Kategori arşivi: Yazılar

Cehennemden Sıcak İntikam Yolu

“Sevgililer Günü Katliamı”(My Bloody Valentine) hepiniz hatırlarsınız! Film, 2009 yılında 3D olarak vizyona girdiğinde 100 milyon dolardan fazla hasılat yapmıştı. Dahası, birbirinden romantik filmlerin ardı arkasına patladığı Şubat ayında vizyona girerek günün anlam ve önemine yeni bir boyut kazandırmıştı. Tıpkı geçtiğimiz yıl Türkiye’nin yasal albümlü ilk punk grubu Rashit’in kült şarkısı Dinazor’un da içinde bulduğu bir mini albümü piyasaya sürmesi gibi!

Mevzuya buradan girmemizin sebebi, 25 Mart’ta vizyona girecek olan, ekibin yeni filmi İntikam Yolu (Drive Angry) … Filmin başrolünde, son zamanlarda doğaüstü olaylara iyiden iyiye kafayı takan Nicolas Cage var. Cage, yine sevdiği türün kahramanı olmayı sürdürüyor.

Filmin sürprizlerini ele vermeden konuyu özetlemeye çalışayım; Milton firari bir suçlu. Kötü bir koca olsa da iyi bir baba olmaya çalışmış. Ama pek başarılı olamamış. Kızı şeytana tapan bir grubun önce bir üyesi sonra da kurbanı olmuş. Bebek yaştaki torunu ise şeytana kurban edilmek üzere tarikat tarafından kaçırılmış. Hikâye böyle başlıyor.

Torununun kaçırıldığını duyan Milton, grubun peşine düşüyor. Bu yolculuğu sırasında da patronlarının tacizlerinden onlarca kere iş değiştiren ve evlenme hayalleri kurduğu nişanlısı tarafından aldatılan genç bir kadın “bir kere olsa kayda değer bir şey yapma hevesiyle” kahramanımızın intikamına ortak oluyor. Tabii buradan sonra öğreneceğiz birçok doğaüstü olay ve karakter de devreye giriyor. Gerisi filmde saklı!

Bir de 3D mevzusuna değinmek istiyorum. Bence olmasa da olurmuş. Üzerimize birkaç kurşun ya da arabası kapısı uçacak diye tüm film benim için çileye dönüştü. Ben 3D film izlemekten pek keyif almıyorum açıkçası. Onun yerine bir eğlence merkezinde gidip beşinci boyut bir video izlemeyi tercih ederim.

Nicolas Cage film için “tam bir gece yarısı seansı filmi” yorumunu yapıyor. Kesinlikle çok haklı… Ben sabahın köründe izlerken mısır ve içecek özlemiyle yanıp tutuştum. Çünkü film “eğlendirme” vazifesini fazlasıyla yerine getiriyor. Onun dışında altında derin bir şeyler aramanın pek mânâsı yok.

(24 Mart 2011)

Gizem Ertürk

Son Yıldız da Gitti

Dünyadan varlığını çektiğini duyunca, her şey bir yana, bu kadar yaşama konusundaki azmine hayran kaldım. Genç yaşından beri türlü hastalık çekmiş, “National Velvet”ın çekimi sırasında attan düşüp sırtını incittiğinden beri sakatlıklardan kurtulamamıştı. Ama bugünün ölçüleriyle bile ‘ileri’ olan bir yaşa erişti. Hem de çok dolu, yoğun, olaylı bir hayat sürdüğü, türlü skandal yaşadığı halde. Annesiyle babasını dinleyip, sevdiği herkesle evlenmişti. Dostlarına hep sadık kalmıştı.

Elizabeth Taylor artık yok.

Arkasından yazılan yazılarda, “Hollywood stüdyo sisteminin son starı da gitti,” demişler. Eh, kalmıştır belki bir-iki kişi ama Liz Taylor kadar her anlamıyla ‘star’ olanları bulmak zaten zor. Emsâlsiz güzelliğinin yanına, zaman zaman inkâr edilse bile, iyi oyunculuğunu koymayı bilmişti. Özel hayatı çeşitli aşklarla, iniş çıkışlarla, yedi eşle olabildiğince hareketliydi. Şöyle bir bakıyorum da, hayattayken de, öldükten sonra da onu tanımlamaya çalışanlar hep “Menekşe gözlü”, sonra “siyah saçlı” ve “beyaz tenli” demişler.

Bu da genç yaştaki kızları çıldırtmaya yeter de artardı bile. Elizabeth Taylor, benden on yaş büyüktü. Ama bizim çocukluğumuz ve gençliğimizde filmler de neredeyse o kadar sene sonra burada gösterime giriyordu. Bu yüzden de ben ve yaşıtlarım (kızları kastediyorum) karşımızda hep menekşe gözlü, neredeyse bizim yaşımızda bir cimcime bulmak durumunda kaldık. Yani, tuhaf renkte gözleriyle şöyle bir bakar, kamera zum yapar, herkes erir. Köpeklerle, atlarla arkadaşlık eder. Yere-göğe koyamazlar, Liz aşağı, Liz yukarı. Ancak, çabuk büyümek zorunda kalan bir çocuk olduğu için (bunun sıkıntısını çektiğini hep söylemiştir), neredeyse aynı zamanda onun Hilton’un mahdumu ile evliliğine, boşanmasına, ‘büyük’ olarak çevirdiği filmlere ilişkin haberleri de dergilerle gazetelerden izliyorduk.

İyi tarafı ise Liz’in her türlü mukayeseyi kökünden kesecek kadar güzel olmasıydı. Yıllarca bu ‘menekşe göz’ hikâyesinin hurafe olduğu umuduyla dolaştım. Liz gibi gözleri olduğu söylenen insanlar da sonunda ya yeşil, ya mavi gözlü çıkardı. Ne yazık ki bir gün Kabataş’ta fiilen menekşe gözlü bir hanım gördüm. Umutlarım o zaman söndü. Ama zaten Liz de artık 40’ını aşmıştı.

Marilyn Monroe kadar meşhurdu, ama Marilyn dayanamadı, o dayandı. Belki de çocuktan başlamış olmanın faydasını görmüştür. Ancak genç yaşta çok meşhur olmak, Marlon Brando ve Michael Jackson gibi onun hayatında da etkilerini göstermişti. Bu yüzden ikisiyle de iyi arkadaş olmuştur. Hele Michael’ı sonuna kadar savunmuş, hep seveceğini söylemiştir. Brando ile de anlaşırlardı. Sadık kaldığı bir başka arkadaşı da, Rock Hudson’du. Onun AİDS’den ölümünün ardından kendini tamamiyle AİDS araştırmalarına vermiş, hatta bu sayede iki Oscar ödülüne bir de Jean Hersholt İnsancıl Çalışmalar Ödülü eklemişti. Artık oyunculuğu suni bulduğunu, çünkü gerçekten acı çeken insanlar gördüğünü söylerdi. Çok sevdiği Montgomery Clift’e de hep destek olmuş, daha ilk filminde beraber oynadığı, ona hayran olan Roddy McDowall’ı da yanından ayırmamıştır.

Çok acı çekti. On iki yaşındayken attan düşüp sırtını incitmesinin etkileri yıllarca sürdü. Genç yaşından beri türlü hastalık çekmiş, sakatlığa uğramış, pek çok ameliyat olmuştur. Sonunda ölümünde neden olan kalbi onu hep rahatsız etti. BUtterfield 8’i (1960) çekerken de öyle ağır bir zatürree olmuştu ki, öldüğü ilân edilmişti. Nefes borusuna müdahale edildi, Oscar töreninde elmaslara alışkın boynundaki yara izi çok belli Liz bu filmle Oscar alınca, kendi de “The Apartment”la aday olan ve sonradan çok yakın dost oldukları Shirley MacLaine, “Ödülü bir trakeotomiye kaptırdım,” diyecekti. Olsun, Liz de daha önce “Raintree County” ile iki Tennessee Williams uyarlaması: “Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi” ve “Suddenly, Last Summer” ile aday olmuş, ancak beğenilmeyen “BUtterfield 8” ile heykelciği elde etmişti.

Elizabeth Taylor her şeye rağmen ‘yaşlı’ denebilecek bir yaşa erişti. Çok dolu, yoğun, olaylı bir hayat sürdü. Dostlarına hep sadık kaldı. Neşeli, sözünü esirgemeyen, sevilen bir insan olduğunu söylerler. Eşlerinin içinde en meşhuru, “Cleopatra”yı çevirirken tanıştıkları, iki kez evlenip boşandığı Richard Burton, onun sorunlarını, erken yaşta gelen büyük şöhrete bağlardı. Fazla güzellik de hazımsızlık yapmıştır belki. Ama gerçekten çok güzeldi, Alain Delon’un ilk gençliğinde olduğu kadar güzel. Açıkçası bize de, “Son nefesimde bile diyorum ki meheldi / Molière dahi ise Christian güzeldi,” diyen Cyrano de Bergerac gibi kadere boyun eğmek düşmüştü.

Burton ile kavgalı-dövüşlü (sadece başkalarının yanında kavga ettiklerini söylerlerdi) ve fırtınalı evlilikleri, sonradan “Burton-Taylor Elması” adı verilen 1 küsur milyon dolarlık hediye elmasın da desteğiyle, en çok akılda kalan evliliği olmuştur. Oysa yaşı tutanlar onun asıl, kızı Liza’nın babası prodüktör Michael Todd’a âşık olduğunu bilir. Bir önceki kocası İngiliz aktör Michael Wilding gibi, Todd da Liz’den çok büyüktü (ilki 20, ikincisi 23 yaş). Ama Wilding’e hayatı zehir eden Taylor, üçüncü kocasına çok âşık olmuş onun uçak kazasındaki ölümünden sonra ne yapacağını şaşırmıştı. Ben, aile dostu Debbie Reynolds-Eddie Fisher çiftine önce sığınmasını, sonra Eddie’yi ayartmasını da bu üzüntü ve şaşkınlığa bağlıyorum. İlk kocası, şimdi pek asil şekilde Conrad Hilton Jr. diye anılan Nicky ile olan kısacık evlilik de bir gençlik hatasıydı herhalde. Sekiz evliliğinden ikisini yaptığı Burton’dan sonra da iki kez evlendi, bir senatörle, bir inşaat işçisiyle. Dedim ya, annesiyle babası birini severse onunla evlenmesini nasihat etmiş.

Ne yazık ki, güzelliği ve özel hayatı, hep oyunculuğunun önüne geçme eğilimi göstermiştir. Oysa ilk kez üç yaşında balerin olarak seyirci karşısına çıkan ve o sıralar prenses olan şimdiki İngiltere Kraliçesi Elizabeth karşısında dans eden bu İngiliz ana-babalı, ama İngiltere doğumlu kız, çocuk oyunculuktan büyük oyunculuğa başarıyla geçiş yapan az sayıda kişiden biri olacaktır. Taylor, özellikle ona ikinci Oscar’ını getiren “Whose Afraid of Virginia Woolf / Kim Korkar Hain Kurttan”daki yaşlı, şirret kadın karakteriyle güzelliğe ihtiyacı olmadığını göstermişti.

Ne diyelim? Bu dünyada varlığını hissetmemek bizde bir eksiklik duygusu yaratıyor. Gençliğimizi paylaştığımız kişiler böyle olur işte. Onu sevgiyle yolcu ediyoruz. Neyse ki sureti halen bizimle, hep de bizimle olacak.

(24 Mart 2011)

Sevin Okyay

Bir Doktrin Olarak Kader

“Merak öyle bir şeydir ki, ona karşı lâkayt kalacak bir kimse yoktur.” Kader Ajanları’nın tüm iddiası, anlamındaki esprisi işlevinde saklı olan bu cümlede yatıyor. Mevzu kader olunca, vaat edilen de alın yazısının ete kemiğe büründürülerek servis edilmesi olarak karşımıza çıkınca, sayısız kapının içinden en primitifini seçerek mistik ve alabildiğine şeffaf bir odayla burun buruna geleceğimizi tahmin ediyoruz… ve kapattığımız kapının ardından ilk düş bozumunun başka bir kapıyı tıklattığını duyuyoruz.

Kader Ajanları’nın karşılama organizasyonunun en nikbin seyirciden en müşkülpesentine kadar tesir ettirdiği duygu bu. Çünkü filme göre Tanrı inancı dinden bağımsız bir disiplin, kader ise bürokrasi.

Bürokrasinin olduğu yerde değişik ideolojiler, onların bulunduğu yerde çarpışma, çarpışmanın su yolu bulduğu yerde de anarşi vardır. Filmde kaderin anarşisti aşk olarak çizilmiş, fakat anarşizm kavramı, mekanik dizayn olarak addettiği olguyu değiştirip dönüştürmek için değil ona duygu katmak ve sonraki adımda katıksız haliyle karşılaştırmak için kullanılıyor.

Anarşizmi statik konumda bu şekilde yazıp çizen film, dinamiği paranoya ve kaçış sinemasıyla destekleyerek vücuda getiriyor getirmesine lâkin tenakuz arz eden durum ve yeknesaklık bu tohumun gelişme bölümüne saçılmasıyla başlıyor.

Ciddiye almadığınız bir şeye meydan okumaz, mücadele etmeye tenezzül etmezsiniz. Meydan okuma varsa bir diş bileme uyumu da olmak zorundadır. Kader Ajanları’nın anti kahramanları, bir kolu reel, diğer kolları spiritüel kaynaklardan beslenen müthiş bir organizasyonun piyonları olarak değil, Kafka romanlarından fırlamış, 3 – 5 tek tip takım elbiseli umacı bürokrat olarak karşımıza çıkıyor. Uhrevilikleri ise dünyevi zaaflarının altında. Peki kaderi bu kadar basite indirgeyip, küçük hesaplar peşinde koşturan, dolayısıyla sezilenden daha da dogmatikleştirerek ele alan bu bakış açısı karşısına kimi alıyor? Geleceğin ABD Başkanı’nı.

İstifade ederken istismar eden bir tür sinemanın başlangıcı seçilmiş kişinin tayin edilmesiyle icazet almış oluyor. Çünkü bu stratejik atılımdan sonra, Kader Ajanları’nın tek bir kişi etrafında dönmesi, çomak sokulan dizaynın etkilediği başka hayatları göz ardı etmesi doğal bir reaksiyon olarak kabûl ediliyor. Geçtiğimiz sezon izlediğimiz, fevkalâde tutucu bir film olan Stone bile vakanın bağladığı insanlara bir şans veriyordu, Kader Ajanları ise yalnızca ülkenin gelecek beynine halel gelmemesi için, tıpkı yine önceki yıllarda izlediğimiz Wanted ve Jumper gibi insan haysiyetinin içini oyarak kendini gerçekleştiren ve etrafın baskısını bertaraf edenin zaferine odaklanıyor.

Bu bağlantı finalde liberten başın getireceği sekülerizmin, en ideal hayat görüşü olarak kabûl edilmesine “karar mekanizmanız siz olun” kisvesi giydirmiş oluyor.

Bu noktadan sonra Amor Fati “mazmununun” erdemlerin arkadaşlığına dönüştürülmesi de normal, George Nolfi’nin derinlikten yoksun çizilmiş karakterlerinin hakikati öğrenme yolundaki kayıtsızlıkları ve iyi irdelenmemiş tesadüflerin rüzgârında yalpalamaları da, kabuğun muhteviyatındaki gizden daha ilginç olması da.

Film için getirilecek en doğal tanımlama da şu olacaktır: Kader Ajanları bu haliyle, ne Matrix gibi hakikatin peşinde ne de A Life Less Ordinary gibi eğlenceli olabilen, aynen Inception, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi, Dark City gibi müphem, öte yandan panteistleri usandıracak, ateistleri sevindirecek, jansenistlerin kâh kalbini çalacak, kâh kızdıracak, hayatın adil davranmadıklarına ise ilâç gibi gelecek bir romantik komedi.

(22 Mart 2011)

Ahmet Can Yıldız

ahmetcanyldz@yahoo.com

Kısa, Etkili ve Cesur: Bu Filmlerin Söyleyecek Çok Sözü Var!

7. Akbank Kısa Film Festivali’nin sonuçları 17 Mart akşamı, Emirgân’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde sade ve sevimli bir törenle açıklandı. Her şeyden önce kısa film ve belgesel jürisini tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum! Çünkü onların duyarlılıkları olmasaydı bu anlamlı filmler yeterince tanınıp bilinemeden unutulup gidecekti. Oysa şimdi hepsi yıl boyunca binlerce üniversite öğrenciyle buluşma fırsatı yakalayacak, onların vicdanlarına seslenecek. Sırasıyla filmlerden söz edelim;

En İyi Kurmaca Film; Dönüşü Olmayan Yolculuk

7. Akbank Kısa Film Festivali’nin, En İyi Kurmaca Filmi seçilen Dönüşü Olmayan Yolculuk, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve Alman İnsan Hakları Film Ödülü (2010) başta olmak üzere geçtiğimiz yıl birçok ödülün sahibi oldu. Güçlü Yaman’ın yazıp yönettiği bu çarpıcı kısa filmin etkisi gerçekliğinde yatıyor.

Çok uzak değil, yıl 1999… Sudanlı bir olan göçmen Aamir Ageeb ceketi çalındığı için polise başvuruyor. Kimliği, pasaportu, ikametgâhı her şeyi ceketinin cebinde giden Ageeb hiçbir gerekçesi olmaksızın şüpheli damgası yiyor. Polis, hırsızı yakalamaya çalışmak ve adamcağıza yardım etmek yerine, -sırf renginden, kimliğinden ötürü- onu suçlu durumuna düşürüyor. Aksi olabileceğine ihtimâl vermeden onu tüm insan haklarını hiçe sayarak ve çiğneyerek -değil insana hiçbir canlının hak etmeyeceği bir muameleye maruz bırakıyorlar- paketleyip ülkesine göndermeye çalışıyorlar.

Filmi izlerken ben insanlığımdan utandım. Dünyada insanlıktan nasibini almamış ne kadar çok yaratık olduğunu bir kere daha gördüm ve tüm bu kötülüklere karşı ne yazık ki çok az, bir avuç insanız. Filmin geri kalanını anlatmaya elim varmıyor, siz bir şekilde ulaşıp bu insanlık ayıbıyla yüzleşin.

En İyi Belgesel Film; Urbanbugs ve Selahattin’in İstanbul’u

Bir kategorinin iki birincisi olur mu? Bence olmamalı ama Akbank Kısa Film Festivali’nde seçilen En İyi İki Belgesel’de bu ödülü hak ediyor. İki filmi alıp bir oylama yapsak eminim siz de çok zorlanırsız. Çünkü iki belgeselin de edindiği düstur çok samimi ve gerçek.

Aykut Alp Ersoy’un çektiği “Urbanbugs”; son yıllarda etkisini iyice arttıran bir sokak sanatı olan graffiti’nin Türkiye resmini çiziyor. Türkiye’de kimler, neden grafiti ile uğraşıyor? İnsanları tepkileri nasıl, karşılaştıkları zorluklar neler gibi başlıca soruların cevaplarının yer aldığı bu belgesel bu alandaki açığı ciddi biçimde dolduruyor. Çok doğal, akıcı ve rengarenk bir belgesel.

Aysim Türkmen’in çektiği “Selahattin’in İstanbul”u ise, gözlerimizin önünde yok olan bir kültür, bir tarih olan Sulukule üzerine… Evlerinden koparılıp, bir dağ başına sürülen bu kadersiz insanlar adeta sudan çıkmış balık gibi çırpınıp duruyorlar. Selahattin onlardan yalnızca bir tanesi… Sokak satıcılığı yaparken bir taraftan zorla oturtulduğu evin senetlerini ödemeye çalışan bu Sulukuleli, yeniden evine dönmenin bir yolunu arıyor.

(18 Mart 2011)

Gizem Ertürk

Bütün Bunlar Buralarda Oldu

Press
Yönetmen-Senaryo: Sedat Yılmaz
Danışman: Bayram Balcı
Görüntü: Demir Gökdemir
Oyuncular: Aram Dildar (Fırat), Engin Emre Değer (Alişan), Kadim Yaşar (Hasan), Sezgin Cengiz (Kadir), Tayfur Aydın (Faysal), Asiye Dinçsoy (Songül), Bilal Bulut (Lokman), Mahmut Gökgöz (Dino Dayı)
Yapım: Karıncalar Film (2010)

1990’lı yıllarda Gündem Gazetesi’nin Diyarbakır bürosunda yaşanan olayları gerçekçi bir sinema diliyle anlatan “Press”, cesur bir yaklaşımla insanları yakın geçmişle yüzleştiriyor.

Batı veya Latin sinemalarında görülen, insanları geçmişleriyle yüzleştiren birçok gerçekçi politik filmin Türkiye’de yapmak imkânsız diye düşünürken, “Press” filmi insanları yakın geçmişleriyle baş başa bırakıyor. Birkaç yıl önce böyle bir film yapmak hayalden öte bir şeydi herhalde. Filmde anlatılan olaylar, 1990’ların başında, Gündem Gazetesi’nin Diyarbakır bürosunda geçen olayları yansıtıyor. Bu filmi sevmemizin nedenlerinden biri, gerçekliğinin yanında sinema sanatına arkasını dönmemesi. Travmatik trajedileri hatırlatan bu filmde, sinema estetiğinin sürekli kendini hissettirmesi sinemamız adına ilham verici. Özgür Bakış, Gündem ve Günlük Gazeteleri’nde on yıl kadar film eleştirileri yazdık. Öncesinde Evrensel, Gazete Pazar ve Yeni Şafak Gazeteleri vardı tabii ki. Gazetedekiler iyi insanlardı. Ama aşık olmak yasaktı sanki. Küstükleriyle de kolayca barışmazlardı. Türk olduğunuz için ayrımcı davranmazlardı. Yemekleri lezizdi. Bu iyi insanların gazetesinde kaçak çayla demlenmiş çayların tadı
bambaşkaydı.

Gerçeğin peşinde…

Gündem Gazetesi’nin Diyarbakır bürosunda bir avuç gazeteci, 1990’ların karanlık dönemlerinde karanlıkta kalanları ortaya çıkarmak için gerçekliğin sınırlarında mücadele veriyorlar. Gerçekten bu dönem aydınlandığında belki de birçok şey çözülme yoluna girecek. O karanlık dönemlere ait toplu mezarlardan çıkan ölülerin faili meçhûlleri de çözülecek belki. 1990’lardaki Diyarbakır, kaosun ve karanlığın şehri. Özel ve bilmem hangi timden tuhaf insanlar, casus filmlerindeki gibi sürekli insanları kolluyor ve terör estiriyor. Elbette gazetecilerin araştırmaları ve haberleri, bu tuhaf güçleri rahatsız ediyor. Sonra da o gazetecileri tek tek infaz ediyorlar. Faysal, önemli bir haber yakalıyor. Bölgede işilenen cinayetlerin perde arkasına ulaşıyor. Tehditler ve büro baskını sonuç vermeyince gazetecinin kendisini susturuyorlar infaz ederek. Bir Kürt milletvekilinin itiraflarını haberleştiren gazeteci Alişan’ı da aynı trajik son bekliyor. Genç Fırat da bu büronun her şeyi. Daktiloların ve faksın tamirini yapan, fotoğrafları bastıran, çaycılıktan muhabirliğe her şey olan Fırat, büroda geriye kalan gazeteciler tutuklanınca, sonunda tek başına Alişan’ın haberini yapıyor. Filmin sonunda, gazeteci tutuklanmaları ve infazları üzerine bilgiler insanı dehşete düşürüyor.

İlk uzun filmini çeken Sedat Yılmaz, gazeteci Bayram Balcı’nın dönem hakkında bilgilerinin yanında o dönemdeki Diyarbakır bürosunun gerçekçi tasvirini vermesi bu filmdeki önemli yönler. Büronun yansıyışı ve insan ilşkileri inandırıcı. Yokluklar içerisinde gazetecilik yapma mücadelesi bir belgesel de olabilirdi. Diyarbakır’ın caddeleri ve sokakları etkileyici bir estetikle yansıyor. İnsanlığın ortak miraslarından surları ve taştan dar sokakları, insan ölmeden mutlaka bir defa görmeli. Onca trajedinin içerisinde yönetmenin mizahı da ortaya çıkarması, bu yönetmeni dikkate almamızı sağlıyor. Fırat’ı canlandıran Aram Dildar, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü”nü aldı. Aram Dildar, kısa filmler de çekmiş genç bir sanatçı. Filmdeki diğer oyuncular gibi övgüyü hak ediyor. Fonda duyulan müzikler ve şarkılar da etkileyici. Filmde, Türkçe ve Kürtçe kelimeler duyuluyor. Sinemasal belleğe alınmalı bu “Press” filmi.

(16 Mart 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Aziz Nesin’in Sineması 2

sadibey.com’da yer alan 10.01.2010 tarihli yazımda, Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – Yol isimli kitabında “Şişli Güzeli” Mediha Hanım hakkında yazdığı çocukluk anısına değinmiştim, bahse konu olan Mediha Hanım bir cinayete kurban gitmiş, olay gazeteler yansımış ve güncelliği nedeni (!) ile Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul’da Bir Facia-i Aşk / Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli (1921) adı ile sinemaya uyarlanmıştı. Nesin, anılarının ikinci kitabında da (“Yokuşun Başı”) yine sinemasal çağrışımlar yapacak ve ilgili filmlere göndermeler yapacaktır:

“Galata Köprüsü’nün Karaköy başındaki dubalarının kapakları, o zamanlar açıktı. Kimsesiz, yersiz yurtsuz çocukların İstanbul’da geceleri barınabilecekleri iki yer vardı. Tophane’deki Kılıç Ali Hamamı’yla birde işte bu kapakları açık köprü dubaları… Kılıç Ali Hamamı’na parayla girilir, yatılır. Oysa dubalara giriş parasızdı, bu dubalara o denli çok çocuk dolardı ki, içerde bir oturmalık yer bile kalmazdı. O zamanlar çocuk çeteleri doldukları dubaya daha çocukların girmesine engel olurlardı. Ancak zorla, pazı gücüyle içeri girilebilirdi ki, değil çocuk koca yiğit adamlar bile bu işi beceremezlerdi.

Ben bile bir kez bir soğuk kış gecesi bu dubalardan birine girdim. Yaşamımda, iğrenç, kötü, çirkin, korkunç gibi niteliklerle anlatılabilecek pek çok yer, pek çok olay gördüm ama o gece gördüğüm gibisini bugüne kadar hiç görmedim.

Dubaya şişman bir adamın sığmayacağı kadar dar bir yuvarlak delikten sarkılarak giriliyordu. Dubanın iç kenarındaki demir tutamaklara basılarak tabana iniliyordu. Dubanın tabanı, deniz düzeyinin her halde bir kaç metre altında. Girer girmez insanın yüzüne çarpan pis kokudan en egemeni, öğürtücü demir pası kokusuyla, kusturucu boya zehiri kokusu… Dubanın demir tabanına yer yer kuru ot, saman, kıtık gibi şeyler yığılmış. Her yığıntının üzerine beş-on çocuk yapışmış gibi yatmış. Her öbekteki çocuklar birbirlerine öylesine girmişler, sarılmışlar, kenetlenmişler ki, sekiz on kollu, sekiz on bacaklı, dört-beş başlı insandan başka bir yaratık, bir dev sürüngen görüntüsündeydiler. İçlerinde altı-yedi yaşlarında çocuklar bile vardı. Duba, çok büyük bir salon boyutundaydı. Bir köşede birkaç çocuk, hem ısınmak, hem dubayı ısıtabilmek için kuru otları, samanları tutuşturarak tahta parçalarını yakıyorlardı. Çocuklardan biri, dumandan boğulacaklarını bağırarak söylüyor, tahta parçalarının alevlenmesi için üflemesini salık veriyordu. Alevle, dumanla denizin altındaki dubayı ısıtacaklardı.

Köprüaltı çocukları deyimi, gerçekten köprü altında, denizin dibindeki bu dubaların içinde yaşayan bu çocuklar için söylenmiştir. “Köprüaltı Çocukları” adıyla acıklı, ağdalı roman yazıldı. O roman çok satıldı. Yazar ve yayıcısı çok para kazandı, yine “Köprüaltı Çocuklar” adıyla acıklı ağlamalı bir film yapıldı. O filmin yapımcısı da çok para kazandı.

Hiçbir iktidar yersiz, yurtsuz, kimsesiz çocukların buralara düşmesini önleyemedi. Ama çok önemli birşey yapıldı. O zavallı çocukların, o dubalara giriş deliklerini kapadılar. O çocuklar, o çocuklar gibi olanlar bugün de var, sayıları daha çok. Ama kırkbeş yıl öncenin köprüaltı çocukları gibi girecek bir duba bile bulamıyorlar.” (Aziz Nesin – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – Yokuşun Başı – 1976, s. 157 / 159 )

Nesin’in anlattığı köprüaltı çocuklarının adı bugün sokak çocukları… Değişen hem hiçbir şey yok, hem çok şey var, fakat o tip çocuklar daha da artarak yine var, kâğıtta kalan sosyal devlet ilkesi zaman zaman ele aldığı bu problemi bakalım ne zaman çözebilecek.

Nesin’in sözünü ettiği Köprüaltı Çocukları romanı tam adıyla Köprüaltı Çocukları ve Ana Kalbi, Neriman Aykut’un bir eseridir. 1953 yılında Ömay Film (Ömer Aykut) tarafından filme çekilir. Kaynaklarda her ne kadar yönetmen olarak Renan Fosforoğlu adı geçiyorsa da, filmi Ömer Aykut çekmiş fakat yönetmen olarak Nuri Ünal adını kullanmıştır. Filmin da adı kaynak kitaplarımıza Köprüaltı Çocukları olarak girdi ise de tam adında romanda olduğu gibi “ve Ana Kalbi” ibaresi de vardır. Film bunların yanında Fikret Hakan’in oynadığı ilk film olarak bilinir. Nesin’in anlattığı köprüaltı durumu ile ne kadar ilgilidir bilemiyorum ama konusu (Hürriyet Gazetesi ve Özgüç’ten alınan alıntılarla): “Erzincan zelzelesinde (depreminde) yuvasız kalan ve kadere boyun eğen, İstanbul’a gelip, büyük şehirde dolandırılan üç kişilik bir aile çerçevesinde, anne sevgisi, vicdansız bir adamın zulmü, temiz bir aşk, yetim kızkardeşin iffetine tecavüz eden vicdansızı öldürerek ka(a)til olan bir zavallının hayatı” (O. Ünser – Kelimelerden Görüntüye – ES Yayınları s. 120 – 121) olarak özetlenebilir.

Köprüaltı kelimesi, sonradan Yumurcak dizisi kapsamında çekilen Yumurcak Köprüaltı Çocuğu (İnanoğlu / 1970) filminde de kullanılacaktır.

Ama köprüaltı, bir çok filmde mekân olarak kullanılmıştır. Bunların hepsini hatırlamam mümkün de değildir ve bu mekânı kullanan ve görmediğim bir çok film de vardır. “Köprü” bana bazı filmlerin bir takım sahnelerini hatırlattı. Bomba Gibi Kız (O. Aksoy / 1964) filminin açılışında İzzet Günay Köprüaltıdan yukarı çıkar ve İstanbul’a ulaşır. Köprüaltında hayatını kurtardığı adamın (Sadri Alışık) yanına girecek ve bu adamın yanında ise, kendisini terk ederek köprüaltına düşmesine neden olan kadını (Gilda / Türkan Şoray) bulacaktır. [Gilda (Rita Hayward), diyorum çünkü Bomba Gibi Kız, Charles Vidor’un “Gilda” (1946) filminin uyarlamasıdır.] Bir sabah güneş doğarken bu defa köprü üzerinde yine Sadri Alışık ile Türkan Şoray karşılıklıdırlar. Osman Seden’in Sana Lâyık Değilim (1965) filminde yer alır. Sahne ve film Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac’ının çok serbest bir uyarlamsıdır, Alışık da burnu sorun olmayan bir Cyrano’dur. Kan davasından kaçarak İstanbul’a gelen ve bar fedaisi olan delikanlı (Yılmaz Güney) final öncesi öldürülür, yazamadığı ve dolayısı ile gönderemediği mektupları alamayan annesi gencin peşinden gelerek oğlunu (kendisini göremeyip sadece sesini duyarız) ararken bindiği taksi Galata Köprüsünden geçmektedir, finalde… Ben Öldükçe Yaşarım (D. Sağıroğlu – 1965), İstanbul, yabancıların ilgisini çekmiş bir mekândır, bunun sonucu çeşitli filmlere mekânlık yapmıştır ve köprü (o zamanlar Boğaz köprüsü yok ama Haliç Köprüsü var) bu filmlerde yer almıştır. Bu filmlerden Man in Istanbul’da (Antonio Isasi – Isasmendi) da -yanılmıyorsam- açılış Galata Köprüsü’nde yapılıyordu, araç içinde başrol oyuncusu Horst Bucholz. Filmde ayrıca Sylva Koscina ve Klaus Kinski de vardır ve an gelir “köprü” filmin mekânı olur çıkar…

Köprüaltı Çocukları: (Künye – Agâh Özgüç bilgileri – 1953), Y.: Renan Fosforoğlu / S.: N. Ünal / Gy.: Manasi Filmeridis / Oy.: Güner Çelme, Renan Fosforoğlu, Fikret Hakan, Vahi Öz, Yıldız Erdem, Halit Akçatepe, Mürüvvet Sim, Muallâ Sürer, Feridun Çölgeçen, Kemal Emin Bara, Sıtkı Akçatepe, İnci Tamay, Belkıs Fırat (Dilligil) / Y.e.: Ömay Film (Ömer Aykut) / Gösterim tarihi: 26 Mart 1953.

Nesin, kitabının 468 / 469. sayfalarında tekrar sinemadan söz ederek Karakaş isimli oyuncudan bahseder:

“Karakaş isimli bir Ermeni oyuncu vardı. O’nu Narlıbahçe Tiyatrosu’nda iki kez seyretmiştim. Dram oyuncusuydu, ünü böyleydi. Çok koyu, ağdalı melodramları çok abartarak oynardı. Galiba adı İstanbul Kaçakçıları olan bir yerli filmin çekiminde Maslak yolunda, araba içinde bir kaza sonucunda ölmüştü. Aynı kazada oyuncu Ergun Köknar’ın babası, Şehir Tiyatroları oyuncusu Sait Köknar da yaralanmış, sonradan yüzünden estetik ameliyat olmuştu.

Ancak iki oyunda seyrettiğim halde Karakaş’ın ölümüne çok üzülmüştüm. Çünkü, oynadığı melodramlarda beni ağlatmıştı. Sahnede rol gereği zor durumda kalınca elinin ayasını geniş alnına şap diye şaplatarak ve “h” sesini gırtlattan çıkartarak, ‘Heyvahh!’ deyişini anımsarım. ‘Heyvahh, namusum paymal (ayak altına alınmış, çiğnenmiş) olmuştur!’

Dramdan hoşlanmayan seyirciler, gürültü edip konuşup, hatta sahneye lâf atınca, Karakaş rolü bırakıp seyircilere: ‘Muhterem seyirciler, rica ederiz, komiklik etmoor, facaa (facia) oynoruz’ diye uyarıda bulunur, sonra kaldığı yerden rolünü sürdürürdü.” (Nesin – a.g.e. s. 468 – 469)

Öncelikle Nesin’in söz ettiği oyuncu Karakaş, yani Arşak Karakaş’tır. (Gerçek adı ile Tzavak Gözüryan) (Sinemamızda Karakaş isimli bir oyuncu daha vardır: Bogos Karakaş. Muhsin Ertuğrul’un Akasya Palas (1940) filminde oynamıştır.)

Arşak Karakaş, Nesin’in sözünü ettiği gibi tiyatro oyuncusudur ama sinemaya da çok ilgi duyar ve oynadığı tek film Kaçakçılar’da oynayacağını öğrenince çok heyacanlanır. (Filmin adı Nesin’in dediği gibi İstanbul Kaçakçıları değil Kaçakçılar’dır (1929 – 1932). Bu heyecanını dile getirir, hatta bu konuda not dahi alır, film çekimi sırasında oluşan bir trafik kazasında yaşamını yitirir ve oynadığı tek filmi seyretme imkânı olmaz.

O yıllarda filmler sessizdir. Muhsin Ertuğrul, Kaçakçılar’ı 1929’da çekmeye başlar ve oluşan kazada Karakaş ölür, Sait Köknar (özellikle yüzünden) ağır şekilde yaralanır. Filme ara verilir, bu arada dünya sinemasının yeni gelişmesi “ses” ülkemize de gelir ve Ertuğrul ilk sesli filmi İstanbul Sokaklarında’yı çeker (1931). Bir yıl sonra, çekimi iki yıl önce yarım kalan Kaçakçılar ele alınır ve -yeni teknoloji ses’inde katılımı ile- tamamlanır. (Onaran, sessiz kısımların uzunluğundan yakınırken, sesli kısımların ise sıradan konuşmaları ile filme “yeni” bir şey katmadığından söz ediyor ve Karakaş’ın ölümüne neden olan sahneyi ise “heyecansız” olarak belirtiyor. / Muhsin Ertuğrul’un Sineması – Âlim Şerif Onaran, s. 194 – 197).

Kaçakçılar: Künye – Â. Ş. Onaran bilgileri (1929 – 1932), Y. – S.: Muhsin Ertuğrul / Gy.: Cezmi Ar / Oy.: Behzat Butak, Sait Köknar, Talât Artemel, Feriha Tevfik, Hazım Körmükçü, İ. Galip Arcan, (Arşak) Karakaş (kaynak kitaplarda ön adı kullanılmamaktadır), Atıf Kaptan / İlk gösterim: 03 Şubat 1932.

(13 Mart 2011)

Orhan Ünser

Gülsen Tuncer ile Diziler Üzerine: Reklamsız Tek Kare Yok!

Sayın Tuncer, uzunca bir dönemdir dizi sektöründe bulunuyorsunuz ve çeşitli dönemlerde sektörün sorunlarını dile getirme olanağı buldunuz. Genel başlıklar halinde bu sorunları sıralayabilir misiniz?

Dizi sektörünün içinde olduğu en önemli sorun, ağır çalışma koşulları. Bölümlerin 90 dakika çekilmesi de bunun başlıca nedeni. Normalde 90 dakikalık bir sinema filmi, 3 – 4 haftada çekilir; çekim sonrası işlemler için de 1 – 2 hafta konursa, olur size 5 – 6 haftalık bir çalışma. Bunun senaryosunun yazılması da ayrı bir süredir. Oysa bir dizi bölümünün senaryo süresi 3 – 4 gün içinde yazılıyor. Çekim, çekim sonrası işlemler -ki dublajda buna dahil- bir hafta içinde herşeyin bitmesi gerekli. Yayına yetiştirmek için işte bu delice tempo yaşanıyor sürekli. Bu korkunç bir çalışma düzenidir. İnsanlar; sıcak – soğuk demeden, 12 – 15 saat, hatta kimi zamanlarda daha fazla çalıştırılmakta. Bir çok arkadaşımız bu yüzden çeşitli sağlık sorunları yaşıyor. Abartısız olarak söylüyorum, vahşi kapitalizmin soluğunu hissettiğiniz bir alan burası.

Dizilerde çalışanlar arasında ücret bakımından da büyük uçurumlar var. Kamuoyuna yansıyan yüksek paraları 5 – 6 kişi anca alıyordur. Büyük kesim çok az ücretle ve geciken ödemelerle yaşamaya çalışıyor. Ayrıca herhangi bir çalışma güvencesi ve garantisi de yok. Çalıştığınız dizi bir anda yayından kaldırılabilir ve çalışanlar ortada kalabilirler. Bu konuda da hiç bir söz hakkınız yok! İmzalatılan anlaşmalar yapımcı firmayı kollar şekilde yazılmış, tek taraflı. Çalışana işi bırakma durumunda ağır tazminatlar dayatılıyor, diziden ayrılma koşullarınız ortadan kaldırılıyor ama dizi şu veya bu nedenle yayından kaldırılınca yapımcı firmalar hiç bir yükümlülük taşımadan sizi ortada bırakabiliyorlar. Kısacası herşey rating kaygısına bağlanmış durumda.

Peki ratingler nasıl ölçülüyor, kriterleri nelerdir ve kimler, nasıl karar verirler?

Aslında herşeyi reklâm firmaları yönetmekte. Diziler de bu firmalar için yapılıyor ve reklâmların sosu anlamına geliyor. TV kanalları yayınları bütünüyle reklâmlardan gelecek paraya göre tasarlamakta. Tüketim mallarının reklâmları için tüketicilerin formatlanmasına hizmet ediyor.

O halde çözüm ne?

Televizyon kanalları niçin var? Halkın geliştirilmesi, eğitilmesi, bilgilendirilmesi, eğlendirilmesi için mi? O zaman izleyicinin reklâm bombardımanına tutulması niye? Reklâmsız tek kare yok! Oysa insanları tüketimin kölesi haline getirmek yayıncılık etiğine aykırı bir durum. Bunun bir ölçüsü, denetimi olmalı. En duygusal, en dramatik anda reklâm fışkırıyor. Bu, önce seyirciye, sonra da program yapımcısı ve sanatçılara büyük saygısızlık. Açıkça bir tecavüz olayı var senin anlayacağın. Dizi süreleri derhal 40 – 50 dakikaya çekilmelidir. Böylelikle izleyici de, dizi çalışanı da nefes alacaktır. Bu aykırı bir istek de değil, dünyadaki örnekleri incelediğinizde. Bir de dizi yayından kaldırıldığında çalışanlara tazminat hakkı tanınmalıdır.

Diziler için “Yeşilçam’ın kalbinin günümüzde attığı yer” tanımlaması kullanılıyor. Bu görüşe katılır mısınız?

Yeşilçam bir aile sinemasıydı ve ulusal sinemamızda bir dönemdi. O dönem kapandı ama Yeşilçam seyircileri artık beyazcamda film izliyor. Aslında, Yeşilçam filmlerini bir çeşit dizi film olarak da yorumlayabiliriz. Türkan Şoray filmleri, Türkan Şoray dizileridir bir bakıma, her bölümde farklı öykülerin anlatıldığı. Ancak TV kanallarına dizi çekenler, Yeşilçam sinemasını yeterince bilmedikleri, algılayamadıkları için ondan bilinçli olarak yararlanamıyorlar ve genellikle seyirci onları yönlendiriyor. Seyirci, dün nasıl o sinemayı yönlendiriyorsa, şimdi de TV dizilerini biçimlendiriyor ve sözünü ettiğiniz tanımlama buradan kaynaklanıyor. Türk halkının genel algısı ve talebi doğrultusunda, Yeşilçam’ı kaldığı yerden, kanallarda sürdürüyorlar. Örnekse; dizilerde bazı karakterlerin halk tarafından tutulup tutulmamasına bağlı olarak rollerinin büyütülmesi ya da küçültülmesi, seyirciden tepki alan bir oyuncunun diziden çıkarılması.

Söz Yeşilçam’dan açılmışken, aynı zamanda bir sinema emekçisi olan Gülsen Tuncer, dizi sektörü ile sinemayı karşılaştırabilir mi?

Eşim, Yönetmen Engin Ayça’nın bir sözü var: Olaya sinema salonlarında gösterilmek üzere çekilen ya da TV kanalları için çekilen filmler olarak bakarsak, arada önemli bir fark olmadığını görebiliriz. Ben de bu görüşe katılıyorum. Yeşilçam döneminde yapımcılar, seyircilerin isteklerine göre filmler çekerlerdi. Şimdi kanal yöneticileri, reklâmcıların rating (seyirci isteği) ölçülerine göre diziler – filmler çekiliyor. Çalışma koşulları ve ücretler bakımından da benzerlikler söz konusu. Yani hepsi de sinema sektörü içinde değerlendirilebilir. Set işçisinden oyuncusuna, kameramanından yönetmenine herkes film sektörü çalışanıdır. Ben oyuncuyum; dizi için olsun, sinema için, tiyatro için farketmez. Oyunculuğumu yapıyorum.

Diziler yaygınlaştıkça ve popülerleştikçe, eleştirilerden de nasibini alması kaçınılmaz hale geliyor. Son dönemde de “Muhteşem Yüzyıl” merkezinde kimisi oldukça sert ve hatta yayından kaldırılmasına yönelik değerlendirmeleri gözlemleme olanağı bulduk. Siz, bu türden eleştirilere katılıyor musunuz?

Buna eleştiri yerine tepkiler diyelim. Film eleştirmenlerimiz nedense TV – Dizi eleştirisine girişmiyorlar. Acaba küçümsüyorlar mı? Sanırım öyle. Bu yapılanları sinemadan saymıyorlar. Aynı şey yıllar önce Yeşilçam filmleri için de söz konusuydu, o filmleri de adam yerine koymuyorlardı. Bu anlayıştan şimdi Beyazcam payını alıyor.
“Muheşem Yüzyıl”a gelince… Bunlar bana yönlendirilmiş tepkiler gibi görünüyor. Bu tür tepkiler dizileri yayından kaldırmaz, olsa olsa ilgiyi arttırır, reklâm olmasını sağlar, TV ve reklâmcıların işine yarar. Biliyorsun, seyredilmeyen programa reklaâm verilmez, para musluğu kapatılır. Diğer açıdan bu tepkileri şöyle de değerlendirebiliriz: Cumhuriyet değerlerini benimsemeye niyeti olmayan, Osmanlı dönemine takılıp kalmış zihniyetlerin, o dönemlere duydukları özlemin dışavurumu. Bir benzeri geçen yıl İdil Biret’e, Aya İrini bahçesindeki kokteyl nedeniyle yapılmıştı. Birdenbire, birileri yeşil bayrak açarak “ceddimize hakaret” deyip eylem koymuştu.

Dizilerin insanları tepkisizleştirdiği ve uyuşturduğu, TV’ye daha bağımlı bir hale getirdiği yönünde de eleştiriler var.

Bu dediklerin tasarlanmış durumdur ve dizilere özgü değildir. Yayıncılık anlayışının bütününü kapsar. Amaç, halkı uyandırmak, gözünü açmak değildir. Gözü açılan insan itiraz eder, soru sorar. Bu, yönetimleri rahatsız eder. Nitekim aykırı ve muhalif yayın yapma uğraşındaki kanalların başına neler geliyor, görüyorsun. Tüketim sektörüne bağlı kanalların öncelikli amacı, geniş izleyiciyi kendisine bağımlı tutmasıdır; çünkü başta da söylediğim gibi bu kanalları yaşatan, reklâm gelirleridir. Siyasi iktidarı rahatsız edici yayıncılık yapamazlar, bağımlıdırlar. Evlilik programları, yemek programları en fazla izlenen yapımlar. Düzeyleri ortada. Bunlara baktığımız zaman neyin, kime hizmet ettiğini görüyoruz zaten. 90 dakikalık bir dizi, reklâmlarla birlikte 2,5 – 3 saati buluyor ve izleyicinin tüm akşamını tutsak ediyor. Ayrıca şu anda ekranlarda yaklaşık 25 dizi var ve Pazar geceleri dahi dizi yayınlanıyor. Ayrıca tartışma programlarının yayın saatleri ve üslûbu konusu da var. Maç yayınlarına ise hiç girmek istemiyorum. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde insanların uyuşmuş, yorulmuş ve sersemlemiş bir hale getirildiğini görüyoruz.

Bir diğer önemli nokta da dizi sektöründe yer alan oyuncuların psikolojik durumları. Popüler dizilerde sayıları az da olsa kimi oyuncuların bir meslek hastalığı, şöhret sarhoşluğuna, tüketim deliliğine kapıldıklarını, doğallıklarını ve dengelerini yitirdiklerini görüyoruz. Bunu son derece tehlikeli buluyorum. Rolüyle yani o anki şöhretle özdeşleşip, dizi bittikten bir kaç ay sonra ağır bir boşluğa düşenlere tanık oluyorum. TV şöhreti son derece kısa, ömürsüz ve yüzeyseldir. Denizdeki derinlik sarhoşluğu gibi su yüzüne çıkınca ruhsal olarak felç oluyorlar, mesleki deformasyon dediğimiz kalıcı arızalara tutuluyor ve değersizleşiyorlar. Bu durumları doğru kavrayıp öyle yaşamak gerekli. Örneğin ben “Aşk-ı Memnu” dizisinin iki yıllık maratonundan sonra, bu sezon dizi tekliflerini geri çevirdim. Ahmet Levendoğlu Tiyatrosu Stüdyosu’nda Çehov’un “Vanya Dayı” oyununda oynamaya başladım. İki aylık prova süreci ve şimdi de sahne, oyunculuğumu tazelemem için bana yardımcı oldu.

Dizi tekliflerini değerlendirirken hangi kıstasları göz önüne alıyorsunuz. Bir başka deyişle bir dizide yer almak için ilkelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Topluma ve kişiliğime karşı sorumluluklarım var, buna bağlı bir duruşum var. Ben dizilerle, TV programlarıyla var olmadım, sinema ve tiyatroda yapmış olduğum bir kariyerim var. Ayrıca sendikalarla, ilerici kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerim var. Onlarla çeşitli etkinliklerde bir araya geliyorum. Buralardaki konumumu, ilişkilerimi zedelemeyecek işler içinde yer almam gerektiğini düşünüyorum. Bana inanan, güvenen kitleler var, buna uygun davranmak zorundayım. Kimse beni, şartlar ne olursa olsun bir kola tanıtımında veya herhangi bir özelleştirme reklâmında göremez!

Gelen teklifleri de bu çerçeve içinde değerlendiriyorum. Aslında kanala, projeye, ekibe güvenerek yola çıkıyorum; ama doğaldır ki iki yıl süren bir TV projesinde, her hafta yazılan senaryoyu denetlemeniz olanaksız. Bu koşullarda tek sigorta, ekibe olan güven.

Meslekte 40 yılı aşkın bir süredir ayakta duran bir sanatçı ve kendi ifadesiyle bir yurttaş Gülsen Tuncer. Kişisel olarak ulaştığı noktayı özetlemesi mümkün olabilir mi?

Ülkemiz ve dünya zor bir dönemden geçiyor. Bütün alanlarda büyük bir kaos yaşanıyor. “Ben sanatçıyım, yalnız kendi işime bakarım” demek olmaz. Yaptığın iş kime hizmet ediyor sorusuna yanıt verebilmek çok önemli. Sanatçı, böylesi dönemlerde sıradan bir vatandaştan çok daha fazla sorumluluk altındadır; işiyle, duruşuyla, dengesiyle topluma model olmalı, gelişmelere seyirci kalmamalıdır. Elimden geldiğince çok okuyarak, ilgi alanımı geniş tutarak, gelişimimi sürekli yüksek tutma çabasındayım. TÜRSAK’ta, Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders veriyorum. Bu, benim mesleki alandaki bilgilerimi tazelememe, genç kuşakla veya kültür çevreleriyle ilişkimi diri tutmaya fayda sağlıyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla çalışıyorum, toplumu ilgilendiren konularla içiçeyim, Film-San Vakfı 2. Başkanıyım, Troya Folklor Araştırmaları Derneği’nin sanat danışmanıyım. Kısacası bir sanatçı, bir yurttaş olarak ülke ve dünya olaylarını bilmek, öğrenmek, bunlara çare aramak için çalışmak benim görevim. Bunların dışında tabii ki bir ailem, arkadaş ve dost çevrem var. Onlarla da ilişkimin doğal ve sağlıklı bir çevrede olması benim için çok önemli.

Aslında sinema-tiyatro oyuncusu olarak, tanınmış olmak, izleniyor olmak gibi zor ve zaman zaman da yıpratıcı süreçlerin içinde olabiliyoruz. Prensibim; en popüler dizide de oynasam, ödüller de alsam doğallığımı kaybetmemek. Sokataki insandan kendimi farklı görmemek, onlarla diyaloğumda doğal ölçüyü kaçırmamaya çalışmak. Bir sanatçıyım evet ama öncelikle sıradan bir yurttaşım. Özet budur! Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu ülke bize çok şey verdi. Bizler de sorumlu, bilinçli yurttaşlar olarak halkımıza ve ülkemize borç ödüyoruz.

Sizlere içtenlikle teşekkür ediyor, “yolunuz açık olsun” demek istiyoruz.

Seni ve tüm ekibi dostluk duygularıyla kucaklıyorum.

Yazının yayına hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Suna Elgün’e teşekkür ederiz.

(13 Mart 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Otuzuncu Yıl Kutlu Olsun!

Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni başından beri, yani daha “Sinema Günleri” diye anıldığı yıllardan beri izleyen biri olarak, otuzuncu yıla varmış olmanın memnuniyeti içindeyim. Çünkü bu bizim festivalimiz, yani o on beş günde İstiklâl Caddesi’nden sel gibi akan, sinemaları dolduran insanların festivali. İstiklâl Caddesi’ni bir sembol olarak da kabûl edebiliriz. Malûmunuz, artık festivalimizin amiral gemisi Emek yok, karşı çıkışlar da şimdilik somut bir yarar sağlamadı. Atlas Sineması yerli yerinde şükür, sevgili Beyoğlu Sinemamız da. G-Mall gitmiş, yerine Nişantaşı Citylife (City(s) gelmiş bu yıl. Bir de AFM Fitaş Beyoğlu Sinemaları var ki, şahsen benim için filmlerin hangi salonda oynayacağı gidip gitmeme konusunda tayin edici olabilir. Çünkü bazı salonlar, klaustrofobiyi azdırmak için birebir. En azından, son gittiğim İF’te öyleydi. Kadıköylüler, gene babadan kalma Rexx’e gidecek. Keşke diyoruz, çok daha modern ve rahat olan CKM’yi de düşünselermiş.

Festival yazısı konusu bitmez, ama daha önümüzde uzun günler var. Diyorum ki ilk solukta size beni nelerin heyecanlandırdığını söyleyeyim ki, 30. Yıl’ın nimetleri de ortaya dökülsün. Nelerden heyecanlanıyorum? Öncelikle çok sevdiğim ve günümüzün en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu düşündüğüm Claire Denis’in: 1) Beş filmlik bir retrospektifinin sunulacak olması, 2) Çoğu filminin müziklerini yapmış olan Nottingham’lı rock grubu Tindersticks’i “Claire Denis Film Müzikleri 1996-2009 / Tindersticks Konseri – Müzik ve Film” başlığını taşıyan özel bir projede izleyecek olmamızdan. Kendisi aynı zamanda uluslararası jüride.

Çok sevdiğim yönetmenlerin yeni filmlerini görecek olmaktan da pek keyifliyim. Örneğin, adını ilk kez Torino’da duyduğum, benim FİPRESCİ jürisinde olduğum yıl “Family” adlı mini dizi uyarlamasıyla yarışmaya katılan Michael Winterbottom’ın programda iki filmi var. FİPRESCi, TV uyarlamalarını kabûl etmediği için içimiz yanarak filmini gözardı etmiştik ama, o gün bugün her filmini izlemişimdir. İngiliz yönetmenin, 2010 yapımı iki filmini, gene TV dizisi uyarlaması olan “The Trip / Yolculuk”u Uluslararası Yarışma’da, “The Killer Inside Me / İçimdeki Katil”i ise, Akbank Galaları’nda izleyeceğiz. İlk kez “Yumurta” adlı filmiyle yüreğimizi ağzımıza getiren İsveçli yönetmen Bent Hamer’le ise, “Hjem Til Jul / Yeni Yıl” ile hasret gidereceğiz. Ne de olsa “O’Horten” ve “Factotum”dan bu yana (ki ikisini de çok sevmiştim) iki yıl geçti.

Israrla bugüne kadar bağımsız kalan kıymetli yönetmenim John Sayles de “Amigo” adlı filmiyle “Yıllara Meydan Okuyanlar” bölümünde yeralıyor. Aynı bölümde, soğuk nevale fakat çok iyi yönetmen Bertrand Blier’in de son filmi var. Üstat “Le bruit des glaçons / Buz Sesi”nde, kanserin evine taşındığı bir adamın hikâyesini anlatmış, doğru söylüyorum. Peter Weir, Nikita Mikhalkov, Zhang Yimou, Stephen Frears de, Festivalin en iyi bölümlerinden biri olan “Yıllara Meydan Okuyanlar”ın yönetmenleri arasında. Ama beni asıl ilgilendiren, hemen hemen her yıl bir film yaparak gençliğini sürdüren 1908 Aralık doğumlu Portekizli yönetmen Manoel de Oliveira. Kendisine saygılarımızı sunuyoruz ve bir mucize ile daha onlarca yıl film yapmasını diliyoruz.

Ama bütün bunlar, Akbank Galaları’nın daha bir gösterim filmi nitelikli filmleri, çok sevdiğimiz NTV Belgesel Kuşağı, Mayın Tarlası, Sinema İnsan Hakları Yarışması filmleri bir yana, sadece bu yıla mahsus iki bölüm var ki, dikkatinizi çekmek isterim: “Bir Zamanlar Festival’de: SİYAD’ın Keşifleri” ile “Film Gibi 30 Yıl”. Bültende, “Bu bölümde,” diyor, “filmleri gösterilen yönetmenleri bugün çok iyi tanıyoruz. Ancak, evvel zaman içinde onlarla Emek Sineması’nın, Atlas’ın ya da Alkazar’ın koltuklarında tanışmıştık.” Gerçekten de öyle olmuştu. Hatta ben bir kısmı sayesinde, program açısından en iyi yıllardan biri olan 1984’te Pangaltı İnci koltuklarında da benzer heyecanlar yaşamıştım. İşte bu bölümde, Festival sayesinde keşfettiğimiz bir yönetmenin bir filmini yazdık. Benim payıma, bu ilk filminin ardından peşini hiç bırakmadığım Peter Greenaway’in “The Draughtman’s Contract / Ressamın Kontratı” filmi düştü. Festivalin 30. yılının bir başka özel bölümü ise, sinemayı (en azından, belirli bir sinemayı) bu festival sayesinde keşfetmiş on dokuz yönetmenimizin en çok etkilendiği filmlerden oluşuyor. Hatta 30. yıl kitabında onların seçtikleri filmler üzerine yazdıkları, bizim değerlendirme yazılarımız ve festivalin otuz yıllık macerasının anlatıldığı söyleşiler de varmış.

Şöyle söyleyeyim, bizim vaktiyle yakaladığımız, ancak yaşı daha genç olanların ve düpedüz genç olanların kaçırdığı pek çok önemli filmi bu yuvarlak hesap festival yılında izlemek mümkün olacak. Biletler 19 Mart’ta yani önümüzdeki Cumartesi satışa arzedilecek. Seçmek de zor, maliyeti de ağır olabiliyor ama gerçekten de bugünün büyük ustalarının eski filmlerini görme şansınız, şansımız olacak. Kolay gelsin diyoruz. Keyfini çıkarın…

(12 Mart 2011)

Sevin Okyay

Saklı Hayatlar: Dürüst, Samimi, Etkili!

İnsan: Bir memeli türü… Hayvanlardan temel farkı, aklı olması! Yani bilme, düşünme, önlem alma yetisi. Ancak, tüm insanlar aynı organlara ve özelliklere sahip oldukları halde, akıllarını içten içe kemirip, vicdanlarını zayıflatan bir virüs, birbirlerini yok etmelerine yol açabilecek bir hastalığı yaymaktadır. Bu virüsün adı: Kötücül önyargı!

İnsan toplulukları, sosyal, siyasal, dinsel, coğrafi bir takım ayrımlarla farklı yaşasalar ve bu nedenle birbirlerine düşmanlık besleseler de, onlara, her tür virüsü yok edip tam bir sağaltım sağlayabilecek bir armağan sunulmuş: Aşk! Ne dil, ne din, ne mezhep, ne ırk, ne de zümre farkının engelleyebildiği bir güçlü duygu. İnsanlar severler, daima birlikte olma arzusu duyarlar! Ancak…

A. Haluk Ünal, 1980 darbesinin hemen öncesindeki şiddet yüklü karanlık günlerde, ailelerine rağmen yüreklerine pranga vurmadan birbirlerini seven iki cesur insanı, tıp öğrencisi Alevi kız ile fotoğraf sanatçısı adayı Sünni erkeğin hikâyesini, gerçek olaylardan yola çıkarak ve nesnel bir bakışla anlatıyor: Dürüst, samimi, etkili!

Bakınız, yönetmenin şu anahtar tümcesi çok önemli: Alevi kimliğinin dramı, Sünni çoğunluğun da trajedisidir!

Ünal, ‘bıçak sırtı’nda ustalıkla yürüyerek, rahatlıkla istismar edilebilecek yakın tarihin gerçek yaşamdan alınmış karakterlerine dair yargılamalara girmeden ve ancak, bu ülkenin hâlâ hesaplaşamadığı utançları olan katliamları da acı biçimde anımsatarak, önyargı virüsünün nasıl beslenerek yayıldığını gayet isabetli aktarıyor. Önde gelen bir senaryo yazarı olduğundan ve bir filmi katleden tekst hatalarını da iyi bildiğinden, zaten çok sağlam bir metin yazarak, çekimlere başlamadan değerli bir avantaj elde etmiş.

Ve sonraki başarısı da, ana & yan rollerdeki doğru seçimleri ve oyuncu yönetimi olmuş. Ahmet Mümtaz Taylan (erkeğin emekli polis babası) ve Zerrin Sümer (erkeğin babaannesi), tanıdığımız iki usta. Onlar kadar iyi oynayan Lâçin Ceylan (kızın annesi) ve meselâ kızın küçük kardeşinde Irmak Öztürk dâhil tüm kadro, öyküyü içselleştirmişler.

Gelelim şu meşhur ‘kimyaların uyuşması’ meselesine. İlk kez izlediğim Ceren Hindistan ile “Balans ve Manevra”dan sonra sinemadaki bu ikinci çalışmasında Yusuf Akgün, geleceklerini, tamamıyla başkalarının ve bozuk bir konjonktürün belirlemeye çalıştığı, yürekleri aşk için atan iki insanda, mengeneye sıkıştırılmaya çalışılan vicdanlarının sesini akıl süzgecinden geçirerek cesurca direnen karakterlerde, ‘kimya uyuşması’nın en iyi örneklerinden birinin kahramanları olmuşlar… Abartısız ancak duygularınızı hareketlendiren performanslara imza atmışlar.

“Saklı Hayatlar”ın küçük bütçesinden maksimum fayda elde edilecek şekilde bir çalışma gerçekleştirmiş sanat yönetmeni Adalı Aksoy da özel bir övgüyü hak ediyor.

Evet, iyi bir film çekmek ve yakıcı konuları doğru biçimde aktarmak için, büyük bir bütçeye değil, sağlam bir kaleme, doğru bakan gözlere, insan sevgisi için atan yüreklere sahip olmak gerekiyor.

Bu filmi kaçırmayın.

(10 Mart 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

İki Anne, İki Çocuk, Bir Baba

İki Kadın, Bir Erkek (The Kids are All Right)
Yönetmen: Lisa Cholodenko
Senaryo: Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg
Müzik Carter Burwell
Görüntü: Igor Jadue-Lillo
Oyuncular: Annette Bening (Nic), Julianne Moore (Jules), Mark Ruffalo (Paul), Mia Wasikowska (Joni), Josh Hutcherson (Laser), Yaya DaCosta (Tanya), Kunal Sharma (Jai), Zosia Mamet (Sasha), Joaquín Garrido (Luis), Eddie Hassell (Clay)
Yapım: UGC-Mandalay (2010)

Lisa Cholodenko’nun dört dalda Oscar’a aday olan filmi, iki eşcinsel anne ve çocuklarının arasına giren “baba”nın yer yer mizahtan beslenerek, dışarıdan varlığını hissettiğimiz bir dünyayı içeriden gösteriyor.

“Karanlık samimi” diye anılan yönetmen Lisa Cholodenko, 1964’te Los Angeles’ta doğdu. Film, özgün senaryo, kadın oyuncu (Annette Bening) ve yardımcı erkek oyuncu (Mark Ruffalo) dallarında Oscar’a aday olan “The Kids are All Right – İki Kadın, Bir Erkek”, öncelikle final bölümüyle eşcinselliğe övgü sunuyor. Çözemediğimiz anlar da oldu bu bölümde. Çocukların, “donör baba”larına neden tavır aldıklarını anlayamadık. Belki de kendi gelecekleri içindir. İki anne, sonradan ortaya çıkıvermiş bir “adam” yüzünden ayrılırlarsa yuvanın üzerine kara bulutlar çöker diye düşünmüş olabilir çocuklar. Her şey huzur ve mutluluk içindir belki de. İnsanların içgüdüleri güçlü olabiliyor bazen işte.

Onlar evli…

Los Angeles şehri… Dr. Nicole “Nic” ve Jules, lezbiyen evliliği yapmışlar. İki çocukları var. Açık görüşlüler. Çocuklarından hiçbir şeyi gizlememişler. Nic’in on sekizine yaklaşmış kızı Joni’yle Jules’un on beş yaşındaki oğlu Laser, “donör baba”larının izini buluyorlar. Restoranının mutfağında organik gıda kullanan Paul, mutlu mesut bu ailenin içine giriveriyor birden. Bahçe düzenleme işinde Nic yüzünden geri kalmış Jules’la Paul arasında kıvılcım başlayınca, bu yasak ilişkiyi bir zaman sonra Nic ortaya çıkarıyor ve ilişki darmadağın oluyor. Bir kadınla bir erkeğin ilişkisi gibi sarsılıveriyor Nic’le Jules’un ilişkisi de. Bu filmde insanı gerçekten güldüren espriler ve eşcinsel ilişkilere dair keşifler de var. Gerçekten bu eşcinsel ilişkiler, hem yabancı hem de bildik uzaylar gibi geliyor. Filmi perdede görünce bunu hemen fark ediyorsunuz. Bazı sahneler insanı bayağı zorluyor. İç ve dış mekânları perdeye neredeyse eşit yansıtan yönetmen, mekânlara da Los Angeles’ın yakıcı o doğal ışığın düşürmüş. Oyuncu performansları da etkileyici bu filmin. Bütün ayrımcılıklara oynadığı karakterlerle karşı duran 1960 doğumlu Julianne Moore, sinemanın değerli oyuncularından. Önemli oyuncu – yönetmenlerden Warren Beatty’yle de evli olan 1958 doğumlu Annette Bening, yarattığı Nic karakterinin gerçekten de içine girebilmiş. 1967 doğumlu Mark Ruffalo, David Fincher’ın 2007 yapımı “Zodiac” ve Martin Scorsese’nin 2009 yapımı “Shutter Island – Zindan Adası” filmlerindeki performanslarıyla etkileyiciydi. Ruffalo, 2010 yapımı “Sympathy for Delicious” filmini de yönetti. Bu filmde, ünlü tiyatro ve sinema insanı David Mamet’in kızı Zosia Mamet de Joni’nin arkadaşı Sasha’yı canlandırıyor. Ünlü yönetmen Steven Spielberg’ün 1990 doğumlu kızı Sasha Spielberg de “sıska kız” rolünde bu filmde. “İki Kadın, Bir Erkek”, bilinmeyen dünyalara kamerasıyla giren, ayrımcılık karşıtı, yer yer güldüren iyi bir film.

(09 Mart 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Gölgeler Uzamaya Başladığında

Gölgeler ve Suretler
Yönetmen – Senaryo: Derviş Zaim
Müzik: Marios Takoushis
Kurgu: Aylin Zoi Tinel
Görüntü: Emre Erkmen
Oyuncular: Hazar Ergüçlü (Ruhsar), Osman Alkaş (Veli), Popi Avraam (Anna), Erol Refikoğlu (Salih), Constantinos Gavriel (Hristo), Settar Tanrıöğen (Cevdet)
Yapım: Maraton Filmcilik – TRT (2010)

Derviş Zaim’in minyatürü anlattığı “Cenneti Beklerken”, hattı anlattığı “Nokta”dan sonra üçlemenin son filmi olan ve gölge sanatını anlattığı “Gölgeler ve Suretler”, Kıbrıs’ın derin trajedilerini gölge oyunlarıyla yansıtıyor.

1964 yılında Kıbrıs’ta doğan yönetmen Derviş Zaim, son üç filmiyle kültürümüzdeki geleneksel sanatlar aracılığıyla bizlere bakıyor. “Cenneti Beklerken”, bir minyatür sanatçısının resim sanatının günah olduğu Osmanlı’da resme tutkusunu trajik bir anlatımla perdeye yansıtmıştı. Üçlemenin ikinci filmi “Nokta”, sinemada az görülür bir stil araştırmasıyla kültürümüzdeki hat sanatına baktı. Bu filmin estediği hat sanatıyla metafor kuruyordu. İşte üçlemenin son filmi “Gölgeler ve Suretler”, kültürümüzdeki gölge oyunlarıyla iki toplum arasında derin trajedilere dönüştürülmüş olayları yer yer tarafsız kalarak yansıtıyor. Belki bu yüzden bu filmde Rum oyuncular da kendi performanslarını ortaya koyabiliyorlar. Gerçekten karakterler ve mekânlar, trajik atmosferin içerisine girmemize yardımcı oluyorlar.

Rumlar saldırırken…

Yıl 1963… Gölge oyunu sanatçısı Salih, kızı Ruhsar’a “Hacivat ve Karagöz” gösterisini yaparken, Rum askerleri köyü boşaltıyorlar. Baba, kızıyla yakın kasabada oturan kardeşi Veli’nin evine gidiyor. 1960’lı yıllardan olmalı, derin yoksulluk, hem Türkler hem de Rumlar için hayatın bir yazgısı gibi. Rum kolluk kuvvetlerinde Türklere karşı tarif edilemez bir nefret var. Kapı komşusu olan Türklerle Rumlar arasında nefret hissedilmese de, EOKA propagandaları insanlar arasında güveni yavaş da olsa azaltmaya başlamış. Zaim, filminin ikinci yarısıyla beraber Rum kolluk güçlerinin şiddetini, bir adım geriye çekilerek bir belgeselci gibi yansıtıyor. Bütün bu olayların içinde insanların hikayeleri ve hatıraları da var. Salih’le Veli’nin geçmişteki hikâyeleri gibi. Şehre gitmek için Rum komşu Anna’nın arabasıyla yola çıkan Salih’le Ruhsar, yol kesilince bir mağaraya gizleniyorlar. Sonra baba dışarı çıkıp bir daha gelmeyince Ruhsar, amcası Veli’nin evine geri dönüyor. Olaylar da gelişiyor sonra. Anna’nın oğlu Hristo, hikâayenin gerilimli tarafında. Rumlar silahlanırken, Veli’nin koyunlarını güden çoban Cevdet öldürülüyor. Bu ölüm, sonun başlangıcı gibi kasabada. Ardından trajediler çoğalıyor. Filmin final bölümü, etkileyici ve insanın yüreğine oturuyor.

Bu filmin estetik taraflarının da etkileyici olduğunu belirtmeli. Yönetmenin kamerası alabildiğine dingin, neredeyse hareket etmiyor. Ama, çerçevenin içinde olanlar, trajik ve iç burucu. Gerçekten filmin görselliği çarpıcı ve ilham verici. Dış mekânlar, sinemaskop çerçevelerle insanda belgesel hissini yaşatıyor. Elbette iç mekânlardaki yansımalar da filmi estetik olarak çoğaltmış. Mekânlar ve karakterler, seyirciye o anların içindeymiş hissini yaşatıyor. Zaim’in övgü alan görsel alıştırmaları da var. Bir mekândaki görüntü, Ruhsar’ın elinde bir fotoğrafa dönüşüveriyor. Bu teknik başarıya övgü göndermeli. Bir de metaforlar yaratan gölge yansımaları var. Ruhsar’ın uyumayla uyanıklık arasındaki sahnesi, sinemamızda önemli bir gerçeküstücü an. Bu film, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Kurgu” dalında ödül de kazandı.

(10 Mart 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Kan Yoksa Gişe de Yok

Yediğimiz, içtiğimiz, siyaset, politika ama ideolojik filmlerde kan ve cinayet yoksa gişesi hüsran. Ne kadar çok cinayet o kadar çok gişe… Aşağıdaki tabloda Babam ve Oğlum için ayrı bir pencere açmak gerek. 12 Eylül travmasının parçaladığı aile dramını anlatsa da dönemin en çok iş yapan filmlerinden biri olmuştur. Zaten 26 filmlik bu tablo içinde sadece Babam ve Oğlum gişesi toplam rakamın % 50’sini oluşturur.

Buna karşılık silâhın bol kullanıldığı ve izleyicileri “mermi manyağı” yapan Deli Yürek, Kurtlar Vadisi: Irak, Güneşi Gördüm, Nefes: Vatan Sağolsun, Kurtlar Vadisi: Filistin filmlerinin (5 film) rakamı bile DİĞER POLİTİK – SİYASAL filmlerin toplam gişesinden fazla. İşte 2000 yılından bugüne gösterime giren filmlerin kıyas tablosu ve gişeleri ile toplam izleyicileri:

Mukayeseli Filmler

Bol Kan Bol Mermi ve Bol Cinayet

Filler ve Çimen (05.01.01) 140.470
Deli Yürek (07.12.01) 1.053 000
Eve Dönüş (03.11.06) 231.574
Kurtlar Vadisi: Irak (03.02.06) 4.256.567
Vali (09.01.09) 480.500
Güneşi Gördüm (12.03.09) 2.490.000
Nefes: Vatan Sağolsun (16.10.09) 2.435.000
Kurtlar Vadisi: Gladio (20.11.09) 870.000
New York’ta Beş Minare (05.11.10) 3.480.000
Kurtlar Vadisi: Filistin (28.01.11) 1.950.000
Toplam Gişe 12 Film: 17.617.715 kişi

Az Kan Az (Ya da Hiç) Cinayet

9 (15.11.2002) 2.500
Yazı Tura (09.24.04) 267.225
The İmam (10.14.05) 107.164
Pardon (04.03.05) 105.784
Yolda (04.08.05) 9.870
Babam ve Oğlum (18.11.05) 3.835.000
Beynelmilel (29.12.06) 431.300
Takva (01.12.06) 349.530
Mavi Gözlü Dev: Nazım Hikmet (16.03.07) 276.295
Zincirbozan (13.04.07) 75.425
Son Ders: Aşk ve Üniversite (08.02.08) 118.624
Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım (22.02.08) 104.000
Mülteci (07.03.08) 2.362
Devrim Arabaları (24.10.08) 188.000
Son Cellat (07.11.08) 24.000
Fırtına (14.11.08) 57.000
Yağmurdan Sonra (26.12.08) 50.000
Kelebek (01.05.09) 34.000
Gecenin Kanatları (11.12.09) 342.000
Eşrefpaşalılar (05.03.10) 460.000
Büşra (19.03.10) 30.000
Takiye: Allah Yolunda (07.05.10) 20.000
Memleket Meselesi (09.09.10) 23.000
Memlekette Demokrasi Var (03.12.10) 73.000
Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi (07.01.11) 950.000
Kağıt (14.01.11) 23.000
Toplam: 26 Film 8.066.243 Kişi

Önemli Not: Kaynak gösterilmesi meslek etiği açısından zorunludur.

(07 Mart 2011)

Nizam Eren

Bir Avuç Deniz: Hayret, Tipler Türkçe Konuşuyor!

Herkesin bildiği hikâyecik: Hızlı okuma tekniğini öğrenen Woody Allen’a, “Savaş ve Barış”ı nasıl bulduğunu sormuşlar: “Olaylar Rusya’da geçiyor” demiş. Biz sinema yazarları da hızlı değil, ağır gelişen bir film izledik, sonuç aynıydı: Tipler Türkçe konuşuyor! İşte hepsi bu!

Şaka bir yana, vallahi, bu filme göre, gelir dağılımında pastanın yaklaşık yüzde yirmisini alan en zengin yüzde beşlik kesimin biz ortalama vatandaşlarla hiçbir ilgisi ve teması yok: Çünkü ayrı bir gezegende yaşıyor gibiler (sakın, yönetmenin bunu hedeflediğini söylemeyin!).

Evin sırıtkan babası sinirleri tahrip eden bir yüz ifadesiyle dolaşırken, anne oğlunu ‘kazık kadar bir orkide’ gibi görüp hissediyor (yok canım, oğlan açısından ‘Oedipus kompleksi’ne kadar uzanmayın)… Hem Columbia University’de okuyup, hem de Londralar’ı kapı komşusu yapmış oğlan, şimdilerde büyük şirketin yönetici koltuğunda sekreterine o etkileyici ses tonuyla talimatlar ve seyirciye de şerit perdeden sızan güneş ışıkları altında “American Gigolo” Richard Gere havasında pozlar veriyor. Ama bir sorunu var: Ne denli spor yapsa da, karın kasları baklava desenli olmayacak gibi! Sevgilisi kız ise, hani o aynı tornadan çıkmış gibi duranlardan: Ruhsuzluk ve mânâsızlıkla bön bön etrafına bakan, ‘yaşadığını varsaydığımız’ güzellerden biri… Allahtan, Drew “Poison Ivy” Barrymore tadında, şöyle gösterişli, uçuk kaçık, feylesof ruhlu bir kız bu ‘zavallılar’ın hayatına biraz renk katıp, oğlanı cinsel çekimiyle ele geçiriyor. Kendisi, burjuvaların ‘kafayı sıyırmışlar familyası’ndan. Fakat ‘ana – baba kuzusu’ oğlan için ziyadesiyle istikrarsız; tabii ki anne ve oğlanın iki yakın arkadaşından kabûl görmüyor, falan filân. Olaylar da, galiba, Türkiye diye bilinen, yaklaşık 13 milyon yoksulu olan bir ülkenin sınırları içinde yer alan Boğaz kıyıları, Göcek Koyu gibi yerlerde geçiyor.

Türk Sineması, bunca yıldır, burjuvasına dair esaslı bir sinema yapıtı üretemedi (aristokrasi olmadığından o alan yok zaten). Meydan da, bu Beverly Hills zengini özentisi, baba parasıyla ‘bir şey olmaya’ çalışan genç insanların aşk üçgenlerini yansıtmaya çalışıp, güya eleştirel, karakter ve diyalogları berbat, karakter – mekân – çevre ilişkisini kuramamanın yanı sıra olay örgüsü de dökülen, ‘her yana çekilebilen’ filmlere kaldı. Ticari ürünler olan dizilerin güzel & yakışıklı oyuncularına özenenleri salonlara çekme plânları tam da bir reklâmcılık kurnazlığı. Sinema sanatı ise başka bir disiplin.

“Bir Avuç Deniz”i yine de öneriyorum: Yılın en iyi komedisi olmaya aday!

(08 Mart 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Hollywood Rusya’da Altın Madeni Buldu

Bir zamanlar Rus filmi “Savaş ve Barış”ı Sovyetler Birliği sinemalarında 135 milyon kişi izlemişti… Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin”de Sovyetler Birliği sinemalarında 25 milyon kişiye ulaşmıştı. Son dönemde Rusya sinemalarında Hollywood yapımları kapalı gişe oynuyor. İşte bazı rakamlar:

* Avatar / 117 milyon dolar.
* Şrek: Sonsuza Dek Mutlu / 51 milyon dolar.
* Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı / 44 milyon dolar.
* Alis Harikalar Diyarında / 41 milyon dolar.
* Madagaskar 2 / 40 milyon dolar.
* 2012 / 36 milyon dolar.
* Gündüz Nöbeti / 31 milyon dolar.
* Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu / 30 milyon dolar.
* Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı / 27 milyon dolar.
* Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı / 27 milyon dolar.
* Wanted / 26 milyon dolar.
* Hancock / 26 milyon dolar.
* Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1 / 25 milyon dolar.
* Şrek Üç / 23 milyon dolar.
* Kung Fu Panda / 20 milyon dolar.
* Türk Hamlesi – Turkish Gambit / 18 milyon dolar. Maliyeti sadece: 4 milyon dolar.

Not: Türk Hamlesi’nin romanını Altın Kitaplar Yayınevi basmıştır. Bilginize sunulur.

(06 Mart 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Halit Refiğ’in Yeri Hiçbir Zaman Doldurulamayacak 3

Kanal D ekranlarında 17 Aralık 2009’da 54. Bölümü yayınlanan pembe dizi “Aşk-ı Memnu”yla ilgili Engin Ardıç, Sabah Gazetesi’nde yayınlanan “Behlül ile Bihter Manyakları” başlıklı yazısında 1975’te TRT ekranlarında yayınlanan Halit Refiğ’in yönettiği, yaklaşık dört saat, 6 bölüm süren, 3 saat 40 dakika uzunluğunda bir sinema versiyonu olan, Müjde Ar’ı üne kavuşturan “Aşk-ı Memnu”yu yakın zamanda tekrar seyrettiğini ve “Berbat” bulduğunu açıkladı ve şöyle yazdı: “Tempo yok, oyun yok, sevimsiz bir dublaj sesi, tipik Yeşilçam… Bu zavallı müsamereyi nasıl beğenmiş de izlemişiz otuz beş yıl önce? Ama bugünkü dizi ondan da beter.”

Ardıç’ın Halit Refiğ’in dizisine çok haksızlık ettiğine inanıyorum. Ben popüler pembe dizilerden pek çok insanın geçimini sağladığını ve pek çok izleyicinin bunlarla oyalandığını bildiğimden bunlara da saygı duyuyorum. Öte yandan Halit Refiğ’in Halid Ziya Uşaklıgil’in romanına sadık kalarak, bu romanın izini sürerek gerçekleştirdiği “Aşk-ı Memnu” kesinlikle ve kesinlikle bir pembe dizi değildi. Refiğ bu filmiyle Türk sinema ve televizyon tarihinin en iyi edebiyat uyarlamalarından birini gerçekleştirmişti.

Bu yazımızda İstanbul’un nüfusunun sadece üçbuçuk milyon olduğu bir dönemde gerçekleştirilen ilk “Aşk-ı Memnu”nun kamera arkası notlarını bulacaksınız. “Aşk-ı Memnu” için ilk sinema filmi senaryosunu film eleştirmeni ve sinema tarihçisi Nijat Özön yazdı. Özön’ün yazdığı senaryo hiçbir zaman uyarlanmadı. Yönetmen ve yapımcı Memduh Ün’de “Aşk-ı Memnu”yu modernize ederek sinemaya uyarlamayı tasarladı. 1974’te TRT Genel Müdürü İsmail Cem kitap okuma alışkanlığı olmayan Türk halkına Türk edebiyat klâsiklerini tanıtabilmek için BBC’nin yaptığı tarzda diziler üretilmesi için Türk sinemasının en iyi yönetmenlerine iş davetiyesi çıkarttı. İşte ilk “Aşk-ı Memnu” dizisi böyle doğdu. Halid Ziya Uşaklıgil’in 1895 – 1898 döneminde geçen “Aşk-ı Memnu” romanıysa ilk kez 1899 – 1900 yılları arasında tefrika edilerek okurlara sunulmuştu.

İlk “Aşk-ı Memnu”nun kamera arkası notlarına geçmeden önce dizinin yapılmasına yol açan, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e yakından bakmamız gerekiyor.

Ecevit Afları ve Gafları

Hiç kimsenin başkalarına karşı işlenmiş suçların kesinleşmiş cezalarını affetmeye, hafifletmeye, ceza sürelerini kısaltmaya ve mahkûmiyet kararlarını kaldırmaya hakkı yoktur. Hangi amaçla olursa olsun. Aşırı duyarlılık sahibi olsalar bile bu davranışta bulunanları bağışlayamayız. Zaten davranışlarının arkasında bizce oy avcılığından başka bir şey yoktur. Kurbanlar ve yakınları bile bu suçluları bağışlama hakkına sahip değildir. Cumhurbaşkanı ve başbakanın bile bu suçluları affetmeye hakkı yoktur. Eski başbakanlardan Bülent Ecevit ve peşine takılan insanlar ne yazık ki bu hatayı döne döne yapmışlardır. Ecevit hükümetleri vatandaşlara karşı işlenen suçları affetmeye hiçbir hakları olmadığı halde af yasaları çıkararak cezaevlerini sürekli olarak boşaltmışlardır. Bu af yasalarını destekleyen herkes, suç işleyenin yanına kalmasından da, yeni yeni suçlar işlenmesinden de, Türkiye’nin kan gölü ve suçluların cenneti olmasından da sorumludur.

Suç işleyenlere hak ettikleri, caydırıcı cezaların verilememesi ne yazık ki bir Türkiye klâsiği ve geleneğidir. Örnek vermek gerekirse 1952’de düşüncelerini ve yazılarını beğenmediği gazeteci Ahmet Emin Yalman’a karşı “susturma” ve öldürme amaçlı suikast düzenleyen Hüseyin Üzmez sadece 20 yıl hapis cezası alıp sadece 10 yıl hapis yatarak cezaevinden kurtulmasaydı buna benzer olaylar belki de bu kadar sık tekrarlanmazdı. Bakınız: 12 Eylül 1980 öncesindeki suikast ve cinayet silsilesi…

Dönelim Bülent Ecevit’e… Peki Bülent Ecevit’in hiç mi iyi icraatı yoktu? İsmail Cem’i TRT Genel Müdürlüğü’ne ataması ve Cem’in Türk Sineması’nın kurucu babaları Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’e TRT’de yayınlanmak üzere Türk edebiyatının ölümsüz klâsiklerinden uyarlanacak film ve dizi siparişleri vermesi bu iyi icraatların belki de en iyisidir. Yetenekli bir yazar olmasa da bir yazar olan Bülent Ecevit kitap okumama konusunda dünya birincisi olan Türk halkına Türk edebiyat şaheserlerini televizyon yoluyla ulaştırmayı ve tanıtmayı denemiştir. Hem de Türkiye’nin filmcilik dahileri aracılığıyla. Ben, Bülent Ecevit’ten iyi bir Başbakandan çok iyi bir Kültür Bakanı olurdu diye düşünüyorum.

1970’lerin ortasında TRT’de beş bin kişi çalışıyordu. Bugün sekiz bin kişi çalışıyor. Bugün iki yüz kişiyle yapılabilecek işlerin sekiz bin kişiyle yapılabildiği yani bir yumurtayı 20 kişinin taşıdığı TRT’deki “Antonio Salieri”ler, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk Sinema Filmleri’nin en iyilerini yapanlara, Bülent Ecevit hükümetleri dönemlerinde Başbakanın isteğiyle işler verilmesini hiçbir zaman affetmediler. Affetmemekle kalmadılar bu yolu sonuna kadar kapatmanın çeşitli ve amansız yollarını buldular. Türk Sinema Filmleri’nin hazinelerini yaratmak gibi bir suç, ayıp ve günah işleyen Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’in bu hataları ve yanlışları yanlarına bırakılmamalıydı. TRT memurları bu üç dahiye hayatı zindan etmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece, Erksan, Akad ve Refiğ’in TRT’de gösterilecek yeni yeni filmler – diziler yapması TRT bürokrasisi tarafından ve Ecevit’ten başka hiçbir başbakanın TRT’yi buna zorlamaması sonucunda önlenmiş oldu. Bu üç yönetmen hayatlarının en verimli dönemlerini işsiz olarak geçirmeye mahkûm edildi.

TRT bürokrasisi en çok da yönetmen ve senaryo yazarı Halit Refiğ’e zarar verdi.

Bülent Ecevit ve ekibi, Halit Refiğ’in Halit Ziya Uşaklıgil’den “Aşk-Memnu”yu, Kemal Tahir’den “Yorgun Savaşçı”yı ve “Devlet Ana”yı uyarlaması için neredeyse devlet mekanizmaları üzerindeki bütün kudretini, etkisini ve nüfuzunu kullandı. Örnek vermek gerekirse Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni 1978 ve 1979 yıllarında “Yorgun Savaşçı” filminin çekimlerine tam destek vermeye bizzat Bülent Ecevit ikna etti.

Ne yazık ki, “Aşk-ı Memnu” TRT sansürünce makaslandı ve kesilerek yayınlandı, “Yorgun Savaşçı” uzun yıllar rafa kaldırıldı, “Devlet Ana” Ecevit desteğine ve ısrarına rağmen çekilemedi bile. Türkiye’de seçim sandığında en çok oyu alanın her zaman ve her yerde iktidar olamamasının belki de en çarpıcı örneklerinden biriydi bu durum.

Halit Refiğ’in çilesi devlet tarafından kendisine 1989’da ısmarlanan “Gazi ile Latife” adlı senaryosunun da filmleştirilmemesiyle devam etti / sürdü. Kültür Bakanlığımız senaryoyu Refiğ’e sipariş etti ve 1993 ile 1998’de iki kez bu senaryoyu kitap olarak bastı. Üstelik Bakanlık sipariş ettiği diğer Atatürk filmleri senaryolarını kitap olarak basmadı bile. Bu olayın en çarpıcı yanı Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” senaryosunun filmleştirilmesine karar vermesi ve bu kararını uygulamaması…

Halit Refiğ, 1998’de yayınlanan Nezihe Araz’ın “Mustafa Kemal’le Bin Gün” ve 2006’da yayınlanan İpek Çalışlar’ın “Latife Hanım” adlı kitaplarındaki bilgilerin kendi senaryosunu aynen doğruladığını söylüyor.

Refiğ “Gazi ile Latife” senaryosunu yazarken kimlerden yararlandığını şöyle anlatıyor: “1974 yılında değerli dostum İsmet Bozdağ’ın yayınladığı ‘Atatürk ve Eşi Lâtife Hanım’ adlı kitabı okuduğumda bu konudan çok güzel bir film çıkabileceğini düşündüm. İstiklâl Savaşı’nın muzaffer başkomutanı, cumhuriyetin kurucusu büyük Atatürk’ün kısa evlilik hikâyesi olağanüstü insanî ve dramatik boyutlara sahipti. Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanıştığı 1922 Eylülünden, ayrıldıkları 1925 Ağustosuna kadar geçen zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları idi. Bu özel ilişki, o dönemin siyasi ve sosyal ortamını dramatik bir yapıda anlatabilmek için olağanüstü bir bakış açısı sağlamakta idi. İsmet Bozdağ’ın kitabını okuduktan sonra bu konuda yazılmış olan bütün kitap ve makaleleri araştırmaya, değerlendirmeye çalıştım ve oldukça geniş bir arşiv meydana getirdim.

1989 yılında Kültür Bakanlığı, Atatürk’ü anlatan filmler yapılabilmesi için aralarında benim de bulunduğum bazı yazarlara senaryolar sipariş etti. Ben hiç tereddüt etmeden ‘Gazi ile Lâtife’ tasarımı gerçekleştirmeye karar verdim.

Senaryo yazımına hazırlandığım sırada değerli araştırmacı ve yazar İsmet Bozdağ, bana gene büyük bir yardımda bulundu. Kendi kitabını yazmakta yararlandığı temel kaynaklardan biri olan Atatürk’ün başyaveri Salih Bozok’un bir dosya içinde toplanmış olan anılarını okumam için bana verdi. Salih Bozok Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanışmalarından, evlenip ayrılmalarına kadar olan dönemin en yakın şahidi idi. Bozok’un anılarından çok yararlandım. Ayrıca Halide Edip Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Halit Ziya Uşaklıgil ve Lord Kinross’un kitaplarında bulduğum konumla ilgili bölümler de senaryonun oluşmasında büyük yararı oldu.

Atatürk ile Lâtife Hanım ilişkileri üzerine gazete ve dergilerde yayınlanmış çok sayıda röportaj karşısında genellikle ihtiyatlı davrandım. Bilimsel belgelemeden çok, kişisel hatıralara dayanan bu konuşmalarda zaman zaman birbirini tekzip eden çelişkiler, hafıza yanılmaları, bazen de düpedüz hayal mahsulü olduğu hemen hissedilebilen görüşlerden uzak kalmaya çalıştım.

Cumhuriyet’in kuruluşu ile ilgili çok bilinen temel tarihi olayların yanı sıra, benim dramatik insanî bir boyut olarak bu konuya katmak istediğim bir tema da Atatürk’ün Millî Mücadele ve İstiklâl Savaşı’nı birlikte gerçekleştirdiği yakın arkadaşlarıyla, zaferden sonra Lozan Müzakereleri, Cumhuriyet’in ilânı, Hilâfet’in tasfiyesi ve Şeyh Sait İsyanı sırasında yollarının nasıl ayrıldığı idi. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi Millî Mücadele’nin öncüleriyle hangi şartlarda uyumsuzluk meydana gelmiş, bunlara karşılık hangi sebeplerle İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celâl Bayar yeni devletin yönetiminde Atatürk’ün en yakın yardımcıları olabilmişlerdi? Hiç kuşkusuz bu konuda yararlandığım ilk kaynak, Atatürk’ün ‘Nutuk’u oldu. Tabii Karabekir’in, Cebesoy’un Orbay’ın anıları da bu sorulara değişik açılardan dikkate değer karşılıklar getirmekteydi.

Bu bakımdan, ‘Gazi ile Lâtife’ senaryosu esas itibariyle çeşitli anılardan meydana gelmiş bir ‘sinematografik tarih’ sayılabilir.”

Halit Refiğ Anlatıyor:

* “‘Aşk-ı Memnu’nun benim açımdan en cazip tarafı, bizim toplumumuzdaki alaturka – alafranga ayrımını çok ustaca yapmış olmasıdır. Firdevs Hanım ve kızı Bihter’in yalısı Anadolu yakasındadır. Alaturka kültürün temsilcisi olan Bihter ud çalmaktadır, alafranga kültürün temsilcisi olan Nihal piyano, Batı müziği dersleri almaktadır.”

* “‘Yorgun Savaşçı’ filminde dramı meydana getiren en ilginç sahnelerden biri Ayasofya sahnesidir. İşgâl altındaki İstanbul’da bir Cuma namazı sahnesidir bu. Yüzbaşı Cemil bir çatışmadan dolayı aranmaktadır, sığınacak bir yer arar. Bu arayış içinde subay arkadaşlarından birine ulaşmaya çalışır. O arkadaşı Ayasofya Camii’nin korunmasında görevlidir. Aralarında durumu konuşurlarken Cuma namazı zamanı gelir. Arkadaşı, ‘Ben cumayı kılayım, geleyim,’ der ve namaza gider. Yüzbaşı Cemil bir sürü İngiliz ve Fransız askerin arasına karışıp camiye girer. Caminin üst katındaki Ayasofya’nın kilise olarak kullanıldığı zamandan kalma mozaikleri görür ve inceler. İngiliz ve Fransız askerleri de o mozaiklere bakmaktadır. Aşağıdaysa Cuma namazı kılınmaktadır. Türklerle işgâl ordularına mensup Hindistan’lı ve Senegal’li Müslüman askerler beraber namaz kılmaktadır. Yüzbaşı Cemil ise İngiliz ve Fransız askerleriyle birlikte yapının kilise geçmişinden kalan mozaikleri incelemeyi tercih eder. O sahne ‘Yorgun Savaşçı’nın kişisel dramını vermek bakımından anahtar sahnelerden biriydi. Vatanını işgâl ordularından kurtarmak için canını ortaya koyan Yüzbaşı Cemil dini vecibelerini yerine getirmek konusunda istekli değildir. Bu Kemal Tahir’in romanındaki bir sahneydi, ben de diziye aldım.”

* “Bülent Ecevit bir konuşmasında halkın kolektif bilincinin, siyaset adamlarının bireysel bilinçlerinin çok önüne geçtiğini söylemişti.”

* “Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ adlı romanının sinema filmi haklarını 20th Century Fox yapım ve dağıtım stüdyosu satın almıştı. Romanın haklarının alınması için stüdyoyu James Dean ile Natalie Wood’un başrollerini paylaştığı ‘Rebel Without A Cause – Asi Gençlik’le (1955) Oscar ödülüne aday gösterilen yönetmen ve senaryo yazarı Nicholas Ray ikna etmişti. Ancak yönetmen Joseph Losey ‘İnce Memed’ uyarlamasını önce Nicholas Ray’in elinden aldı, sonra da bu romanı uyarlamaktan vazgeçerek rafa kaldırdı.”

* “Çok iyiliğini ve dostluğunu gördüğüm meslekdaşım Atıf Yılmaz sürekli kendini yenileyerek her dönemde geçerli olmayı, el üstünde tutulmayı başarmıştı. Her döneme ayak uydurmasını becerdi. Aranılan yönetmen olmayı yarım yüzyıl boyunca başaran nadir sanatçılardan biriydi.”

* “Suriye asıllı Mustafa Akkad, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin desteğiyle 10 milyon dolara çektiği ‘Çağrı: İslamiyetin Doğuşu – The Message’ (1976) adlı filmi gerçekleştirdi. En iyi fon müziği dalında Oscar ödülüne aday gösterilen bu film 1979 sonlarında Türkiye’de gösterildiğinde Akkad’a ‘İstanbul’un Fethi’ni filmleştirmesi önerilmişti.”

* “En önemli filmim çekimleri sırasında zona döktüğüm ve sinir krizi geçirdiğim ‘Yorgun Savaşçı’dır. Benim duygu ve düşünce dünyamı en iyi yansıtan filmlerim olarak ‘Hanım’ı, ‘Köpekler Adası’nı, ‘İki Yabancı’yı da sayabilirim. Meslek hayatımda benim açımdan en değer verdiğim filmlerimden biri de, yine çekimleri sırasında zona döktüğüm ‘Karılar Koğuşu’dur.”

Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” Üzerine Bir Söyleşi:

Bülent Ecevit, Halit Refiğ ve Abdi İpekçi daima birbirlerine yakınlık duyan, birbirlerine destek olan insanlar olmuştu. Halit Refiğ Bülent Ecevit’in Başbakanlığı sırasında “Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savaşçı”TRT için filmleştirmekle görevlendirildi. Aşağıda Abdi İpekçi’nin Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” üzerine yaptığı ve Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi bulabileceksiniz.

Refiğ: TRT, “Aşk-ı Memnu”nun, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. “Aşk-ı Memnu” bir sinema filmi tavır ve düşüncesiyle çekilmedi… Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda… Tasarruf edilen para filmin kıyafetlerine, dekoruna harcandı.

Refiğ: Filme başlamadan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hâli, Göksu gibi, Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de, Cemil Mahiç Bey yalısının, Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı-yukarı eşi olmasıydı. Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında da çalıştık. Kostümlerin çeşitli kaynaklardan yararlanılarak hazırlanması aşağı-yukarı üç-dört ay sürdü. Eleştirilen damalı çarşaf meselesi, tarihî hakikâtlere ve bir moda kıyafeti olarak hikâyeye de uygundur.

Refiğ: Filmin gösterilmesi İsmail Cem’in görevden ayrıldığı dönem rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’nun birçok sahnesi kesildi. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekiyordu, vermediler. Benim üzüntüm, sansür ve fikir üzerindeki bakışından dolayı küçümsediğimiz 2. Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır. TRT’nin yeni Genel Müdürü, Türk eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin sürdürülmesi niyetinde olduklarını söyledi; yeni mevsim için ne yapmak istediğimizi sordular. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” eserini yapmak istediğimizi söyledim… Kararlarını bekliyorum.

İpekçi: Halit Bey, televizyonda yayınlanan, “Aşk-ı Memnu” filminiz büyük ilgi ve takdir topladı sanıyorum. Bu filmin başarısını hangi nedenlere bağlayabilirsiniz?

Refiğ: Birkaç maddede toplayabiliriz başarı sebeplerini. Film bir aile hikâyesidir. Televizyon seyircisinin çoğunluğunu aileler oluşturmaktadır. Bu bakımdan, TRT benden klâsik bir Türk romanı filme çekmemi isteyince, hem klâsik değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV seyircisinin sadece kültür açısından değil, fakat temaşa açısından da ilgisini çekecek bir roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların temelde büyük ölçüde faydası oldu. Bizim seyircimiz Türk filmleri hakkında çoğu zaman ikinci elden edinilmiş, bazı zaman da kendi tecrübeleriyle tesadüf ettikleri kötü filmlerle genel olarak kötü bir kanaate sahiptir. Bu film, özenle çekilmiş bir filmdir. TRT bu filmin düzgün, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. Öyle sanıyorum ki, hikâyenin bünyesinden gelen aileyi ilgilendirme özellikleri yanında, filme sarf edilen bu emek de seyirci tarafından değerlendirildi. Bu da seyirciyi etkileyen bir unsur oldu tahmin ediyorum.

İpekçi: Aslında normal olarak sinemalarda gösterilen filmlerde sarf edilenin çok üstünde bir para mı harcandı bu işe?

Refiğ: Aşk-ı Memnu, bir sinema filmi, tavır ve düşünceyle çekilmedi. Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda. Başlangıçta TRT ile ismi olan meşhur pahalı oyuncular yerine, pahalı olmayan ama rolü ifade edebilecek, hikâyeyi değerlendirebilecek oyuncular kullanma ve ordan tasarruf edilecek parayı, filmin görüntü değerine katma konusunu konuşmuştuk. Görüntülere, dekorlara, kılıklara, kıyafetlere ve çekim zamanına önem verecektik. Nitekim filmin maliyeti, piyasa şartları içinde çekilse de, aynı maliyete çıkardı. Fakat ödeme nisbetlerinde bir değişiklik olacaktı. Bazı kalemlerde çok daha fazla, bazı kalemlerde daha az ödemeler yapılmış olacaktı. Bizim özellikle tasarrufumuz, oyuncu ücretlerinde oldu. Bu tasarrufu kılık kıyafetler, dekor ve daha itinalı bir zamanda çekilebilmesi şartlarına ayırdık. Harcamalar konusunda sinema için yapılan filmle, televizyon için yaptığımız bu film arasında bence başlıca ayırım noktaları bunlar.

İpekçi: Bu açıklamalarda bulunurken üzerinde özellikle durmak istediğim bir noktaya da değinmiş ve açıklamış oldunuz. Biraz daha o konuda konuşmak istiyorum; oyuncular konusunda. Gerçekten de oyuncuların hepsi değilse de büyük çoğunluğu tanınmamış, daha önce film yıldızı olmamış kimselerdi. Benim sormak istediğim hususlardan biri de şu: Hiç tanınmamış ve bu alanda tecrübe sahibi bulunmadıkları sanılan, bilinen bu kişiler, bana oldukça başarılı gibi gözüktüler. Siz de bu görüşe katılır mısınız?

Refiğ: Başarılı gözükmeleri için elimizden gelen gayreti gösterdik. Filmde oyuncuların bir kısmı gerçekten mesleklerinde son derecede değerli kimselerdi. Meselâ Şükran Güngör gibi, Çolpan İlhan gibi, Neriman Köksal gibi, Suna Keskin gibi birtakım tiyatro ve sinemamızın gayet tecrübeli elemanları vardı. Fakat bu oyuncular, sinema piyasasının tâbiri ile afiş isimleri değillerdi. Hâlbuki televizyonda önemli olan oyunun bizzat kendisi idi. Bunun dışında iki eleman ilk defa sinemada oynadı. İkinci başrolü oynayan genç hanımlar…

İpekçi: Ben de özelliklerini kastederek bu soruyu sordum.

Refiğ: Ben “Aşk-ı Memnu” da rol bölümünü yaparken özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında kahramanlarının fiziğini nasıl tasvir etmişse ona uyacak kimseler bulmaya çalıştım. Rol bölümünde aman tiyatrodan olsun, aman sinemadan olsun veya dışardan olsun diye bir kayda girmeden, Halit Ziya, kitabında nasıl insanlar tarif etmişse o tiplere en uygun kimler olabilir hesabından yola çıktık. Halit Ziya’nın tasvir ettiği Bihter ve Nihal tiplerine uygun tecrübeli eleman yoktu. Bu bakımdan bu iki rolü tanınmamış, sinemada tecrübesi olmayan insanlar arasından seçmek gereği hasıl oldu. Nihal rolü için birkaç namzet vardı. Bir test yaptık stüdyoda. Itır Esen yedi kişinin arasında en uygunu oldu. Müjde Ar’a gelince, bir takım adayları iyice düşünüp taşındıktan sonra Müjde Ar, filmin en son kararlaştırılan oyuncusu oldu. Yani kostümleri en son dikilmeye başlanan oyuncu oldu. Başlangıçta tecrübesiz oluşu beni ürkütüyordu, fakat gayet hırslı ve azimli olduğunu fark ettim ve bazı eksikliklerini azmi ve hırsı ile kapatabilirdi. Bu konuda görüntü yönetmeni İlhan Arakon bize epey yardımcı oldu. İlk günler, tecrübeli oyunculara göre tecrübesizler kameranın karşısına ilk defa çıkmanın, ışıkların karşısında ilk defa durmanın acemiliklerini gösteriyorlardı. Fakat bizim acelemiz yoktu. Belli bir haftaya filmi yetiştirmek gibi bir durumumuz yoktu. Uğraştık mektepte uğraşır gibi uğraştık. Bu arada tecrübeli oyuncuların da daha tecrübesizler üzerinde dostça ilgileri oldu. Ve sanıyorum ki, tecrübeli oyuncularla tecrübesiz oyuncular arasında belli fark ortaya çıkmadan Halit Ziya Uşaklıgil’in tarif ettiği tiplere, insanlara uygun görüntüler meydana getirebildik.

İpekçi: Her ikisinin de ilk tecrübesi miydi bu?

Refiğ: Evet

İpekçi: Nasıl bulabildiniz? Bir testten, denemeden söz ettiniz…

Refiğ: Şöyle oldu: Nihal rolü için muhtelif namzetler oldu…

İpekçi: O namzetleri nasıl sağladınız?

Refiğ: Bir kısım namzedi İstanbul Konservatuarından sağladık. Nihal, biliyorsunuz piyano çalıyordu, bence bu rolü oynayacak kızın piyano bilmesi de gerekliydi. Fakat Konservatuvar namzetleri arasında Nihal rolünü oynayabilecek ve piyano çalmasını bilen bir iki hanım vardı. Itır Esen, dublaj yönetmeni Hayri Esen’in kızıdır. Onu filmin TRT adına yöneticisi olan Tekin Özertem getirdi. Fizikman gayet uygundu. Benim dışarıda tanıdığım bir iki namzet vardı. Meselâ Ankara İktisat Fakültesi’nde okuyan gayet aklı başında bir hanım vardı. Hepsini ayrı ayrı denedik ve Itır Esen’in en iyi olduğu sonucunda birleştik. Zaten bu rolü oynayacaklara bir deneme yapmak istediğimizi, dört saat sürecek bir filmin bütün yükünü, hiç olmazsa görüntü olarak devamlı seyirci karşısında bulunma riskini bazı deneylerden geçirmeden kimseye veremeyeceğimizi bildirmiştik. Film deneyleri sonunda Nihal rolüne en yatkın insan olarak Itır Esen ortaya çıktı.

İpekçi: Piyanoyu kim çaldı?

Refiğ: Eşim Gülper Savaşçın Refiğ çaldı. Eşim Hamburg Müzik Akademisi mezunudur. Bana filmin müziğinin yapımında da danışman olarak ve müziklerin hazırlanmasında bilfiil çalışarak epey faydası oldu. Kendisi Itır Esen’i belli parçaları hiç olmazsa sese uygun parmak hareketlerini uyduracak şekilde çalıştırdı. Filmdeki piyano müzikleri onun tarafından stüdyoda seslendirildi.

İpekçi: Müzik de gerçekten çok başarılı idi. Orijinal miydi besteler?

Refiğ: Filmi yaparken, bu filmin belli bir çağda geçtiğini düşünerek, bu çağın sanatçılarının yarattıkları eserlerden, onların heyecanlarından, onların duyuşlarından yararlanmayı düşündüm. Meselâ özellikle kılık kıyafetlerde, saç-sakal şekillerinde, Halit Ziya Beyin çağdaşı olan Osman Hamdi Beyin resimlerinden büyük ölçüde yararlandım. Müzik konusunda ilk düşüncem, o devrin tanınmış bir bestecisi olan Şevki Beyin eserlerinden yararlanmaktı. Şevki Bey bir aşk şarkısı bestecisi olarak ve müziğinin genel atmosferi, genel karakteri de “Aşk-ı Memnu’nun havasına çok uyan bir besteci olarak benim dikkatimi çekti. Yalnız şöyle bir müzik problemi ortaya çıkıyordu; geleneksel Türk müziği dramatik bir ifadeye bünyesinde yer vermemiş. Aslına bakarsanız Wagner gelene kadar, Batı müziğinde de böyle bir şey yok. Türk müziği, temsil sanatı olmadığı için, bu konuda dramatik bir özellik kazanmamış. O bakımdan biz fon müziği olarak belli heyecanları ifade etmek bakımından, belli dramatik anları vermek bakımından güçlüklerle karşılaştık. Buna karşı yüzde yüz bir Batı müziği tarzında müzik bestelenmesi de özellikle filmin geçtiği tarihsel dönem açısından bana uygun gelmedi. O zaman şöyle bir formül düşündük: Şevki Bey’in melodilerini alıp bu melodileri ham malzeme olarak kullanıp zaman zaman gerekli yerlerde bunları aslına uygun olarak dramatize etmek. Gerekli yerlerde bu melodileri dramatik müzik olarak kullanabilmek… Benim fon müziği konusunda ilk tasavvurum buydu. Fakat filmin fon müziğini bestelemek üzere çalıştığımız besteci Yalçın Tura böyle bir çalışmanın geleneksel Türk müziği çevrelerinde tepki ile karşılanacağını belirtti ve “Şevki Beyin havasına uygun, Şevki beyin stilinde ben beste yapayım” teklifinde bulundu. “Böylece hiç olmazsa hem devrin karakterini ve duyuşunu yakalamak imkânını sağlarız, hem de Türk müziği çevrelerinin muhtemel tepkilerine de hedef olmayız.” Yalçın Tura’nın bu teklifi bana uygun geldi. Özellikle melodi ve müzik karakterinin hikâyeye uygunluğu açısından ben bu müziği çok sevdim. Tahmin ediyorum seyircide de bilinçaltı müsbet etkisi olmuştur.

İpekçi: Bence müzik kadar güzel yanı görüntüleriydi filmin. Görüntü bakımından da çok başarılı gözüktü bana. Ne dersiniz?

Refiğ: Tabîî bu konuda en büyük hizmeti geçen görüntü yönetmeni İlhan Arakon’un adını anmak isterim. İlhan Bey, görüntü yönetmenlerimiz arasında en saygıdeğer biridir. Kendisi ressam Nazmi Ziya Beyin yeğenidir ve klasik Türk sanatları hakkında belli bir kültürü ve bilgi zenginliği vardır.

İpekçi: Affedersiniz bilmiyordum Arakon’un Nazmi Ziya’nın yeğeni olduğunu ve gerçekten de filmde Nazmi Ziya’nın romantizmi vardı.

Refiğ: İlhan Beyin teknik bilgisine, tecrübesine çok büyük saygım ve inancım olmakla beraber, Nazmi Ziya ile birlikte ailesinin böyle klâsik Türk resim ve görüntü sanatlariyle yakın ilgisi bulunması, bu filmin görüntü atmosferinde kendisiyle çok anlaşmalı bir atmosfer kurabileceğimiz inancını vermişti. Ben elimizdeki teknik imkânlar nisbetinde buna ulaştığımızı sanıyorum. Bilhassa İlhan Beyin görüntü başarısı yalı aydınlatması, yani mum ışığı aydınlatması çok başarılı oldu. Filmde merkezin daha aydınlık, çevreye gittikçe daha karanlık ve kenarların oldukça karanlık olduğu bir aydınlatma sistemine gittik. Bu aydınlatma sistemi, belli bir dramatik atmosfer sağladı bize. Tabii görüntü kalitesinin tutturuluşunda İlhan Beyin teknik bilgisi ve tecrübesi yanında, estetik birikiminin de çok yardımcı olduğunu sanıyorum.

İpekçi: İzin verirseniz biraz dekorlardan ve kostümlerden de söz edelim. Dekorlarınızın ve kostümlerinizin o dönemin gerektirdiği özelliklere tamamen uygun olması için ne gibi araştırmalar yaptınız. Konakları nasıl buldunuz, kostümleri nasıl hazırladınız? Bunları anlatır mısınız?

Refiğ: Filme başlamazdan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hali, Göksu gibi Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Maalesef eski yapılar, özellikle Boğaz’daki eski yapılar süratle ortadan kayboluyor. Bunların içinde çalışabilmeye müsait çok az yalı kalmıştı. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de Cemil Mahiç Bey Yalısı’nın Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı yukarı eşi olmasıydı. Bu yalı romanın geçtiği alafrangalaşma döneminin çok tipik örneklerinden biriydi. Bu yalı, eski Tıbbiyeyi, bugünkü Haydarpaşa Lisesi’ni, bugünkü İstanbul Lisesi’ni yapan yabancı mimarların, özellikle Valeri’nin tesirinde yapılmıştı. Cemil Mahiç Beyin yalısı ise yabancı tesirlerle geleneksel motiflerin birbirine karıştırıldığı çok enteresan bir örnekti. Cemil Mahiç Bey yalısını bundan önce filmcilere vermediği halde, TRT’yi bir devlet müessesesi gördüğü için hiçbir ücret talep etmeden 60 gün bizim burada çalışmamıza imkân sağladı. Yalı boştu. İçinde oturulmuyordu. Yalının bir kısmı da oldukça yıpranmış durumdaydı. Yalı sahiplerinin ifadesine göre tamir için bir milyon liraya ihtiyaç vardı. Biz olanaklarımız ölçüsünde, yalıdaki hasarları onararak, yalıyı Halit Ziya’nın romanını esas alarak, o eşya stilinde antikacılardan kiraladığımız eşyalarla süsledik, filmin bütçe olarak en büyük masraflarından biri de, yalıya hiçbir para verilmediği halde kiralanan eşyalara verilen paradır. Aynı şekilde Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında çalıştık. O da o tarihten kalma ve halen o tarihin özelliğini koruyan ender yalılardan biridir. Sahipleri çok anlayışlı davrandılar. Zaten sanatkâr bir ailedir. Mehmet Abut bestecidir, Şehir Tiyatrosunun kadrosundadır. Onlar da yardım ettiler. Büyükada’da daha büyük kolaylıkla karşılaştık. Çünkü Büyükada’daki eski yapılar, Boğazdaki kadar tahribata maruz kalmamışlardı. Mekânları bu şekilde sağladık.. Kostümlere gelince; kostümleri çok çeşitli kaynaklardan, dergilerle hazırladım ve kostümlerin hazırlanması aşağı yukarı üç dört aya yakın bir zamanımızı aldı. Yüzden fazla kostüm. Halit Ziya romanında karakterlerin kostümlerini en ince detaylarına kadar tarif etmekte idi. Onun tarif ettiği kostümlere büyük ölçüde uygun olarak hazırladık. Bir kısım kostümleri ve özellikle saç-sakal-bıyık şekillerini Osman Hamdi Beyin tablolarından, çağdaş fotoğraflardan elde ettik. Sanıyorum ki belgesel olarak kostümlerde kendi zamanının gerçeğine çok yakın bir sonuç elde ettik.

İpekçi: Bu arada bazı eleştiriler de oldu…

Refiğ: O eleştirilerin üstünde de durmak isterim. Bihter’in giydiği bir damalı çarşaf bazı eleştirilere sebep oldu. Biz, kılık-kıyafetler konusunda ve bilhassa çarşaflar konusunda bu işe girişirken bütün kılık-kıyafet tariflerini, eldeki belgeleri hiç şüphesiz bu üç, dört ay içinde devamlı olarak gözden geçirdik. Nurettin Sevin’in “Türk Kıyafet Tarihi” adlı kitabında tafsilâtlı olarak belirttiğine göre Türkiye’de çarşaf ilk defa 1892 yılında giyilmiş ve öyle bir moda olarak gelmiş ki, her renkten, her desenden, her çeşit kumaştan çarşaf yapılmış. Ancak şu renkten, şu desenden veya şöyle bir kumaştan yapılır diye katiyen bir kayıt yok. Bütün sosyal sınıflar kendi durumlarına göre, çeşitli değerlerdeki kumaşlardan çarşaflar yapmışlar. Sonradan çarşafın rengi gitgide kararmış, günümüze kadar “karanlık” şekilde gelmiş. Ama çarşaf ilk geldiği yıllarda, 1892 yıllarında bir moda kıyafetiydi ve Bihter’in “Melih Bey takımı” diye tanınan bir ailenin mensubu olduğu ve bu ailenin zamanın modasını en aşırı şekilde tatbik etme çabasında olduğu düşünülürse, Bihter’in kıyafetinin bugün günümüzde bile göze çarpmış olması bence Bihter’in moda anlayışını ortaya koyar. Halit Ziya’nın kitabı dikkatle okunursa çok çeşitli desenlerde çarşaflardan bahsediliyor. Gerçi damalı tâbiri ile kullanılan bir çarşaf yok. Fakat benekli, çizgili, çeşitli desenli çarşaflar mevcut. Ama damalı çarşaf yok demek değildir. Nitekim, Sayın Şevket Rado bana bazı resimler gösterdi, bu resimlerin arasında damalı çarşaf örneklerine de rastladık. O bakımdan damalı çarşaf meselesi tarihi hakikatlere ve bir moda kıyafeti olarak bence hikâyeye de uygundur.

İpekçi: TRT’ye bir film hazırlamanın, normal bir ticari şirkete film hazırlamaktan farklı bir nitelik taşıması gerekiyor kanımca. Acaba bu farklılık olumlu ve olumsuz ne gibi şekillerde ortaya çıktı?

Refiğ: Önce ağır basan olumlu yönünü belirteyim. “Aşk-ı Memnu” TRT devlet kuruluşu olduğu için devlet eliyle yapılmış bir filmdir. Devlet eliyle yapıldığı için de ticarî amaçlar yerine kültürel amaçlar ve bir millî kültür hizmeti olarak düşünülmüştür. Bu açıdan filmin yapılışı son derece olumlu bir olaydır. Bunu ticarî bir sinemada, bu biçimde yapmak imkânsızdı. Aşk-ı Memnu bu haliyle, bu biçimiyle ticarî sinemada yapılamazdı. Her şeyden önce ticarî sinemada bir millî kültür olayı olarak ele almak mümkün değildi. Aşk-ı Memnu’un en olumlu yönü, millî kültür eseri olarak düşünülmesi ve yapılmasında… Olumsuz yönlerine gelince; aslında bunlar ilerde halledilebilecek unsurlar. Bunda da devlet mekanizmamızın, bu tarz işlere alışık olmıyan bürokratik yapısıdır. Aşk-ı Memnu bir seri içindeki filmlerden biridir. Diğer filmler, Metin Erksan ve Lütfi Akad’a sipariş edilmişti. Üçümüzden aynı anda Türk klâsik edebiyat eserlerini televizyon yoluyla halka tanıtmayı amaçlıyan bir dizi yapılması istendi. İşin hukuk konusu uzun zaman aldı. Bu filmler hangi kanuna göre yapılacaktı? Konuda bir şey yoktu. O zamanki Genel Müdür İsmail Cem millî kültür hizmeti olarak, televizyonun sadece yabancı dizilere, yabancı sinema filmlerine, yabancı kültüre açık bir televizyon olmamasını istiyordu. Televizyonun millî kültür hizmeti bulunduğu, Türk televizyonunun yerli eserler de yapma zorunluluğu üstünde israrla durdu. Başlangıçta bu eserlerin filmlerinin yapılmasında epey bürokratik zorluklarla karşılaştık. Filmin bütçesi tasdik edildikten sonra filmin çekimi gayet rahat, problemsiz gitti. Fakat filmin gösterilmesi karışık döneme rastladı. Bu İsmail Cem’in görevden ayrıldığı döneme rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’da birçok sahneler kesildi. Üzerinde çok dikkatle durulması gereken yanlışlıklar oldu. Aşk-ı Memnu’un senaryosu hazırlanmıştı, ciltlenmişti ve filme başlanmadan önce İdareye gönderilmişti. Bu senaryoyu bize çekin, kabûl edilir dendikten sonra bir takım sahnelerin kesilmesi, bu filmde gerek aylarca süren bazı çalışmaların, emeklerin ve gerek devletin parasının israfına sebep oldu.

İpekçi: O sahnelerin kesilmesinde bir gerekçe yok muydu?

Refiğ: Sahnelerin çıkarılmasında, TRT’nin bir gerekçe göstermesi lâzımdı önce bana karşı. Benimle bir anlaşmaya girmişti, benden bir eser alıyordu. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekirdi, vermediler. Filmi bir çağa oturturken 1895 -1898 yılları arasında geçen bu olayı Türkiye’deki ve dünyadaki tarihî olayları, filmin ne zaman, ne şekilde geçtiğini belirten bir tarih perspektifi içinde vermek istedik. Halit Ziya tarih perspektifini romanında vermiyor. Romanın Abdülhamid zamanında ve Abdülhamid sansürünün en şiddetli olduğu bir devirde yazıldığını unutmamak gerekir. Nitekim Halit Ziya, daha sonra yazdığı ’40 Yıl’ adlı hatıralarında sansürden dolayı yazamadığı noktaları uzun uzadıya anlatır. Bunlar arasında Girit meselesi büyük yer tutmaktadır. Halit Ziya’nın “40 Yıl” hatıralarında belirttiği gibi, sansür yüzünden romanına koyamadığı Girit meselesini, bugün artık tarihimize daha uzun bir perspektifle bakma imkânına sahip olduğumuzu düşünerek bugünün seyircisine, romandaki olayların hangi tarihte, nasıl bir devirde geçtiği konusunda daha somut örnekler vermek için, romandaki kişiler arasındaki ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmadan, sadece bazı konuşmalarda bu tarihsel perspektifi yerine getirmeye çalıştık. İlk üç bölümde, Girit meselesinden bahsedilmiyor, sadece Girit’te karışıklık çıktı. Girit’te Rum çetecilerin Türkleri öldürdüğü söyleniyor. Girit’te bir Türk – Yunan harbinin çıkması ihtimallerinden zaman zaman söz ediliyor. Bundan sonraki bölümlerde, 1897 Türk – Yunan harbi çıkıyor ve Dömeke Savaşı kazanılıyor. Bu tarihî olaylar romanın geçiş süresi olan yıllar içinde konuşmalarla bize aksediyordu. Filmden bu konuşmaları çıkartmışlar. Benim üzüntüm sansür ve fikir üzerindeki baskısından dolayı küçümsediğimiz Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır.

İpekçi: Çok mu tutuyordu bu kesilen sahneler?

Refiğ: Kesilen sahnelerin miktarı zaman olarak her halde 5 – 6 dakikayı geçeceğini sanmıyorum. Fakat tavır önemli.

İpekçi: İzin verirseniz daha genel sorular sormak istiyorum. Önce şu noktayı tesbit etmek ilginç olacak. Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasında ne gibi ayrılıklar var? Başka bir deyimle, televizyon filmciliğinin ne gibi özellikleri olmak gerekir?

Refiğ: Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasındaki temel ayırım şudur: Sinema başlıca bir temaşa san’atıdır. Televizyon ise, enformasyon aracıdır. Bu durumda sinema filmlerinin temaşa değerlerine daha fazla ağırlık veren, seyircinin ilgisini çeken filmler temaşa değeri yüksek olan filmler olmasıdır. Buna karşılık, televizyon ekranının küçüklüğü sebebiyle televizyon filmleri sinema filmleri kadar büyük bir temaşa özelliğine ihtiyaç göstermiyor.

İpekçi: Ama aslında televizyonu sadece bir haberleşme aracı olarak kabul etmek ve temaşa zevkinin dışında tutmak doğru bir değerlendirme olur mu?

Refiğ: Efendim, bunu kesin olarak ortaya koyarsak pek tabiî doğru bir değerlendirme olmaz. Bu kesinlikle böyledir dersek olmaz. Ama sinemada temaşa değeri çok yüksek olan filmler, televizyona geldiği çoğu zaman, sinemadaki etkilerini kaybederler, sinemadaki kadar etkileyici olmazlar. Buna karşı televizyonda ilgimizi çeken bir çok program var. Belgesel filmler gibi, haber filmleri gibi, kültür programları gibi… Bunlar sinemaya konuldukları takdirde, seyirci bulamazlar. Bunlar iki aracın hakim vasıfları hiç şüphesiz. Sinemada ağır basan temaşa özelliklerinin yanında haberleşme ve kültür aracı olarak bu karakterlerin de zaman zaman daha dereceli şekilde ağırlık kazandığı durumlar oluyor. Televizyonda da temaşa programları var. Müzik, tiyatro, film gibi… Fakat bütün bunlara rağmen televizyonun haberleşme aracı olması, informatif karakteri ağır basıyor. O bakımdan meselâ ben Aşk-ı Memnu’u televizyon filmi olarak düşündüğümde bu eserin informatik karakteri, belli bir devir hakkında belli bir fikir vermesi, o devirdeki sosyal yaşayış hakkında bir bilgi vermesi bakımından ilgi toplayacağını düşündüm. Aşk-ı Memnu filmini sinema filmi olarak düşünmek durumu olsaydı, televizyon için yazılan bu Aşk-ı Memnu’dan çok daha başka türlü, temaşa unsurları daha ağır basan bir eser ortaya çıkmış olurdu.

İpekçi: Bu film sinemada oynasaydı, televizyon için çevrilmiş haliyle aynı ilgiyi toplamaz mıydı?

Refiğ: Bu film dört saate yaklaşan bu haliyle sinemada oynadığı zaman seyirci sabrını taşıracağını sanıyorum. Bu filimden sinema seyircisi için ilgi çekici iki saatlik bir film yapılabilir. Bu filmin, televizyon düşünülerek ve siyah – beyaz olduğu için bence sinemada oynaması dezavantajdır.

İpekçi: Televizyon ve sinema filimciliği arasında temaşa unsurunun dışında başka farklı hususlar var mı?

Refiğ: Tabii perde meselesi. Televizyon perdesinin küçük olması, sinema perdesinin çok daha geniş olması, sinema seyircisinin koltuğa hapsedilmesi, televizyon seyircisinin evinde rahat olması, onlarda değişik psikolojiler meydana getirmektedir. Sinema seyircisi koltuğuna hapsedildiği devamlı bir noktaya bakmak zorunda bırakıldığı için dikkati devamlı bir noktada toplanmıştır. Sinema seyircisini siz bu hale soktuğunuz zaman onun her arzusunu değerlendirmek zorundasınız. Sinema seyircisi televizyon seyircisi kadar toleranslı değildir. Para verip gelmiştir, belli hürriyetleri yoktur. O bakımdan filmi seyrettiği zaman, filmin her anının onu meşgûl etmesini, heyecanlandırmasını, her an ona bir şey vermesini bekler. Bunu bulamadığı zaman reaksiyonu daha negatiftir. Ama televizyon seyircisi sinema seyircisi kadar sınırlandırılmış, hareketi baskı altına alınmış, devamlı olarak bir noktaya bakmak zorunda bırakılmış bir seyirci değildir. Psikolojisi daha dağınık kişidir. Yanındakiyle meşgûl olabilir, içki alabilir, bir şey yiyebilir, komşusuna kapıyı açabilir. Bu bakımdan TV filmi ve sinema filmi yaparken bu iki seyircinin ayrı psikolojilerini de hesaba katmak gerekir.

İpekçi: Televizyon filmi için bunları hesaba kattığımız zaman, farklı hususlar neler oluyor pratikte?

Refiğ: Bunu çok somut şekle indirmek imkânsız. Her sanatçının kendine göre bir sezişi, kendine göre duyuşu ile halledilebilecek bir mesele. Fakat mutlaka şematik bir genellemeye gitmek gerekirse, televizyonda konuları pek fazla sıkıştırmamak gerekir.

İpekçi: Hareketin daha yavaş…

Refiğ: Konuların, temaların zaman zaman yeniden neyi anlattığını hatırlatacak şekilde olması gerekiyor. Televizyon perdesinin ufaklığı gözönünde tutularak, daha yakın resimler çekmek gerekiyor. Sinemada bu kadar çok yakın resim çekilirse, seyirciyi sıkabilir. Ayrıca tekrarlar sinema seyircisi için rahatlık vermez. Fakat yine de bunları belli kalıplar haline getirmek imkânsızdır. Bu bir duyuş meselesidir. Bunu her yapımcı, kendi hissettiği, kendi sezdiği şekle göre yapar. Bence bir kalıp formüle bağlanamaz.

İpekçi: Son olarak şunu sormak istiyorum: Televizyon hızla yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir çok şeyi belki de başında sinemaları etkiliyor. Televizyonun Türk filmciliğine getirdiği olumlu ve olumsuz etkileri nasıl açıklayabilirsiniz?

Refiğ: Televizyon Türkiye’ye sosyal değişmelerle birlikte geldi. İlk defa 1975’de Türk ekonomisinde sanayi sektörünün payı, zıraî sektörü geçmiş. Bu çok önemli bir değişiklik. Bu ekonomik değişme bence Türkiye’deki sosyal olayların en temel sebebi. Böyle bir dönemde televizyon geldi. Sinema seyircisi değiştiği halde Türk sineması değişmemiştir. Türk sineması televizyonun geldiği dönemde, 10 yıldan beri süregelen klâsik bir “üçlü yapım” formülüne bağlanıp kalmıştır. Bu formül sinemaların belli şirketler tarafından tutulması, seyirci tarafından beğenilen oyuncuların tutulması ve daha önce hangi filmler tutulmuşsa onlara benzer hikâyelerin yapılması… Bu üçlü formül 10 seneye yakın süre bu işi tatbik edenleri memnun eden bir şekilde sürdü. Fakat Türkiye’deki büyük sosyal değişmeler, Türk filmleri seyircisinde belli bir değişme getirdi. İşte televizyon sinemanın kalıplaşmış filmlerine kanıksamış sinema seyircisi için son derecede cazip bir oyuncak olarak geldi. Ayrıca sinemaya gitme zorluklarını ortadan kaldıran, aileyi evine bağlayan, konuyu komşuyu yeni sosyal ilişkiler içinde birbirine yaklaştıran bir olay olarak ortaya çıktı. Bu bir yenilikti ve Türk sinemasının tıkanıp kaldığı bir noktada bu tıkanıklığın iyice ortaya çıkmasına ve bu sistemin yıkılmasına yardımcı oldu. Bu bakımdan bence televizyon son derecede müsbet bir rol oynadı. Şimdi geleceği ne olacak sinemanın? Yine aynı tarihsel olayları yaşamış Amerika ve Avrupa’daki duruma bakarsak, sinema yeniden çok büyük önem kazanmış durumda. Bu önemde televizyonun payı çok büyük. Seyirciye yeni bir gerçek duygusu aşılanmış; filmlerde çok daha başka değerler ve bunların yanında, onu televizyondan ayıracak çok daha büyük bir temaşa ustalığı getirmiştir. Tahminim Türk sineması kısa bir süre içinde bu döneme girecektir. Bu döneme girmesi, bu tarz bir iki filmin, başarı kazanması ile mümkün olacaktır. Geçen yıl Yılmaz Güney’in yaptığı “Arkadaş” filmi bunun küçük bir örneğiydi. Kendi gerçeklerimize kişisel görüş noktasından da olsa gerçeklere başka türlü bir yaklaşma unsuru ile temaşa özellikleri göz önünde tutularak yapılan bir çalışma, küçük bir örnek olarak gösterilebilir. Bir çok kimseler, Yılmaz Güney’in seyirci, gözündeki özel durumunun bunda bir rol oynadığını da düşünebilirler. Hiç şüphesiz bunun çok büyük bir payı vardır. Ama Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan unsurlar arasında ayrıca cüretkâr davranışı da bulunmaktadır. Bence sinema, televizyonun bu darbesinden sonra bu tecrübeyi geçirmiş diğer ülkelerdeki gibi çok daha sıhhatli, çok daha sağlam, çok daha canlı başka bir sinemanın doğumuna şahit olacaktır.

İpekçi: Daha çok televizyona mı film yapacaksınız bundan sonra, yoksa sinemalara mı?

Refiğ: Ben çalışmamı sadece televizyon veya sadece sinema diye kısıtlamak istemiyorum. Sinemada yapmak istediğim iki proje var; bunların gerçekleştirilmesi için çalışmaktayım. TRT’nin yeni Genel Müdürü Nevzat Yalçıntaş, kendisinden önceki idarenin başlattığı Türk edebiyat eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin müsbet bir davranış olduğunu ve millî kültür hizmeti olarak kendi idarelerinin de buna devam niyetinde olduklarını bildirdiler ve yeni televizyon mevsimi için ne yapmak istediğimizi sordular. Benim düşüncem, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını televizyon için yeni bir seri olarak hazırlamak…

İpekçi: Bu konuda varılmış bir karar var mı?

Refiğ: Ben Genel Müdüre sadece, “Devlet Ana”yı yapmak istediğimi söyledim.

İpekçi: Onay aldınız mı?

Refiğ: Kendisi şahsen tasvip etti. Temaslara başlandı. Daha resmî birşey şu anda yok.

İpekçi: Başarılar dilerim.

Bir Gazi ile Latife Fragmanı

Türk Sinema tarihinin en değerli filmlerinden bir çoğunda yönetmen ve senaryo yazarı olarak imzası bulunan Halit Refiğ’in filmleştirebilmek için yapımcı aradığı “Gazi ile Latife” adlı senaryosu Alfa Yayınları’nın 1932 no.lu kitabı olarak kitap ve film severlerin dikkatine sunuldu. Bu kitaptan bir bölümü aşağıda bulacaksınız. Bu bölümde Mustafa Kemal Atatürk, Latife Hanım’la evlidir. Atatürk’ün Latife Hanım’dan önceki kadını Fikriye Hanım yurt dışındaki verem tedavisini yarım bırakarak geri döner. Atatürk bir anda sevdiği iki kadın arasında kalır. Latife Hanım her zamanki gibi hırçın, öfkeli, kıskanç, saldırgan ve mantık dışıdır.

175 – ÇANKAYA – LATİFE ODA (İç – Akşam)
(Ali Çavuş’un getirdiği haber Latife’yi oturduğu yerden sıçratmıştır.)

LATİFE: Ne diyorsun Ali Çavuş?
ALİ ÇAVUŞ: Evet gelmiş. Şimdi aşağıda bekliyor.

(Latife odadan çıkarken kendine çeki düzen vermeye çalışır.)

LATİFE: Aman yarabbi… Bir bu eksikti başımızda…

176 – ÇANKAYA (İç – Akşam)
(Latife merdivenlerden iner. Kabul salonunda bir kadın beklemektedir. Bu Fikriye’dir. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardır. İki kadın bir an birbirlerini süzerler.)

FİKRİYE: Merhaba Latife Hanım.
LATİFE: Merhaba Fikriye Hanım.
FİKRİYE: Sizi gazetelerde gördüğüm resimlerden tanıyorum.

(Latife’nin yüzünden canının sıkıldığı belli olmaktadır.)

LATİFE: Ben de sizin çok bahsinizi duydum. Ama Paşa Hazretleri geleceğinizden söz etmedi..
FİKRİYE: Uzun zamandır yazdığım hiçbir mektuba cevap alamadım. Ondan dolayı artık yazmak gereği olmadığını düşündüm.
LATİFE: Yaa. Ayakta durmayın içeriye buyurun lütfen… Paşa hazretleri neredeyse gelirler umarım.
FİKRİYE: Teşekkür ederim.

(Fikriye salona doğru yürür. Dal gibi incedir. Acınacak bir görünüşü vardır.)

177 – ÇANKAYA – SALON (İç – Akşam)
(Fikriye salondaki değişikliklerin farkına varmıştır.)

FİKRİYE: Epey değiştirmişsiniz köşkü…
LATİFE: Fark ediliyor mu?
FİKRİYE: Yakından tanıyanlar için fark etmemek mümkün değil

(Latife mağrur ve mesafeli gülümser.)

LATİFE: Tedaviniz sonuçlandı mı?
FİKRİYE: Doktorlara kalsa beni ömür boyu orada tutacaklardı. Ama ben daha fazla dayanamadım…

(Fikriye konuşmasına devam edemez. Gazi’nin sesine döner.)

M. KEMAL: Hoş gelmişsin Fikriye.
FİKRİYE: Hoş bulduk Paşam..

(Fikriye, Gazi’nin önce elini sıkar, sonra boynuna sarılmaya kalkınca Gazi kendini geri çeker.)

M. KEMAL: Latif, sen bakıver sofra hazır mı? Mutad zevat neredeyse gelir.
LATİFE: Tabii Kemal bakayım… Misafirimiz yoldan geldi acıkmıştır elbette…

(Latife sofra hazırlıkları için ayrılır. Onların birbirine “Latif” ve “Kemal” diye hitap etmeleri Fikriye’yi çok yaralamıştır.)

178 – ÇANKAYA – YEMEK SALONU (İç – Gece)
(Sofrada Kılıç Ali, Recep Zühtü ve Salih (Bozok) bulunmaktadır. Fikriye önüne konan yemeği yememekte ya başını tabağına eğip dalmakta ya da gözlerini Gazi’ye dikip uzun uzun bakmaktadır. Latife durumdan rahatsız ve tedirgindir.)

M. KEMAL: Sağlamlaşmadan senatoryumdan ayrılmakla iyi etmemişsin Fikriye…
FİKRİYE: Çok yalnızlık çektim. Daha fazla duramadım oralarda Paşam… Öleceksem kendi memleketimde öleyim…
M. KEMAL: Saçmalamaya başlama gene. Her şeyden önce sağlığını düşünmek gerekir. İstanbul’da Erenköy civarında bir ev tutalım sana…
FİKRİYE: Ankara’da kalsam olmaz mı?

(Fikriye bir taraftan da yan yan Latife’ye bakmaktadır.)

M. KEMAL: Olmaz. O tarafların iklimi senin sağlığın için daha uygun. Tevfik Paşa ile de konuşurum, sana gereken tedaviyi yaptırır. Böylece yarım kalan senatoryum tedavisi tamamlanır, sapasağlam olursun…

(Fikriye’nin, Çankaya’da kalmak arzusunda olduğu apaçık bellidir. Sofradakiler hazin haline acımaktadırlar.)

FİKRİYE: Paşam Paris’ten size küçük bir hediye almıştım. Fakat valizlerimi istasyonda bıraktığım için size getiremedim. Emir buyurursanız valizlerimi…

(Kılıç Ali atılır.)

KILIÇ ALİ: Hiç merak etmeyin Fikriye Hanımefendi… Yarın sabah erkenden aldırırız valizlerinizi.

(Gazi başı ile Kılıç Ali’ye “olur.” işareti yapar. Sonra Fikriye’ye döner.)

M. KEMAL: Bu zahmete hiç gerek yoktu Fikriye… Kendine bir şeyler alsan daha iyi olurdu.
FİKRİYE: Küçük bir şey… Beni hatırlarsınız diye düşündüm…

(Latife, Fikriye’nin varlığından iyice rahatsız olmuştur. Patlamamak için kendini zor tutmaktadır. Gazi de onun bu sıkıntısının farkındadır.)

M. KEMAL: Sen yol yorgunusun Fikriye… Bu gece erken yat. Ne yapacağımızı yarın konuşuruz.

(Fikriye sofradan kalkmak isteğinde değildir. Ama Gazi’nin dediklerine de itiraz etmemeye alışmıştır.)

FİKRİYE: Peki Paşam.

(Fikriye yerinden isteksizce kalkar. Latife’de kalkar.)

LATİFE: Size yatacağınız yeri göstereyim.

(Fikriye acı içindedir.)

FİKRİYE: Zahmet olacak… İyi geceler Paşam. İyi geceler efendim.
KILIÇ ALİ: Allah rahatlık versin Fikriye hanımefendi… Bavulları merak etmeyin…

(Latife ile Fikriye odadan çıkarlar. Sofrada sıkıntılı bir hava vardır. Gazi düşünceli, rakısından bir yudum çeker.)

M. KEMAL: Başımıza bir de bu iş çıktı… Salih sen orayı araştır. Fikriye’yi en yakın zamanda İstanbul’da uygun bir sağlık yurduna yerleştirelim.
SALİH: Baş üstüne Paşam…
KILIÇ ALİ: Bavulları ne yapalım?
M. KEMAL: Getirsinler… Hediyesini versin bakalım. Gönlünü kırmayalım…

179 – ÇANKAYA – FİKRİYE’NİN ODASI (İç – Gece)
(Latife Fikriye’nin yatacağı yeri hazırlamaktadır. Fikriye gözlerini ayırmadan Latife’yi seyretmektedir. Gazi’nin tercih ettiği kadının nasıl birisi olduğunu anlamaya çalışmaktadır.)

FİKRİYE: Dünyada herhalde sizden daha bahtiyar bir kadın yoktur.
LATİFE: Gazi ile yaşamanın kolay olmadığını bilmez değilsiniz herhalde?
FİKRİYE: Olsun… O, Dünyanın en büyük adamı. Bir insan için onun yanında bulunmaktan daha büyük saadet olabilir mi?
LATİFE: Haklısınız…
FİKRİYE: Acaba Allah neden bu mutluluğu size layık gördü? Benim günahım neydi ki beni hasta etti?
LATİFE: Bilmem… Allah’ın hikmetinden sual olunmaz…

180 – ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI ÖNÜ (İç – Gece)
(Gece geç vakit Gazi yatmak için odaya gelir. Kapıyı açar girer.)

181- ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI (İç-Gece)
(Latife geceliklerini giymiş, fakat yatıp uyumamıştır. Sinirli bir tavırla odada sigara içmektedir.)

M. KEMAL: Sen daha yatmadın mı?
LATİFE: Hayır seni bekliyordum. Mutad Zevat’tan fırsat kalırsa iki lâf da belki biz konuşabiliriz diye…
M. KEMAL: Peki ne konuşacağız?
LATİFE: Bu hanım buraya yerleşmeye gelmedi herhalde… Ne kadar kalacakmış öğrenebilir miyim?
M. KEMAL: Merak etme, Mutad Zevat ile bunu da konuştuk. Yarın İstanbul’a gitmesini sağlayacaklar. Bu gece kolundan tutup sokağa atmak doğru olmazdı herhalde.

(Latife sigarasını asabi bir tavırla söndürür.)

182 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Fikriye üst kattan alt kata iner. Sabahın erken saatinde ortada kimse görünmemektedir. Etrafına bakınırken Ali Çavuş’un sesi ile döner.)
ALİ: Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Hayırlı sabahlar Ali Çavuş… Kimseler yok mu?
ALİ: Salih Bey burada… İstasyondan bavullarınızı getirttiler.
FİKRİYE: Ya Gazi hazretleri?
ALİ: Odalarından henüz inmediler. Ben Salih Bey’e haber vereyim.

(Ali çıkar. Fikriye ne yapacağını kestiremeden ortalıkta dolanır. Salih gelir.)

SALİH: Merhaba Fikriye Hanım. İyi uyudunuz mu?
FİKRİYE: Uyumak mı? Bizim için bundan sonra uyumak ne mümkün… Gün ışıyalı beri ayaktayım. Bavullarım gelse de Gazi’nin hediyesini versem…
SALİH: Bavullarınız geldi… Yaverler odasında…

(Fikriye Salih’in peşinden yaverler odasına doğru yürür.)

183 – ÇANKAYA – YAVERLER ODASI (İç – Gündüz)
(Fikriye’nin iki bavulu bir köşeye konmuştur. Fikriye onlardan birini açar, küçük bir paket çıkarır.)

FİKRİYE: İşte Gazi’ye getirdiğim hediye.
SALİH: Bana verin. Ben Gazi Hazretlerine ileteyim.
FİKRİYE: Ben kendim veremez miyim?
SALİH: Gazi Hazretleri sizin bu sabah tren ile İstanbul’a gitmenizi uygun gördüler. Sizi istasyona götürmek üzere bir fayton bekliyor.

(Fikriye büyük bir elem içindedir)

FİKRİYE: Yaa. Demek öyle uygun görüyorlar…

(Salih de sıkıntı içindedir.)

SALİH: Bavullarınızı faytona yüklesinler mi?
FİKRİYE: Yüklesinler.

(Salih’in işaretiyle Ali çavuş bavullara sarılır.)

SALİH: Ya hediye paketi?

(Fikriye hediye paketini elinde sıkı sıkı tutmaktadır.)

FİKRİYE: Bu hediyeyi birgün kendi elimle vermek isterim.

184 – ÇANKAYA ÖNÜ (Dış – Gündüz)
(Köşkün önünde iki atlı bir fayton durmaktadır. Ali Çavuş, Fikriye’nin bavullarını yükler. Salih ile Fikriye gelir. Salih, Fikriye’nin arabaya binmesine yardımcı olur. Fikriye perişandır. Salih de çok zor bir iş yapmanın acısı içindedir.)

SALİH: Bir sıkıntınız olursa beni mutlaka arayın Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Sizin elinizden her şey gelir mi Salih Bey?
SALİH: Hayır… Ben ancak Gazi Hazretlerinin talimatını yerine getirebilirim.

(Fikriye elemli bir gülümseme ile faytona biner. Faytoncu Salih’e selâm vererek atları kırbaçlar. Fayton köşkten aşağı doğru uzaklaşır.)

185 – ARABA İÇİ (İç – Gündüz)
(Arabanın içinde Fikriye’nin gözlerinden yaşlar boşanmaktadır. Elinde sıkı sıkı tuttuğu hediye paketini açar. Paketin içinden kabzası sedef kakmalı bir tabanca çıkmıştır. Fikriye bir an tabancayla oynar. Tabancayı başına doğru götürür.)

186 – ÇANKAYA YOLU (Dış – Gündüz)
(Araba köşk yolundan aşağı doğru gitmektedir. Arabanın içinden bir tabanca sesi gelir. Arabacı arabayı durdurur. Kapıyı açar. Fikriye’nin kanlı başı arabadan dışarı sarkar. Elinde kabzası sedef kakma tabanca bulunmaktadır.)

187 – ÇANKAYA – M. KEMAL ÇALIŞMA ODASI (İç – Gündüz)
(Gazi silâh sesini duymuştur. Merakla pencereden dışarı bakmaktadır. Odaya Latife girer. Üzerinde sabahlık vardır.)

LATİFE: O patlamayı duydun mu Kemal?
M. KEMAL: Evet duydum.. Tabanca sesi..

(Latife kuşkulanır.)

LATİFE: Tabanca mı… Gene bir hadise mi var?
M. KEMAL: Bir bakayım ne oluyor?

(M. Kemal odadan çıkar.)

188 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Gazi merdivenlerden iner. İçeri telâşla Salih girer.)

M. KEMAL: Neydi o tabanca sesi Salih?
SALİH: Çok acı bir vaziyet Paşam…
M. KEMAL: Nedir?
SALİH: Fikriye Hanım kendini vurdu…

(M. Kemal bir an donup kalmıştır. Latife Hanım da üst katta merdivenlerin başına gelmiş, olayı dinlemektedir.)

M. KEMAL: Tabancayı nereden bulmuş?
SALİH: Köşkten ayrılmadan önce elinde bir paket vardı. Bunun size kendi eliyle vermek istediği bir hediye olduğunu söylüyordu. Israr etmeme rağmen paketi bana vermedi.
LATİFE: Belki de sizi vurmayı tasarlıyordu.

(M. Kemal ters ters yukarı Latife’ye bakar.)

M. KEMAL: Saçmalama…

(Gazi’nin tepkisi de Latife’yi şaşırtmıştır. Gazi önüne döner. Gözünden bir damla yaş süzülür.)

M. KEMAL: Zavallı Fikriye…

(05 Mart 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net