Kategori arşivi: Yazılar

Alacakaranlık’tan Gençliğe Hitabe

Twilight serisinin dördüncü filmi Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 1 (Alacakaranlık Efsanesi Şafak Vakti Bölüm 1) tıpkı Hary Potter’ın son iki filminde uygulanan taktikte olduğu gibi ikiye bölündü.
Ve yine beklendiği gibi gişe rekorları kırıyor.
Tabii Twilight’ın hinlikleri bununla sınırlı değil.
İzleyici kitlesini özellikle gençlerin oluşturduğu Twilight’ın sondan bir önceki bölümü Breaking Dawn adeta gelenek, görenek ve ahlâk bilgisi dersi gibi.
Nasıl mı?
Bir kere gençler kendi hayatlarıyla ya da hayalleriyle bir şekilde bağlantı kuramadığı bir filmi böylesine sahiplenmez.
Twilight, her ne kadar vampir ve kurt adamlarla dolu fantastik bir hikâye gibi görünse de bu tiplemeleri (görünüşlerindeki gerçeklikten de dolayı) kendi hayatlarında bulmaları olası. Bella ve Edward arasındaki ilişkiyi fena halde ciddiye alıyor ve kendileri de tıpkı Edward gibi bir sevgili bulma hayalleri kuruyorlar.
Peki Edward’ın vampir olmak dışındaki özellikleri neler?
Bir kere yaşı büyük ve olgun…
18 yaş altı genç kızlara bak böyle büyük bir adamla birlikte olursan baştan bir şeyleri kabullenmelisin mesajı veriliyor bir kere.
Peki, yaptın bir hata ve aşık oldun, o halde mutlaka evlenmelisin.
Evlilik dışı ilişki yaşamamalısın diyerek okuldu, eğitimdi, kariyerdi her şey bir kenara bırakılıyor.
Evlilikten önce cinsel bir yakınlaşma kesinlikle yaşanmıyor.
Bir de işin içine bebek girince, durumun ciddiyeti giderek artıyor.
Bu yaşta hamile kalan her kıza o çocuğu dünyaya getirmemesi öğütlenir.
Çünkü kendisi daha çocuktur ama filmimiz sizin günahlarınızı o masum yavru çekmesin diyerek onu dünyaya getirme pahasına annenin ölümü daha doğruymuş gibi gösteriyor.
Tabii bir de annelik içgüdüleri var.
Kan içmeler vs…
Bella’yı yavaş yavaş öldüren bebek önce şeytan sonra da günahsız bir melek oluveriyor.
Gelenek ve göreneklere uygun düğün hazırlıkları, bebeğe iki tarafın annesinin harflerinden uydurmasyon bir isim türetmeler daha neler neler…
Kısaca Twilight Saga bu bölümde gençliğe hitabe gibi.
Tabii bir de genel olarak filmin sinemasal olarak verdiği tattan söz etmek gerekirse, yerle yeksan olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum.
Filmin 15, hadi bilemediniz 30 dakikası alacak bir mevzu 120 küsür dakikaya öyle bir yayılmış, öyle bir yayılmış ki, bir an kendimi bir brezilya dizisinde sandım.
Göz göre göre yoluyorlar fanları.
Filmin maliyeti de ilk gün çıkmıştır eminim.
Çünkü bütün film neredeyse kapalı mekânlarda geçiyor.
Bir balayı evi, bir de Edward’ların evi.
Güzel iş valla.
Yine de takdir etmek lâzım.
Bakalım son bölümde nasıl bir taktik uygulayacaklar, bekleyip göreceğiz.

(01 Aralık 2011)

Gizem Ertürk

Ahmet Uluçay: Bize Sinemadan Fayda Var

Henüz Ahmet Uluçay’ın acı kaybına alışamamışken, sinemamızın köşe taşlarından, birçok unutulmaz filmin yaratıcısı usta yönetmen Zeki Ökten’in ölüm haberiyle sarsılmıştık o günlerde.. Şimdi ise Lütfi Akad ustanın ölümünün acısına alışmaya çalışıyoruz. Sinemanın o güzel insanlarının acı kaybı kolay alışılır gibi değildi. Güzel düşlerin izini sürenler birer birer çekiliyordu hayattan ve hayat daha da anlamsızlaşıyor; biz gittikçe daha yalnızlaşıyorduk her ölümle. Ahmet Uluçay da büyük düşlerin izini sürmüştü yaşamı boyunca.

Hepimizin kalbinde yatan aslan sinemaydı bütün zamanlarımızda, yaşımız kaç olursa olsun. Beyazperdede izlediğimiz filmlerin etkisiyle hülyalara dalar, sinemanın yakıcı aşkı ile kavruluruz.

Henüz ilkokul yıllarımda, lokum kutularının altını sinema perdesi biçiminde kesip, kutunun iki ucuna geçirdiğim çubuklara gazeteden kestiğim “Bizimkiler” çizgi romanını arka arkaya ekleyip sararak yaşıtlarıma sinema gösterileri yapardım. Ortaokula geldiğimde sinema makinesiyle, film afişleriyle tanışmıştım. Ortaokul arkadaşım Orhan’ın babası okullarda hafta sonları film oynatırdı. Yaşlanan ve yorulan babasından görevi Orhan devralmıştı. Kartal’ın, Cevizli’nin, Maltepe’nin çeşitli okullarında hafta sonları birlikte film gösterirdik. Sinema makinesini, afişleri ve büyük siyah perdeleri birlikte taşır, filmleri birlikte sarardık. Okulun salonunda filmi izleyen çocuklarla birlikte, biz de izlerdik kaçıncı kez izlediğimizi düşünmeden ve sıkılmadan.

O yaşlarda birçok işte çalışmama karşın, en çok sinemalarda çalışan yaşıtlarıma imrenirdim o günlerde. Çünkü benim gidemediğim, izleyemediğim filmleri onlar hiç kaçırmıyorlardı. Yine de gittiğimiz sinemalarda ‘alaska frigo’ ve gazoz satan o çocuklar kadar iyi tanırdım sinema oyuncularını.

Ahmet Uluçay’ın yaşamöyküsünü düşündüğümde o günlerimi anımsıyorum. 1950’li 60’lı yıllarda köyleri, kasabaları gezen seyyar sinemacılar vardı. Kimi köy meydanında ya da okul salonunda gösterirdi filmleri. Ahmet Uluçay’ın da yaşam öyküsünden, sinemayı böyle bir seyyar sinemacı sayesinde tanıdığını öğreniyoruz. Bir tutkuya dönüşen sinema düşünü hayata geçirmek için çok beklemez. Her “düşbaz” gibi biraz delidir sonuçta. Onun deliliği dahiliğindendir. “Köyün delisi” diye bellenen kimseler bilge kişilerdir çoğu zaman. Bilge ve dahi sinemacı Ahmet Uluçay da köyün delisi gözüyle bakılabilecek düşünü gerçekleştirme işine koyulur. Dahiliği yaşamı boyunca hepimizin tanık olduğu zekâsı ve yaratıcılığındandır; “deliliği” ise “düşbaz”lığından. 12 yaşında arkadaşı İsmail Mutlu ile üç yıllık bir uğraşın sonunda yaptıkları sinema makinesiyle bir ahırda köylülere film göstermeye başlarlar. Sinema çöplüklerinden film toplayıp, kareleri birbirine ekler, bir kaç saniyelik görüntüler elde ederek; köyün bir ahırında dağları, deniz ve ormanı seyrederler. Ailesinin “sinema zengin çocuklarının işidir” demesi de tutkusunu yok edemez.

Arkadaşlarıyla “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu oluşturup çok kötü bir kamerayla işe koyulurlar ve ilk filmi “Optik Düşler”i 1992 yılında çeker.

Ahmet Uluçay’ın kısa filmlerini, belgesellerini 2005 yılında Akbank Kısa Film Festivali, Özel Bölüm’de izleme olanağı bulmuştum. Yaşam öyküsünde yer alan “ilk kez 1994 yılında 6. Ankara Uluslararası Film Festivali’ne katılarak Optik Düşler ve Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak isimli filmleriyle tanındı. Ahmet Uluçay 11 filmiyle 22 ödül kazandı” cümleleri kısa yaşamına ne çok düş sığdırdığını anlamamız için ipucu.

Bir söyleşisinde “Dünyanın en güzel filmlerini ben çekiyorum. Buna inanıyorum ve dünyanın en güzel filmlerini yine ben çekeceğim.” demişti. Karpuz kabuğundan gemiler yaptı, düşlerini yüzdürdü; bize de dünyanın en iyi filmlerinden birini bıraktı miras olarak.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmin kahramanlarından biri olan Karpuzcu Kemal’in, “olmayacak şeylere umut bağlamak” anlamında kullandığı ve kendi uydurduğu bir deyimdir.

Filmin Öyküsü: Recep ve Mehmet yazları, köylerinin yakınındaki yaz mevsiminde yakınlardaki Tavşanlı kasabasında çıraklık yapmakta olan iki köylü çocuğudur. Recep bir karpuz satıcısının, Mehmet ise bir berberin yanında çıraklık yapmaktadır. Her ikisi de sinemaya delicesine tutkundur. Bu tutkunun bir sonucu olarak geceleri köydeki evlerinin terkedilmiş ahırında bir yandan derme-çatma bir film projeksiyon makinesi yapmaya çalışırken, diğer yandan da hayatlarını tümden değiştirecek olan rejisörlük hayalleri kurmaktadırlar. Köyün delisi Deli Ömer de çocukların bu sinema sevdasının tek tanığı ve destekçisidir.

Onların bu konudaki uğraşlarını kimse ciddiye almaz: Ne kasabadaki fotoğrafçı, ne aileleri, ne de kasabadaki sinema salonunun sahibi… Fakir köylü çocuklarıdır onlar ve böyle şeylerle vakit geçirmeyerek vakitlerini daha faydalı uğraşlar için harcamalıdırlar.

Recep bir gün, kasabada oturan ve ineklerine yedirmek için ham karpuzları toplamaya gelen Nezihe adlı iki kız çocuğu olan dul bir kadın ile tanışır. Nezihe’ye her gün kelek çıkan karpuzları toplayıp kendisine getirmek üzere söz verir. Bu sevimli çocuktan hoşlanan Nezihe, Recep’in bu iyiliği karşısında onu sık sık çay içmek veya kahvaltı etmek için evine davet etmeye başlar. Recep bu gelip gitmeler sırasında Nezihe’nin büyük kızı olan ve yaşça da kendisinden büyük olan Nihal’e ilgi duymaya başlar ve onun ilgisini çekebilmek için türlü uğraşlar verir. Nihal ise başlangıçtan beri bu yabancı ve köylü oğlan çocuğun eve girip çıkmasından bile rahatsız olmakta ona elinden geldiğince ters davranmaktadır. Küçük kız Güler ise ablasının aksine Recep’e ilgi duymakta ancak o da bu ilgisine karşılık bulamamaktadır. Önceleri karşılıksız olan bu aşklar, tam anlamıyla gelişmeye fırsat bulamadan Nezihe ve kızlarının aniden kasabadan taşınmasıyla sona erer. Bu sırada zaten işlerini de kaybetmiş olan iki kafadarın ellerinde artık sadece uyduruk projeksiyon makinelerinde hareketli görüntü elde edebilmek ümidi kalmıştır.

Sinema projeksiyon makinesi konusundaki denemeleri sonunda başarıya ulaşsa da iş ve aşk konularındaki şanssızlıkları bu konuda da yakalarını bırakmaz. Deli Ömer bir kızgınlık anında zorlukla çalıştırmayı başardıkları projeksiyon makinesini parçalar.

Sonunda, Recep ve Mehmet’in hayatlarında iz bırakarak geçen bir yaz mevsimi sona ermiş ve kahramanlarımız her şeyi kaybetseler de hiçbir zaman kaybetmeyecekleri sinemasal hayalleri ile başbaşa kalmışlardır.

Film “Optik Düşler”in uzun metraj olarak tasarlanmasıyla oluşur. ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ Uluçay’ın yaşamöyküsüne dayanıyor.

“Entelektüel olmaya çalışmıyorum. Sinema yaparken bildiklerimi de unutuyorum.” diyordu Ahmet Uluçay. Entelektüel olma beyhude çabası biz ölümlülere özgüydü sonuçta. O, yaradılıştan zeki ve büyük düşleri olan, naif bir sinemacıydı; naif olduğu kadar büyük yaratıcılara özgü bir bilgeliğin sinemamızdaki karşılığıydı.

(01 Aralık 2011)

Mesut Kara

Ertan Yılmaz ile Sinema Kitapları Üzerine…

Dokuz Eylül Üniversitesi Film Tasarımı Bölümü’nde Bölüm Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Ertan Yılmaz, 2011 yılında sinema kitaplığımıza birbirinden önemli beş eser kazandırdı. İlk çevirileri 80’li yıllarda Yarın ve Stüdyo İmge’de yayınlanan akademisyen ve yazar, geçmişte, aralarında Robin Wood’un “Hitchcock Sineması”, Bordwell ve Thompson’un “Film Sanatı” ve Koller’in “Yalnızlık Sineması”nın da bulunduğu çokça çeviriye imza atmış; ayrıca “Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri” ile “1968 ve Sinema” adlı iki kitap kaleme almıştı. Yılmaz’la son dönemdeki çevirilerinin yanı sıra, sinema yazınına dair görüşlerini ve gelecekteki projelerini konuştuk:

TUNCER ÇETİNKAYA: 2011’de yayınlanan sinema kitaplarının önemli bir bölümüne derleyen ve çevirmen olarak imza attınız. Öncelikle “bu üretkenliği neye borçlusunuz” diye sormadan yapamıyor insan…

ERTAN YILMAZ: Türkiye’de bir bilgi alanı olarak sinema göreceli olarak yeni bir olgu. Sinema eğitimi vermeye çok geç başlamış bir ülkeyiz. 1917 Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nde hemen sinema okulu kurmuşlar. Biz 1970’lerin ortasında bu etkinliğe başlamışız. Akademik alanda çalışan insanlar bilgi üretmekle yükümlüdür. Üretilen bilginin o alanın ya da bizim alanımız olan sinemanın gelişmesine, üretiminin kalitesinin artmasına yaraması gerekir. Türkiye’de bu alanda giderek daha fazla bilgi üretildiği doğru. Ancak yeterli düzeyde olmadığı da bir gerçek. Sinema bilgisi özgün çalışmalarla olduğu kadar çeviri metinlerle de gelişmek durumunda. Bu alanda ülke dışında yazılan çok değerli araştırmalar var ve bunların Türkçeye aktarılması gerekiyor. Beni sinema kitaplarını çevirmeye yönelten o özel olayı anlatmalıyım. 1990’ların ilk yarısında doktora tezim genel olarak 1968 ve politik sinema üzerineydi ve Türkçede doğru dürüst kaynak yoktu. İngilizce kaynak istemek için, ünlü bir eleştirmenin, bir dostu aracılığıyla bağlantı kurarak evine gittim. Evinin kütüphanesine gitti ve dönerek bana bu konuda “bende kaynak yok” dedi. Emin değildim, ama yalan söylediğini, bana kaynak vermek istemediğini düşünüyordum. Çünkü ülkemizde belirli insanlar, özellikle de üniversite hocaları yabancı dilde kitapları okuyup, derslerinde bu kitapları kullandılar ve bir anlamda o kitaplardaki bilgileri tekellerinde tutmanın, yani saklamanın avantajını yaşadılar. Bilginin paylaşılması gerekir ilkesine inanıyorum. İşte bu yüzde o ünlü eleştirmenin evinden ayrılıp yolda yürürken, “madem kaynak var ve Türkçesi yok, o zaman ben çeviririm” diye karar verdim ve o gün bu gündür sinema kitapları çeviriyorum.

T. Ç.: Akademisyen kimliğiniz olmakla birlikte, geniş sinema okuyucusunun sizi öncelikle, yıllar önce Antrakt tarafından hazırlanan “Vietnam Filmleri” ve ardından gelen “1968 ve Sinema” adlı eserlerle tanıdığını söyleyebiliriz. Çevirilerinizde tercih ettiğiniz yazarlar / konular ile sinema anlayışınız arasında bir paralellik var mı?

E. Y.: Çevirilerde tercih ettiğim yazarlar ve konular var tabii. Her zaman tercih etmem mümkün olmuyor ama dünya görüşüme, yani sosyalizme yakın bulduğum yazarların metinlerini daha isteyerek ve zahmetsizce çeviriyorum. Bu açıdan çok zor bir metin olmasına rağmen James Roy MacBean’ın Marksist bakış açısından yazdığı “Sinema ve Devrim” kitabını büyük bir hazla çevirdim, çok uğraştırdı ve yayınevinin editörüyle çok boğuştum, ama sonunda istediğim gibi yayımlandığı için mutluyum. Aynı şekilde Robert P. Kolker’ın kitaplarını da, yazar sinemanın, içinde yaşanılan ve insanı örseleyen/kendine yabancılaştıran, hiyerarşik ve baskıcı bugünkü sistemin değiştirilmesinde ve daha insanca ve adil bir düzenin kurulmasında işlev görmesi gerektiğini düşünerek yazdığı için, çok severek tercüme ettim.

T. Ç.: Dilerseniz çevirilerinize Godard’dan başlayalım. Önce “Konvansiyonele Karşı Modernist Sinema”, ardından da “Sanatçının Yetmiş Yaşında Bir Portresi”… Sizce Godard neden bu kadar önemli?

E. Y.: Godard başka türlü bir sinemanın yapılabileceğinin hâlâ yaşayan bir örneği. Hiçbir zaman yerleşik sinema anlayışıyla uzlaşmamış bir sanatçı/yönetmen/düşünür. Ancak Godard’ın sinemasını/filmlerini anlamak ve onlardan haz almak kolay değildir. Filmlerini bir kez izlemeniz yetmez, üzerine kafa yormanız gerekir. Ancak onları anlamaya başlayınca da, müthiş bir keyif alırsınız. Marx’ın çok önemsediğim ve birkaç yazıda alıntıladığım bir cümlesi vardır: “Sanattan haz almak istiyorsanız, sanatın kültürüne sahip olmalısınız” der. Ben burada “sanat” sözcüklerinin yerine Godard’ı yerleştiriyorum.

T. Ç.: James Monaco’nun Batı’da klâsikleşen “Bir Film Nasıl Okunur?”u, sonra da Kolker’den “Film, Biçim ve Kültür”… Bu tür kitapların sinema yazınıyla aktif olarak ilgilenen okuyucuda nasıl bir değişim sürecine yol açacağını tahmin edersiniz?

E. Y.: Keşke böyle keyifle çevirebileceğim kitaplar bulabilsem, çünkü bu kitapları büyük bir zevkle çevirdim. “Bir Film Nasıl Okunur?” şimdilerde 13. baskısını yaptı. Türkiye’de, özellikle de sinema alanında bir kitabın bu kadar okunması inanılmaz görünüyor. Çok basılmasının en önemli nedenlerinden biri ülkemizde sinema eğitiminin, düzeyi tartışmalı olsa da, yaygınlaşması. Bilebildiğim kadarıyla sinema dersleri veren hocalar genellikle bu kitabı öğrencilerine tavsiye ediyorlar, çünkü Türkçe’de literatür hâlâ çok zayıf. Öğretmek ve öğrenmek için temel bir kitap olduğunu düşündüğüm için Monaco’nun metniyle uğraştım. Başta belirttiğim gibi sinema aynı zamanda bir bilgi üretme ve edinme alanı. Sinemadan anlamak, filmlerden gerçekten keyif almak onun hakkında bilgi sahibi olmayı da gerektiriyor. Çerçeve nedir, objektif çeşitleri nedir, nasıl aydınlatma yapılır, kamera hareketlerinin ne gibi anlamları olabilir, tür nedir, auteur yönetmen kimdir gibi sinemanın birçok yanından haberdar olursanız, yani filmin ne anlattığı kadar nasıl anlattığının farkına varırsanız, o zaman film izleme deneyiminiz ister istemez zenginleşecektir.

T. Ç.: “Filmde Yöntem ve Eleştiri” de bir başka önemli temel kaynak. Eisenstein’den Griffih’e, Bazin’den Wood’a pek çok önemli isim, konsept dahilinde bir araya getirilmiş. Söz eleştiriden açılmışken, Türkiye’de sinema eleştirisine dair görüşlerinizi alabilir miyiz?

E. Y.: Türkiye’de sinema kitaplarının sayısı artıyor. Yayınevleri bu kitapları basmakta geçmişe göre daha istekli görünüyor, ancak temel kuramsal metinlerin çevirisi pek yapılmıyor. Düşünsenize, sinema tarihinde auteur yönetmen tartışmasını başlatan Truffaut’nun “Fransız Sinemasında Belirgin Bir Yönelim” adlı yazısı ancak 2010 yılında öğrencim de olan Dr. Rana İğneci Süzen imzasıyla, “Sanat Sineması Üzerine” adlı derlemede yayımlanabildi. Benzer bir durum Cahiers du Cinéma Dergisi editörlerinin ortaklaşa yazdıkları “John Ford’s Young Mr. Lincoln” adlı yazısı için de geçerli. Bu, sinemamız ve sinema kültürümüz açısından gerçekten çok vahim bir durum. Kuşkusuz her hafta gazetelerde kendilerine ayrılmış köşelerde haftanın filmleriyle ilgili yazı yazan insanların yazdığı eleştiriler gazetelerin onlara ayırdığı yer, birden fazla filmle ilgili yazı yazma zorunluluğu gibi nedenlerle önceden koşullanıyor. Ama biz buna zaten popüler eleştiri diyoruz. Bu alanda fazla bir derinlik beklemek boşunadır. Ancak dergilerde, akademik yayın organlarında üzerinde uzun uzadıya düşünülen ve yazılan eleştiri yazıları var. Bunların niteliği çok önemli.

T. Ç.: “Modernizmi Seyretmek” ve “Değişen Bakış”, sinema tarihinin farklı ve -pek de popüler olmadığı için- çok iyi bilinmeyen dönemlerine ışık tutuyor. Bu eserlerin “Yeni Türkiye Sineması”nda varolduğu iddia edilen eğilimlerin algılanmasına katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?

E. Y.: Elbette. Çünkü bu kitapların incelediği dönem/yönetmenler/filmler Türkiye’de fazla bilinemedi. Modernist denen yönetmenler 1960’ların sonundan itibaren Sinematek etkinliği sayesinde ve daha sonra da sinema festivallerinde izlenebildi, üzerine yazılar yazılabildi, dolayısıyla sınırlı bir çevre içinde kaldı. Yeni Türkiye Sineması’nı anlayabilmek için bu kitaplarda incelenen dönemlerin, yani modernist sinemanın bilinmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu iki kitap, birincisi Varoluşçuluğu, diğeri ise sol-radikal değişimci bir bakışı temel alarak yönetmenleri etkileyen modernist sinemayı inceliyor. Zaten Yeni Türkiye Sineması’nın ortaya çıkıp kabul görmesinin temelinde de, tıpkı modernist sinemanın kendisini egemen sinemadan koparması ve ona alternatif olması gibi, eski Yeşilçam kalıplarını kullanmamaları, ona karşı gelerek yeni bir sinema estetiği arayışı yatıyor. İşte bu yeni arayışlarında onlara rehberlik eden de modernist sinema. Evet, artık 1920’lerdeki ya da 1960-70’lerdeki gibi filmler yapılmıyor, ama yeni bir sinema estetiğinin oluşturulması da, o dönem yapılanların üzerine inşa edilmek zorunda.

T. Ç.: Son çalışmanız “Caligari’den Hitler’e” gerçek bir sürpriz oldu. Bir yanıyla sessiz sinemanın en özgün dönemlerinden birine dair eşsiz bir kaynak, diğer yandan da Batı’da üzerine çok tartışılmış bir metni gündeme getiriyor. Türkiye’de çok geç yayınlandığını üzülerek belirteceğimiz bu kitabı yayınlama süreciniz nasıl gelişti?

E. Y.: Doğrudur, çok geç yayımlandı, çünkü başlangıçta birkaç yayınevine bu kitap için başvurdum, ancak sonuç alamadım. Frankfurt Okulu çevresi çok önemli. Sevgiyle andığım Ünsal Oskay bu okulun Türkiye’de bilinmesi için ömrünü verdi diyebilirim. Ben de bu konuda ondan çok şey öğrendim ve yıllardır bu okulun işlendiği en az dört-beş ders veriyorum. Okul üyelerinin metinlerinin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Nitekim bu metinlerin Türkçe’ye çevrilmesinde yaşanan güçlükleri de anlayabiliyorum. O yüzden Kracauer’in metnine “hakkını verebilir miyim” diye temkinli yaklaştım. Ancak yazarın yazdığı konuyu (erken dönem, 1930’ların ortalarına kadar olan Alman sineması) bir miktar biliyorsanız, içinde yer aldığı toplumsal bağlamından haberdarsanız (Weimar dönemi) yazarı ve yazdığını anlamakta kolaylık yaşıyorsunuz. Burada bahsetmem gereken bir konu var: Örneğin ben tıpla ya da genetikle ilgili metni çeviremem, çünkü bağlamı bilmiyorum. Çeviride ilgili bağlamı bilmek çok önemli bir mesele. Yalnızca dil bilmeniz yetmiyor. Yayınevlerinin bu konuda (sinema kitapları) titiz davranmaları ve çevirileri basarken sinema bilen insanlardan yardım almaları gerekiyor, aksi takdirde önemli çeviri yanlışlarına ve dolayısıyla yanlış bilgilenmeye neden olabiliyor.

T. Ç.: Önümüzdeki döneme ilişkin yeni projeler, çeviri, derleme ya da özgün çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?

E. Y.: “Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri” çalışmasını güncelleştirmek istiyorum. Çünkü o araştırmayı yaptığım dönemden (1988-90) bu yana ABD’nin Irak’a ve Afganistan’a müdahaleleri, Irak’ı işgali yaşandı. Bunlarla ilgili onlarca film çekildi. Vietnam Savaşı ile ilgili aldatıcı/yanıltıcı filmler bu savaşlarla/müdahalelerle ilgili olarak yapılmaya devam ediyor. Hollywood’un, istisna filmler hariç, filmlerde ürettiği yalanları deşifre etmek gerekiyor. Ama ne zaman vakit bulurum, açıkçası bilemiyorum. Şu sıralar çevirisini tamamlayıp teslim ettiğim Mike Wayne derlemesi “Sinemayı Anlamak – Marksist Perspektifler” adlı bir kitap var. Birkaç ay içinde yayımlanacağını umut ediyorum. Ayrıca Fransız Sineması Tarihi’ni çeviriyorum ve sonra da İtalyan Sineması Tarihi’ne yöneleceğim. Şunu özellikle vurgulamak isterim: Ele aldığım kitapların büyük çoğunluğunu kendi isteğimle çevirdim ve yayımlatmak için yayınevi aradım. Çok az kitabı bir yayınevinin isteği üzerine çevirdim. Yayınevlerinin sinema kitabı çevirmeye ilgi duymaya başladığını belirttim, ancak benim çevirdiğim kuramsal nitelikteki metinler hâlâ rağbet görmüyor. Oysa yaşam öyküleri, röportajlar vb. kitapların yanında bu tip metinlere de önem verilmesi gerekiyor.

(29 Kasım 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

New Orleans’ta Kirli Şeyler

Büyük Alman yönetmen Werner Herzog’un 66. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışan “Kötü Dedektif”i, şiddet yüklü sert bir film. Zaman zaman yönetmenin belgeselci ruhu da yansıyor perdeye. Bu film vizyona çıkmadı ama şimdi DVD’de.

Alman sinemasının önemli yönetmenlerinden 1942 doğumlu Werner Herzog, “Yeni Alman Sineması”nın önemli yönetmenlerinden. Entelektüel olarak Alman idealizmine yakın duran yönetmen daha çok metafizik taraflarda dolaşıyor filmlerinde. Yönetmenin, bir Amerikan filminin yeniden çevrimini neden yaptı diye düşündürtse bile filmi görünce bu hikâyenin Herzog için olduğunu hissediyorsunuz. Herzog’un belgeselci ruhu olduğu için zaman zaman vahşi hayvanlar da yansıyor perdeye. Kasırga sonrasında kendi vahşi dünyasından şehre sürüklenen bir timsah anayolda arabaların altında kalabiliyor. İguanalar da filmin bir parçası gibi sanki.

Daima kirli…

Dedektif Teğmen Terence McDonagh, fahişe Frankie, hatta teğmenin emekli polis babası ve babasının birlikte yaşadığı Genevieve, iki yaşlı kadın, siyahlar yönetmen için heyecan verici karakterler. Herzog’un bu filmi, önemli yönetmenlerden Abel Ferrara’nın 1992 yapımı “Bad Lieutenant – Kötü Polis” filminin yeniden çevrimi. Filmin hikâyesi New Orleans’ta geçiyor. Yıl, Katrina Kasırgası’nın yaşandığı zamanlar, yani 2005… Filmin girişi, seyirciyi iyi bir polisle karşılaştığı hissini yaşatsa da aslında o, bu çirkef yeraltında dümenini çeviren pislik bir polis. Pahalı iç çamaşarı mahvolmasını bile göze alıp hapishanedeki hücresinde sıkışmış mahkumu kurtarırken omuzundan da sakatlanıyor. Filmin girişinde Katrina Kasırgası’nı hissettirmek için suyun içinde yüzen yılanı gösteriyor yönetmen. Sonra hikâye altı ay sonrasına gidiyor.

Terence, pisliğin en dibine bulaşmış bir dedektif. Kokain çeken, afyon içen, bahis oynayan ve karanlık dünyanın içerisinde dolaşan sert bir polis. Tam anlamıyla kirli bir polis. Terence, babası gibi polis olmuş. Fahişe Frankie’ye takılan Terence’in kişiliğini anlamdırmak için yönetmen güçlü bir sahneyi seyirciye sunuyor. Gecenin karanlığında diskodan çıkan iki genç sevgiliyi izleyen Terence onları sıkıştırıyor ve üzerlerinde uyuşturucu buluyor. Sonra kızla sevgilisinin önünde ayak üstü sevişiyor Terence. İşte Terence bu. Filmin hikâyesinin temelini oluşturan bir katliam da gerçekleşiyor. Siyahi bir aile bir çete tarafından ortadan kaldırılıyor. Olayın soruşturmasını üzerine alan Terence, adım adım suçlulara yaklaşıyor. Karanlık dünyayı iyi bildiğinden kartlarını ona göre oynuyor. Sonunda her şey çözülüyor ve hikâye bir yıl sonrasına gidiyor. Yüzbaşı olan Terence, yine devriyeye çıkıyor ve kirli ruhu arınmıyor. Frankie’den bebek bekleyen Terence, yine iki genç sevgiliyi gecenin bir yerinde sıkıştırıyor ve film bitiyor. Ama seyircinin zihninde her şey bir kısır döngüye dönüşüyor. Herzog’un bu filminde mekânlar da muhteşem. Yönetmen, siyah ailelerin yaşadığı evleri sıcak ve huzurlu yansıtmış. Gerçekten mekânlar, bu filmin karakteri ve ruhu gibi. Yer yer eski sinemaların da tadını veriyor bu film. Sonuçta kameranın arkasında bir usta var.

Kötü Dedektif (The Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans)
Yönetmen: Werner Herzog
Senaryo. William M. Finkelstein
Müzik: Mark Isham
Görüntü: Peter Zeitlinger
Oyuncular: Nicolas Cage (Terence), Val Kilmer (Stevie), Eva Mendes (Frankie), Jennifer Coolidge (Genevieve), Brad Dourif (Ned)
Yapım: Millennium Films (2009)

(28 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hayat Ağacı, Yaşamınıza Anlam Katacak Bir Sanat Deneyimi!

Sinema nedir? Birbirinin benzeri filmlerle eğlenilen bir sosyal paylaşım mı? Yoksa daha ileri gidip, yaşamınıza anlam katan, derinlerde bir yerde sizi zorlayan, serseme çeviren, her şeyi sorgulamanız için kışkırtan, kuşkularınızı çoğaltan, rahatsız eden, organizmanızdaki değişimlerin farkına varmanızı sağlayan bir sanat deneyimi mi?

İşte, seçkin yönetmen-yazar Terrence Malick’in “Hayat Ağacı”, böyle bir yepyeni eksperyans (bu film için, Malick’in “2001”i demek doğru olacaktır).

Bir düşünün: Ne biliyor, duyumsuyor, hissediyorsanız ‘tek’ aslında!

Zamanı, ‘Büyük Patlama’ yarattı…’Büyük Patlama’yı ise tekillik!

Peki, biz 14 milyar yıllık serüvende neden yaratıldık? Sürekli acı çekmek için mi?

Neden sinsice pusuda bekleyen şiddet, çocukluğun tüm masumiyetini kirletip onu ele geçirir? Hepimiz ‘bir’sek eğer, bu denli kalp ağrısı neden?

Babamız (hem ‘kutsal’ ve hem de biyolojik babamız), bizi neden geçemeyeceğimiz sınavlara zorlar, neden ‘kırar’ sürekli?

Peki neden bu denli açgözlü ve kibirliyiz? Neden doğanın gücüne karşı gelme yanlışına düşüyoruz?

Ve ölmek yeni bir başlangıçsa eğer, neden ölümden korkuyor, en sevdiğimiz öldüğünde kahroluyoruz?

Malick, geçen yüzyılın ortalarında yaşayan üç erkek çocuklu bir Amerikan ailesinin özelinde yaradılışa ve evrene dair, mucizevi varlık insanın ömrü boyunca sorabileceği en temel soruların hepsini bir kez daha sorarken, görsel dili ve estetiğiyle bunu alabildiğine farklı kılıyor… Müthiş bir ekiple birlikte, sinemanın, resimden müziğe ve psikolojiden mühendisliğe tüm disiplinleri barındıran nasıl şaşırtıcı bir sanat olduğunu bir defa daha kayda geçiriyor.

Sorular sormayı reddederek ve gerçekleri ‘bastırarak’ bu gezegenden ‘hafifçe’ geçip gitmek zor. İnandığınız ne olursa olsun, beyniniz hep sorgulayacak ve kalbiniz hep acıyacak. Malick, yetkin sinemasıyla, bu sorguyu ve acıyı paylaşmaya davet ediyor. İnanın, çok değerli bir davet bu.

(27 Kasım 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Suç İmparatorluğu

Bazı yabancı oyuncuların para karşılığı röportaj verdiği, aldıkları paraları hayır işlerine aktardıkları zaman zaman medyaya yansıyor. Aldıkları parayı hayır işlerine değil kendi cebine aktaranlar da var tabiî ki. Bizim sanatçılar arasında da bu işlemin yaygınlaşmaya başladığını, röportaj vermelerde, restaurant, AVM açılışlarını şereflendirmelerde vs. açıkça para istendiğini duymuştuk. Fısıltı gazetesine yansıdığına göre geçtiğimiz hafta sona eren 2. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde ise bir ilk yaşanmış. Kendisine onur ödülü verilecek sanatçının birisi para almadan ödül almaya gelmeyeceğini bildirmiş. Festivalin başlamasına 15 gün kala para konusunda ikna edilmiş ve önce kamera arkasında takır takır ödeme yapılarak kendisi “onurlandırılmış”, sonrada sahnede alkışlar arasında kendisine onur ödülü heykelciği verilmiş. Tabi ki yılların sanatçısı, ödül takdimi gecesinde sahneye çıktığında hayranlarını klâsik cümlelerle, “Sizlerin alkışlarınızla yaşıyoruz. Bizlere can veriyorsunuz. Yaşama şevkimizi arttırıyorsunuz. Aranızda bulunmak ne kadar güzel.” vs. diyerek selâmladı. Başkasını bilemem ama en azından bendenizin gözlerindeki, o parayla satın alınamayacak hayranlık ışıltısı yok olmuştu. Şöhreti sönmeye yüz tutmuş, eski görkemli günlerini kaybetmiş sanatçılarımız da tabi ki her zaman başımızın tacıdır. Maddi, manevi, her zaman ve her yerde kendilerine en yüksek dereceden yaşama imkânı sağlanmalıdır ama en azından “onurlandırıldıkları” etkinliklerden para istemeleri işin ruhuna aykırı gibime geliyor. Hadi gelen taleplere yetişemediklerini gerekçe göstererek, menajerlerine talimat versinler, “doğum günlerine 15 liraya, taziyelere 3 liraya, 5 çaylarına 8 liraya geliriz” diye tarife belirlesinler, ona bir şey diyeceğimiz yok. O zaman biz eski hayranları da şakşakçılık denilen mesleğe intisap eder, gittiğimiz galalarda, törenlerde, alkışlarımız için para talebinde bulunabiliriz doğal olarak. Sıradan alkış 3 TL, az porsiyon candan alkış 5 TL, sevgisinden ölünecek derecede hayran alkışı 15 TL, vs. vs. Nasılsa askerliği de parayla satmaya başladık. Hakikaten bu her şeyi paraya tedavül etme işi memleketin geleceği açısından bir hayli kazançlı olacak gibi görünüyor. Ne bileyim, mahkemelerin de kapısına pekâlâ tarife asılabilir: Adam öldürme 800, hırsızlık 400, taciz 500, yan bakma 100, küfür 50 TL. Parayı tahsil ettikten sonra ver adamın eline bir belge, üstünde “suçtan münezzehtir” veya “suçtan varestedir” yazsın. (Niye böyle yazsın, şundan: Padişahımız efendimizin zamanından kalma kelimelerin manasını bilmeyenler okuduğunda belgeyi bir taltif, bir iltifat vesikası olarak algılasınlar diye. Para olmasa da bu da bir kazançtır netekim.)

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

11 Kasım’da vizyona giren 2 yerli film, “Beni Unutma” ile “Gelecek Uzun Sürer”in talihsiz bir benzerliği var. Her iki filmde, ilk …

… filmleriyle kariyerlerine zirveden başlayan yönetmenlere ait. İkinci filmlerinde, Özcan Alper “Sonbahar”daki, Özer Kızıltan ise …

“Takva”daki başarısına maalesef erişemiyor. Tabi ki gönül onlardan daha güzel filmler bekliyordu. Özer Kızıltan’ın filmi adıyla da …

… dillere dolandı. Neredeyse daha dün, 30 Nisan 2010’da hem de son bölümü sinemalarımızda 18 Kasım’da vizyona giren “Alacakaranlık …

… Efsanesi”nin ünlü yakışıklısı Robert Pattinson’un başrolünü oynadığı “Remember Me”yi “Beni Unutma” adıyla sinemalarımızda izlemişken …

… Özer Kızıltan’ın filminin de “Beni Unutma” adıyla vizyona girmesi yadırgandı. Sadece onunla kalsa iyi, atalarımızın dediği gibi “elin…

… ağzı torba değil ki büzesin”, yakın tarihlerde 2 tane daha “Beni Unutma” izlemişiz, yazayım: 13 Haziran 2003’de Andy Tennant’ın …

… yönettiği “Sweet Home Alabama”yı, 26 Aralık 2003’te ise Gabriele Muccino’nun yönettiği “Ricordati di Me”yi “Beni Unutma” adlarıyla …

… sinemalarımızda izlemişiz. Bir tane daha “Beni Unutma” var Ekim 1983’te gösterime giren ama onun orijinal adını tesbit edemedim. (Twitter’da bu filmin Orhan Elmas’ın yönettiği “Beni Unutma” olduğunu hatırlatan sevgili Ali Ulvi Uyanık’a teşekkür ederim.)

Sinemamızın büyük ustası Lütfi Ömer Akad’ı kaybettik. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Büyük ustanın adı Ömer Lütfi Akad …

… Lütfi Akad olarak da medyada geçiyor. Bendeniz de yeni öğrendim, rahmetli kendisine Lütfi Ömer Akad denmesini istermiş, Ömer Lütfi …

… Akad olarak anılmasına çok sinirlenirmiş. Kendisini ebediyete uğurladık, bundan böyle bu arzusuna dikkat edelim derim.

İnternet ortamında faaliyete başlayan yeni sinema sitesi Ekşi Sinema’ya başarılar diliyorum. Bu web sitesi “Ekşi Sözlük”te yazan birkaç …

… amatör yazar tarafından kurulduğunu beyan ediyor. Ancak genel algılama “Ekşi Sözlük”ün yan kuruluşu şeklinde. Önümüzdeki günlerde …

… bir ihtilaf vukuunda büyük ihtimalle “Eksi Sinema” olarak faaliyetini sürdürecek gibime geliyor. Not düşeyim dedim.

(27 Kasım 2011)

Sadi Çilingir

Bir Zamanlar…

İç çekim.
Bir sinema salonu…
Kamera genel çekimdedir…
Seyirciler oturmuşlar beyaz bir perdeye bakmaktadırlar.
Kamera onları arkadan almaktadır.
Işıklar söner…
Beyaz perdenin üzerine bir görüntü düşer…
Perdedeki görüntü genel plândır…
Bir tren istasyonu görülmektedir.
Solda raylar vardır, sağda peron ve üzerinde treni bekleyen insanlar…
Uzaktan tren görünür ve yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır…
Seyirciler kıpırdamaya ve kaçışmaya başlar…
Tren gelir lokomotif perdenin solundan çıkar ve sinema tarihi başlar…
Bir zamanlar Paris’te bir cafe’de…
İstasyonun fotoğraf görüntüleri hareketlenmiştir…
Fotoğraftan sinemaya geçilmiştir…

Ve Bir Zamanlar Anadolu’da…
Dış çekim-akşam karanlığı, genel çekim…
Uçsuz bucaksız, çıplak bir toprak parçası…
Uzaktan farlarını yakmış üç araç belirir…
Üç araç soldan yaklaşırlar, yaklaşırlar ve tam önümüzde dururlar…

Sahne hem fotoğraftır hem sinema…
Film böyle sürer gider…
Yaşam da böyledir… Hem fotoğraf, hem sinema… Nasıl gördüğüne bağlı… Zaten sinema tek tek fotoğrafların peş peşe birbirini izlemesi değil midir?
Fotoğraf bir durumun resmidir (görüntüsüdür). Bir an’ın durumudur. O an aynı zamanda bir sonsuzluktur da… Bir an’da sonsuzluk…
Bu, bir durumdur. Her şey bu duruma göredir.
Durumun fotoğrafı, durumun sineması…
Her çekim bir durumun çekimidir.
Sonuç durumun sineması…
Öykü mü? Hem yok, hem sonsuz… Ama sinema var.
Asıl olan sinema. Ve bu sinemada çok şeyler var. Okumasını bilene, görmesini bilene…
Tek tek kişiler, tek tek durumlardır. Kişiler bir arada, gene bir durumdur… Bir olayın içindeki kişiler de bir durumdur. Durum içinde durumlar… Durum ve durum. Tek ve çok… Fotoğraf ve sinema… Ve yaşam… Ve Bir Zamanlar Anadolu’da durumu… Bir NBC durumu.

Dış-gündüz-genel çekim
Bir tepe yamacı solda düzlükte bir ilköğretim okulu ve önünde bahçesi.
Teneffüs zamanıdır. Çocuklar bağırış çağırış oynamaktadırlar.
Tepenin orta yerinde bir patika uzanmaktadır.
Bir kadın elinde bir poşet ve yanında altı yedi yaşlarında bir çocuk kameraya arkaları dönük yürümektedirler.
Okulun bahçesinden bir top patikaya düşer…
Çocuk geri döner, topu alır ve ayağıyla vurarak okulun bahçesine atar… Yeniden annesiyle yürümesini sürdürür.

Son mu, başlangıç mı?
Hem o, hem o.
Bir durum.

(26 Kasım 2011)

Engin Ayça

Burada Muhacir Olmak Ne Zor

Dedemin İnsanları
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Müzik: Cengiz Onural, Cenk Erdoğan, Bora Ebeoğlu, Aria
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Zafer Alagöz, Mert Fırat, Ezgi Mola, Gökçe Bahadır, Durulkan Çelikkaya, Sacide Taşaner, Ünal Silver, Eirini Inglesi
Yapım: Most-Ay Yapım (2011)

Önemli yönetmenler arasına giren Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”, vakti zamanında mübadeleyle Girit’ten göç etmiş bir ailenin geçmişini ve şimdiki zamanını anlatırken ülkemizdeki ırkçılığa da dokunuyor.

Yönetmen Çağan Irmak, 2011 yapımı “Dedemin İnsanları” filmiyle çocukluğuna bakıyor. Sinemanın önemli yönetmenleri geriye dönüp çocukluğuna bakan filmler yaptılar. Fellini, 1973 yapımı “Amarcord – Hatırlıyorum” filmiyle çocukluğuna uzanmıştı. Truffaut, 1959’da “Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe” filminde çocukluğundan ilham almıştı. Yönetmen Irmak, kendi çocukluğunu anlatıyor. Muhacirlerin çok olduğu Ege’nin kıyı kasabasında muhacir torunu küçük Ozan, kendine “gâvur” diyenlere karşı “Türklüğünü” kanıtlamak istiyor herkese. Her sabah okulun bahçesinde “Türküm, doğruyum… varlığım Türk varlığına armağan olsun” marşını coşkuyla söylüyor hep. Mahalleli çocuklarla muhacir ve Kürt evlerini de taşlıyor. Irmak, ülkemizdeki ırkçılığın derinlerini gösteriyor bu filminde. “Yunan tohumu” diye dışlanmaya çalışılan bu ülke de muhacir olmak ne kadar zor. 1970’li yılların sonu ve Kürtlere karşı da alttan alta ırkçılık hissediliyor. Sadece 12 Eylül’ün mirası değil bu ırkçılık. Ezelden geliyor.

Ozan’ın gözüyle…

On yaşındaki Ozan (Durulkan Çelikkaya), karnesini aldığı gün, mahalleden arkadaşlarıyla muhacir ve Kürt evlerini taşlarken dedesi (Çetin Tekindor) beyaz “Anadol” otomobiliyle hemen yanında bitiyor. Dede onu arabaya almasa da, aralarındaki buzlar eriyor. Ozan, aslında yalnız bir çocuk. Gerçek anlamda sıkı arkadaşı yok. Kalbi bu boşluktan olmalı katı ve öfkesini başka kültürden olanlara boşaltıyor. Bağ evinde muhacir dostlarlarla yemek yenirken dede Mehmet torununa geldikleri yeri ve yolculuklarını anlatıyor insanı etkileyen kelimelerle. Ama bu bile Ozan’ı yumuşatamıyor. İçinde hep bir öfke var. Dedesi Mehmet Yavaş’ın manifaturacı dükkânına aldığı Kürt çırak çocuğuna kötü davranan Ozan, dedesinin sabırlı ve hoşgörülü yaklaşmalarıyla yüreği yavaş da olsa yumuşamaya başlıyor. İşte bu Ozan büyüyecek ve önemli bir yönetmen olacak. Dede Mehmet, hoşgörüsüyle kasabada sevilen ve sayılan bir insan. Tek kızını (Gökçe Bahadır), belediye başkanının yardımcısıyla (Yiğit Özşener) evlendirmiş, torun sahibi, sevgili eşi (Sacide Taşaner) hayatta bahtiyar bir insan. Belki de içindeki en büyük boşluk, mübadele zamanlarında gemi yolculuğunda ölen kız kardeşi. Onun fotoğrafı da Girit’te kalmış. Girit’e gitme hayali hep bir şeyler engellemiş. Kıbrıs Harekâtı olmuş, 12 Eylül darbesi gerçekleşmiş. Geride bıraktıkları evlerinin özlemi de içini yakıyor dede Mehmet’in. Başka hikâyeler de aralara serpiştiriliyor filmde. Kasabanın delisi olmuş “deli aşık” (Ünal Silver), evlenip gitmiş, kocası 12 Mart’ta tutuklanmış kadına (Hümeyra) yıllarca tutkulu. Kadın, içinde hep yollar olan resimler çiziyor. Manifaturacı Mehmet, geçmişi hatırladığında mübadele anları da düşüyor perdeye. Babası (Mert Fırat), çalışkan ve dürüst biri. Mübadele olduğunda her şeylerini geride bırakıyorlar. Yunan komşularını da. Daha bebek olan kız kardeşini gemide yitiriyorlar. Babası, annesi (Ezgi Mola) ve kendisi Ege’ye gelip yerleşiyorlar. Her zaman muhacir olmak zor olmuştur bu ülkede. İkinci Dünya savaşı yıllarında azınlıklar “Varlık Vergisi” adıyla mahvoluşa sürüklendi bu ülkede. Tehcirler yaşandı. 1950’lerde Rumlara saldırılar oldu. Dede Mehmet, içine pusula koyduğu şişeyi Ege’nin sularına atıyor hep. Bir gün o şişenin içindeki pusulaya cevap geliyor Girit’ten. Hep geldikleri yere ailesiyle gitmek isteyen manifaturacı Mehmet, herkese pasaport çıkarttıktan hemen sonra 12 Eylül darbesi oluyor. Ardından kederler düşüyor hayatlarına. Onun gidemediği topraklara bir zaman sonra genç adam olan torun Ozan gidiyor ve oradaki iyi insanlarla tanışıyor.

Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği gerçekten insanı büyülüyor. Nuri Bilge Ceylan ve Çağan Irmak’ın kameramanı Gökhan Tiryaki sinemanın çok önemli kameramanları arasına giriyor. Bu kameraman yönetmenlerine de ilham veriyor. Mübadele anları koyu ve kahverengimsi tonlarla yansıyor. Şimdiki anlarda geçtiği bölümlerde parlak, yumuşak ve sıcak renkler kullanmış yönetmen. İnsana çocukluğunun sıcaklığını veren bir sıcaklık bu. 1970’ler sahici bir anlatımla yansımış perdeye. Gerçekten de öyleydi. Hem iyilikler hem ırkçılıklar. Elbette müzikler de muhteşem. Her filminde kendine biraz daha bağlayan yönetmen, 2006’daki “Babam ve Oğlum” filmindeki gibi seyircilerini ağlatıyor. Ama bu sefer hepsi doğal ve kendiliğinden oluyor. “Dedemin İnsanları”, zaman içinde bir başyapıta dönüşebilecek filmlerden. Sinema belleğine alınmalı bu film. Ön jeneriklerini daima kırmızı yansıtan yönetmen Irmak’ın filminde son jenerik muhteşem. Filmde “metafor” üzerine espriler de çok hoş. Bu filmin Milas, Gökçeada ve Girit’te çekildiğini de belirtelim.

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Zirveye Ulaşmak Kolay Değil

Zirveye Giden Yol (The Ides of March)
Yönetmen: George Clooney
Oyun: Beau Willimon
Senaryo: Grant Heslov-Beau Willimon-George Clooney
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Phedon Papamichael
Oyuncular: Ryan Gosling (Stephen), George Clooney (Vali Morris), Philip Seymour Hoffman (Paul), Paul Giamatti (Duffy), Evan Rachel Wood (Molly), Marisa Tomei (Ida), Jeffrey Wright (Senatör Thompson), Michael Mantell (Senatör Pullman)
Yapım: Cross Creek (2011)

Ünlü oyuncu George Clooney’nin yönettiği “Zirveye Giden Yol”, Amerika’daki politik arenaya içeriden bakan gerilim yüklü bir film. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan filmin liberal bakışı da fark ediliyor.

Hollywood’un ünlü oyuncularından liberal George Clooney dördüncü filmini yönetti. Bu yılki 68. Venedik Film Festivali’nin açılışını yapan 2011 yapımı “The Ides of March – Zirveye Giden Yol” filmi, Demokratların başkan adaylığı için delege önseçimlerine odaklanıyor. Adaylık için Pensilvanya Valisi Mike Morris’le Arkansas Senatörü Pullman yarışıyor. Başkanlık adaylığı için Ohio kampanyası da çok önemli. Çünkü, Demokrat adaylara sadece Demokrat değil Cumhuriyetçi delelegeler de oy kullanıyorlar. İşte bu noktada politikanın tüm numaraları sahneye konmaya başlıyor. Vali Morris, Katolik olmasına rağmen, laik bir kampanya yürütüyor. Bütün inanışlara ve ırklara eşit mesafede duran Morris, sadece Amerikan anayasasına inanıyor. Hiçbir dine yakın durmayan bir başkan adayı Amerikalıları etkileyebilir mi? New York Times, bu filmin yapısına “Sorkinesque” diyor. Tiyatrocu ve senarist Aaron Sorkin’in anlatımını Clooney’nin “Zirveye Giden Yol” filminde fark edebilirsiniz. 1961 New York doğumlu Sorkin kendi yapıtlarında doğrusal çizgide olmayan hikâyeler anlatıyor, iğneleyici karakterler çiziyor, uzun konuşmalarda karakterlerin inançlarını yansıtıyor, konuşmalar hızlı ve ateşli, kadınlarıysa akıllı. Hikâyeleri politika üzerinde yoğunlaşıyor. Karakterlerini psikanalitik açıdan yansıtabiliyor. Liberal demokrat görüşlerinini metinleri üzerinden insanlara ulaştırabiliyor. Clooney’nin filmini seyrederken bunlardan bazılarına değebilirsiniz. Aslında Sorkin’i sinema için yazdığı senaryolardan biliyorsunuz. Kendi oyunundan senaryosunu yazdığı 1992 yapımı “A Few Good Men – Birkaç İyi Adam” hemen akla geliyor. Senaryosunu yazdığı 1995 yapımı “The American President – Amerikan Başkanı”, senaryosuna katkıda bulunduğu 1993 yapımı “Malice” de var. Televizyon için yazdığı “The West Wing – Batı Kanadı” da hatırlanmalı. Filmin orijinal adı, Latince “Idus Martiae”den geliyor. Cümle anlamıysa “Mart yok” demek. Roma takviminde Mart’ın 15. günü anlamına da geliyor. Bir bakışa göre de Jülyus Sezar’ın 15 Mart’ta suikasta kurban gittiği zamanı simgeliyor bu ad. Filmde de üçüncü anlama metafor var. Çünkü politika ve politikacılar, metaforik de olsa suikastlar düzenliyor. Yıkıcı ve mahvedici bir arena orası. Dürüstlüğün mağlubiyete uğratıldığı bir yer bu arena.

Beklenmedik ilişkiler…

Vali Morris’in kampanyasında Paul Zara’nın yardımcılığını yapan Stephen Meyers, üst üste iki olay yaşıyor. Bu iki olay, kampanyayı trajik hale getiriyor. Vali Morris’in rakibi Arkansas Senatörü Pullman’ın kampanya sorumlusu Tom Duffy’yle gizli bir buluşma yapıyor. Bu gizli görüşmeden Paul’ü haberdar etmiyor Stephen. Bir de kampanyada stajiyer olarak görev alan Molly Stearns’in cazibesine kapılıyor. Kısa bir ilişki yaşıyorlar. İlişki yaşamaları doğal, ama Molly başkan aday adayı Morris’le de ilişkiye girmişse bu içinden çıkılmaz bir kaosu da getiriyor hemen. Her şeyin yolunda gittiği kampanyada gerilim birdenbire yükseliyor ve hiç beklenmedik sonuçlar ortaya çıkıyor. Molly, Morris’ten hamile kalmış. Stephen, Molly’ye kürtaj yaptırdıktan sonra Paul, Duffy’yle gizli görüşmesini öğreniyor ve Stephen’ı işten kovuyor. Ama bu o kadar kolay değil. Çünkü Stephen’ın da elinde kozlar var. Burası politika arenası ve hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bu gerilim politik filmin son sahnesinin unutulmaz bir muhteşemlikte olduğunu belirtmeliyiz. Bu film, Beau Willimon’ın “Farragut North” oyunundan sinemaya uyarlandı. “Farragut” kelimesinin anlamını da filmin derinliğinde keşfediyorsunuz. 1961 Paris doğumlu besteci Alexandre Desplat, günümüzde öne çıkmış Hollywood filmlerine müzikler yazıyor. Dört defa Oscar’a aday gösterildi. İşte bu etkileyici bestecinin Clooney’nin filmine ruh katan tınıları kulağınızda iz bırakıyor. Bu filmin kameramanı da 1962 Atina doğumlu Phedon Papamichael. Bu kameraman, Wim Wenders’in 2000 yapımı “The Million Dollar Hotel – Sırlar Oteli” filmindeki muhteşem sinemaskop görüntüleriyle hatırlanıyor. Clooney’nin filmindeki sinemaskop çerçeveleri de estetik ve filme derinlik katmış. Clooney’nin bu filminde Amerikan politik işleyişleri hakkında az da olsa fikir sahibi oluyorsunuz, ama yine de sistemi algılamakta sıkıntı yaşayabilirsiniz.

(Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Cronenberg Psikanalize Bakıyor

Tehlikeli İlişki (A Dangerous Method)
Yönetmen: David Cronenberg
Eser: John Kerr-Christopher Hampton
Senaryo: Christopher Hampton
Müzik: Howard Shore
Görüntü: Peter Suschitzky
Oyuncular: Viggo Mortensen (Freud), Keira Knightley (Spielrein), Michael Fassbender (Jung), Vincent Cassel (Gross), Sarah Gadon (Emma)
Yapım: Recorded Picture (2011)

David Cronenberg’ün “Tehlikeli İlişki” filmi, Jung’un hastası Spielrein’la ilişkisini anlatırken, Freud’u da unutmuyor. Bu film, müzikleri ve kelimeleriyle psikanalize derin bir yolculuk.

Toronto’da 1943’te doğmuş David Cronenberg, sinemanın genetikçisi olarak anılıyor. 1983 yapımı biliçaltında dolaşan, hayalle gerçekliği birbirinin içine geçiren “Videodrome”, içinde genetik dönüşümlerin olduğu yine 1983 yapımı “The Dead Zone – Ölüm Bölgesi”, tam anlamıyla başka bir şey olunan genetiğin uç noktası 1986 yapımı “The Fly – Sinek”, karakterleri çok az farklı jinekolog ikiz kardeş üzerine “Dead Ringers – Ölü İkizler”, gerçeküstücülüğün ve genetikliğin sınırlarını aşan 1991 yapımı “Naked Lunch – Müthiş Yemek” ve 1999 yapımı “eXistenZ – vAroluŞ…” Hatta, gelecekte tüm zevklerde doyum sınırlarını aşmış insanların yeni hedonizmlerle hazlar arayışını anlatan 1996 yapımı “Crash – Çarpışma…” Usta son dönemlerde, şiddetin iç dünyasını anlattı ve sonunda 2011 yapımı “A Dengerous Method – Tehlikeli İlişki” filmiyle psikanalizin en karanlık sokaklarına girdi. 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gördüğümüz ve festivalde hatırı sayılır seyircinin geldiği “Tehlikeli İlişki”, psikanaliz üstüne özel bir film.

Jung’u değiştiren kadın…

Filmin hikâyesinde Carl Jung ve Sigmund Freud var. Bir de Rus Yahudisi Sabrina Spielrein… Film, 1904’te İsviçre’de açılıyor. Psikanalitik Jung’un çalıştığı hastaneye Sabrina Spielrein getiriliyor. Spielrein, Jung’u baştan aşağı değiştiriyor. Hem de tüm yönleriyle. Hatta psikanalize bakışını da geliştiriyor. Biliçaltında Spielrein’a cinsel istek duyan Jung’u, tek eşliliğe karşı duran Avusturyalı nevrotik bir psikanalist Otto Gross’un kışkırtıcı sözleri baştan çıkarıyor. Ardından tüm kasırgalardan daha sarsıntılı ve tutkulu bir aşk başlıyor. Jung’u bastıran evli olması. Karısı Emma, erkek çocuk doğurmayı isteyen takıntılı bir kadın. Filmdeki en önemli ve fark edilmesi gerekense müzikler. Bu müzikler de psikanalitik bir ruh taşıyor. Spielrein’ın iç dünyasındaki iniş çıkışlar, o fırtınalar, çellonun çığlıklarıyla kulaklara geliyor. Dinginlik daha çok piyano tınılarıyla yaşanıyor. Müzikleri Howard Shore bestelemiş. Film, John Kerr’ın kurgu olmayan “A Most Dangerous Method” romanından ve Christopher Hampton’ın “The Talking Cure” tiyatro oyunundan uyarlanmış. Senaryoyu da Christopher Hampton yazmış. 1946’da Portekiz’de doğmuş İngiliz oyun yazarı, senarist ve film yönetmeni Hampton’ı 1995’te Michael Holroyd’un romanından senaryosunu yazıp yönettiği “Carrington” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Hampton, Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement – Kefaret” filminin senaryosunu Ian McEwan’ın romanından yazmıştı. Onun dokunduğu konularda zihnin dehlizlerinde dolaşıyorsunuz hep. Yönetmen Cronenberg’ün her zamanki kameramanı Peter Suschitzky’nin görüntüleri, 1900’lerin başlarındaki fotoğrafların tadını veriyor. Kamera da dönemin hızının ruhuyla buluşmuş. Alabildiğine dingin. Freud ve Jung arasındaki rüya tartışmaları, cinsellik üzerine konuşmaları da çarpıcı. Filmde Keira Knightley her övgüyü hak ediyor ve muhteşem bir performans ortaya koyuyor. Anarşist psikoanalist Otto Gross, 1920’de açlıktan ölmüş. O, tek eşliliği doğaya aykırı bulan, ahlakçıları çıldırtan, baba takıntılı nevrotik bir insan. Bu Gross üstüne araştırma yapmak ve onu anlamak iyi olabilir. Şiddet sinemasının içerisinde gezindikten sonra psikanalitik sulara gelen Cronenberg’ün “Tehlikeli İlişki”, önemli ve görülmesi gereken bir yapıt. Film ağırlıklı olarak Zürih, Berlin ve Viyana’da çekilmiş.

(Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bir Aile Üstünden Hayatın Anlamı

Hayat Ağacı (The Tree of Life)
Yönetmen-Senaryo: Terrence Malick
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Emmanuel Lubezki
Oyuncular: Brad Pitt (Baba), Sean Penn (Jack), Jessica Chastain (Anne), Hunter McCracken (Çocuk Jack), Fiona Shaw (Büyükanne)
Yapım: River Road-Cottonwood (2011)

Sinemanın özel yönetmenlerinden Terrence Malick’in “Hayat Ağacı” sinemanın da özel filmlerinden. Görüntüleriyle, müzikleriyle ve hikâyesiyle etkileyen bu film Cannes’da “Altın Palmiye” kazandı.

Filmi seyrederken bazı anlarda kendimizi Godfrey Reggio’nun 2002 yapımı “Naqoyqatsi: Life as War – Yaşam Savaşı” belgeselinin içindeymiş gibi hissettik. Elbette Terrence Malick’in 2011 yapımı “The Tree of Life – Hayat Ağacı” filminde, ölümün ve hayatın kökenini belgesel tatında anlattığı bölümler özgün. “Naqoyqatsi” de, modern dünyadaki felâketlerde insanlığın ve dünyanın hali müzik eşliğinde yansıtılıyordu perdeye. Film, 1960’larda açılıyor. Güneşli ve mutlu bir gün. Postacı, kapıya gelir ve mektubu anneye verir. Vietnam Savaşı’ndaki 19 yaşındaki oğulları ölmüştür. Baba ve anne, o an yıkılıyorlar ve Tanrı da sorgulanıyor. Film, aslında ayetlerle açılıyor. Bu haberden sonra yönetmen Malick, milyonlarca geriye giderek dünyada hayatın doğuşuna ve kaynağına tanıklık ettiriyor. 400 küsur milyon yıl önce dünya buzlar içinde ve büyük bir göktaşı dünyaya çarpıyor, yanardağlar lâv fışkırtıyor, buzlar eriyor, okyanuslar oluşuyor, hayat okyanuslarda başlıyor. Bundan 65 milyon yıl önce başka bir göktaşı dünyaya çarpıyor ve dinozorlar yeryüzünden siliniyor, başka yaşam forumları ortaya çıkıyor. İki milyon yıl önce de atalarımız yeryüzünde görünüyor. Malick, dinozorlardan sonrasını göstermiyor ama filmde insanların hikâyeleri öne çıkıyor. İnsanlar Tanrı’ya tüm güvenleriyle inançlarını sunuyorlar. Filmi seyrederken, Tanrı’nın iyi insanlara “büyük ceza”lar verdiğini hissediyorsunuz. O’Brien ailesi gibi.

Baba-oğul çatışması…

Belgesel bölümünden sonra film 1950’lere gidiyor. Hikâye, Teksas’ın Waco şehrinde geçiyor. Üç oğlu olan O’Brien ailesi mutlu. Muhafazakârlar ve dinlerine bağlılar. Her pazar düzenli kiliseye giderler. Filmde bu pek yansımıyor ama din ve Tanrı aile için hayat kadar önemli. Duasız sofraya oturulmuyor. Babanın katı disiplini oğullarının üzerinde hissediliyor. Baba, uçak fabrikasında çalışıyor. Hep üstleri var ve emirler alıyor. Büyük oğlu Jack’i baskısı altına alıyor baba. Onun kendi işinin patronu olaması için müziğe yönlendirmeye çabalarken oğlunu bir baskı çemberinin içinde sıkıştırıyor. Jack, babasının ölmesini bile istiyor. Anne, yumuşak ve şefkatli. Ama, bir noktadan sonra oğullarının üzerindeki kocasının baskısına dayanamıyor. Baba, işte terfi edebilmek için de buluşlar yapıyor ve buluşları için patent alma mücadelesi de veriyor. Baba bir gün Uzakdoğu’ya gidince eve bayram geliyor ve özgürce hayatlarını yaşıyor çocuklar.

Bu yılki 64. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandı. Yine bu yılki 59. San Sebastian Film Festivali’nde FIBRESCI Büyük Ödülü’nü de kazandı. Oscar’ın en güçlü adaylarından deniliyor. Ama Akademi Cannes’da Altın Palmiye almış filmlere çoğu zaman mesafeli duruyor. Geçmişten örnekleri var. Bu macerayı bir dipnot olarak yazının sonuna ekledik. Filmde, doğa görüntüleri üzerinde Gustav Mahler’in “1. Senfonisi”ni duyuyorsunuz. Filmde Bach, Schumann gibi büyüklerin de müziklerini duyuyorsunuz. Schumann’ın “Piyano Konçertosu” (minör op. 54), sanki bir insanın dalgalanan duygularını yansıtıyor gibi kulağa geliyor. Elbette Mozart’ın “16. Piyano Sonatı” da filmin ruhuyla buluşuyor. Elbette muhteşem Alexandre Desplat’nın besteleri de unutulmamalı. Filmin yoğun olarak “izlenimci-empresyonist” estetikten beslenmiş. Parlak doğal ışıklar, kamera objektifinin kendini hissettirmesi bu estetiği duyuruyor. “İzlenimci” estetiğin yoğun olduğu anlarda izlenimci bir tabloya bakıyormuşsunuz gibi oluyor. Ama yönetmen filminde “gerçeküstücü-sürrealist” fotoğraflar da oluşturuyor. Sadece dinozorlar bölümünde değil. Jack’in doğumuna metafor yapan sahne de bu estetikten besleniyor. Final bölümü de. Yönetmen az da olsa “dışavurumcu-ekspresyonizm” estetiğinden de yararlanıyor. Bu anlarda gölgelerin yansımasını öne çıkartıyor yönetmen. Ağaç metaforu da filme derilik katmış. Filmdeki muhteşem fotoğraflar önemli kameramanlardan Meksikalı Emmanuel Lubezki’ye ait.

Özel yönetmen…

Büyük yönetmen Malick’in önceki filmlerini görmüşseniz, daha çok iç sesi duyarsınız. Bir monolog gibi. Usta bu filminde de diyalogtan çok monoloğa yönelmiş. Malick, dışarısıyla kolay iletişim kuramayan içine kapanık bir yönetmen. 1943’te Illinois’te doğan yönetmen, bu iletişim sorunları yüzünden şu ana kadar sadece beş film yönetebildi 1973’ten beri. Malick, ilk yapıtı “Badlands – Kanlı Toprak” kanlı şiddet filmini 1973 yılında çekti. 1978’de “Days of Heaven – Cennet Günleri” filmi geldi. Richard Gere’nin muhteşem bir performans gösterdiği film, 20. yüzyılın başında geçiyordu. İki yoksul aşığın hikâyesiyle Amerika’ya baktı usta. 1970’lerde bu film, “sinemanın dönüm noktası” olarak değerlendirilmişti. Müzikleri Ennio Morricone bestelemişti. Filmin muhteşem görüntüleriyse sinemanın büyük kameramanlarından Nestor Almendros’a aitti. Almendros bu filmle “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazanmıştı. Malick, yirmi yıl sonra James Jones’tan uyarladığı otobiyografik savaş karşıtı romanı “The Thin Red Line – İnce Kırmızı Hat” filmini 1998’de çekti. Bu roman aynı adla ilk defa 1964 yılında Andrew Marton tarafından siyah-beyaz ve sinemaskop olarak uyalandı. Malick, 2005’te “The New World – Yeni Dünya” filmini çekmişti. 17. yüzyılda geçen filmde beyazların kızılderili katliamı bir aşk hikâyesi çevresinden anlatılıyordu.

Cannes ve Hollywood: Daima savaş…

William Wyler’ın 1956 yapımı “Friendly Persuasion – Kan Dökmeyeceksin” filmi 1957’de Altın Palmiye’yi kazanırken, 1957’de En İyi Film dalında Oscar’ı kazanamadı ve Oscar’ı Michael Anderson’ın 1956 yapımı “Around the World in 80 Days – 80 Günde Devrialem” aldı. Wyler’ın filmi “Beraber Yaşayalım” diye de anılıyor.

Robert Altman’ın 1970 yapımı “MASH – Cephede Eğlence” filmi Cannes’da Altın Palmiye alırken, En İyi Film dalında Oscar’dan eli boş döndü. Akademi En İyi Film ödülünü Franklin J. Schaffner’ın epik savaş filmi 1970 yapımı “Patton – General Patton”a verdi. Francis Ford Coppola’nın “The Conversation – Konuşma” filmi 1974’te Altın Palmiye kazandı, ama Akademi En İyi Film dalında Oscar’ı yine Coppola’nın 1974 yapımı “gang-melo”su “The Godfather Part II – Baba 2” yapıtına verdi. Martin Scorsese’nin 1976 yapımı “Taxi Driver – Taksi Şoförü”, Cannes’da Altın Palmiye kazanmıştı ve Akademi En İyi Film dalında bu filme ödül vermemişti ve üstelik John G. Avildsen’in “Rocky” filmi Oscar’ı almıştı. Coppola’nın 1970 yapımı “Apocalypse Now – Kıyamet” filmi Altın Palmiye kazanırken, Akademi En İyi Film ödülünü Robert Benton’ın 1979 yapımı “Kramer vs. Kramer – Kramer Kramer’e Karşı” filmine verdi. Aynı yıl En İyi Film dalında Oscar’a aday olan Bob Fosse’un 1979 yapımı “All That Jazz – Bütün O Caz” filmi 1980’de Cannes’da Altın Palmiye’yi aldı.

1982’de Yılmaz Güney’in “Yol” filmiyle Cannes’da ortak Altın Palmiye alan Costa Gavras’ın 1982 yapımı “Missing – Kayıp”, Akademi tarafından Oscar’a En İyi Film dalında aday gösterilse de ödül Richard Attenborough’un 1982 yapımı “Gandhi” filmine gitti. Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction – Ucuz Roman” filmi Cannes’da Altın Palmiye alırken, Akademi yine geleneğini bozmadı ve En İyi Film dalında Oscar’ı vermedi. 1995’te Robert Zemeckis’in “Forrest Gump” filmi Oscar’ı kazanmıştı.

Billy Wilder’ın 1945 yapımı “The Lost Weekend – Yaratılan Adam” filmi Grand Prix-Büyük Ödülü 1946 yılında aldı. Wilder’ın bu filmi Akademi’den de En İyi Film dalında Oscar’ı almıştı. Cannes’da 1955’te ödülün adı Altın Palmiye olduğunda bu ödülü ilk kazanan Amerikan filmi Delbert Mann’in “Marty” filmi 1956’da En İyi Film dalında Oscar’ı kazanmıştı. Bunlar sinema tarihine geçmiş unutulmazlar işte.

(Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(25 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Gişe Memuru

Filmlerimizdeki, özellikle başrolde oynayan karakterlerin ne iş yaptıkları -bir yerden sonra- ilgimi çekmiştir. Doktorluk, avukatlık, polislik, gazetecilik bunlara ek olarak iş adamlığı en yaygın ve adı ile hemen telaffuz edilen mesleklerdir de, bunlar genellikle sadece etiket olarak kalırlar. Doktorlar -hep operatördürler- sonunda başkalarının beceremeyeceği bir ameliyatı yüklenirler, avukatlar “hiç dava kaybetmemişlerdir”. Oysa bazı davalar kaybedileceği biline biline açılır. Çünkü avukat -çoğu ceza davasıdır- savunma da yapsa, yaptığı bir talepten ibarettir, kararı hakim verecektir ama -filmlerimizde- usül yasaları, kuralları hiç hesaba katılmadan yazılan senaryolarla, avukatlarımız hiç dava kaybetmezler…

Bu girişin, Gişe Memuru filmi ile ne alâkası var demeyin. Gişe Memuru filminin kahramanı karayolları gişelerinde memurluk yapar. Sabahları kalkıp servisle işine gider, kantinde oturur, mesai saati gelince gişesine girer, bazen eleman azlığından yoğun çalışan arkadaşlarından, nöbeti erken de alabilir… Akşamları evine, hasta babasına döner… Ertesi sabah tekrar işine gider, yine gişesine girer. Evdeki hasta baba ile çocukluktan kalma, kapatmamış, içini kemiren problemleri vardır. Babası çocukluğundan beri birçok şey için Kenan’a, (gişe memurunun adı bu) hep “yap” demiş ama yapmasına zaman vermeden, kendisi yapmıştır. Evlerinin girişindeki ampul yandığı zaman da, Kenan’a “yap”masını söyler. Erken gidip geç dönen Kenan yapamayınca ampulü yine baba değiştirecektir. Arkadaşı berber bile Kenan’a söyler, “Geç geliyorsun, bu saatte açık market, bakkal nerede bulacaksın, alamaman normal”.

Mesai saatlerinde işini yapan, bu saatler içinde, dinlenme zamanlarında iş yerindeki kantinde arkadaşları arasında oturan ama -çoğunlukla- sadece dinleyen Kenan, işe gelirken hasta babasını komşu bir kıza bırakmaktadır. Babasına iyi bakan bu kız, Kenan’a ilgi de duymaktadır. Baba, Kenan’a, televizyon karşısında oturdukları saatlerde Nurgül’ü (kızın adı bu) önce evine götürmesini -oysa kızın evi çok yakındır- sonra da çay içmeye götürmesini (kız aracılığı ile, aslında asıl istek kızın kendisinindir) söyler… Nurgül, iyi baktığı babasının ilâçlarını da yanında hazır etmektedir… Kenan’ın annesi 25 yıl önce gitmiştir (ölmüş müdür?). Eskiden üç kişinin (baba, anne ve Kenan), iki kişinin (Kenan, baba) kullandığı araba bir iki sokak aşağıda, arka tekerinin önüne konulan taş ile kaderine terk edilmiş(Mİ?)dir?… Kenan geceleri, mahallenin sessizliğinde/kimsesizliğinde arabayı onarmaya çalışır!

Babası ile olan problemleri (takıntıları) Kenan’ı iş yerinde de etkiler, çalışmasına sekte vurdurur, -tam da- gişelerin denetlendiği bir günde, her şeyi dakik, düzgün, kırtasiyeci adı takılmışken kontrolünü kaybeder. (Daha önce yine kontrolünü kaybeden bir bayan memurun, kendinin iki misli bir tır şoförüne sopa ile girişmesi -kendi içlerinde- örtülüp kapatılırken, Kenan’ın monitörden izlenen davranışları -babasının hastalığı ileri sürülerek- çok daha tenha bir gişeye gönderilmesine/sürülmesine neden olur. İş arkadaşlarına, berber arkadaşına, Nurgül’e, babasına tayin edildiğini söyleyecektir -işini yapan bir gişe memurudur, şurada veya burada-…

Kenan, yeni, ıssız yerinde de görevini yapacaktır. Zamanının çoğunu boş geçirerek, kendisine önerildiği gibi kitap okumadan, televizyon seyretmeden. -Yalnız bir ara Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı çıkar ekranına, görüntü olarak da görürüz, devamını da ses olarak duyarız…- Her biri değişik problemleri olan gişe geçişçileri, gelip geçerler. Yalnız arabası bozularak -ancak- gelebilen kadın geçişçi, Kenan’ı -arabasını (önce) tamir ettirmek için- kulübesinden çıkaracak, -(sonra) arabasını ittirecektir, sabahleyin de öyle çalıştırmıştır- ve gidereken “yarın aynı saatte” (yani 10.20 de) diyerek gidecektir. Bunu akşam denize karşı bira içtikleri berber arkadaşına söyler. Berber sözü tekrar ederek gülerken, Kenan sadece gülümser… Kenan’ın babası üst üste “kayısı”, “kayısı”, “kayısı”, “kayısı”, “kayısı” der. Televizyondaki yarışmacıya söylemekte ve Amasya ile özdeşleşmiş meyve için sufle vermektedir. Nurgül yanındır, Kenan gelir, baba -acilen- açıklama yapar, “Amasya’nın ünlü meyvesini bilemiyor, kayısı” der, -duyulup duyulmaması önemli değildir ama Kenan “Elma” der, “Amasya, elması ile ünlüdür, ‘kayısı’ Malatya’nın…” Babasının umurunda değildir, belki duymaz, duysa da önem vermez. Nurgül, çıkmak için davranacaktır.

Bir gün yorgun argın dönen Kenan ile kapıda karşılaşan ve evine kadar birlikte gittikleri Nurgül, “kendisinin söylemediğini” söyler. “Neyi?” sorusunun cevabı, arabadır. Kenan, geceleri tamir etmeye çalıştığı arabanın yanına koşarak gider ama araba yoktur. Babası satmıştır, hem de hurdacıya… Karşılıklı bağrışırlar, nefretlerini kusarlar. Baba Kenan’a bir şey olmadığını söyler. O’da ritmik bir şekilde, kanıksayarak yaptığı işi anlatır ve sadece bu olduğunu söyler. Krizi nükseden babasına -Nurgül’ün yanından ayırmamasını (ta ilk görüldükleri sahnede) söylediği ilâçlarına ulaşmasına- yardım etmez. İlâçlarını O’na vermez… ve kriz atlatılamaz… Baba yerde yatarken Kenan koltuğunda oturur. Sonraki gün, Kenan işini gider mi? Nurgül o gün “baba’ya” bakmak için gelmiş midir? Kenan, iş yerinde yine tuhaf davranır, “hastasın”, “sana bir hafta izin” diyerek evine gönderilmek istenir. O ise işine gitmek, çalışmak istemektedir ve evine gelir… Baba yerde yatmaktadır, Kenan koltuğunda oturur, bu kez bir şey seyretmez önüne bakar…

Final jeneriği, ayağa kalkan seyirciler ve salonun yakılan ışıkları arasında geçmeye başlar… (Sanırım) Teşekkür kısmında Metin Erksan ve Mehmet Güreli (finale doğru krizler içindeki Kenan bir harabelikte, bir taş üstüne oturan ve durup durup bir kısım saçlarını düzelten biri -Mehmet Güreli- ile karşılaşır) adları geçer… Bu Benim İlk Filmim etkinliği kapsamında gösterilen Gişe Memuru filminin (seans: 16:00) seyircisi Yeşilçam Sineması’nı -nerede ise- doldurmuştu. Gösterimde olduğu haftada bu kadar seyirci almamıştır. Festival gösterileri ne kadar ölçü sayılabilir. Gişe Memuru, sadece Karaçelik’in ilk filmi olarak kalmayacak, -bana göre- diğer ve asıl sinemasal özelliklerinin yanı sıra, bir kahramanın (oyuncunun) mesleğini yapmasına bu kadar olanak sağlayan/tanıyan bir film (bir ilk film, -belki de?- tek film) olarak kalacak. Bu önemli, çoook önemli. (Diğer filmlerdeki kahramanların mesleklerini yapamamaları, ele alınan mesleklerin dramatik yapının arkasında kalmasından kaynaklandığı düşüncesindeyim.)

(21 Kasım 2011)

Orhan Ünser

Sinemamızın Koca Çınarına Veda Zamanı

1996’da Mimar Sinan Üniversitesi’ne girdiğimde en çok sevindiğim şey Lütfi Akad’dan ders alacak olmaktı. İlk yıl senaryo derslerine; ikinci yıl da bize yönetmenliği, sinemayı öğrettiği bir derse giriyordu. Heyecanla ilk senaryo dersine gittim; hepimizin bir kısa film teklifi getirmesi gerekiyordu. Ben allı güllü, abartılı bir çingene hikâyesi götürmüştüm. Ağzımın payını da aldım: Lütfi hoca “sinema sirk değildir” dedi. Zaman içinde ona minnettar oldum, sinema bambaşka bir şeydi, topluma dair, ince ince elenen, içinde bin bir düşünce ve duygu barındıran.

İşinde her zaman çok titiz ve netti. İlişkilerin karmaşasıyla örülmüş hikâyeleri en saf haliyle işlerdi. Her zaman çok sade bir sinema dili kullanırdı, bize de bunu öğretmeye çalıştı. Genel çekim ölçeklerini tercih ederdi, kamerasıyla oyuncunun dibine girmezdi ama bu filminden, karakterlerinden uzaklaştırmazdı onu. Öyle mizansenler kurardı ki, karakterlerin en derin duygularını yüzlerinde, mizansenin düzenlenişinde görürdük. Oyuncular kadrajın içinde tüm vücut dillerini kullanarak bize yaklaşır, uzaklaşırlardı, ruh hallerine göre mizansenin derinliği içinde salınırlardı.

İkinci yıl dersi bize bu sade ama incelikle işlenmiş sinema dilini öğretmek içindi. Bize bir öykü vermişti, her hafta öykünün bir parçasını senaryolaştırarak çekiyorduk. Her hafta öğrenciler arasında yönetmen, kameraman, oyuncular, set görevleri değişiyordu. O yıl oyunculuğa, oyuncu nasıl yönetilire dair çok şey öğrendim. Dekupaj yapmayı, sinema yapmayı öğrendim. Açı, ölçek, kamera seviyesi anlam yaratmak için nasıl kullanılır, öğrendim. Lütfi Hocam, o kısacık sürede bize o kadar çok bilgi sunmuştu ki inanılmazdı. Hâlâ o dersten öğrendiklerimi hatırlıyorum ve bazılarının anlamını daha yeni sindiriyorum. Şimdi ben de öğrencilerime sinema öğretmeye çalışıyorum ve o kadar kısa sürede bu kadar çok bilgiyi aktarmayı, kullanma deneyimi vermeyi beceremiyorum. Lütfi Akad hem hayatında hem sinemasında hem de hocalığında net, sade ve çok derinlikliydi.

Türkiye Sineması Lütfi Akad’la başlar. Dünyada sinema dili yeni oluşurken Lütfi Akad hem evrensel kodlarla hem de yerel kodlarla örülü ilk filmlerini çekti. Türkiye Sineması’nı anlattığım derste Lütfi Akad’ı işlediğim haftaya geldiğimde hep gurur duyarım ve Vesikalı Yarim’in son sahnesini gösterirken “İşte sinema!” derim. Öğrencilerime “Bakın, karakterlerin ruh halini nasıl yansıtıyor?” diye sorarım. Sabiha yerinden kıpırdamaz ama onun yerine kamera uzaklaşır, hem Sabiha’dan hem de Haliller’in manavından, sonunda Sabiha’yla Haliller’in manavı arasında dev bir boşluk bırakana kadar.

Hocam 95 yaşında ölmüştü, çok yorgundu, yaşlanmıştı ama aklı, sinema görüşü hala dinçti. Tüm disiplinli yapısına rağmen her zaman yeniliklere açıktı. Krzysztof Kieslowski’nin Mavi’sinden bahsettiğimizde, hemen ona filmi götürmemizi istemişti, izleyip gelmiş ve çok anlamlı yorumlar yapmıştı. Mavi’yi Lütfi Akad’la daha da iyi anlamıştık. Uzun süredir film çekmemişti ama hem okul içinde hem okul dışında çok öğrenci, çok sinemacı yetiştirdi. Her zaman filmleriyle yaşayacak. Kanun Namına, Vurun Kahpeye, Vesikalı Yârim, Yalnızlar Rıhtımı, Hudutların Kanunu, Kızılırmak Karakoyun, Gelin – Düğün – Diyet üçlemesiyle; TRT için yaptığı Ömer Seyfettin uyarlamalarıyla, Bir Ceza Avukatının Anıları’yla o hep bizimle olacak. Bizi sık sık düşünmeye, hissetmeye itecek. Umarım biz de onu işlerimizle yaşatmayı başarırız.

Hocamı, Türkiye Sineması’nı başlatan yönetmeni ve düşünürü bugün toprağa veriyoruz. Evet, 95 yaşındaydı ama insan kabullenmek istemiyor. Keşke daha çok soru sorsaydım, keşke beni daha da çok paylasaydı da bir şeyler öğrenseydim diyorum. İyi ki filmleri ve yazıları var, artık öğrenimime onlarla devam edeceğim.

Huzur içinde yatın hocam…

(21 Kasım 2011)

Nur Özgenalp

Sinemacılar Kuşağının Büyük Ustasıydı

Sinemamızın 95 yıllık koca çınarı Lütfi Ömer Akad’ı kaybettik. Tiyatrocular döneminden sonra sinemacılar dönemini başlatan Akad sinemamızın gelişimine büyük katkılar sağladı.

Lütfi Ömer Akad’ı 95 yaşında kaybettik. Sinemamızın koca çınarı, sinemacılar kuşağının en önemli yönetmeni olurken, değerli sinema insanlarını da sinemamıza kazandırdı. Bunların en önemlisi Yılmaz Güney’di. Akad, 2 Eylül 1916’da İstanbul’da doğdu, 19 kasım 2011’de İstanbul’da öldü. 1947’de Seyfi Havarer’nin yarım bıraktığı “Damga” filmiyle sinema macerası başladı. 1949’da Halide Edip Adıvar’ın romanı “Vurun Kahpeye” romanını sinemaya uyarladı. Kendisine ait ilk filminden itibaren stil araştırmaları yapmaya başlayan Akad, sinemanın kendi dili olduğunu hissettirdi. O, sinemamızı teatral anlatımdan uzaklaştırdı ve sinematografik dil oluşturdu. “Vurun Kahpeye”, birkaç defa sansüre uğrasa da gösterimlerini sürdürdü. Bu film, hem sinemamız hem de sosyal hayatımız açısından değişimleri de haberliyordu. Çünkü savaş sonrası bir ulusun varoluşu, yeniden yapılanması ve yobazlığa karşı duruşu da yansıyordu filmde. Akad, 1950’lerin başında masalları öne çıkaran filmler çekti. Ardından 1952’de muhteşem “Kanun Namına” filmi geldi. Osman F. Seden’le ortak yazdıkları senaryoyla perdeye gelen filmde başrolü sinemamızın etkileyici aktörlerinden Ayhan Işık almıştı. Sinemamızın ilk önemli polisiye filmiydi bu ve gerçek bir olaydan yola çıkıyordu. Bu film sinemamızın kolay aşılmaz başyapıtlarından biriydi aynı zamanda. Filmdeki en önemli yönlerden biri, görsel anlamda Orson Welles tarzı derinlikli fotoğrafların yaratılmasıydı. Bir özellik de “açı-karşı açı” tekniğinin kullanılmasıydı. Bir de kameranın hareketli olmasıydı. Tiyatrocular döneminde kamera sahneden oyun çeker gibi sabit kullanılıyordu. Akad’ın Ayhan Işık’la beraberliğini başlatan yine 1952 yapımı “İngiliz Kemal Lawrense Karşı” filmiydi. Bu fantastik özellikler taşıyan film, Kurtuluş Savaşı üzerine önemli filmlerimizdendi. Akad’ın her dönemi önemli. Ama ilk dönemlerindeki filmleri sinemamıza yeni bakış açıları sundu. Bunlardan 1953 yapımı “Öldüren Şehir”, göç alan İstanbul’daki yeni sosyal yapılar üzerine bir suç filmiydi. Filmde Haliç kıyılarındaki yoksulluğa da dokunuluyordu. Başrolde Belgin Doruk ve Ayhan Işık vardı. Yine Ayhan Işık’a başrolü verdiği 1953 yapımı “Katil” bir polisiyeydi. Filmde, bir genç masumiyetini kanıtlamak için hapisten kaçıyordu. Bu filmin senaryosunu da ünlü yönetmenlerden Osman F. Seden’le ortak yazdı Akad. 1953’te “Altı Ölü Var/İpsala Cinayeti” filminde Lale Oraloğlu, Cahit Irgat ve Turan Seyfioğlu’na başrolü verdi. Bu film yasak ilişki üzerine bir cinnet filmiydi. Bu filmin senaryosuna Orhan Kemal de katkıda bulunmuştu. 1962 yılında “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmini Orhan Kemal’in romanından çekti. Senaryoyu Vedat Türkali, Hüsamettin Gönenli imzasıyla yazdı. Başrolde Ayhan Işık ve Sezer Sezin vardı. Filmin yönetiminde Memduh Ün’ün de payı vardı.

Yılmaz Güney’le ortaklık…

Akad, Yılmaz Güney’le “Hudutların Kanunu” filmini 1966’da yaptı. Senaryoyu da ortak yazdılar. Güney’in etkileyici bir performans verdiği çok önemli bir filmdi bu. Kaçakçılığın nedenleri üzerine yoğunlaşan bu filmde ağalık düzeni yerden yere vuruluyordu. Feodal düzende toplumlar daima geri kalırdı. Güney’le Akad, 1967’de “Kurbanlık Katil” filmini yaptılar. Senaryoyu Akad yazmıştı. Göç alan şehirlerde sınıfsal farklılıkların ve adil bölüşümün altını çizen filmde, alkol bataklığına yuvarlanmış gariban Mustafa’nın trajedisi yansıyordu bu filmde. Oba beyinin kızına aşık olmuş bir çobanın dramını anlatan 1967 yapımı “Kızılırmak Karakoyun” sinemamızın çok önemli filmlerindendi. Yılmaz Güney’e Nilüfer Koçyiğit eşlik ediyordu. Oba beyinin kızını alabilmek için ileri gelenler, çoban Ali Haydar’ın koyunları üç gün tuz yedirirler. Koyunlar su içmeden ırmağı geçerlerse çoban bey kızı Hatice’yi alacaktı. Muhteşem bir filmdi bu. Filmin müziklerinde Orhan Gencebay’ın da katkısı vardı. Bu filmin hikâyesi Nazım Hikmet’e aitti.

Akad’ın 1960’ların sonuna doğru iki önemli film çekti. 1966 yapımı “Ana” filmi, kan davasını anlatan güçlü bir yapıttı. Bu filmin bir özelliği de Akad sinemasında estetik değişimin de habercisiydi. Akad, kamerayı çoğu anda sabit tutarak oyuncularını hareket ettiriyordu. Akad’ın 1968 yapımı “Vesikalı Yarim” filmi, göçle artık o şehrin kültürünün parçası olmuş insanların dramını anlattı. Bar kızına aşık olan gariban manavın hikâyesiydi bu film. Bu filmde Türkan Şoray ve İzzet Günay başrolü paylaştı. Filmin adı, Orhan Veli’nin ünlü şiirinden geliyordu. Film, Sait Faik Abasıyanık’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Akad, daha önce birkaç filmine müzik yazmış Orhan Gencebay’la 1971’de “Bir Teselli Ver” arabesk filmini de çekmişti.

Bir göç üçlemesi…

Akad, hepsinde Hülya Koçyiğit’i oynattığı 1972’de “Gelin”, 1973’te “Düğün” ve 1974’te “Diyet” şehre göç üçlemesini yaptı. “Taşı toprağı altın” denilen İstanbul onlara hayallerini verebilecek miydi? Zordu. Dramların, trajedilerin ve umutların yansıdığı bu üçleme, sinema tarihimizin de en unutulmaz filmlerindendi. Akad, bu üçlemede “Ana” filminde denediği estetiği perdeye yansıttı. 1970’lerin ortalarında televizyon filmleri de çekmeye başladı. 1975’te “Topuz”, “İncili Kaftan” ve “Ferman”ı televizyon için çekti. Erkan Yücel’e başrolü verdiği 1979 yapımı televizyon filmi “Çekiç ve Titreşim” onun son işi oldu. Bu suç hikâyesi Faruk Erem’in senaryosundan uyarlandı. Sinemamızın başı sağ olsun.

(20 Kasım 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Büyük Ustanın Ardından…

Güneşli bir sonbahar günü evinin bahçesinde karşıladı bizi.

O, Feza, ben ve eşi bahçedeki masanın etrafına oturduk.

Ziyaretimizin nedenini heyecanla açıklamaya koyulduk, “Bir Meslek Birliği kuracağız, yönetmen ve senaristlerin telif haklarını tahsil etmek ve sorunlarına çözüm getirmek için. Ama bu yol pek de kolay kat’edilecek cinsten değil. Hiç hesap etmediğimiz oyunlar entrikalar dönüyor bu konuda. Yolumuza engeller çıkıyor ama biz bu işin ucunu bırakmayacağız” diyerek, döküyoruz eteklerimizdeki tüm taşları…

Sessizce ve gülümseyen bir ifade ile sonuna kadar dinledi anlattıklarımızı, sözümüzü kesmeden.

Sonunda o görmüş geçirmiş bilge yüzünde muzip bir tebessümle “Anamı s..en, kadı. Kimi kime şikayet edeceksin?” dedi, sansürsüzce.

Hepimiz güldük… Yılların tecrübesiyle bir cümlede özetlemişti gerçeği.

Ve SETEM üye formunu imzaladı. Artık Lütfi Ömer Akad, SETEM kurucu üyesi idi.

Tabii bu, bizim için büyük moral olmuştu. Kişisel umutsuzluğuna rağmen bu yolda verilecek mücadele için desteğini esirgemiyordu.

Aradan geçen 8 yılda hiç adım atılmadı değil ama yeterli mi? Tabi ki değil.

Değerli ustalarımızdan Ertem Göreç, örnek bir davranış göstererek, telif hakları mücadelemize destek olmak amacıyla yaptığı bir satıştan doğan telif haklarını kendi insiyatifiyle SETEM’e ödemiş ve dağılımını sağlamıştı. Bu dağılımda Lütfi Akad’a bir miktar “telif ücreti” ödemek nasip olmuştu. Ödenmiş telif hakkı olarak SETEM kayıtlarında yer alıyor.

Bu gün artık telif hakkı mücadelesinde eskisi kadar yalnız değiliz. Gelişmeler ve direncimiz sonunda sinema alanında faaliyet gösteren 8 Meslek Birliği biraraya gelerek “GÜÇ BİRLİĞİ” oluşturdu.

Gelişmiş ülkelerde onlarca yıldır en doğal hak görünen ve ödenen telif hakları için biz hâlâ çabalamak zorundayız.

“Kimi Kime şikayet edeceksin?“

“Işıkla karanlık arasında” şimdi ışıklar içindesin…

Nur içinde yat!

Ülke kültürümüze önemli katkılarda bulunan büyük ustalarımızın ilerleyen yaşlarında refah ve mutluluğunu temin edecek telif haklarını ödeyemeden birer birer kaybediyoruz.

BU AYIP HEPİMİZİN….

(20 Kasım 2011)

Mehmet Güleryüz
SETEM Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği Başkanı