yağmuru Bile (También la lluvia)
Yönetmen: Icíar Bollaín
Senaryo: Paul Laverty
Müzik: Alberto Iglesias
Görüntü: Alex Catalán
Oyuncular: Luis Tosar (Costa), Gael Garcia Bernal (Sebastián), Karra Elejalde (Antón/Cristóbal Colón), Cassandra Ciangherotti (Maria), Raúl Arévalo (Juan/Antonio), Juan Carlos Aduviri (Daniel/Hatuey), Milana Soliz (Belen)
Yapım: İspanya-Meksika (2010)

Icíar Bollaín’in Bolvya’da gerçekten yaşanmış su savaşlarını film çekimi etrafında anlattığı “Yağmuru Bile”, kızılderililerin yüzyıllardır süren yok edilme politikalarını çarpıcı bir dille anlatıyor.

Film, 2000 yılında Bolivya’daki Cochabamba bölgesinde gerçekten yaşanmış su savaşlarını anlatıyor. İspanyol film ekibi, Kristof Kolomb’un Güney Amerika’yı istilâ edişini ve yerli halkı sömürgeleştirmesi üzerine film yapmak için olayların geçtiği gerçek mekânlara gelmişler. Yönetmen Sebastián, filmden sorumlu Costa’yla, filmde oynayacak kızılderili figürasyonun seçmelerini yaparken, girişken ve hakkını yedirmeyen kızılderili Daniel’le de tanışıyorlar. Filme dahil olan Daniel, filmin kaderinde de etkili oluyor sonra. Kızılderililerin en büyük sorunu su. Hükümet, ülkenin, halkın suyunu uluslararası su şirketlerine satıyor. Günde iki dolar bile zor kazanan yoksul kızılderililer için bu ölmek demek. Suya birdenbire yüzde 300 zam da yapılıyor. Kızılderililer, binlerce yıllık geleneklerinde olduğu gibi, yağmur sularını toplayıp ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Hükümet, bunların yapılmaması için kızılderililerin üzerine polisi ve askerleri salıyor. Kızılderililer, eylemler yapmaya başlarken film de aksamaya başlıyor. Çünkü eylemin başında Daniel var. Sebastián’nın filminde de, benzer bir yok ediliş anlatılıyor. Cristóbal Colón dedikleri Kristof Kolomb, altın için kızılderililere şiddet uyguluyor. Şimdiki zamandaki gerçeklikte olduğu gibi trajediler yaşanıyor. İnsanı, hem film çekimlerinden yansıyan geçmiş hem de şimdiki zamandaki dramlar etkiliyor. Filmde gerçekten çarpıcı anlar var. Geçmişte yaşanmış bir olay canlandırılırken, kızılderili kadınlar buna tepki gösterip seti terk ediyorlar. Çünkü onlardan temsili olarak bebeklerini suda boğmalarını istiyor yönetmen. Filmde Hatuey’i canlandıran Daniel’le Costa’nın aralarında geçen sahneler de akılda kalıcı.

Cesur sinema…

Franco cuntasına karşı savaş vermiş İspanyol halkı yenildi. Ama, hep cesur halk olarak anılıyor. İspanyol sineması da, cesur ve toplumsal olayların üstüne çekinmeden gidebiliyor. Toplumdaki aile içi şiddeti, cinsel istismarı ve başka şeyleri bir yerlere sığınmadan açıkça anlatan bir sinema bu. “También la lluvia – Yağmuru Bile” filmi de öyle. Şanlı tarihimiz, şanlı kahramanlarımız demiyor istilâcılara, katliamcılara. Yönetmen ve filmi, her şeyiyle kızılderililerin yanında. Yönetmen, Kolomb dönemini yansıtırken, seyirciye bir film setindeymiş hissini vermemek için filmi çeken kamerayı hiç göstermiyor. Gerçeklik ve kurgu iç içe geçiyor. Seyirci zihinsel anlamda, geçmiş ve şimdiki zamanlardaki gerçekliğe dolaysız dokunuyor. Bunları perdede görünce daha çok fark ediyorsunuz. Sinemaseverler, 1967 Madrid doğumlu İspanyol kadın yönetmen Icíar Bollaín’i 2003 yapımı “Te doy mis Ojos – Gözlerimi de Al” filminden hatırlayabilirler. Bu filmin senaryo yazarı da önemli bir değer. İskoç – İrlanda kanı taşıyan ve 1967’de Kalküta’da doğmuş Paul Laverty’yi Ken Loach ustanın filmlerine yazdığı senaryolardan hatırlayabilirsiniz. Filmin oyuncuları da övgüyü hak ediyor. En çok da, Daniel’i oynayan Bolivya’nın kızılderilisi Juan Carlos Aduviri. Elbette Luis Tosar ve Gael Garcia Bernal, sinemanın önemli oyuncuları. Onları perdede seyretmek insana heyecan veriyor. Elinde video kamerayla çekilen filmin belgeselini yapan Maria’yı 1987 doğumlu Meksikalı oyuncu Cassandra Ciangherotti canlandırıyor. İnsana huzur veren duru güzelliğiyle ortalarda dolanan bu genç oyuncu, final bölümündeki kargaşa anlarında gözlerine etkileyici bir şaşkınlık ve korku yüklüyordu. “Yağmuru Bile”, bu yılki Goya’da Karra Elejalde’ye “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ve besteci Alberto Iglesias’a “En İyi Müzik” dallarında Goya getirdi. Polislerin ve askerlerin kızılderililere acımasızca saldırdığı kaotik final çarpıcı yansıyor perdeye. Final anında melodram kendini hissettirmeye başlasa da etkileyici bir yapıt bu. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti ayrıca bu film.

(17 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Harry’nin Veda Filmi

Harry Potter ve Ölüm Yadigârları: Bölüm 2 (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2)
Yönetmen: David Yates
Eser: J. K. Rowling
Senaryo: Steve Kloves
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Eduardo Serra
Oyuncular: Daniel Radcliffe (Harry), Emma Watson (Harmoine), Rupert Grint (Ron), Ralph Fiennes (Lord Voldemont), Michael Gambon (Profesör Dumblodore), Alan Rickman (Profesör Severus), Warwick Davis (Griphook/Profesör Flitwick), Helena Bonham Carter (Bellatrix), John Hurt (Ollivander), Bonnie Wright (Ginny)
Yapım: Warner Bros (2011)

Yedi filmlik bir seri olan “Harry Potter”, İngiliz yazar J. K. Rowling’in hayal dünyasından doğmuş ve bu işte olan herkes için bir para makinesiydi. Şimdilik bu da bitti. Belki…

Bu türden seriye dönüşmüş filmleri, eğer serinin diğer filmlerine uzak kalmışsanız değerlendirmekte bir hayli zorlanırsınız. Hangi karakter nedir, neyle ilişkilidir, kafanız karışıverir. Chris Columbus’un yönettiği 2001 yapımı “Harry Potter and the Sorcerer’s Stone – Harry Potter ve Felsefe Taşı”, serinin ilk filmiydi. Bu filmi gördük. Seriye bir süre ara vermiştik. Serinin son filmlerini çeken David Yates’in 2007 yapımı “Harry Potter and the Order of the Phoenix – Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nı arada gördük. Serinin son filmi, hem de ikiye bölünmüş Yates’in “Harry Potter and the Deathly Hallows – Harry Potter ve Ölüm Yadigârları”nın ilk bölümünü de görmedik üstelik. İkinci bölüm başlıyor ve bir önceki filmi görmediğinizden neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz. Harry, Ron ve Harmoine bir evde saklanıyorlar. Üç sihirli nesne var: “Mürver Asa”, “Diriltme Taşı” ve “Görülmezlik Pelerini…” Bunlara “ölüm yadigârları” deniliyor. Banka kasasındaki kılıcı almak için Harry, Ron, Harmoine ve cincüce Griphook beraberce Gringotts’a gidiyorlar. Orada da cüceler var. Ejderi aşıp kılıca ulaşıyorlar ama cincüce Griphook, onlara iftira star ve heyecan da başlar hemen. Filmin “kötü adamı” Lord Voldemort. Filmde trajidiler yaşatan kötülüğe doymaz biri o. Ron’la Harmoine’in aşkı derinleşirken, Voldemort, Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’nu da yerle bir ediyor. Filmin derinliğinde Severus’un, Harry’nin annesine çocukluğundan beri aşık olduğunu anlıyorsunuz. Voldemort onu ölümcül yaraladıktan sonra Harry, Severus’un gözyaşını alır ve orada annesini ve babasını görür. Voldemort’la ölümcül savaşa giren Harry, sonunda kötülüğü yeniyor ve mutluluk geliyor. 19 yıl sonrasında Harry Ginny’yle, Harmoine Ron’la evlenmiş, çocukları olmuş, onlarda büyücü olmak için trene biniyorlar. Bu hikâye burada bitiyor muydu? Yoksa…

Üç boyutlu dünya…

1963 doğumlu İngiliz David Yates, bu serinin son üç filmini çeken yönetmen oldu. 2007’de “Harry Potter and the Order of the Phoenix – Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”, 2008’de “Harry Potter and the Half Blood Prince – Harry Potter ve Melez Prens” ve ikiye bölünmüş serinin son filmi “Harry Potter and the Deathly Hallows – Harry Potter ve Ölüm Yadigârları…” Filmin basın gösteriminde küçük bir sorun yaşanmıştı IMAX gösteriminde. İlk yarıyı, sinemaskop ve iki boyutlu seyrettik. İkinci yarıda üç boyutlu IMAX gösterimi düzeldi ve filmin atmosferi de değişiverdi. O anın içinde olmak muhteşem. IMAX perdesi, normal sinema perdelerinden büyük oluyor ve gerçekten atmosferi yaşıyorsunuz. Bu seriyi en başından beri takip edenler, hele de romanlarını da arşivleyenler için üç boyutlu Harry ilginç deneyim olabilir. Elbette bu son filmin normal gösterimleri de var, iki boyutlu görmek isteyenler için.

(17 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Yeşilçam’ın Coğrafyası

İstanbul, filmlerde “mekân mıdır?” yoksa “dekor mu?” Bu soru bir süre beni meşgûl etmişti; sonunda genelde, çoğunlukla ikinci olasılığın doğru olduğu kanaatine vardım. Yeşilçam filmleri genellikle İstanbul’da geçer veya orada geçen olayları anlatır. Bir ara “köy filmleri” türü için önceleri İstanbul civarındaki köyler veya çiftliklere gidilirken, gerçek köylere gidilmeye başlandı. Bu ise sadece görünüşü (çevreyi) değiştirdi, gidilen “köy”de dekordan öteye gidemedi. Bu konu (mekân / dekor) aslında başlı başına bir araştırma konusu. Bunlar olurken filmlere verilen isimlerde, İstanbul, semtleri, başka iller, giderek başka ülke adları yer almaya başladı. Aslında “Yeşilçam’ın Coğrafyası”nın, başka bir araştırmaya bıraktığımız konu olması gerekirken, isimlerde kullanılan haller ile işin kolayına kaçtık ve İstanbul başta olmak üzere hangi “mekân” isimlerine yer verildiğini araştırmaya çalıştık.

Eskilerde başlarsak Ertuğrul’un İstanbul’da Bir Facia-i Aşk‘ına gitmemiz gerekiyor. Ertuğrul’un 1922’de çektiği film, İstanbul’da gerçekleşen ve basına da intikal eden gerçek bir cinayet olayıdır. Filmin alt adına bakarsak -“Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli”- olay, daha da görsellik kazanır. Ertuğrul yurt dışı çalışmalarının (içinde sinema çalışmaları da var) dönüşünde, güncel / polisiye (aşk / kıskançlık / cinayet) bir olayı ele alır ve “isim” olarak İstanbul filmlerimize girmeye başlar. Daha sonra 1931’de Ertuğrul sinemamızın ilk sesli filminde İstanbul adını yine kullanacaktır: İstanbul Sokaklarında. Bu ismi 1964’de Kemal Kan da o yıl yaptığı filminde kullanır. Sokaklardan sonra ise sırada kaldırımlar vardır. İstanbul Kaldırımları, Erksan’ın 1964’de, Dinler’in 1968’deki filmlerinde Kaldırımlar konu (isim) edinirler. (Erksan’ın filmi, belirtmek gerekir Zeki Müren’lidir.) Sokaklar, kaldırımlar gezmeye dolaşmaya yarar ise Orhan Elmas da (bu kez komedi) İstanbul Kazan Ben Kepçe‘yi (1965) çeker.

Bu genel (sokak ve kaldırım) girişten sonra, geçmişe bakarsak İstanbul’un Fethi’ne kadar inebiliriz. Arakon 1951’de ll. Mehmet’in İstanbul’u kuşatarak almasını anlatırken Ulubatlı Hasan’a da, gemilerin bir gece vakti karadan yürütülmesine de! yer vermektedir. Osmanlı için her zaman güncel olan İstanbul’un alınışından sonra bir önemli tarihi dönemeç daha sinemamıza konu olacaktır. Mustafa Altıoklar, İstanbul Kanatlarımın Altında’da (1995) Hezarfen Ahmet Çelebi olayını ele alınırken, Lagari Hasan, Evliya Çelebi, Bekri Mustafa, IV. Murat ve Kösem Sultan da tarih kulisinden çıkarlar.

Daha yakın bir tarihe gelindiğinde İstanbul Kan Ağlarken “Hrisantos”da (Kıpçak / 1951), İstanbul’da yaşanmış bir gerçek olayın ve kahramanlarının (Hrisantos ve onu yakalayan polis Muharrem “Alkor”) anlatılır. Hrisantos’un karakterlerden biri olduğu bir başka film ise Allahaısmarladık İstanbul’dur. (Evin / 1966). Ah Güzel İstanbul ise iki filmde iki farklı İstanbul’u bize ulaştıracaktır. Geçmişle ilişkili fakat günümüzde (çekildiği günlerde 1966) geçen bir Atıf Yılmaz anlatısı ile bir Füruzan öyküsünden hareketle farklı bir İstanbul’u (daha doğrusu kişileri) anlatan Ömer Kavur (1981) yapımı. Bir de Oğuz Gözen filmi var, Ah İstanbul (1992). Anlat İstanbul (2004) ise günümüz İstanbul’una yedirilmiş dünya klâsiği beş ayrı masalı anlatırken ve çok değişik İstanbul-lar sunarken, birbirine bağlı / kaynaşmış beş masalı beş yönetmenden çekecektir [Ümit Ünal (senaryo yazarıdır da), Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay].

İstanbul hep bir şeyler anlatır da, kendine yakıştırılan (kelime tamlaması yaptığı bazı) tanımlamaları vardır: Bir polisiye, İstanbul Canavarı (Karamanbey / 1953) ve komediler İstanbul Çiçekleri (Çubukçu / 1952), İstanbul Geceleri (Muhtar / 1950), İstanbul Yıldızları (Muhtar – O. Atadeniz / 1952), İstanbul Havası “Arşak Sulukule’de” (Alpan / 1952). Hemen bunların peşine takılabilecek bir İstanbul’lu film ise İstanbul’da Cümbüş Var (Gültekin / 1968). İstanbul’a gelenler ise hiçte azımsanacak kadar değil: Görünmeyen Adam İstanbul’da (Akad / 1955), Tarzan İstanbul’da (O. Atadeniz / 1952), Drakula İstanbul’da (Muhtar / 1953), Kimon Şarlo İstanbul’da* (Gürses / 1954), Uçan Daireler İstanbul’da (Erçin / 1955), Killing İstanbul’da (Y. Atadeniz / 1967), Süper Adam İstanbul’da (Yalınkılıç / 1972), Karateciler İstanbul’da (Lamp** / 1974), Fantoma İstanbul’da Buluşalım (Baytan / 1967). Görüldüğü gibi bir takım roman veya çizgi – roman kahramanları İstanbul’a gelmişlerdir, Fantoma ise İstanbul’da randevu vermiştir, demek o da gelecektir.

İstanbul “aşk” yaşanacak bir yerdir, bunu kaçırmayan Süreyya Duru İstanbul’da Aşk Başkadır’ı (1961) yapar. “Aşk”ın başka olduğu yer olarak Volkan Kayhan ise Venedik’i düşünecektir: -kısa bir süre için yurt dışına çıkıyoruz:- Venedik’te Aşk Başkadır (1974). Duru, aşk’ın başka olduğunu düşündüğü İstanbul’da, anlattığı aşk hikâyesinin “dişi” kahramanını yabancı olarak belirler ve öyle de oynatır: Gizella Dali.

Aşk kenti İstanbul zaman olur artık sevilmez: İstanbul’u Sevmiyorum (Erakalın / 1968) ama İstanbul civarında yazlıkta geçen bir günü anlatan Halit Refiğ, yaşanan aşkların dişi tarafına ağırlık verecektir: İstanbul’un Kızları (1964). Aslında yapılması plânlanan bir film yapılamayınca, yabancılarında bulunduğu ekip toplanmışken İstanbul Macerası (1958) çekilir, yönetmen ise karma ekipten bir yabancıdır Carl Mohner. Aşkların bolca yaşandığı kent aynı zamanda bir tatil kentidir de İstanbul Tatili (İnanoğlu / 1968) (Roma’da bir tatil kentidir, Wyler’de orada Roman Holiday’ı çekmişti.)

Bu kadar aşk ve maceradan sonra ciddi (?) konulara gelirsek, yıllarca aşk öyküleri anlatan Orhan Aksoy -daha- toplumsal konulara el atar: İstanbul 79 (Aksoy / 1979). İstanbul toplumsallığının yanında “dehşet” unsurları da taşır, İstanbul Dehşet İçinde (Engin / 1966). İstanbul dehşet içinde olur da kabadayısı olmaz mı: İstanbul Kabadayısı – Kara Murat (Kan / 1972) ve de Orhan Veli’yi çağrıştırması yanında, bir zamanlar bir sinema cenneti (!) olmasını da hatırlatıyor -yıllar sonra- İstanbul’un Orta Yeri Sinema (Saydam / 1993).

Yukarıda İstanbul’un kızlarına değindik, bunlardan biri yıllar önce çöllere kadar uzanacaktır; Çölde Bir İstanbul Kızı, (Kenç – 1957) Arabistan çöllerinde (İstanbul’lu) bir vali kızı ile bir idam mahkûmu aşkı, Karakurt’tun romanından perdeye taşınır.

Urfa – İstanbul (Ergün / 1968 ) bir miras probleminden çıkarak yol öyküsü anlatır, öykü uzundur, Urfa’dan İstanbul’a gidişte öykünün ikinci yarısı Beşikteki Miras adı ile gösterime çıkarılacaktır. Urfa – İstanbul, bir İstanbul’a ulaşımın öyküsü iken Gözen, kente Bekle Beni İstanbul (1999) der, Güçlü ise kenten uzaklaşmaktadır, Hoşçakal İstanbul (1996).

Yukarıda İstanbul’da Bir Facia-i Aşk ve İstanbul Havası filmlerinden söz ederken, ikinci adlarını da vermiştik, ilk filmin ikinci adı İstanbul’un bir semtini de kapsayacak şekilde idi. böylece İstanbul ile birlikte Şişli semti de anılmış oluyordu: Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli. İstanbul Havası’nın ikinci adı ise Arşak Sulukule’de olarak Şişli gibi Sulukule semtini adına yazıyordu. Fatih Akın 2005 yılında yaptığı, müzik ağırlıklı belgeseline İstanbul Hatırası adını verecektir.

Ali İpar’ın 1953 yapımı Salgın’ı ise ilk renkli filmimiz olmanın yanında bir özellik daha taşır, film A. B. D.ye götürülmüş, hatta İngilizce dublajı yapılmıştır, bu dublajlı kopyanın adı ise İstanbul‘dur.

İstanbul coğrafyasını semtlere indirmeden önce, önceliği olan Beyoğlu’na girmemiz gerekiyor. Tünel – Taksim meydanı arasında uzanan bu cadde bir çok filme hem mekânlık, hem dekorluk etmiştir, gecesi ve gündüzü ile. Ama çoğunlukla ya geçilen bir cadde veya ana caddeye çıkan sokakları (ve sokaklardaki gece klüpleri) ile filmlerimize girmiştir. Göreç, Beyoğlu’nda Vuruşanlar (1966) ve Beyoğlu Canavarı (1968) ile “caddeye” çıkıyor. Beyoğlu Esrarı ise hem Akıncı’nın (1952), hem İnanoğlu’nun (1966) filmlerine konu oluyor. Beyoğlu Güzeli 1953’de Bengü – Laskos ikilisinin bir ortak yapımına (Türkiye – Yunanistan) konu olduktan sonra 1971’de Eğilmez’e yoldaşlık ediyor. İnanoğlu, “güzel”i “piliç”e çevirecek Beyoğlu Piliçleri’ni (1963) yapacak, peşinden Servidal (1979) gelecektir. Ergün 1971’de Beyoğlu Kanunu ‘nu yapacaktır. Eğlence merkezi olduğu kadar çatışma merkezi de olan cadde kokusu ile de öne çıkar: Beyoğlu Kan Kokuyor (Pelit / 1972). Görüntü yönetmeni Salih Dikişçi Beyoğlu’nun Arka Sokakları‘nı (1980) anlatmaya kalkacak ama Gören caddeyi bir gecelik bir sürede ele alacak ve enteresan bir film yapacaktır: Beyoğlu’nun Arka Yakası (1985).

Beyoğlu’na göre Haliç’in güneyinde kalan azınlıklarında oturduğu, tarihi bir semt olan Balat, sakinlerinden Arif ile adını Yeşilçam coğrafyasına yazdırır: Balatlı Arif (Yiğidin Öfkesi) (A. Yılmaz / 1967). Balat’ın Arif’inden sonra başka semtler ve başka semt sakinleri (!) gelir: Kadırgalı Ali (Kan / 1971), Kasımpaşalı > Kasımpaşalı Recep*** (Akıncı / 1965). Burada bir de Emmanuel oturmaktadır: Kasımpaşalı Emmanuel (Gültekin / 1979). Süleymaniyeli Ali (Seden / 1962), Çeşmeydanlı Ali (Kazankaya / 1966), Galatalı Fatma -lar (Evin / 1964), (Erakalın / 1969) ve mahallelileri Galatalı Mustafa (Gülyüz / 1967), Tophaneli Osman (Erakalın / 1964) (ve) komşuları Tophaneli Murat -lar (Gültekin / 1971), (İnanç / 1972). Tophane’den söz etmişken, “Gül’ü” de unutmamak lâzım: Cilalı İbo ve Tophane Gülü (Ergün / 1960). Yalnız bu “Gül’ün” maceraları Osmanlı döneminde geçer ve Cilalı İbo da o günlere taşınır.

Topkapı, II. Mehmet’in Fatih ününü alacağı fethinde İstanbul’a girdiği kapıdır, -o zamanda yerleşim yeri olması gerekir-, uzun süre İstanbul’da sur dışının başlangıcı sayılıyordu ama öyle bir kavram anlamsız kaldı… Üsküdar’dan Topkapı’ya (Gülyüz / 1966) filmin adı böyle ama gazino çevresi ve -Yeşilçam’ın vaz geçilmezi- üçlü bir aşk hikâyesi anlatır. Topkapı, bu kadar ama (Jules Dassin’in Topkapi’sini saymazsak), Üsküdar başka filmlerde de karşımıza çıkacaktır. Beşiktaş ve Sarayburnu’nun karşı yakası gibi duran, hemen önündeki Kız Kulesi ile Üsküdar, iskelesi ile girer listelere: Üsküdar İskelesi (Kaner / 1959) peşinden, dilimize bir deyim olarak girmiş olan Atı Alan Üsküdar’ı Geçti (Akbaşlı / 1962) gelir. Alt adı Fırtına olan ve “at yarışları” çevresinde geçen filmin adının deyim olarak dilimize girmesi çok daha eskidir.

Üsküdar’dan hemen karşıya geçersek iskelemiz bu kez Beşiktaş olacaktır. Beş Dakikada Beşiktaş (Gülyüz / 1976) ama bu Beşiktaş’ın Beşiktaş ile ne ilgisi var bilemiyorum ve “adının” argo deyimimiz ile de…

Bir dolmuş reklâmını çağrıştıran Kartal Pendik Gittik Geldik (Kan / 1976) ise adı geçen yer adları ile bazı kişilere ilginç gelebilecektir. Erotik komedi tarzında çekilmiş olan bu film ile ilgili bir şehir efsanesi de vardır. Kartal ve Pendik ile ilgili bir belgesel yapılması gündeme geldiğinde, belgeseli yapacak kişiler bu filmi belgesel gibi algılayıp peşine düşmüşlerdir.

Üsküdar’dan Kartal’a giderken geçersiniz Samandra’dan, burada geçtiği anlatılan Samandra Baskını (Aykut) sinemamız ile ilgili kaynak kitaplara girmemiş bir filmdir. Yönetmeni (aynı zaman da yapımcı – Ömay Film) Ömer Aykut filmlerini 1952 – 58 yılları arasında yönetmiştir. Kaynaklara girmemiş bu filmin, bu nedenle tarihine net olarak -şimdilik- ulaşabilmiş değiliz. (Ayrıca ben bu semtin adını Samandra olarak biliyorum ama şimdilerde semtte dahi adı Samandıra olarak anılıyor.)

Hemen Haliç’in başındaki sigara fabrikası (şimdilerde üniversite) ile ünlenen Cibali semti, Anadolu’da daha çok Karakolu ile (Muammer Karaca’nın ünlü -yıllarca oynadığı- oyunu ile ünlüdür.) Oyunun bu özelliği sinema uyarlamasına neden olur: Cibali Karakolu (Saner / 1966). Filmde de Muammer Karaca rolünü kimselere bırakmayacaktır.

Erakalın, Yeşilçam Sokağı’nda (1977) “artist olmak için İstanbul’a gelen iki kafadarın başına gelenleri” anlatmaktadır. Yeşilçam Sokağı, Beyoğlu’ndan (İstiklâl Caddesi) eski Tarlabaşı’na inen sokaklardan biridir. Ülkemizde sinema sektörünün başlangıç günlerinde yapımcı şirketlerin giderek bu sokakta (ve çevresinde) toplanması üzerine spontane olarak sektöre, bu sokaktan ötürü Yeşilçam (sineması) adı verilmiştir. Erakalın 1978’de ise Sormagir Sokağı (?) ile kötü yola düşürülen bir kadının, kendini bu yola sürükleyenlerden aldığı intikamı konu edinir.

Adalar, Marmara denizinde bulunan adalardan oluşan, İstanbul’un ilçelerinden birisidir. Ada (S. Duru / 1988) bu adalardan Burgaz Ada’da geçen -şimdi boşanmış bulunan- bir karı – kocanın bir günlük buluşmasını anlatır. Olay geriye dönüşlerle (ve başka İstanbul’larda) açıklanır. Adalardan Bir Yar Gelir Bizlere (Palay / 1964) adını bir türkümüzden almasına rağmen, türküye bağlı olmayan olayları ele alır. Türküde geçen “adalar” ise İstanbul’un adalarıdır. Ada Sahillerinde (Örs / 1956) bir aşk hikâyesi anlatırken, hayli eski bir türkünün sözlerini kendisine isim olarak almıştır.

Asıl ve uyarlandığı romanın adı Nur Baba olan Boğaziçi Esrarı (Ertuğrul / 1922) gördüğü tepkiler nedeni ile isim değişikliğine uğramıştır. Adındaki Boğaziçi, içerdiği olayın İstanbul’da geçtiğini gösterir, Boğaz ise birçok kentte bulunabilir ama İstanbul’daki gibi iki kıta’yı bağlayan / ayıran şekli ile başka bir yerde görülmemekte sanırım. Bu nedenle casusluklara konu olmakta: Boğaziçi Casusları (N. Okçugil / 1969), “aşk”ı ele almakta: Boğaziçi Şarkısı (Saydam / 1966), Boğaziçinde Aşk (Günal /1966), soygunculara mekânlık etmektedir: Boğaziçi Soygunu (Hüsamettin Mustafa / 1969). Üstelik, sonuncu film Boğaz’a hayli uzak bir ülke ile -Mısır- ortak yapımdır ve yönetmeni de yabancıdır.

Üsküdar kıyılarının hemen karşısındaki Kız Kulesi filmlere hem adını verir, hem de mekân olur: Kız Kulesinde Bir Facia (Ertuğrul / 1923 ), Kız Kulesi Aşıkları (Hera ile Leandros) (Tözüm / 1993).

İstanbul’u bu kadar dolaştıktan sonra, Ankara’ya kısa süreli bir uğramak iyi olacaktır. Ankara Postası (Ertuğrul / 1928), adında Ankara geçmesine rağmen Kuvay-ı Milliyecilerin faaliyet gösterdiği Adapazarı civarında geçecek, savaşa dair çatışmalar arasında aşk ilişkileri de anlatan bir öykü içerir. Reşat Nuri Gültekin’in Francois de Curel’in, La Terre Inhumaine (İnsafsız Toprak) adlı eserinden Bir Gece Faciası adı ile uyarladığı oyundan alınmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Alsace – Lorraine’de geçen olay Adapazarı’na taşınır. Olaylara karışan Fransız pilot, Türk kurye olarak değiştirilir, tüm olaylar sonunda kuryenin taşıdığı “büyük taarruzun plânları” Ankara’ya ulaştırılır. Ankara ile ilişki bundan fazla değildir. Ankara Casusu – Çiçero (Muhtar – 1951) ise sefirin dosyasındaki gizli belgeleri çalarak Almanya’ya satan bir casusun öyküsünü anlatırken, ‘çalınan belgeler’ sefirin dosyasında olduğuna göre olayların -casusluk olayının- Ankara’da gerçekleşmesi (!) normal görünmektedir. Romanlarından en fazla uyarlama yapılan Esat Mahmut Karakurt’un “nazilerin” cirit attığı bir Türkiye’de (İstanbul – ?!!) geçen, uyarlama filmlerinde, her zaman olduğu çelişkilere dayanan (bu kez nazi casus ile Türk subayı) aşk hikâyesi: Ankara Ekspresi (Arakon / 1952 – Arslan / 1970) ilginç-liği (!!) nedeni ile iki kez uyarlanır. Arakon, bir de 1964’de Ankara’ya varış filmi yapacaktır: Ankara’ya Üç Bilet. (Eroin kaçakcıları… sivil polisler…). Bir casusluk olayı ve yine Ankara: Hedef Ankara (N. Okçugil / 1966). İsimlerinde Ankara adı geçen filmler, görüleceği gibi burayı sadece bir isim, hedef olarak almakta öykülerini Ankara’ya yerleştirmemektedirler. Tamamı Ankara’da çekilmiş Tuzsuz Deli Bekir (Y. Atadeniz / l972) ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Teoman / 2011) gibi filmlerin isimlerinde ise Ankara sözü geçmez.

1959 yılında Türkiye gündeminde Kıbrıs önemli bir sorundur. 50’li yıllarda Kurtuluş Savaşı filmleri sinemamızın üretim potansiyalinde belirli bir yer tutar. İşte, Kıbrıs nedeni ile Londra – Zürih görüşmeleri devam ederken yapılan İzmir Ateşler İçinde (Ergün / 1959) filminin başına bir takım işler gelir. Filmin çekilen bir kısım parçaları yanar, daha önemlisi görüşmeleri devam eden antlaşmalar nedeni ile film yasaklanır. Film adında geçen İzmir, zaman zaman filme fon oluşturur ama yasaklama nedeni ile gösterime giremeyen filme Vatan Ateşler İçinde diye afiş hazırlanır fakat kullanılmayacaktır. Zaman içinde serbest kalan film, ilk adı ile gösterime girer. İzmir’in Kavakları (Gültekin / 1966) sinemamızın diğer bir alt grubu olan efe filmlerindendir ve o özelliği ile kalır. İzmir Sokaklarında (Ener / 1953) ise Özgüç’ün “hiçbir kaynakta konusuna rastlayamadık” dediği filmlerden biridir. (s. 86)

İzmir’in semti Eşrefpaşa bir sakini aracılığı ile İstanbul’da geçen bir filme konu olur: Eşrefpaşalı (Tokatlı / 1966), tipik bir Yılmaz Güney filmi olmaktan ileri gitmez. Eşrefpaşalılar (Yavuz / 2009) ise yine İstanbul’da geçen bir dayanışma ve mücadele öyküsüdür. İzmir’in bir semtini, çocukluğunu Bornova’da geçirmiş olan İnan Temelkuran Bornova Bornova adlı filmine mekân olarak seçer.

(Adanalı) Tayfur, Öztürk Serengil’in Yaman Gazeteci (Bolan / 1961) filminden beri getirdiği ve Davutoğlu’nun Adanalı Tayfur (1963) ve Adanalı Tayfur Kardeşler (1964) filmlerinde geliştirdiği, İstanbul’da yaşayan, hovarda ama Adana’da yaşayan babasından çok korkan bir tiptir. Komedi türündeki filmler, Tayfur tiplemesi başta olmak üzere çevresindeki tiplerle açılımlar yaparak gelişir ve türün beylik trüklerini kullanır. Helal Adanalı Celal (Eğilmez / 1965), zıt karakterli birbirlerine çok benzeyen iki kardeşin birbirini izleyen -durum komedi-lerinden oluşur. Adana bu filmlerde Tayfur ve Celal’in kenti olmaktan başka lahmacun ile de değerlendirilir. Adanalı Kardeşler (Gülgen / 1972) Trabzonlu kardeşler ile mücadele edeceklerdir. Adana – Urfa Bankası (Dinler / 1976) ise Ökkeş ile Haydar’ın (bunlar arkadaş) güldürü alanı olacaktır.

Antepli (Saylav – 1981), Henry King’in The Gunfighter filminin, Ferit Ceylan’ın İkisi de Cesurdu (1963), Fikret Hakan’ın Sürgün (1976), Cüneyt Arkın’ın Sürgündeki Adam (1987) filmleri gibi bir uyarlaması. Kahramanı, Antepli de olay nerede geçiyor?

Ferit Edgü’nün O romanından alt adını kullanarak Hakkâri’de Bir Mevsim (1982) filmini yapan Erden Kıral, romana bağlı kalarak “bir mevsim” (bir öğrenim yılı) boyunca Hakkâri’nin bir köyünde askerlik hizmetini öğretmenlik olarak yapan bir İstanbul’lunun öğrettiği bir çok şey yanında hiç bilmediği şeyleri öğrenmesini anlatıyor. Hakkâri haritada bir nokta olmaktan çıkıyor, adını bilmediğimiz köyü, insanları ile -sinemacı gözü ile- tanıyoruz.

Onların James Bond’u varsa bizimde Cezmi Bant’ımız var, numarası da 007,5; Cezmi Bant 007,5 Kayseri’den Sevgilerle (Gültekin / 1965). Adı ile Rusya’dan Sevgilerle’yi çağrıştırsa da tipik bir Öztürk Serengil filmi ve Kayseri hiçbir zaman mekân olamıyor. Kayseri, İstanbul Çiçekleri’nin (Çubukçu / 1952) önceki adı olarak da (Kayseri Bülbülleri) aynı özelliği taşıyor.

Mevsimlik bir tatil beldesi olan Bodrum, yine böyle bir dönemde İstanbul’lu misafirlerinin yaşadığı aşklara, hayal kırıklıklarına mekânlık eder: Her Gece Bodrum (Berksoy / 1992). Selim İleri’nin romanından hareketle yapılan film, romanın ötesinde Bodrum’u görselleştirir. Bir başka Bodrum öyküsü ise gerçek bir olaydan hareket eder ama tamamen sinemamız kurallarına, star sistemine uyarlanır, ayrıca yaşamın (yargının) normal akışına uymayan gelişmeler gösterir: Bodrum Hakimi (Asla ve Daima) (Şoray /1976).

Hayri Esen müzikli bir aşk öyküsünü anlatırken Bergama’yı kendisine mekân mı (?) seçmiştir? Filmin adına bakarak karar vermek ne kadar doğru olur: Bergama Sevdalıları (Esen / 1952). Yaygın bir türkünün sözlerinden kalkarak anlatılan Çarşambayı Sel Aldı (Aslan / 1970) bölgenin yetiştirdiği Yıldıray Çınar’ı kullanırken -en azından- kısmen de gerçek mekânları kullanmıştır. Keşanlı (Palay) yapılmış bir filme -acele ile konulmuş- bir addır. Filmin afişlerine bakıldığı zaman adı Keşanlı Ali gibi görülür, fakat “Keşanlı” ile “Ali” aynı boyda olmalarına rağmen farklı renklerle yazılmıştır. Ve, “Keşanlı”nın hemen altına yazılmış “Ali” ibaresinin solunda çok küçük harflerle “kamera” ve sağında ise “Yaver” yazmaktadır: “Kamera: Ali Yaver”, bu ise filmin görüntü yönetmenidir. Yani filmin adı afişe uzaktan bakıldığı gibi Keşanlı Ali değil, Keşanlı’dır. Bunun nedeni aynı yıl yapılan Keşanlı Ali Destanı (A. Yılmaz / 1964) filmidir. Haldun Taner’in epik, müzikal oyunundan yapılan filmin çekim çalışmaları yapılırken basına yansımış ve bu arada piyasaya, afişlere göre adı Keşanlı Ali, gerçekte ise sadece Keşanlı olan film çıkarılmıştır. Yeşilçam seyircisi bunu değerlendirmiştir, araştırılması gerekli bir konu.

Türk edebiyatının en güzel romanlarından biri olan Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u 1985’de sinemaya uyarlanır. (Önemli edebiyat eserleri -mutlaka- sinemaya uyarlanmalı mıdır?) Feyzi Tuna’nın Kuyucaklı Yusuf’u belki -iyi niyet ile yapılmıştır ama- edebi başarısına ulaşamaz. Annesi babası gözünün önünde öldürülen Yusuf, kaymakam Salâhattin Bey tarafından himayesine alınır ve kızı Muazzez ile birlikte büyür, fakat hiç bir zaman -Salâhattin Bey’e saygısına rağmen- kim olduğunu unutmaz ve kendisi olmaya kararlıdır. Zamanın ve çevrenin (ailenin de, “eşinin”) Salâhattin Bey’e hazırladığı tuzaklar, Salâhattin Bey’in ölümüne, karısı vasıtası ile Muazzez’in de (artık Yusuf’un eşidir) safahata sürüklenmesine neden olur. Bir iş (yol) dönüşü Yusuf, olayların tüm müsebbiplerini vururken Muazzez’i de yaralar ve dağlara götürür, yolda O’nu da yitirecektir.

Şukûfe Nihal Başar’ın Domaniç Dağlarının Yolcusu isimli gezi notlarına dayanan kitabından Şakir Sırmalı’nın yaptığı Unutulan Sır (Domaniç Yolcusu) (1948) filminde Kurtuluş Savaşı sırasında işlenen bir cinayetin (bilmeden bile olsa düşmana yardım ettiğini öğrendiği oğlunu çarşı ortasında vuran ve kayıplara karışan bir köylü kadınının olayının) gerçek olup olmağını araştırmak için yöreye giden yazar bir sonuç alamaz ama hiç bilmediği bir Türkiye ile karşılaşır. Sinema için enteresan bir konu, yazılı metne ne kadar sadık kalınmıştır bilemiyorum ama hiç olmazsa dağlar arasında kalmış Domaniç’i gündeme getirmiştir.

İskilipli Atıf Hoca (Kelebekler Sonsuza Uçar) (Uçakan / 1993), Cumhuriyet’in ilk yıllarında “şapka kanunu”na karşı çıktığı için Giresun’da yargılanıp beraat eden sonra ise Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde idama mahkûm edilip cezası infaz edilen Atıf Hoca’nın serüveni anlatılırken, hocanın, memleketi İskilip adı ile anılması, İskilip’in coğrafyaya girmesine neden oluyor. İmralı, bir ada, eskiden de ceza infazları için kullanılırdı, buradaki bir mahkûmun, şimdi hapishane müdürünün karısı olan eski sevgilisi ile olan aşkını anlatır İmralı’dan Doğan Güneş (Havaeri / 1952).

Ağrı Dağı, çeşitli nedenlerle sinemamızın ilgisini çeker. 1973’de Zeki Ökten, Ağrı Dağı’nın Gazabı’nda bir oba beyinin iki erkek arasında kalan kızının öyküsünü anlatır. Yaşar Kemal’in “baş verilir, Hak yadigârı verilmez” temasından hareketle yazdığı Ağrı Dağı Efsanesi (Ün / 1975), çoban Ahmet ile han kızının aşkını ele alır. Çoban’a Ağrı Dağı’nda (tepede) ateş yakmak koşulu öngörülür. (Ateş yakma sahnesi, yağlı boya resmi yapılan Ağrı Dağı’nın resminin arkasında tutulan yanan bir mum ile yapılmış, film bu hali ile gösterime çıkarılmış, yapılan ağır eleştiriler sonucu “ateş yakma” sahnesi yeniden çekilmiştir.) Yönder ise söz konusu dağı trajik bir olay nedeni ile ele alır: Ağrı’ya Dönüş (1993). Yıllar önce üsteğmen olarak görevli bulunduğu Ağrı Dağı yakınlarında, sisli bir gecede, civarda öğretmenlik yaparken kaybolan ve bulunamayan eşini hâlâ unutamayan şimdinin emekli albayı, oralarda doğmuş oğlu ve hamile gelini ile birlikte tekrar Ağrı’ya döner. Gül Dağı nerededir bilemiyorum ama Ener 1951’de Güldağlı Cemile’yi bir dram olarak çeker.

İstiklâl Savaşı parça parça birçok filme konu olmuştur. İsminde ele aldığı olayın geçtiği veya finalde ulaşacağı yer olarak gösteren Kocatepe’nin Beş Atlısı (Eraslan / 1952) ve Kocatepe’nin Üç Süvarisi (Yalınkılıç / 1964) bu filmlerden sadece ikisidir.

Dünya savaş ve politika tarihinde önemli bir yer tutar Çanakkale Savaşı. Yabancılarında ilgisini çeken konu 2004 yılında dramatik / belgesel olarak Gelibolu adı ile Tolga Örnek tarafından sinemalaştırılır. Yıllar önce yapılan Çanakkale Aslanları (Demirağ – Eraslan / 1964) ise savaş sahnelerinin bir asker yönetmen (Eraslan), sair sahnelerin ise bir sivil yönetmen (Demirağ) tarafından çekilmiş olmasına -üstelik o yıllarda hemen yok derecede olan- ve renkli olmasına rağmen fazla ilgi çekmez ve ses getirmez.

Mekân olarak Anadolu’nun gösterilmesi ise fazla ilginç sonuçlar doğurmaz. Anadolu Çocuğu’nun (Seden / 1964) ilk adı Dört Paşalılar’dır. Paşalılar ise, Davutpaşa, Gedikpaşa, Kocamustafapaşa gibi İstanbul semtlerinden gelen kişilerdir, dördüncü paşalı ise İzmir, Eşrefpaşa’dan gelir. Aslında öykü Üç Silahşörler öyküsüdür. Eşrefpaşa’lı Anadolu çocuğuna evrimleştirilir, Anadolu ile böylece ilişki kurulur. Anadolu Ekspresi (Göreç / 1973) bir “kabadaılık” öyküsü anlatır. Anadolu Kanunu (Kazankaya / 1966) ise namus anlayışı üzerine bir öyküyü ele alır. Anadolu Kızı (Cantürk / 1967), Anadolu kadınının bitmez sorunları… Anadolu Evliyaları (Aktunç / 1969) dinsel bir öyküyü belgesele yaklaşan bir anlatışla verir. Anadolu Soygunu (Yorgancılar / 1969) tarihi eser kaçakçıları ile mücadele. Anadolu / Kini (Figenli / 1970) kin, kan davası. Yiğit Anadolu’dan Çıkar (Havaeri / 1969), köyde bir değirmen suyu kavgaların nedeni olur.

İstiklâl Savaşı sırasında dağınık kuvvetleri bir araya toplama gayretlerini ele alır Ege Kahramanları (Akıncı / 1951). Aşkları Ege’de Kaldı (Güçlü / 2002) ise Ege kıyılarında bir kasabada yaşayan Rum bir çiftin 6 – 7 Eylül olaylarından sonra duydukları tedirginlik ile özellikle kocanın Yunanistan’a geçme isteği ve sandalla karşıya geçerken Türk sanılıp Yunanlılarca vurulması, kaybolan çocuğu, kanun kaçağı bir Türk’ün bulup getirmesi ve annesi ile ilişki kurması ama sonunda polis tarafından vurulması, tüm bunların bir yönetmen tarafından film yapılması sırasında, olayın kahramanlarını oynayan oyuncular arasında huzurlukluk yaşanması, anlatılır.

Karadeniz Postası (Ener / 1949) deniz ve gemi bağlantılı öyküsünde, gemiden atılan mühendisin ölmediğinin anlaşılması ve sevgilisi ile ilişkileri anlatılır. Nur Dolay, Çernobil felâketini, kentleri denizlerden koparan “sahil yollarını”, doldurulan deniz ve dereleri, vadileri yok eden barajları, ormanlardaki çöp çukurlarını, kentlerdeki betonlaşmayı ele almış Off Karadeniz (2010) adlı -ilginç!- adlı filminde. Peşinden hemen Amerikalılar Karadenizde 2 (Tibet) geliyor. Evet 1.si olmayan bir filmin 2.si bu. Daha önce Gören “Amerikalı”da yapmak istemişti “2” esprisini ama yapamadı. Görüldüğü gibi bu da yapıldı. Karadeniz’e Amerikalılar gelirse neler olur, orasını bilemiyorum da, bu film bana hep Norman Jewison’un Russian Comming Russain Comming filmini çağrıştırır – alâkası yok tabi…

Akdeniz Korsanları’nda (Ögelman / 1950 ), Türk denizci Davut’un esir aldığı düşman gemisindeki Maria ile aşkları, Akdeniz Güneşi’nde (Uçanoğlu / 1990), yıllar sonra karşılaşıp birbirlerine düşman olan aşıkların öyküsü, Akdeniz Kartalı’nda (İnanç / 1977), Amman’da tarihi eser kaçakçıları ile mücadele eden bir Türk ve Arap polisin uğraşıları anlatılır. Akdeniz Şarkısı (Saydam / 1963), evli bir adamın yurt dışında (bir gemide) tanıştığı kızla yaşadığı yasak aşkın hikâyesidir.

Kızılırmak Karakoyun bir halk söylencesinden sinemaya yansırken zaman içinde çeşitli versiyonlarla seyirci karşısına çıkar. Ertuğrul 1946’da başlatır söylenceyi, Akad 1967’de ikinci versiyonu yapar, Gök 1993’te yine bir tekrar yapacaktır. Yayla köyü, birbirini seven çoban ile oba beyi kızı, çobana koşulan “tuz yedirilmiş koyunları” (kara koyunu) su içmeden dereden geçirmek… Obadan alacaklı şehir ağasının aynı kızı görüp istemesi, oba beyinin buna boyun eğişi, tam kızın götürülmesi sırasında kararından vaz geçmesi ve almaya giden grup ile gelin alayının Kızılırmak köprüsünde buluşamaması… Köprü -bile- dayanamaz yıkılır… Fırat’ın Cinleri (Yurtsever / 1977), Osman Şahin’in öyküsünden uyarlanır. Fırat bir yöreye hem can verir, hem kurbanlar alır. Karısı doğum yaptırılırken mikrop kaparak hastalanan köylü, cin’ci-lerden medet umanlar yüzünden karısını kaybedince (Fırat’a atlar) olayların -biraz da- sebebi olan ağayı bıçaklayarak, Fırat’a atlayacaktır. İstanbul, Aydın ve İzmir arasında geçen bir aşk öyküsünde buluşma noktası, Ege’deki Menderes ırmağı üzerindeki köprü olacaktır: Menderes Köprüsü (Gültekin / 1968).

Kıbrıs, 50’li yılların ikinci yarısından sonra gündelik yaşamımızda yer almaya başlar. Sinemamızda Kıbrıs olaylarını konu alan filmler bu dönem ve sonrasında her zaman olmuştur. “Kıbrıs” adının anıldığı filmler azınlıkta kalmaktadır, 1959’da Dal, Kıbrıs Şehitleri’ni, 1965’de U. Ozon, Kıbrıs Volkanı’nı, 1968’de N. Okçugil Fedai Komandolar Kıbrıs’ta’yı, 1974’de Arıkan, Kıbrıs’ta Türk Aslanları’nı ve Saylav, Kıbrıs Fedaileri’ni çeker. 1959’da Hançer’in çektiği Kıbrıs’ın Belası Kızıl EOKA, o günlerin siyasi ortamının gerginliği nedeni ile sansür edilir, sonradan adı Vatan Uğruna olarak değiştirilerek vizyona girer. Kıbrıs konulu burada anılan ve birçoğu anılmayan filmler Kıbrıs olaylarının tarihsel süreci içinde zaman zaman ön plâna çıkarsa da çoğunlukla -yapılan Kurtuluş Savaşı filmleri gibi- sıradan yapımlar olmaktan öteye geçemezler.

Tarihe ve yurt dışına yönelen sinemamız, çoğu serüven ağırlıklı bir dizi filminde zaman zaman yer adları da kullanır. 1965 yapımı iki filmde Horasan’dan Gelen Bahadır (Baytan), Horasan’ın Üç Atlısı (Başaran), Cüneyt Arkın atraksiyonlarla ön plâna çıkar. İlkinde Ebu Müslim’un (Horasani) intikam öyküsü ele alınırken ikincide Hz. Osman’ın öldürülmesi ile başlayan kan davası anlatılacaktır. Horasan, İran’ın kuzey doğusunda bulunan bir il olarak girmiş ansiklopedilere. Macaristan’ın kuzey batısındaki bir diğer kent (ve kale) Estergon ise 1950’de Bengü, 1972’de Kan ile sinemaya taşınır: Estergon Kalesi. Osmanlı tarihinde önemi olan ve olayları ile tarihe geçen bir kaledir. Deliorman ise Deliormanlı (Hançer / 1970) ile tarihsel macera kervanına katılır.

Yeşilçam ilk günlerinde ortak – yapımlar yapmıştır, bunların bir kısmı ortaklık yapılan ülkelerde çekilmiştir. Bu ortaklık yapılan ülkeler bazen yakın, bazen uzak olabilir. Bu filmlerin bir kısmı ortaklık yapılan ülkelerde çekilebilir ve ortaklık yapılan veya filmin çekiminin (tamamen veya kısmen) yapıldığı ülke (veya şehir) isimleri filmlerde belirgin olarak yer alır. Tamamına yakını Almanya’da çekilen Almanya Acı Vatan (Gören / 1979), kısmen Almanya’nın ikinci vatan olduğunu belirtirken, Almanya’da çalışan işçilerin (özellikle kadın işçilerin) karşılaştıkları durumlara değiniyor. Almanya’daki işçilerimizin (mükerrer) gönül ilişkileri de Almanya’da Bir Türk Kızı’nda (Pekmezoğlu/ 1974) kendine konu ediniyordu. Zengin bir Alman kızı ile bir Türk işçisinin aşkı ise Almanya’lı Yarim’de (Aksoy / 1974) seyirciye ulaşacaktı. Ülkemizde bir seriye dönüşen Cilalı İbo filmleri kahramanı çeşitli maceralardan sonra Almanya’ya da gidecektir: Cilalı İbo Almanya’da (Seden / 1970).**** Turist Ömer ise 1966’da işçi olarak Almanya’ya gidecek ve Helga’ya aşık olacaktır: Turist Ömer Almanya’da (Saner / 1966). Bir Türk gazetecisinin Almanya’da başından geçenler ise Almanya Macerası’nı (Gözen / 1990) oluşturur. Ali Avaz, Almanya Avrat 40 bin Mark’da (1988) Almanya’yı ele alır. Almanya’da yaşayan Tevfik Başer, Türk oyuncularla Almanya’da bir kapalı mekânda (bir apartman dairesi) çektiği 40 m2 Almanya’da (1986) yabancılık ve kadınlık sorunlarını ele alır. Almanya’daki bir Türk ailesinin problemleri ise Berlin in Berlin’de (Çetin / 1992) Almanya’dan Berlin’e inilerek incelenir.

Şehirlere yöneliş devam eder: Dr. Alyanak’ın 1963’de çektiği Kezban’ı 1968’de yeniden çeken Aksoy, Kezban’ı 1970’de Roma’ya (Kezban Roma’da), 1971’de Paris’e (Kezban Paris’te) götürecektir. Sinema tarihinin en eski masallarından Bağdat Hırsızı, 1968’de Ertem Göreç tarafından bizde de çekilecektir: Bağdat Hırsızı. Aynı yıl Kan, dramına o yılların moda şarkısının adını verir: Bağdat Yolu (1968).

Yurtdışına çıkışlar başlayınca Seden de NewYork’a gider ve yıllar önce İstanbul’da çektiği Ne Şeker Şey’i (1962) New York’ta çeker: New Yorklu Kız (1971). NewYork sonraki yıllarda Mahsun Kırmızıgül’e set-lik yapacaktır: New York’ta Beş Minare (2010).

Hollywood bir sinema cenneti midir? Yılların tiyatrocusu Nihat Aybars, A. B. D.de bulunduğu yıllarda çektiği yarı belgesel yarı dramatik Hollywood Rüyası (1949 – 1956) tek sinema çalışması olarak kalır. Hollywood Kaçakları (M. Özer / 1996) ise sinema merakının çocuklardaki boyutlarını araştırır.

Maceranın sınırı yoktur, Tahran Macerası (İnanoğlu 1968) bir soygun öyküsünü Tahran macerasına dönüşür. Altın Çocuk (Ün / 1966) ile başlayan MİT ajanının öyküsü ikinci bölümde yanına eklenen bir kadın ajan ile birlikte Beyrut’ta devam eder: Altın Çocuk Beyrut’ta (Göreç / 1967). Altın Çocuk bir şehirde duracak bir ajan değildir, petrol casusları ile mücadelesinde Orta-Şark’ı dolaşacaktır: Orta-Şark Yanıyor (Davutoğlu / 1967). Turist Ömer, Almanya’dan sonra Arabistan’a gidecektir: Turist Ömer Arabistan’da (Saner / 1969). Arap yarım adasının alt ucuna inilince, bir zaman İmparatorluk toprakları arasında bulunan Yemen, gün gelir kaybedilen topraklar arasına girer, burada kalan kahramanların mücadelesi: Yemende Bir Avuç Türk (Y. Atadeniz / 1970), macera adamı Behçet, Cezayir’e kadar uzanır: Behçet Cezayir’de (Figenli / 1972), tekrar kuzeye çıkarsak Mısır’dan gelen bir gelinimiz olacaktır: Mısırdan Gelen Gelin (Seden / 1969).

Diziye dönüşen Murat Aslan’ın Maskeli Beşler’i Irak’a (Maskeli Beşler Irak’ta / 2006 ) ve Kıbrıs’a (Maskeli Beşler Kıbrıs / 2008) gidecekler. Aslan seyahatlerine güneye inerek devam eder ve siyah kıtaya ulaşır: Türkler Çıldırmış Olmalı (2009). Dizisi devam ederken ekibini koruyarak zaman zaman sinemada da kendine yer arayan Kurtlar Vadisi ülkemizin Güney Doğusuna yolculuklarını ihmâl etmeyecektir: Kurtlar Vadisi Irak (Akar / 2005), Kurtlar Vadisi Filistin (Şaşmaz / 2011).

Karaoğlan, Altaylardan gelen bir yiğit olarak, elinde kılıcı ile maceradan maceraya atılır, genç kızların kalbini çalar: Altay’dan Gelen Yiğit – Karaoğlan (Yalaz / 1965). Asya’daki Bizans İmparatorluğu günlerinde geçen bir macera destanında Baybars (!?!) ön plâna çıkacaktır: Asya’nın Tek Atlısı: Baybars (Kan / 1971). Asya’nın kahramanları bitmez: Asyalı Dişi Cengaver (Arıkan / 1969). Asya sırf tarihi bir bölge değildir, oradan uyuşturucu kaçakçılığı için İstanbul’a da gelinir: Asya Ejderi (Eldek / 1983).

1970 yılında Almanya’ya uğrayan Cilalı İbo yola devam eder A. B. D.ye ulaşır: Cilalı İbo Teksas Fatihi (Seden / 1970).

Not: Film isimlerinde kullanılan yer isimlerinden kalkarak -pek de gerçekçi olmayan- bir derleme yaptım. Bazı filmler için yapılan alıntılar Sn. Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’ndendir, kaynak belirtilmemiş olsa da. Listeye alınmayan, gözümüzden kaçmış “yer” isimleri olabilir, zaten hepsini aldığımız gibi bir iddiamız hiç bir zaman olmadı.

—–

* Kimon Şarlo İstanbul’da: Yunanistan ile ortak yapılan bir filmdir. “Şarlo” rolünü Kimon Spathopulos isimli bir Yunanlı oyuncu oynamaktadır, filmin afişteki adı, “Kimon” Şarlo İstanbul’da – dır.

** Lamp, tam adı ile Victor Lamp. Karateciler İstanbul’da, Uzak – Doğu ülkeleri ile ortak yapılan bir filmdir, adı anılan yönetmenin yanında başkaca yabancı oyuncular da bulunmaktadır.

*** Kasımpaşalı > Kasımpaşalı Recep (Akıncı) aslında tek filmdir, uzun olduğu için iki bölüm olarak gösterime çıkarılmış, ikinci bölümde “Kasımpaşalı”ya “Recep” eklentisi yapılmıştır.

**** Cilalı İbo Almanya’da filmine bazı kaynaklarda Cilalı İbo Avrupa’da adıyla da rastlamak mümkün.

(10 Temmuz 2011)

Orhan Ünser

Eğitim Sistemine ve Otoriteye Karşı

Serseriler (Neds)
Yönetmen-Senaryo: Peter Mullan
Müzik: Craig Armstrong
Görüntü: Roman Osin
Oyuncular: Conor McCarron (John), Peter Mullan (Bay McGill), Greg Forrest (Çocuk John), Joe Szula (Benny), John Joe Hay (Fergie), Garry Lewis (Russell), Marianna Palka (Beth Teyze)
Yapım: Film4-Wild Bunch-UK Film (2010)

İskoç aktör – yönetmen Peter Mullan’ın “Serseriler” filmi, İskoçya’nın kayıp ve geleceksiz kuşaklarını gerçekçi bir dille anlatılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de anlamakta zorlanacaksınız.

Bu yılki San Sebastian Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü kazanan 2010 yapımı “Neds – Serseriler”in hikâyesi, İskoçya’nın en büyük şehri Glasgow’da geçiyor. Britanya sineması, işsizlik ve kötü eğitim sistemiyle geleceksizlik üzerine sağlam filmler yapan bir sinema. Yönetmen Peter Mullan, bu sinemanın sağlam birikimiyle, hikâyesi 1970’lerde geçen çarpıcı bir geleceksizlik filmi yapıyor. Glasgow’un varoşlarında toplu konutlarda yaşayan eğitim çağındaki gençler ve çocukların çeteler kurup mahvoluşa gidişlerinin hikâyesi bu. Yoksulluk her tarafta hissediliyor. Öncelikle de okulda. Film, 1972 yılında, ilkokul öğrencilerinin ödül töreniyle başlıyor. Küçük John McGill, Canta tarafından tehdit ediliyor. John’un abisi Benny, bir çetenin içinde karizmatik bir lider. John, Canta’ya ders verdiriyor. Aslında John, çok çalışkan bir öğrenci. Okul katı disiplinli, öğretmenlerse despot. Öğretmenler, öğrencilerin en küçük hatasında avuçlarına kemerle vuruyorlar. Okulda, evde ve dışarıda sürekli şiddet var. Ned kelimesi, İskoçya’da, gerçekten serseri anlamıyla özdeşleşmiş bir kelime. Ned, “Non – Educated Delinquent”ten geliyor. “Eğitimli Olmayan Suçlu” gibi bir anlamı var. Aşağılayıcı, ayrımcı bir şey bu ve ayrıca anti-sosyal anlamına da geliyor. Filmi seyrederken hepsini fark ediyorsunuz. Bu kelimenin ilk kullanımı, İkinci Dünya Savaşı öncesine, ekonomik bulanımın olduğu yıllara kadar gidiyor. Kenar mahallelerdeki bu çeteler derimont ve spor elbiseler giyiniyorlar.

Yine de tek çıkış…

1959 doğumlu İskoç aktör, yönetmen ve senarist Mullan, 1998 yapımı “Orphans – Yetimler” filmiyle ilk filmini yönetti. 2002 yapımı “The Magdalene Sisters – Günahkâr Rahibeler”le beraber “Serseriler” onun sinema yönetmenliğinde üçüncü film. Oyuncu olarak, Ken Loach’un 1998 yapımı “My Name is Joe – Benim Adım Joe” çıkışı oldu. “Serseriler” filmi, yönetmenin kendi gençliğinden ilham almış. Mullan’ın bu filmi, eğitim sistemine ve bu sistemin şiddete yönelten otoriterliğine tepkili olsa da yine de elde çıkış için bir tek yol bu var. Filmin derinliğinde genç John üzerinden bunu anlıyorsunuz. John, okulun en çalışkan öğrencilerinden. Sürekli ders çalışıyor. Başka kitaplar okuyor. Ama, hemen yakınlarında dolaşan çetelerden ve şiddetten uzak kalamıyor. Hatta bu şiddet, annesini aşağılayan mutsuz ve sarhoş babasına bile yöneliyor. Lisede, orta sınıftan bir gencin arkadaşı olan John, arkadaşının annesi kendisinin nerede oturduğunu söyleyince bu arkadaşlık da sınıfsal farklılıktan pek uzun sürmüyor. Ardından kendini çeteler içinde buluyor John. Dermontunu giyiyor, ezeli rakip aşağı mahallenin gençleriyle ölümüne dövüşler yapılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de pek anlaşılamıyor. İngilizce hayli bozularak konuşulmuş filmde. Danny Boyle’un 1996 yapımı “Trainspotting” ve Ken Loach’un 2002 yapımı “Sweet Sixteen – Afili Delikanlı” filmlerinde de sokak İngilizcesi konuşuluyordu. Bütün bu filmler İskoçya’da geçtiğini de belirtelim. Bir de bu filmde inanılmaz küfürler var. Altyazı bile nokta nokta yazılmış. Ama bu konuşmalar filme gerçeklik katıyor. Filmin gerçeküstü finalindeki aslanlar acaba neyi simgeliyordu? Düşünmek gerek.

Mullan, bu filmi için geçmişinden ilham alsa da, Britanya sinemasında kayıp kuşaklar üzerine çarpıcı ve vurucu filmler var. İngiliz “Özgür Sinema”nın önemli yönetmenlerinden Tony Richardson’ın 1962 yapımı siyah – beyaz “The Loneliness of the Long Distance Runner – Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı”, geleceksiz çocuklar üzerine en önemli filmlerindendi. Geleceksizlik ve yoksulluk üzerine derin bir film olan Ken Loach’un 1969 yapımı “Kes – Kerkenez” filmi de hemen akla geliyor. Elbette Lindsay Anderson’ın 1968 yapımı “If… – Eğer” filmi de eğitim sistemine kamera çeviren filmlerdendi. Britanya sineması, işsizlik, yoksulluk ve geleceksizlik üzerine sahici filmler ortaya koyan bir sinema. Bunda, bu sinemanın köklerinde, genlerinde olan belgeselcilik duygusunun güçlü olması var. Bu sinemaya boşuna tutkun değiliz. Filmin sinemaskop görüntülerine de övgü göndermeli. Alman kameraman Roman Osin, geniş açıyla yansıttığı mekânlarda bile kasvet duygusu yaşatıyor perdede. Hatta dış mekânlarda bile. Bulutlu gökyüzü, serpiştiren yağmur, ıslak sokaklar ve kanlı dövüşler. “Serseriler” filmi, sinemaseverlerce değer verilmeyi hak ediyor.

(Bu yazı 08 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(08 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değildir

Kiracı (The Resident)
Yönetmen: Antti Jokinen
Senaryo: Robert Orr-Antti Jokinen
Müzik: John Ottman
Görüntü: Guillermo Navarro
Oyuncular: Hilary Swank (Juliet), Jeffrey Dean Morgan (Max), Lee Pace (Jack), Christopher Lee (August), Aunjanue Ellis (Sydney)
Yapım: Paramount-Icon-Hammer (2011)

Finli yönetmen Antti Jokinen’in “Kiracı”sı, zaman zaman gerilimi ve korkuyu üst noktaya çıkartan karanlık atmosferli bir film. Hilary Swank’in performansı da muhteşem.

Hastanenin acil servisinde çalışan doktor Juliet Devereau, New York’un Brooklyn bölgesinde kiralık ev ararken, bir mesaj alır ve o adrese gider. Dairenin tamiratını yapan Max’le ve büyükbabası August’la tanışan Juliet, kirası uygun bu daireye hemen taşınıyor. Max, gizemli ve içine kapalı bir insan. Dedesi de gizemli olsa da, sanki gözleriyle bir şeyler anlatmak istiyor. Başlarda her şey öyle iyi gidiyor ki. Max’in ilgisi, mutlu bir iş hayatı ve muhteşem New York. İnsan başka ne isteyebilir ki? Juliet’in bu dünyadaki tek mutsuzluğu, ayrıldığı kocası Jack. Ama, her şey böyle göründüğü gibi mutlu mesut mudur? Elbette, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Juliet, karizmatik Max’le yakınlaştığı anda, yönetmen müzik klipçiliğinden gelme deneyimiyle bu ana kadar olan her şeyi geriye sararak seyirciye gözden kaçırdıklarını gösteriveriyor. Buna sinemada çarpıcı kurgu deniyor.

Çarpıcı iç mekânlar…

1968’de Finlandiya’nın kalabalık şehirlerinden olan Nurmijärvi’de doğan Finli yönetmen Antti Jokinen, televizyon dizileri ve belgeseller çekti çoğunlukla. Celine Dion ve Anastacia’ya müzik klipleri de yaptı. Amerika’da çektiği 2011 yapımı “The Resident – Kiracı”, yönetmenin ilk sinema filmi. Jokinen, apartmanı, özellikle Juliet’in dairesini Max’in zihinsel dışavurumu gibi inşa etmiş. Koridorlar ve duvarların arkası Max’in iç dünyası gibi. Bu filmin estetiği, hem dışavurumcu hem de gerçeküstücü. Juliet’in dairesi ve duvarların arkasındaki kasvetli ışık düzenlemeleri dışavumcu. Ama, pencereden yansıyan ve içeri düşen gölgeler gerçeküstücü. Filmin bazı kurgu denemeleri de gerçeküstücü estetikten besleniyor. Görüntünün hızla geriye sarılması gibi. Filmin Meksikalı kameramanı Guillermo Navarro da önemli. Guillermo del Toro’nun 2006 yapımı “El Laberinto del Fauno – Pan’ın Labirenti” filmindeki iç mekân çalışmaları hemen akla geliyor. Kameraman Navarro’nun, Quentin Tarantino’yla 1997’deki “Jackie Brown”, Shawn Levi’yle 2006’daki “Night at the Museum – Müzede Bir Gece” filmlerindeki iç mekân çalışmaları da hatırlanıyor. Navarro, Tarantino’nun dostu Meksikalı yönetmen Robert Rodriguez’le de birçok defa bir araya geldi bu sinema yolunda. John Ottman’ın da fonda duyulan müzikleri bu filmdeki gerilimi üst noktaya çıkartıyor. Sanki bu müzikler, Max’in zihninden dışarı çıkıyormuş gibi. Yönetmen Jokinen’in bu gerilim – korku filminde hikâyeyi anlatmak gereksiz. Çünkü, merak duygusu ve gerilim azalabilir. Psikopat bir kişiliği olduğu fark edilen Max’in geçmişinden bilinmeyenler de hikâyeye katkıda bulunuyor. Max’in zayıf kişilikli babası annesini öldürmüş. Max, kendindeki bu zayıf kişiliği babasından almış. Max, anti – sosyal bir insan. Kendini, iç dünyası gibi iç mekânlara hapsetmiş. Kadınsız ve de sevgisiz. Hasta büyükbabasına bakıyor. Filmi seyrederken, belki Zebercet aklınıza gelebilir. Ömer Kavur, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” romanını 1986’da etkileyici bir dille perdeye aktarmıştı. Zebercet, bu romanın / filmin özel şahsiyetlerindendi. Kanadalı Ermeni yönetmen Atom Egoyan’ın, İrlandalı yazar William Trevor’dan uyarladığı 1999 yapımı “Felicia’s Journey – Felicia’nın Yolculuğu” filmindeki Bob Hoskins’in canlandırdığı Joe Hilditch de Zebercet gibiydi. Zebercetler evrensel. Bu travmatik ve trajik filmin final bölümünün nefes kesici bir ölüm kalım savaşı olduğunu da belirtmeliyiz. Yönetmenin ortak senaryo yazdığı Robert Orr da, Patrick Tatopoulos’un 2009 yapımı “Underworld: Rise of the Lycans – Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi” filminin senaryo yazarlığıyla hatırlanıyor. Apartmandaki tüm iç mekânlar, New Mexico’daki film stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Ama, New York görüntüleri sahici.

(08 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Tom Hanks’ten Umutlu Film

Larry Crowne
Yönetmen: Tom Hanks
Senaryo: Nia Vardalos-Tom Hanks
Müzik: James Newton Howard
Görüntü: Philippe Rousselot
Oyuncular: Tom Hanks (Larry), Julia Roberts (Mercedes), Bryan Cranston (Dean), Gugu Mbatha-Raw (Talia), Pam Grier (Frances), Wilmer Valderrama (Dell), George Takei (Dr. Matsutani), Cedric the Entertainer (Lamar), Taraji P. Henson (B’Ella)
Yapım: Universal-Vendôme (2011)

İki defa Akademi’den oyuncu dalında Oscar kazanan Tom Hanks, “Larry Crowne” filminde ekonomik bunalımdaki Amerika’ya umut ve neşe veriyor.

Tom Hanks, 2011 yapımı “Larry Crowne” filmiyle ikinci yönetmenliğini yaşıyor. Larry Crowne, çalıştığı süpermarketin en çalışkan elemanlarından biri. Çalıştığı yer onu, çalışkan olmasına rağmen gerçeklerle yüzleştiriyor. Lise mezunu olan Larry, iş yerinin kurallarına göre üniversite mezunu olmayanlar terfi edemiyor. Terfi edemeyenlerin de bu iş yerinde şansı yok elbette. Ayrıldığı eşiyle ortak aldıkları evin tapusunu üzerine alabilmek için bankaya “mortgage”, yani konut kredisi olarak yüklüce borçlanmış. Ekonomik buhran geçiren Amerika’da iş arayan ama bulamayan Larry, üniversitede konuşma ve ekonomi dersleri almaya da başlıyor. Lik önce, çok benzin yakan arabasını garaja çekip eski eşya satan komşusu Lamar’dan motoscooter satın alıyor. Bu scooter hayatına renk de katıyor Larry’nin. Yeni insanlarla tanışıyor ve sıradan hayatı anlamlaşıyor. Üniversitede ilk önce Talia’yla dost oluyor. Neşeli ve aşk dolu Talia, onu scooter tutkunu çevresiyle tanıştırıyor. Hikâyenin diğer tarafındaysa profesör Mercedes Tainot var. Mercedes, şimdi işsiz Dean’la evli. Larry, Mercedes’in sınıfından ders alıyor. Mercedes, Dean’la mutsuz. İş arayan Dean, internette erotik kadın fotoğraflarıyla avunuyor. Dean, bir gece arabada Mercedes’e büyük göğüslü kadınlardan hoşlandığını itiraf ettiğinde bardaktaki su taşıyor ve birbirlerinden kopuyorlar. Mercedes, Dean’ın eşyalarını kapının önüne yığıyor. Sonra da Larry’yi fark ediyor ve yavaşça aralarında aşkın ateşi de yanmaya başlıyor.

Ekonomik sıkıntı hissediliyor…

Los Angeles’a bağlı Altadena’da geçen filmde, Larry üzerinden Amerika’daki ekonomik sıkıntılar da hissediliyor. Bununla beraber, bankaların toplumu aldattığına dair şüpheler de alttan alta filmde duyuluyor. Film, bu depresyona rağmen, neşesini ve umudunu seyirciye göndermeyi başarıyor. Filmde, özellikle ekonomi dersleri çok eğlenceli yansıtmış yönetmen Hanks. Dr. Matsutani’nin ders verme biçimi ve Larry’yle iletişimi çok keyifli. Mercedes’in dersleri de zaman zaman bu filme neşe katıyor. Öncelikle Larry’nin sınıfta anlattığı geçmişine dair hikâyeyle. Larry, donanmada yirmi yıl aşçılık yapmış ve dünyayı doyasıya dolaşmış. Evlenmiş. Eşiyle ortak ev almışlar. Çocuklarının olmasını hayal etmişler. Yıllarca denizlerde dolaşan Larry, belki de karanın ve evliliğin kurallarına uyum sağlayamamış hemen. Çalışkan ve girişken Larry, hayatının aşkına üniversitede ulaşıyor. Bu filme Talia, Lamar ve Steve karakterleri de zenginlik katmış. Birazcık, Julia Roberts’ın performansı düşükmüş gibi görünse de bir andan sonra toparlıyor. Filmdeki esprilerin iyi olduğunu belirtmeliyiz. Hanks, filminde Hollywood’un klâsik anlatımının dışına çıkmadan güvenli sularda dolaşmış. Filmin sıcak atmosferi, daha çok 1930’lardaki ve 1940’lardaki Frank Capra (1897 – 1991) filmlerinin ruhunun kıyılarında dolaşıyor yer yer. Belki de bundaki en önemli taraf, ekonomik durum. 1930’larda ekonomik buhran, 1940’larda savaş vardı. Amerikan toplumununa umut verilmeliydi. Capra, Amerikalılara ve “Amerikan rüya”sına hep inandı. Aktör – yönetmen Hanks, tıpkı Capra gibi Amerika’da politik olarak Demokratlar’ın çizgisine yakın bir sanatçı. Hanks, bu filmindeki umutla Obama’ya da desteğini sunuyor. Sinemaskop çekilmiş bu filmin öndeki ve sondaki jeneriklerindeki görsellik de seyirlik. Filmin kameramanı da dış mekân ustası Philippe Rousselot. 1956 doğumlu Hanks, Jonathan Demme’nin 1993 yapımı “Philadelphia” ve Robert Zemeckis’in 1994 yapımı “Forrest Gump” filmleriyle üst üste iki defa “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı.

(08 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Yeni Sezonda Türk Sineması Bize Neler Sunacak

Karpuz kabuğu denize düştü Türk sineması motor dedi

2008 yılında sadece 51 film gösterime çıkarken, 2009 yılı ekonomik krizine rağmen 70 film gösterime çıkmayı başarmıştı. 2010 yılında ise 66 yerli filmi 22 milyon kişi izleyerek sektörü ayakta tutmuştu. 1 Ocak tarihinden bu yana 41 film gösterime çıktı ve 13 milyon bilet satıldı bile. Bu sayının yıl sonuna dek 70 filmi bulması bekleniyor.

Bu yıl Çanakkale filmleri ile tarih göze çarpıyor

Sinan Çetin’in 2 yıldır üzerinde çalıştığı ve bu yıl gösterime sokmayı plânladığı Çanakkale Ruhu filminde Halûk Bilginer, Oktay Kaynarca, Wilma Elles’in yanı sıra Cemo Çetin rol alacak. Sinan Çetin’i bilenler bu filmin de aykırı bir film olacağını ve ezber bozacağını tahmin etmekte zorlanmayacaklar. Bir diğer Çanakkale filmi ise Mahsun Kırmızıgül’ün uzun süredir üzerinde çalıştığı iddia edilen ama Boyut Film’in şiddetle reddettiği proje. Bekleyip göreceğiz. Ancak Çanakkale İçinde adlı film ise şu sıralarda harıl harıl hazırlıkları yapılmakta olan projelerden biri. Serdar Akar’ın yöneteceği bu filmin oyuncu kadrosunda 1.000 figüran kullanılacak, Çanakkale’de çekilecek. Er Ryan’ı Kurtarmak filmi efektlerini yapan Mark Meddings, bu filminde özel efektörü. Erdal Beşikçioğlu, Yetkin Dikinciler ise filmin ana oyuncuları. 16 Mart 2012 gösterim tarihi plânlandı. Film, gerçeği yansıtsın istendiğinden Anzakları ise Avustralyalı veya Yeni Zelandalı oyuncular oynayacak. Film bütçesi için şimdilik gizli tutuluyor. Ağustos’ta motor denecek.

Fetih 1453 geliyor

Haberlere göre 20 milyon $ bütçeye çıkan filmin gösterim tarihi 2012 Şubat ya da Mart ayı olacağı sanılıyor. İbrahim Çelikkol, Ozan Çobanoğlu, Dilek Serbest, Recep Aktuğ gibi oyuncular ile çok geniş bir kadro filmde rol alacak. Fatih Sultan Mehmet’in, çocukluğundan fetihlerine kadar süreci kapsayacak ve 3 boyutlu animasyonlarında bolca olduğu belki de yılın en flâş yapımı.

Kara Murat: Mora’nın Ateşi

Şu sıralarda internette teaser’ı dönen ve izlediğinizde kesinlikle Türk işi diyemeyeceğiz bir çalışma. Trabzon’da çekimleri yapılan, 2 Aralık’ta gösterimi plânlanan filmin yönetmeni Chris Roche ve oyuncu olarak karşımıza Nefise Karatay, Bahadır Sarı, Tatiana Marinescu, Hakan Ural, Kerem Alışık, İlker İnanoğlu, Suna Selen gibi kalabalık bir kadro çıkıyor.

Diğer yüksek bütçeli filmler

Yerli Top Gun ya da Anadolu Kartalları

Ömer Vargı’nın yönettiği ve Engin Altan Düzyatan, Çağatay Ulusoy, Ekin Türkmen, Özge Özpirinçci, Hande Subaşı’nın başlıca rollerde yer aldığı film, Hava Kuvvetlerimizin 100. yılı nedeniyle ve yine Hava Kuvvetleri desteği ile çekiliyor. Şu anda sette olan film biter bitmez 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı sırasında gösterime girecek.

Ay Büyürken Uyuyamam

Necati Cumalı’nın bu ölümsüz eseri için 18 yıl sonra kamera arkasına geçmeye hazırlanan Şerif Gören, filmin çekimlerine Ayvalık’ta başlıyor. Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Fırat Tanış, Necip Memili, Ali Düşenkalkar. Bildiğiniz gibi 26 hikâyeden oluşan bu eserde Anadolu insanlarının aşkları, cinselliği, sapkınlıkları, bunalımları olabildiğince cesur anlatılmakta.

12 Eylül dönemine ait 2 film var. Ayhan Hanım ve Bu Son Olsun!

Nefes: Vatan Sağolsun filmi yönetmeni Levent Semerci, bu kez 1977 kanlı 1 Mayıs Taksim meydanından 12 Eylül’e ve oradan da 1990’lara uzanan bir hikaye ile karşımızda. Politik bir göz yerine 10 yaşındaki küçük oğlu ve bir anne gözüyle, yani Ayhan Hanım’ın gözü ile anlatılan filmde Vahide Gördüm, Ayhan Hanım rolünde yer alıyor. Selçuk Yöntem filmin diğer oyuncusu. Eskişehir’de Taksim meydanının birebir inşasının yapıldığı ve döneme ait tüm mekânların bu şehirdeki stüdyolarda çekileceği bildiriliyor. Taksim meydanı sahneleri önünüzdeki aylarda 3.000 kişi ile çekilecek.

Bakanlık desteği alan ve yardımcı yönetmenlik yapan Orçun Benli, Bu Son Olsun adlı kara – komedi ile motor diyecek. Sokakta yaşayan 5 arkadaşın, 12 Eylül darbesi ve sokağa çıkma yasağı ilân edilmesi ile traji – komik durumunu izletecek. Oyuncu görüşmeleri halen sürmekte olan ama Engin Altan Düzyatan, Fırat Kaya, Volga Sorgu, Serdar Orçin, Sevinç Erbulak, Ufuk Bayraktar, Mustafa Uzunyılmaz kesinleşen isimler arasında. Projenin 12 Eylül’de motor demesi, filmin içeriğine bir gönderme olarak seçildiği özellikle vurgulanmalı. 2012 başında gösterime girmesi bekleniyor.

Bağ Bozumu

Yılmaz Erdoğan’ın 2009 yılından bu yana karşımıza çıkan projesi. Belçim Erdoğan dışında henüz netlik kazanmayan bu proje 2011 yılında da çekilmeyecek gibi görünüyor.

Behzat Ç: Son Hafriyat

Serdar Akar’ın yönettiği bu sezon 2. film. Çekimleri bitmek üzere olan filmin oyuncu kadrosunda bulunan Cansu Dere, bir ara dizi müdavimlerince istenmese de kadroda yer aldığı kesin. Dizi kadrosu firesiz beyazperdede olacak. Film, Ekim ayında sinemalarda olacak.

Dedemin İnsanları

Çağan Irmak, şüphesiz “marka” yönetmenlerimizden biri ve her projesi heyecan yaratanlardan. Bu kez son 2 projesinin aksine daha geniş mekânlarda daha yüksek bütçeli ve daha “bizden” bir proje ile karşımıza çıkıyor. Dedemin İnsanları, büyük değişimin (mübadele) hikâyesini, topraklarından koparılan insanların yaşadığı kültür şoku, dışlanmışlık ve buna ait sorunları beyazperdeye aktarıyor. Film, Kasım ayında vizyona girmeye hazırlanıyor. Çetin Tekindor, Zafer Algöz, Hümeyra, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Mert Fırat, Ezgi Mola filmin oyuncuları.

Bir Zamanlar Anadolu’da

Cannes Film Festivali’ne her katılımında mutlaka bir ödül alma geleneğini Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile de sürdüren Nur Bilge Ceylan, kamerasını küçük kasabalara ya da gözden uzak insanların küçük dünyalarına çevirme geleneğini de sürdürüyor. Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan filmin başrollerinde. Filmin neredeyse yurtdışı haklarının daha proje aşamasında onlarca ülkeye satıldığını özellikle belirtelim. Ama Türkiye vizyon tarihinin hâlâ belirsiz olduğunu da yine özellikle vurgulayalım.

Labirent

Önce belgeseller ile sonra da uzun metraj filmleri ile sinema adamlığını kanıtlamış olan Tolga Örnek, Kaybedenler Kulübü’nün daha dumanı tüterken yeni projesine başladı bile. 5 Temmuz’da motor diyeceği ve İstanbul – Mardin – Frankfurt üçgeninde 8 haftada çekeceği aksiyon – gerilim türü film, Aralık içinde gösterimde olacak. (Yönetmen Örnek, henüz tam kesinleşmediği için kadroda yer alacak isimleri açıklamaktan kaçındı)

Entelköy

Dondurmam Gaymak’ın mütevazi bütçesi ile büyük işler yapan Yüksel Aksu, Entelköy ile benzer bir başarıya imza atmak için Muğla’da film çekimlerini sürdürüyor. Günümüz nükleer ve termik santralı engelleme çabalarının mizahi bakışı olan filmde Şahin Irmak, Ayşe Bosse, Emin Gürsoy, Recep Yener yer alıyor.

Karadedeler Olayı

1989 yılında Karadedeler köyünde parçalanarak öldürülmüş 7 kişi ve bunu araştıran gazetecinin de ortadan kaybolması üzerine yapılan Türkiye’nin Blair Cadısı projesi. Film, Kütahya yakınlarında bir köyde çekiliyor.

Devam Filmleri

Bundan 4 yıl önce izlediğimiz Musallat filmi devamı Musallat 2, Kasım da vizyona girmeye hazırlanıyor.

Recep İvedik 4

2008, 2009 ve 2010 Şubat aylarında peş peşe 3 film ile gişe rakamlarında sıralamaları değiştiren Recep İvedik karakteri, 2011 yılını boş geçmişti ama 2012 Şubat ayı için şimdiden hazırlıkların yapıldığı gelen duyumlar arasında. Ancak Aksoy Film “Ne yazılmış bir senaryo ne de proje için bir hazırlık var” diyor. Bekleyip göreceğiz.

Romantik Komedi 2

Listelerde kimin ve ne zaman dağıtacağı belirtilmesine karşın Boyut Film’in “hiçbir şekilde” gündeminde olmadığını söylediği film.

Ve Diğerleri…

Uzak filmindeki performansı ile tanıdığımız Muzaffer Özdemir, 2 yıldır bitirmeye çalıştığı Yurtsuz adlı projesini bu yıl gösterime sokmayı plânlıyor. Selda Çiçek’in yöneteceği ve Cansel Elçin, Halil Kumava ve Derya Durmaz’ın oynadığı Yabancı, Atıl İnanç’ın yöneteceği ve Şafak Sezer, Aydemir Akbaş, Ali Sürmeli’nin oynayacağı Uçak, şu anda çekilmekte olan ve Adem Kılıç’ın yönettiği Te-Mell: Sümela’nın Şifresi, Uğur Yağcıoğlu’nun yönettiği Papaz Kimde?, Caner Erzincan’ın yönettiği Mar, Reis Çelik’in yönettiği ve 14 yaşında yaşlı bir adam ile evlendirilen 14 yaşındaki kızın hikâyesi Lal Gece, Ali Aydın’ın yöneteceği Küf, Oktay Kaynarca, Ksenia Sobchak’ın oynadığı ve Ulaş Ak’ın yöneteceği Kardeşlik, Çiğdem Vitrinel’in Kalbim Bir Taş Parçası, Erdoğan Kar’ın Kadife, Fethi Erdoğan’ın Çeto: Onlar Bir Zamanlar Çocuktu, Yasemin Samdareli’nin Almanya, Nezih Ünen’in yöneteceği ve Tan Sağtürk, Fadik Sevim Atasoy, Özlem Tekin’in oynayacağı Mavi Pansiyon, İsmail Güneş’in töre cinayetini ve feodal gelenekleri işlediği ve üçlemenin son filmi Ateşin Düştüğü Yer, yeni dönem filmlerden…

Dedikodular

Mustafa Sandal, dedesi üzerine bir film hazırlığında. Boyut Film – Mahsun Kırmızıgül’ün yöneteceği film için görüşmeler yapılıyor… muş.

Hemşo, Eve Dönüş filmleri ile Geniş Aile dizisinin yönetmeni Ömer Uğur, yazdığı Firar adındaki senaryoyu filme çekmekten bu yılda vazgeç… miş.

Herkesin beğenisini kazanan Aşk Tesadüfleri Sever filmi yönetmeni Ömer Faruk Sorak, bu yılı boş geçecek… miş.

Osman Sınav, Yalnız Kurt, Sureti Aşk ve Kanadı Kırık Kuşlar projelerini hayata geçirmek için görüşmeler yapıyor… muş.

Tomris Giritlioğlu, tedavisi biter bitmez Madımak adlı projeyi çekmeyi plânlıyor… muş. (Umarım bir an önce iyileşir ve bizi filmsiz bırakmaz.)

(06 Temmuz 2011)

Nizam Eren

Kiracı ile Yeniden HAMMER (www.hammerfilms.com)!

Korku Sineması’nda Hollywood için Universal Stüdyosu’nun önemi ve değeri ne ise, İngiltere için Hammer Film odur! İlk yapımını (The Public Life of Henry the Ninth) 1934 yılında gerçekleştiren şirket, özellikle savaş sonrası elli ve altmışlı yıllarda, türün temel öykülerini / kahramanlarını, -doğdukları yer olan Avrupa’ya özgü bakış açıları- yorumlar ve bazıları kült olacak filmlerle ‘ölümsüzlüklerine kavuşturmuştur’. Hammer, kıtanın, sinemadaki korku ikonudur; sinefiller için bir hazinedir.

Şimdi… 1980’lerden bu yana sinema filmi üretimini durdurmuş HAMMER, bir dizi operasyon sonrası yeniden yapılanıp faaliyete geçmiş bulunuyor. Karşımızdaki ilk korku – gerilimi de, “Kiracı – The Resident”… Fin yönetmen Antti Jokinen, New York Brooklyn’deki eski apartmanlardan birindeki büyük daireyi kiralayan genç kadın cerrahla, ona sahip olmaya odaklanmış, saplantılı, kıskanç, tehlikeli ev sahibi adam arasındaki yüksek gerilimi, Pan’ın Labirenti ile Oscar kazanan görüntü yönetmeni Guillermo Navarro’nun müthiş atmosfer yaratan gölgeleri içinde anlatmakta.

“Kiracı”, bir ‘eski model’ film duygusu oluştururken, ‘mücevher gibi’ bir HAMMER oyuncusuna da yer veriyor: 1922 doğumlu, sinemanın ‘en yakışıklı vampiri’ Christopher Lee!

Önerim, www.hammerfilms.com’u ziyaret etmeniz: Şirketin tarihine ve yıl yıl tüm filmlerine, kitaplarına, soundtrack listesine bir yolculuk yaparken yeni yapımlarını – projelerini öğrenip alışveriş yapabileceğiniz, tam bir sinefil sitesi.

(07 Temmuz 2011)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Kar Beyaz

Bir şair şiirini okumuş, “Bu şiir ne demek istiyor” diye sormuşlar; şair şiirini tekrar okumuş “Bunu demek istiyor” demiş. Bazı filmler anlatılmaz; aslında filmler anlatılmaz, çünkü sinema (da) bir anlatım tarzıdır. Kar Beyaz da böyle filmlerden ancak seyredenler üzerine konuşabilir, beğenir veya beğenmez, ben beğenenlerdenim. Ama baştan söyleyeyim fragmanını görünce, “Tamam filmi görmeye niyetlendim” ama beğenmedim ama fragmanda bir filmi “hakkı ile tanımlamaz.”

Sabahattin Ali, hikâyemizin temel taşlarından birisi ve sinemacılarımızın pek rağbet etmediği bir hikâyeci. Ama bu her iki taraf içinde bir sorun teşkil etmemeli. Ali’nin “Ayran” adlı hikâyesini Selim Güneş, Kar Beyaz adı ile sinemaya uyarlamış (mı!), yoksa “Ayran” hikâyesini alarak Kar Beyaz adı ile bir şiir mi çekmiş. “Çekmiş” diyorum, “yazmış” demiyorum.

Sinemada şiirsellik, farklı ülkelerde, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde denenmiştir. Başarılı olanı da vardır, olmayanı da… (ozansı gerçekcilik…) ama sinemada şiirselliği tartışacak değilim. O başka bir şey. Güneş, sinemamızda -bilebildiğim, izleyebildiğim kadarı ile- hiç denenmemiş bir şeyi yapmış, sinemada kamera yolu ile -tabiki kurgu da dahil buna- şiir yazmış.

Evinden karlara bata çıka minibüslerin geçtiği yer, “kış günü – her halde soğukta” ayran taşıyan bir çocuk, bu minibüs istasyonunun farklı insanları, pencerelerde çocuğu bekleyen bir kadın, geriye dönüşler, hapsedilmiş / kıstırılmış insan, yeni atanmış bir memur… karlar, ağaçlar… olay olmuş, olmamış, (olaylar oluyor) ve karlar arasında koşan, koşan, koşan bir beyaz at… (ama lekeli beyaz…) Fellini’nin Amarcord filminin bir sahnesinde sisler arasından bir inek (inekti değil mi?) çıkıyordu, kaç saniye sürüyordu bilmiyorum ama her seyreden ineğin farkına varıyordu ve nedenini çözmeye çalışıyordu… Ben yoktum, duydum, Güneş’e “atın nedenini” sormuşlar, (sahi bir nedeni olması gerekir mi?)… Hani denir ki, (nerede ise bir edebiyat kuramı!) “bir öyküde tabancadan söz edildi mi, sonunda mutlaka patlamalıdır.” Bu koşulu hiç bir zaman benimsememişimdir. Edebiyat için öne sürülen bu kuramı sinemada kabûl etmek filmleri belirli bir yerden sonra içinden çıkılamayacak hale getirecektir. Beyaz at -bir fasit daire içinde- koşup duracak ve kahramanlardan çocuk ve biz (seyirciler) onu seyredeceğiz. Çocuğu arayan kadın çaresiz adını bağıracak… Şiirlerde de yeri gelir çok yukarılarda yer alan bir dize (mısra) tekrar edilir, bazen bir kaç defa. Karlarla kaplı dağlar, bulutlar, çiğnenmiş, çiğnenmemiş karların örttüğü yollar, ulaşılamayacak varış noktaları, gelmeyen (getirilmeyen / verilmeyen) mektuplar, bozduramadığı parasını geri isteyen yabancılar…

“Ayran”ı yıllar önce okumuş olmalıyım, tekrar okumak istedim ve istiyorum da ama bunun Kar Beyaz ile âlâkası yok. Kar Beyaz’a (film) şiir dedim ama bu filmi şiirleştirmek, şiir olarak yazmak gibi bir girişimim (hiç) olmayacak… Yıllar önce Yavuz Turgul senaryolarından sonra ilk filmini çekeceği zaman senaryo olarakta yazdığı Fahriye Abla şiirini çekmişti ama Fahriye Abla filmi hiçbir zaman bir şiir olmadı ama Kar Beyaz bana göre -tekrar ediyorum- sinema olarak çekilmiş / yazılmış bir şiir, “Ayran”dan bağımsız olarak.

Güneş’i bekleyen tehlike, yapacağı ikinci filmdir. Ondan iyi film beklemek hepimizin hakkı ama hiç birimiz bir Kar Beyaz beklemeyelim.

(05 Temmuz 2011)

Orhan Ünser

Tykwer’den Mahremiyeti Yıkan Film

3 – Üç (Drei)
Yönetmen-Senaryo: Tom Tykwer
Görüntü: Frank Griebe
Oyuncular: Sophie Rois (Hanna), Sebastian Schipper (Simon), David Striesow (Adam)
Yapım: X Filme-ARD-Arte (2010)

Sinemada, aksiyon ve gerilim filmleriyle tanınan Alman yönetmen Tom Tykwer, seyirciyi şaşkınlığa uğratarak biseksüel ilişkilere kamera çeviriyor.

Yirmi yıldır beraber yaşayan doktor Hanna’yla heykeltıraşlara destek veren galeride çalışan Simon’un mutsuz hayatı, bilmeden aynı insanla ilişkiye girerek birdenbire seks dolu bir mecareya dönüşüyor. Simon, siyah-beyaz düşler görürüyor hep. Berlin’de, heyecansız hayatında sığındığı bir yer oluyor o düşler. Pankreas kanseri annesi de ölüyor. Kendisi de testislerinden birini aldırmak zorunda kalıyor. Kendisine bakan hemşirenin geçmişteki sevgilisi olduğunu fark ediyor Simon. Hemşire, Simon’dan olan bebeği aldırmış vakti zamanında. Öte taraftaki Hanna, Simon’un hastaneye yattığını bilmeden tiyatro kapısında Simon’u beklerken hayatına girecek doktor Adam’la tanışıyor. Aralarında birdenbire cinsel çekim başlıyor ve fırsatını buldukça Adam’ın evinde yatıyorlar. Yönetmen nedense, Simon’la Hanna’nın sevişmelerini pek göstermemiş. Adam’ın yolu Simon’la da kesişiyor sıcak havuzda. Cinsel çekim başlıyor ve birbirinden habersiz bu üç insan beraber oluyorlar. Heteroseksüel ve biseksüel sevişmeler, mahremiyet duvarları yıkılarak perdeden yansıyor. Adam da evli. Karısından ayrı ve arada bir gördüğü oğlu da var.

Postmodern zamanlarda…

İyi bir müzisyen de olan 1965 Wuppertal doğumlu Alman yönetmen Tom Tykwer, 1998 yapımı nefes kesici “Lola Rennt – Koş Lola Koş” filmiyle tanındı. 2002 yapımı “Heaven – Cennet” filmini, büyük usta Krzysztof Kieslowski ve Krzysztof Piesiewicz’in ortak senaryosundan çekmişti Tykwer. Kieslowski usta, 1996’da erken ölümü olmasaydı, Dante’nin “İlâhi Komedya”sından “Cennet”, “Araf” ve “Cehennem”i üçleme olarak sinemaya uyarlayacaktı. Üçlemenin diğer filmi “L’Enfer – Cehennem”i, 2001 yapımı “No Man’s Land – Tarafsız Bölge” filmiyle bilinen Bosnalı yönetmen Danis Tanoviç tarafından yönetilmişti. Tykwer, 2006’da Patrick Süskind’in “Das Parfum – Koku” romanından “Perfume: The Story of a Murderer – Koku: Bir Katilin Hikayesi” filminden sonra, tam bir aksiyon olan ve final bölümü İstanbul’da geçen 2009 yapımı “The International – Uluslararası” filmini çekti. 2010 yapımı “Drei / 3 – Üç filmi, görebildiğimiz hiçbir filmine benzemiyor ve eşcinsel sevişmelerine bakabilmek gerçekten zorlu bir macera. Yakın zamanlarda, eşcinsel ilişkilerde mahremiyete sırtını dönen filmler oldu. İngiliz ressam – yönetmen Peter Greenaway’in 1996 yapımı “The Pillow Book – Tual Bedenler”, Wong Kar Wai’nin Tykwer’in filmiyle yarışan eşcinsel sevişmeleri ayrıntılı gösteren 1997 yapımı “Chun Gwon Cha Sit – Mutlu Beraberlik”, Pedro Almodovar’ın 2004 yapımı “La Mala Educacion – Kötü Eğitim”, seyircileri bir hayli sarsıyordu. William Friedkin’in 1980 yapımı “Cruising – Devriye” filminde eşcinselliğin simgelerle yüklü bir şey olduğunu da öğrenmiştik. Kesinlikle insanların cinsel tercihlerine eleştiri getirilmemeli. İnsanlar özgürdür. Ama, bazı şeyler böyle açıkça olduğunda insan ne yapacağını şaşırıyor. Belki de böyle filmleri 18 yaşından küçükler görmemeli. Postmodern zamanlar hayatı kaosa döndürüyor işte. Bu filmden geriye kalan en güzel şey, Berlin ve Londra görüntüleri. Filmin görsel anlamda çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Berlin’deki gece çekimleri estetik anlamda filme zenginlik katmış. Öncelikle yağan yağmurlarla. Simon’un düşleri de siyah-beyaz yansımış. Bir de, geçmişte klâsik sinemada çoğu zaman olan perdede görüntülerin bölünmesi tekniği Tykwer’in bu filminde de sıkça kullanılmış. Aynalar koridoru gibi, kişiliklerin bölünmesini simgeliyor sanki bu.

(01 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

Dünyanın En Lânetli Adamı

Aşka Şans Ver (La Chance de Ma Vie)
Yönetmen: Nicolas Cuche
Senaryo: Luc Bossi-Laurent Turner
Müzik: Christophe Lapinta
Görüntü: José Gerel
Oyuncular: Virginie Efira (Joanna), François-Xavier Demaison (Julien), Raphaël Personnaz (Martin), Thomas N’Gijol (Vincent), Yves Jacques (Maxim), Elie Semoun (Philippe), Marie-Christine Adam (Dominique), Francis Perrin (François)
Yapım: Fidélité Films-TF 1 Films (2010)

Fransız yönetmen Nicolas Cuche’ün ikinci uzun filmi “Aşka Şans Ver”, başkalarının ilişkilerini düzelten, ama beraber olduğu kadınlara kötü şans getiren Julien’in hikâyesi. Film insanı gülmekten kırıp geçiriyor.

Daha çok televizyon dizileri çeken Fransız yönetmen Nicolas Cuche, ilk filmi “Jojo la Frite – Jojo’nun Yeri”ni 2002’de çekmişti. Orijinal anlamı “Hayatımın Şansı” olan 2010 yapımı “La Chance de Ma Vie – Aşka Şans Ver”, yönetmenin ikinci sinema filmi. Yönetmen Cuche, Fransız sinemasındaki komedi filmlerinde kendine sağlam bir yer edinmeye başladı. Yönetmenin televizyon için çektiği dizi filmleri de keşfetmek gerek, ama nasıl? Bu dizilerin görselliği gerçekten çarpıcı ve insanı sinema filminin içine çekiyor sanki.

Kendi hayatı berbat…

Julien Monier, evlilik danışmanı. O, kadın ve erkek arasındaki sorunları çözüyor, onlara mutluluk sunuyor. Kilisedeki nikâhta, ayrılma noktasına gelen çifti barıştırıp, adeta yeniden birbirine aşık eden Julien, kendi hayatına girmiş kadınlarla durumunu düzeltemiyor. Sorun kendisinde tabii ki. Film, kilisedeki nikâha gelmeden, kendini rahiplerle dolu bir manastıra kapatmış Julien’i buluyor önce. Üzerindeki lânetten ve uğursuzluktan boğulan, artık beraber olduğu kadınların başına fazla felâket getirmeden bu dünyanın nimetlerine sırtını dönerek manastırda inzivaya çekilmiş Julien. Elbette buraya gelene kadar yaşanmış bazı şeyler de var. Kilisedeki nikâhta, kavga eden gelinle damadı barıştırdıktan sonra hayatının kadını Joanna Sorini’ye gözleri takılıveriyor. Böyle güzel bir kadının kendinden çok uzakta olduğunu düşünmeye başlayan Julien, tıpkı filmlerdeki gibi onunla iletişim kurabiliyor. Bir zaman sonra Joanna’nın evli olduğunu da öğreniyor. Üstelik Joanna’nın evliliğindeki sorunları çözme işi de yeni işi oluyor. Ama, aşk hiç tahmin edilemeyen, ne zaman ve nerede ne olacağını bilemediğiniz bir şey. Bütün plânların ötesinde bir şey. Ateş bacayı sarıyor, Julien’le Joanna kendilerini yatakta buluveriyorlar. Bu bir gecelik bir “sonsöz” mü, yoksa sonsuza kadar sürecek bir aşkın “önsöz”ü mü? Bu sorulara cevap aranırken, aradaki her şey seyirci için tadından yenmez mükellef bir seyirliğe dönüşüyor. Bir an kendinizi Blake Edwards filmlerinin içindeymiş gibi sanıyorsunuz. Filmde bolca Edwards tadı veren “burlesk”, bir komedi filmi kuşatıyor ve seyirci de ipinden boşalmış gibi kahkahalara boğuluyor. Bazı belden aşağı esprilerin de zarif olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü buralarda kadınlar kahkakahayı patlatıyorlar. Asansörde Joanna’nın halleri, Joanna’yla Julien’in babası François’nın köpeğinin arasında geçen tüm sahneler, Joanna’nın elektrikli araba tasarımını Güney Koreli yatırımcıya sunarken, yanlış çantadan çıkardığı “vibratör”, Uzakdoğulu taksi şoförünün Paris’te adres araması gibi birçok şey seyirciyi gülmekten midesine kramp indiriyor. Son yıllarda hiçbir filmde bu kadar gülmemiştik.

Filmin muhteşem oyuncularından 1977’de Brüksel’de doğmuş Virginie Efira, Joanna karakterine güzelliğini de katmış. 2005 yılından bu yana sinema ve televizyon dünyasında bulunan oyuncu, Fransız ve Belçika’da sinema filmlerine yüzünü armağan ediyor. Bizler onu daha yeni keşfediyoruz. Filmin diğer lokomotifi 1973 doğumlu Fransız oyuncu François-Xavier Demaison. 2005’te filmlerde görünmeye başlayan bu oyuncu, Cécile Telerman’ın 2005 yapımı “Tout Pour Plaire – Eyvah Yaş Otuz Beş” filminde emlâkçıyı canlandırmıştı. Valérie Guignabodet’nin 2009 yapımı “Divorces – Boşanmalar” filmiyle de ilk başrolüne ulaştmıştı. Filmden yansıyan Paris ve Brüksel fotoğrafları da güzel.

(01 Temmuz 2011)

Ali Erden

[email protected]

İspanyol Sinemasından Depresif Gerilim

Julia’nın Gözleri (Los Ojos de Julia)
Yönetmen: Guillem Morales
Senaryo: Oriol Paula-Guillem Morales
Müzik: Fernando Velázquez
Görüntü: Óscar Faura
Oyuncular: Belén Rueda (Julia/Sara), Lluis Homar (Isaac), Pablo Dergui (Angel), Francesc Orella (Müfettiş Dimas), Joan Dalmau (Créspulo), Boris Ruiz (Blasco), Julia Gutiérrez Caba (Bayan Soledad), Andrea Hermosa (Lia), Daniel Grau (Dr. Román)
Yapım: Universal-Antena 3-Mesfilms (2010)

Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun sunduğu “Julia’nın Gözleri”, toplumda görünmez ve silik bir katilin yanlızlığıyla katili arayan Julia’nın nefes kesen gerilimi.

Gözleri görmeyen Sara, teypten duyulan hiç sevmediği Dusty Springfield’in “The Look of Love” şarkısıyla tedirginlik içinde bilmediği bir şeyden kaçarak evin bodrum katına sığınıyor. Tavanda asılı ipi boğazına geçiriyor. Fotoğraf makinesinin flâşı ortalığı aydınlatırken bir ayak sandalyeye dokunuyor ve Sara ölüyor. Gökbilimci ikiz kız kardeşi Julia da, başka bir mekânda boynunda sarılı eşarpla boğulur gibi oluyor o anda. Ardından Julia, psikolog kocasıyla Sara’nın evine geliyor ve Sara’nın cesediyle karşılaşıyorlar. Bundan sonra film, seyirciyi tam bir gizemin içine çekerek merak duygusunu sonuna kadar taşıyan bir gerilim yapıtına dönüşüyor. Bazı anlarda seyircinin gerçekten nefesi kesiliyor. İyi yazılmış senaryo, iyi oyunculuklar ve fonda duyulan gerilime destek veren Fernando Velázquez’in müzikleri, 1975 Barcelona doğumlu yönetmen Guillem Morales’in 2010 yapımı “Los Ojos de Julia – Julia’nın Gözleri” filmine çok şey katıyor.

Finali nefes kesiyor…

Julia, kız kardeşinin intihar ettiğine inanmıyor ve kız kardeşi gibi depresif bir çıkmazın içine düşüyor. Küçük ipuçlarıyla bilmediği katilin peşinde dolaşan Julia, bir andan sonra katille yan yana geliyor. Önce kız kardeşinin komşularıyla tanışıyor Julia. Sara gibi kör olan Bayan Soledad’la iletişim kuruyor. Bayan Soledad’ı önce kocası, sonra da oğlu Angel terk etmiş. Yalnız bir yaşlı kadın o. Kız kardeşinin cenazesinde de Bay Blasco ve kızı Lia’nın varlığını öğreniyor Julia. Hikâyenin derinliğinde de bu komşulardan şüphelenmeye başlıyor. Lia, trajedisini yaşamadan önce, Julia’yı gerçekliğe biraz daha yaklaştırıyor final bölümünde. Julia, körlerin gittiği Baumann Merkezi’nde rastlantıyla kız kardeşinin sevgilisi olduğunu öğreniyor. Sonra, elinde flâşlı fotoğraf makinesi olan katil onu merkezde buluyor. Katilin peşine takılan Julia’nın gözleri de kararmaya başlıyor yavaşça. Portekiz sınırındaki otelde kız kardeşinin sevgilisini arıyor sonra Julia. Kocası Isaac, onu paranoyalarından uzaklaştırmaya çalışsa da Julia, otel çalışanı yaşlı Créspulo’nun, silik kişilikli ve görünmez insanlar üzerine fikirlerini öğrendikten sonra olaylar hızla gelişiyor. Önce, kocası otoparkta kayboluyor. Ardından Dr. Román, donör bulunduktan sonra Julia’yı ameliyat ediyor. Julia, ameliyattan sonra kız kardeşinin evine yerleşiyor. Dr. Román, hasta bakıcı olarak, Julia’nın hastanede bir ara göz göze geldiği Iván’ı gönderiyor. Julia da gelenin Iván olduğunu sanıyor. Julia’nın gözleri ameliyat edildiği için bandajlı elbette. Yönetmen, finale kadar katilin yüzünü göstermiyor. Seyircinin gözleri de bandajlı sanki bu anlarda. Bu da merak duygusunu ve gerilimi çoğaltıyor. Özellikle, Julia’nın kız kardeşinin evindeki anlarda seyirci o yüzü görmek için streslere düşüyor. Neredeyse Julia gibi depresif ruh halini yaşıyor sanki seyirci. Katilin evinde geçen anlarsa, tam anlamıyla nefes kesiyor. Elbette gözlerdeki bandaj da çıkıyor bu anlarda. Filmde, özellikle giriş bölümündeki gerilim seyirciye çok şey vadediyor. Yönetmen Morales bu sözünde duruyor ve filmin derinliğinde seyircilere heyecanlı anlar yaşatıyor. Julia’nın, Baumann Merkezi’nin bodrum katındaki koridorda katilin peşine düşmesi estetik anlamda da çarpıyor seyirciyi. Filmin adının nereden geldiğini katilin kim olduğunu öğreniyorsunuz en sonda. Aslında, katilin ruh hali de önemli filmde. Hiç fark edilmeyen, başka insanlarca yokmuş gibi davranılan insanlar, bu filmin katili gibi varolmak için öldürürler mi? Gerçekten bu çok derin bir psikososyal sorun olabilir. Depresif haller gibi.

1964’te Meksika’nın Guadalajara şehrinde doğan Guillermo del Toro’nun sunduğu “Julia’nın Gözleri”, Hollywood filmlerindeki korku – gerilim duygusunu seyirciye her an duyuran filmlerden. Toro’yu, 2006 yapımı “El Labirento de Fauna – Pan’ın Labirenti” filminden hatırlayabilirsiniz. Sara ve Julia’yı canlandıran 1965 Madrid doğumlu Belén Rueda, Juan Antonio Bayona’nın 2007 yapımı “El Orfanato – Yetimhane” filminde Laura karakterinde görünmüştü. 1957 Barcelona doğumlu Lluis Homar, Pedro Almodóvar’ın 2009 yapımı “Los Arazos Rotos – Kırık Kucaklaşmalar” filmindeki kör yönetmen Mateo karakteriyle biliniyor.

(28 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Kafamın İçinde Metal Sesleri

Michael Bay’in, Transformers serisinin üçüncü filmi “Ay’ın Karanlık Yüzü” nihayet seyirci karşısına çıkıyor. Birçoğunuzun heyecanla filmi görmeyi beklediğini biliyorum. Sinemada herkesin sevdiği türler vardır. Bu tarz aksiyon – bilim kurgular ilk tercihim olmasa da işiniz bu olunca her türlü filmi iyi – kötü ayırt etmeden izlemek durumda kalıyorsunuz. Birkaç hafta önce vizyona giren Süper 8’i büyük bir keyif ve tatla izlemiştim meselâ. Hâlâ izlemeyenler varsa mutlaka görmelerini tavsiye ederim. Duygusu da aksiyonu da gayet yerli yerindeydi. Sonuçta her iki filmde de Steven Spielberg’in parmağı var. Her neyse biz mevzumuz Transformers: Ay’ın Karanlık Yüzü’ne dönelim. Aslında film gayet keyifli başlamıştı. Seçilen konu çok sağlamdı. Sonuçta bizler hâlâ ayın öteki tarafında neler olup bittiğini tam olarak bilmiyoruz değil mi? Ben kestirmeden filmle ilgili üç büyük sorunumu sıralayayım:

1- Film, Avatar’dan bu yana 3 boyut dünyasını en iyi yansıtan film olarak gösteriliyor. İlk sorunum tam da bunanla, 3D ile. Çok açık söyleyeyim, 3D film izlemekten nefret ediyorum. Bence seyri zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. N’olur bitsin bu 3D işkencesi!

2- İkincisi Megan Fox’un yerini devralan manken Rosie – Huntington Whiteley ile baş karakter Shia LaBeouf’un dayanılmaz uyumsuzluğu. Bu kadar profesyonel görünen işlerde (demek ki pek de öyle yürümüyor) sadece vücudu güzel olduğu için film boyunca cinsel obje olarak görünmesi gerçekten midemi bulandırdı.

3- 150 küsur dakikalık gereksiz uzunluk. Tamam, aksiyon sahneleri gerçekten başarılı. Ama tadında bıraksanız ne olur şu işi. Bu söyleyeceğim çok azımızı ilgilendiriyor ama basın gösterimlerinin arasız olması -en azından böyle uzun filmlerde- insanı filmden soğutuyor!

(29 Haziran 2011)

Gizem Ertürk