Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden

‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ Roy Andersson’un ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera İsveçli üstadın yaşam ve ölüm üzerine benzersiz zenginlikte yeni denemesiyle devam ediyor.

Andersson insanları kuşlara benzetiyor. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ İsveçli üstadın ta kendisi. İnsan denen varlık kuşlar gibi kırılgan ve savunmasız. Öleceğini bilmesi en büyük trajedisi. Dolayısıyla ölüm korkusu Andersson’un bu son opus’unun da ana teması. Nitekim film boyunca farklı karakterler telefonla konuşurken ‘iyi olduğuna sevindim’ cümlesini kuruyor sürekli. Eşi bulunmaz yaratıcı yönetmenimiz varoluşun temelinde yatan bu hüznü, insanoğluna özgü bu melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor yine.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Ölümle üç buluşma adını verdiği bölümle başlıyor bu kez. Bir numaralı tabloda, dışarıda lapa lapa kar yağarken özenle
hazırlanmış yemek masası önünde inatçı şarap tıpasıyla boğuşurken kalp krizi geçiren adamın ölümünü, ikincisinde ölüm döşeğindeki yaşlı kadının tüm takıları ve birikmiş parası bulunan çantasıyla cennete gitme inadını, bir diğerinde yere yığılmış yaşlı adamın ölmeden önce sipariş verdiği ve parasını ödediği yemeği kimin yiyeceği hakkındaki trajikomik tartışmaya tanık oluyoruz.

Bir söyleşisinde ‘hakkında şaka yapabilirseniz ölüm korkutucu bir şey olmaktan çıkar’ diyen Andersson filmlerini izleyenlerin eğlenirken rahatsız olmalarını da istiyor. Tedirgin kuşlar göründüğü kadar masum değiller çünkü. Bir maymuna reva görülenler gözlemci yönetmenin objektifinden kaçmıyor. Vücuduna elektrik verilmek suretiyle deneye tabi tutulan ‘homo sapiens’ atasının çığlıklarına aldırmadan telefon sohbetini sürdürüyor laboratuvar çalışanı.
İsveçli sinemacının ülkesinin sömürgeci tarihiyle hesaplaştığı bölüm ise çok daha etkileyici ve yaralayıcı. Bu rüya sahnesinde Afrikalı kölelerin demirden dev silindir içinde ateşe verilmesi Nazi soykırımına rahmet okutacak cinsten. Yüksek burjuvaziden davetlilerin kadeh tokuşturarak üzerinde İsveç’in ünlü madencilik şirketi ‘Boliden’in amblemi bulunan ölüm çarkının dönüşünü izlediği sahne, çalan müzikle daha da absürdleşen bir zalimlik gösterisi. ‘Tarihin suçlarıyla bağımızın kopmadığını, hâlâ suçluluk duymamız gerektiğini’ vurgulamak istedim diyor Andersson.

Geçmiş ile günümüz iç içe geçiyor zaman zaman. 18. yüzyıl başlarının mağrur kralı XII. Karl’ın Rus korkusunu, Poltava savaşı bozgunu sonrasındaki perişanlığını gösteriyor bize yönetmen. (Hikâyenin bundan sonrası bizim tarihimizi de ilgilendiriyor, bu
parantez içinde biraz bilgi verelim: Ruslara yenildikten sonra güneye kaçarak Osmanlıya sığınan İsveç kralı beş yıl boyunca ülkesini dışardan yönetmek zorunda kalmış, bu uzun sürmüş misafirliğinden ötürü Yeniçeriler tarafından ‘Demirbaş Karl’ olarak anılmış. Etkin bir Rus karşıtı propagandayla Osmanlının Ruslara duyduğu nefreti bileyen Karl’ın Baltacı Mehmet Paşa’nın Deli Petro’ya yenildiği Prut savaşının tetikleyicisi olduğu da söylenir).

İsveçli sinemacı büyük bölümünü Stockholm’deki stüdyosunda çektiği bu son çalışmasında, bisikletçi dükkânı önünde birikmiş insancıkların sıkıntısını resmederken absürd tiyatronun başyapıtlarından Beckett’in ünlü oyunu ‘Godot’yu Beklerken’e selam göndermeyi de ihmâl etmemiş.

(28 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]