Gezici Festival Sinoplularla Buluştu

20. Gezici Festival, son durağı olan Sinop’ta seyircisiyle buluştu. Çok sayıda konuğun katıldığı açılışta, Sinop Belediye Başkanı Baki Ergül, Sinop Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Fahri Bostan ve Gezici Festival Genel Sekreteri Ahmet Boyacıoğlu birer konuşma yaptı. Ergül, bir yazısında “Bir İstanbullu olarak hiçbir şehri kıskanmadım, Sinop’u görünceye kadar” diye yazan Alin Taşçıyan’ı da sahneye davet ederek kendisine teşekkür etti.

Kış Uykusu, 11 Aralık’ta Almanya’da Vizyona Giriyor

Sinemamızın 100. yılında 67. Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ile dönen Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği Kış Uykusu 11 Aralık Perşembe günü Almanya’da vizyona girmeye hazırlanıyor. Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Melisa Sözen ve Ayberk Pekcan’ın oynadığı Kış Uykusu, eski bir tiyatro oyuncusu olan Aydın’ın, Anadolu bozkırlarının ortasında, adeta bir kış uykusuna yatmış gibi görünen ıssız bir mekânda, kendisiyle, hayalleriyle, sevdikleri ve taşrayla kurduğu ve sürdürmeye çalıştığı ilişkilerini konu alıyor. Karı-koca ve kardeşlik bağları da dahil her türlü insan ilişkisinin ön yargılarla mühürlenmiş olan o ağır kapısını aralıyor. (Haber: Ali Mercimek.)

İFSAK Rıza Kıraç Kısa Film Atölyesi Yeni Dönem Kayıtları Başladı

5. yılına giren İFSAK – Rıza Kıraç Kısa Film Atölyesi’nde yeni dönem 14 Aralık 2014 tarihinde başlıyor. Atölye çalışmasının ilk haftalarında kısa ve uzun metraj film örneklerinin izlenip tartışılmasına ve kısa film senaryosu yazım aşamasına ağırlık verilecek. Atölyenin ilerleyen haftalarında kısa film yapımi ve yönetimi bilgisiyle birlikte görüntü yönetmenliğinden sanat yönetimine, ışık ve ses bilgisine dek bir filmi oluşturan temel unsurlar uygulamalı olarak gerçekleştirilecek.

Mazlum Kuzey’in Afişi Hazırlandı

Yönetmenliğini Ali Adnan Özgür’ün yaptığı ve başrolünde Önder Açıkbaş’ın oynadığı Mazlum Kuzey filminin afişi hazırlandı. 16 Ocak 2015 tarihinde Warner Bros. dağıtımıyla sinemalarda gösterime girecek olan ve yapımı Avşar Film tarafından gerçekleştirilen Mazlum Kuzey’in başrollerinde Önder Açıkbaş’a Turan Selçuk Yerlikaya, Seçil Buket Akıncı ve Dilberay eşlik ediyor.

Kar Korsanları

Faruk Hacıhafızoğlu’nun yönettiği ve Taha Tegin Özdemir, Yakup Özgür Kurtaal, Ömer Uluç ile İsa Mastar’ın oynadığı Kar Korsanları (Snow Pirates), 25 Aralık 2015′de Orak Film – M3 Film dağıtımıyla Kars Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Yıl 1981… Türkiye, askeri darbenin henüz başındadır. Doğunun en ücra köşesindeki tarihi bir kent olan Kars’ta o yıl, halk için kömür ihtiyacı, özgürlük ihtiyacıyla yarışmaktadır. Birkaç devlet kurumu ve ayrıcalıklı kişi dışında o kış kömüre ulaşabilmek imkânsızdır. Tek servetleri kızakları ve hayalleri olan Serhat, Gürbüz ve İbo, simsiyah kömürün peşinde dayanışmanın gücünü keşfedeceklerdir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Kar Korsanları yazısına devam et

Yönetmen Ceyda Aslı Kılıçkıran’dan Spiritüalizmle İlgilenler İçin Bir Kitap: Yeni Çağın Eşiğinde

Türk sinemasında ilk kez reenkarnasyon konusuna değinen Ceyda Aslı Kılıçkıran, ilk kitabı Yeni Çağın Eşiğinde’de, içsel yolculuğunun dönüm noktalarını paylaşıyor. Yazarın Hindistan ve ABD’de çektiği The Transition (Geçiş) adlı belgeselden kesitler de içeren kitap, Spiritüalizmle ilgilenenlerin kayıtsız kalamayacağı bir kaynak özelliği taşıyor. Kitap, bilincimizi içsel gerçekliğimizden dış dünyaya yönelterek adım attığımız bu çağı geride bırakıp 4. ve 5. boyutlara erişebilmemizin yollarını tartışıyor. Kılıçkıran, 2006 yılında yönettiği Geçerken Uğradım adlı filminde Kuantum fiziğinden yola çıkarak, ruhsal dünyası ile fiziksel dünyası arasında kaybolmuş bir genç kadını anlatmıştı.

Yönetmen Ceyda Aslı Kılıçkıran’dan Spiritüalizmle İlgilenler İçin Bir Kitap: Yeni Çağın Eşiğinde yazısına devam et

Kadınlar, Her Zaman: Monica Vitti

İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Monica Vitti’ye, Antonioni ustanın “Macera”, “Gece” ve “Batan Güneş” üçlemesiyle saygı gönderiyoruz. Antonioni’nin kadını olan Vitti, büyüleyen güzelliğini sinema perdesine armağan etti.

Gerçek adı Maria Luisa Ceciarelli olan Monica Vitti, 3 Kasım 1931’de Roma’da doğdu. Vitti, dokunduğumuz bu üçleme dışında da Antonioni’nin ilk renkli filmi 1964 yapımı “Il Desorto Rosso-Kızıl Çöl” filminde de oynamıştı. Fransız filmlerinde de göründü. Vitti’nin, oynadığı filmler az da olsa ülkemizde gösterime girmişti. Roger Vadim’in 1963 yapımı renkli ve sinemaskop “Château en Suéde-İsveç’teki Şato” filminde de oynadı. Karşısında da Jean-Claude Brialy ve Curd Jurgens vardı. 1967’de Mauro Bolognini, Luigi Comencini, Dino Rossi ve Franco Rossi’nin ortak yönettikleri siyah-beyaz “Le Bambole-Sarışın Melekler” salon komedisinde de göründü. Büyük yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey’in komedi-macerası 1968 yapımı renkli “Modesty Blaise-Dişi Ceyms Bond” filminde dişi casus oldu. Francesco Maselli’nin 1967 yapımı renkli “Fai in Fretella Uccidemi-Çabuk Öldür, Üşüyorum” komedisi, Mario Monicelli’nin 1968 yapımı renkli “La Ragazza con la Pistola-Tabancalı Yosma”, 1969’da Jean Valere’in renkli “La Femme Ecarlate-Kadın ve Gurur-Sevgilimi Öldürmeyin” komedisi, André Cayatte’ın 1978 yapımı renkli ve sinemaskop “La Raison d’Etat-Devletin Gücü” politik geriliminde de oynadı.

“Macera…”

Büyük İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin 1960 yapımı siyah-beyaz “L’Avventura-Macera” filmi, bir kaybın ve doğan bir aşkın filmi. Cino Del Duca’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Elio Bartolini ve Tonino Guerra yazmışlar. Filmin müziklerini Giovanni Fusco bestelemiş. Görüntülerse Aldo Scavarda’dan. Antonioni, nadiren zincirlemeli geçişler yapıyor bu filminde. Kısa zaman aralıkları için. Daha sonraki filmlerine geçişli anlatımlardan çoğunlukla uzak durdu usta. Mekân ve zaman değişmelerini “kesme”lerle yapan Antonioni, seyircilerin zihninde kaos yarattı ve yabancılaşma yaşattı.

Şehir dışındaki lüks villadan çıkan Anna’yı (Lea Massari) kayarak takip eden kamera, onun kederli ve mutsuz halini de yansıtıyor. Eski diplomat aristokrat babasıyla (Renzo Ricci) konuştuktan sonra yakın arkadaşı sarışın Claudia’yla (Monica Vitti) uzun zamandır görmediği nişanlısı Sandro’yla (Gabriele Ferzetti) buluşmaya gidiyor Anna. Kendisiyle evlenmek isteyen Sandro’nun teklifine cevap vermeyen Anna’nın bu mutsuzluğunun anlamı neydi? Mimar Sandro’yla seviştikten sonra, ortak arkadaşlarıyla beraber Sicilya açıklarında kendi yatıyla geziye çıkıyor Anna. Bu gezi, tuhaf ve trajikti.

Aeolian Adaları’nın açıklarında demirleyen yat, eğlencelerle ve yüzmelerle vakit geçiriyorlar. Bazı adalar, gökdelenler gibi göğe uzanıyor sanki. Buralar volkanmış. Anna, suya atladıktan sonra Sandro da peşinden onu takip ediyor. Zengin profesör-mimar Ettore’yle (Cucco) evli Patrizia (Esmeralda Ruspoli), Raimondo’nun (Lelio Luttazzi) özel ilgisine kadınsı oyunları da katarak oyununu sürdürüyor. Denizden yata çıkan Anna, köpekbalığı gördüğünü söylüyor herkese. Buralarda köpekbalığı olur muydu? Anna’nın hüzün yüklü bunalımlı zihninde belki de bunun bir anlamı vardı. Kamarada kurulanırken kendi elbisesini üzerinde deneyen Claudia’ya elbiseyi armağan ediveriyor Anna. Bu çok önemli bir simge ve filmin derinliğinde daha bir anlamlaşıyor. Belki bu metafor (mecazi) gibi gelebiliyor. Antonioni usta, filmlerinde metaforlar oluşturmuyor. Ustanın yaptığı, sanat estetiğindeki “düzdeğişmece” (metonymy) sadece. Antonioni, bir şeyi bir şeyle benzetme amacı taşımıyor. Simgesellik olsa da metafor yok onun anlam yaratmalarında. Metaforla düzdeğişmece birbirlerine uzak akraba gibiler. Tıpkı dışavurumcu ve gerçeküstücü estetikler gibi. Bu iki estetiğin zihinsel olarak karıştırılma ihtimali yüksek. Metaforda “benzeştirme”, düzdeğişmecedeyse “koşutluk” (paralellik) önde. Bu yüzden zihinsel karışıklık olabiliyor. Sanat böyle karışık bir şeydi. Bu yüzden herkese sanatçı denmiyordu.

Lisca Bianca adındaki küçük bir adaya çıkıyorlar ve her şey değişmeye başlıyor. Sandro ve Anna ilişkileri üstüne konuşurken, herkes kendi dünyasında bu anların keyfini çıkartıyor. Matteo’nun arkadaşı orta yaşlı Corrado (James Addams), genç Giulia’yla (Dominique Blanchar) evli. Giulia da biraz mutsuz. Çünkü ilgi ve şefkat istiyor Corrado’dan. Her şey böyle geçip giderken beklenmeyen bir şey oluyor ve Anna ortadan kayboluyor. Azıcık kestiren Sandro, az önce yanındaki Anna’nın nereye gittiğini anlayamıyor. Arıyorlar ama ondan en küçük bir ize bile rastlayamıyorlar. Adada sadece taştan tek odalı bir evcik var. Yatla diğerleri polise ve sahil güvenliğe haber vermek için ayrılıyorlar. Adada Claudia, Sandro ve Corrado kalıyor. Hava bozuyor. Gri bulutlar gökyüzünü kaplıyor. Rüzgâr çıkıyor. Dalgalar kayaları dövüyor. Eve girmeyi başarabiliyorlar. Can sıkıntısı. Zaman da geçmek bilmiyor. Acaba Anna’ya ne olmuştu? Ayağı kayıp kayalıklardan denize mi düşmüştü? Yoksa intihar mı etmişti? Kafasına esip ortadan mı kaybolmuştu yoksa? Fırtına ve yağmur her yeri kuşatıyor. Sabah olduğunda evin sahibi yaşlı balıkçı (Jack O’Connell) geliyor. Anna’yı balıkçı teknesiyle bu yaşlı balıkçı mı Sicilya’ya götürdü, diye kuşku düşüyor. Antonioni, hiçbir ipucu vermiyor seyirciye Anna’nın ortadan kaybolması hakkında. Aristo bakışına da karşıt bir durumdu bu. Antonioni’nin filmlerinde elbette konular, hikâyeler önemli, ama her şeyden daha önemli olansa karakterler ve mekânlardı. Konulardan bile daha önemliydi bu iki şey. O karakterler, bir hikâyenin ve mekânların içinden geçip giderler. Geriyeyse, karakterlerin durumları ve yaşadıkları kalıyor. Bu yüzden onun filmlerinde karakterlerle özdeşleşmek zorlu bir yolculuk. Seyirciler, yabancılaşmalar yaşayıp duruyor hep. Anna’nın kaybolduktan sonra derinliklerde aklınıza Antonioni’nin 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmi geliyor. Antonioni, “Macera” filmiyle “Yolcu” filmi için ilham bulmuştur yıllar sonra belki. Filmler kendinin.

Anna’nın elbisesin giyinmiş ve yakınlarında dolaşan Claudia’ya yakınlaşan Sandro, Anna’nın kaybıyla vicdan azabı yaşıyor muydu? Yoksa Anna’nın elbisesini giyinmiş Claudia’nın ışık saçan güzelliğini mi keşfetmiştir? Sandro yatta Claudia’yı öperek aşkını somutlaştırmak istiyor. Claudia, yakın arkadaşı Anna’nın boş bıraktığı yeri hemen dolduran kadınlardan olmak istemiyor, tepki gösteriyor. Adaya jandarma ve sahil arama geliyor ve Anna’nın hiçbir izine rastlanmıyor. Yattakiler, Palermo’da buluşmak üzere ayrılıyorlar. Sandro, dilemmalar, ikilemler yaşıyor zihninde. Bir yanda ortadan kaybolmuş Anna, öte taraftaysa hayatının kadını Claudia. Belki suçluluktan, belki de Claudia’ya kendini iyice fark ettirmekten Anna’nın izini sürmeye karar veriyor kendince. Sandro, Milazzo’daki karakolda yakalanmış üç balıkçı kaçakçının ifadelerini izliyor. Jandarma, Anna’yla ilgili onlardan şüpheleniyor. Sandro, bir gazeteci Zuria’nın (Renato Pinciroli) Anna’nın kaybı üzerine yazısından haberdar oluyor. Karakolda bir çavuştan Claudia’nın tren garında olduğunu öğrenen Sandro, hemen gara gidiyor ve Claudia’yı buluyor. Montaldo’ya trenle gidecek Claudia’nın kompartımanına binen Sandro onu etkilemeye çabalıyor. Belki de etkiliyor. Başka bir kompartımanda iki gencin flörtün de dikizliyorlar. Genç, kelimeleriyle genç kızı etkiliyor. Ama Sandro hâlâ Claudia’ya ulaşacak kelimeleri arıyor zihninde. Trenden inen Sandro, Palermo’ya gazeteciyi bulmaya gidiyor. Palermo’ya genç yazar ve oyuncu güzel Gloria Perkins (Dorothy de Poliolo) gelmiş. Magazin basını da hepten oraya toplanmış. Zuria, bir eczacıdan söz ediyor. Sandro, karısı mutsuz eczacıyı buluyor. Montaldo’da Corrado’nun villasında hayatsa kendi doğallığında geçip gidiyor. Anna’yı unutmuşlar sanki. Claudia orada hayal kırıklığı yaşıyor. Claudia, burada Giulia’nın mutsuzluğuyla genç prens ressam Goffredo’nun (Giovanni Petrucci) kollarına atılışına da tanıklık ediyor. Giulia’nın istediği kocasının ilgisin çekmek, onun şefkatini hissetmek. Villadan ayrılan Claudia, eczanede Sandro’yla buluşuyor. Eczacı, Anna’nın otobsle gittiğini söylüyor.

Sandro ve Claudia, Sandro’nun üstü açık arabasıyla Sicilya’da dolaşmaya başlıyorlar. Bir köye geliyorlar. Sanki terk edimiş bir yer burası. Sandro ve Claudia, arabaya bindikten sonra kamera, sokakta sola doğru kayıyor ve araba görüntüden çıktıktan sonra bir süre öylece kalıyor. Cannes Film Festivali’nde seyircilerin, “Kes! Kes!” tepkileri de bu birazcık uzun sahneyeydi. Antonioni’nin bu ve diğer filmlerinde kurgu hep akıcıydı ve bir an zamanı da unutup gidiyorsunuz. Çekimlerin uzunluğu ve kısalığı atmosferin ruhu ne kadar istiyorsa o kadar ustanın filmlerinde. Sonra kamera onları doğanın ortasında sevişmenin, öpüşmelerin içinde buluyor. Claudia, Sandro’nun aşkına yeniliyor. Belki de en başından yenilmişti. Suçluluk duygusundan bu aşkı itiyordu. Yine Anna’nın peşinde başka bir yere, kasabaya geliyorlar. Sandro onun yanından bir süreliğine ayrıldıktan sonra sokakta erkeklerin şehvetli bakışları altında kalıyor Claudia. Kilisenin çatısında çanlar ikisine de mutluluk veriyor. Claudia burada Sandro’nun mutsuzluğunu da keşfediyor. Sonra sabah otel odasında Claudia’nın sevişmenin verdiği mutlu dansıyla mutluluk saçışı da unutulmaz bir andı. Güzel bacaklarına geçirdiği incecik çorapları geçirişi akıl bırakmıyordu bir anda. Claudia’nın coşkusu perdeden taşıyordu.

Oteldeki balo… Ettore ve eşi Patrizia, zengin cenaha balo veriyorlar. Claudia ve Sandro da gidiyor partiye. Sanat müziği bile çalan küçük bir orkestra bile var burada. Otel odasında giyindikten sonra Sandro baloya katılırken, Claudia da uykuya dalıyor yorgunlukla. Sandro baloda Gloria’yı görüyor. Bir zaman geçtikten sonra uyanan Claudia, Sandro’nun ceketini sarıyor, kokluyor. Büyük bir aşk mı doğuyordu? Herkes dağılmış. Aşağı inen Claudia, Sandro’yu arıyor. Otelin lobisinde Gloria’yla sevişirken buluyor onu. Gloria, fahişe-yazar gibi, çünkü ücreti var. Claudia dışarı çıkıyor. Tek başına yürüyor. Kilisenin avlusuna geliyor. Sandro peşinden geliyor. Banka oturan Sandro’nun suçlulukla gözlerinden yaşlar akıyor. Claudia, elini Sandro’nun başına uzatıyor arkadan. Bir an duruyor. Sonra eliyle Sandro’nun saçlarını okşuyor şefkatle. Erkeklerin, kadınların şefkatli limanlarına sığınmaya gereksinimleri oluyor hep. Ya Anna? Her şey muallâkta kalıyor ve muamma da sonsuza kadar sürüyor. Bu film ülkemizde “Serüven” adıyla da anılıyor, belirtelim.

“Gece…”

Michel Angelo Antonioni’nin 1961 yapımı siyah-beyaz “La Notte-Gece”, kadınlara, erkeklere, kapitalizme, yabancılaşmaya, iletişimsizliğe, can sıkıntısına ve hayata dair bir film. United Artists’in dünya dağıtımını üstlendiği bu filmin senaryosunu Antonioni, Ennio Flaiano ve Tonino Guerra ortak yazmışlar. Hikâye de Antonioi’ye ait. Müzikleri Giorgio Gaslini bestelemiş. Filmde çoğunlukla caz tınıları duyuluyordu. Fotoğraf sanatına saygı gönderen ilham verici görüntülerse Gianni di Venanzo’dan. Bu film, 1961 yılında Berlinale’de “Altın Ayı” ödülünü de kazandı. Filmin hikâyesi bir gün bile sürmüyor.

Kamera ön jenerikte, Pirelli gökdeleninde aşağıya doğru iniyor. Kamera, cam silicilerin iskele-asansörüne konuşlanmış. Gökdelenin pencere camlarından derinlikte Milano şehri yansıyor. Kamera açı değiştiriyor sonra. Yine iskele-asansördeki kameranın sağ tarafında tren garı fark ediliyor. Derinlikte de yine Milano şehri. Hastane odasında yazar Tommao Garani (Bernhard Wicki), umutsuz kanser tedavisi görüyor. Başını çeviren Tammaso’nun gözü kiliseye takılıyor. Bu ana kadarki görüntülerden simgesel anlamlar yaratılabiliyor. Bakış açınız ve entelektüel birikiminize göre değişebiliyor bu. Pirelli, kilise ve hastane birer ikon. Anlamları da derin. Pirelli gökdeleni tıpkı katedral gibi ve kapitalizmin mabedi. Gökdelen, kilisenin yerini almış. Bu kapitalizmse şimdi hastanede kanser tedavisi görüyor. Bunları Tammaso’yu unutarak düşündüğünüzde daha bir anlamlaşabiliyor. Antonioni bu sekansta metafor yapmıyor. Düzdeğişmece yapıyor. Çünkü “koşutluk” ilişkisi kuruluyor. Ülkemize nasıl uyarlanabilirdi bu? Önce bir AVM, sonra bir cami, ardından da bir hastane yansırdı herhalde. Antonioni filmlerinde seyirciler bir de karakterlerle özdeşleşemiyorlar. Bu da yabancılaşmanın bir parçasıydı.

Filmin derinliğindeki partide sanayici Gherardini (Vincenzo Corbella), son kitabıyla büyük başarı kazanmış yazar Giovanni Pontano’ya (Marcello Mastroianni) yeni zenginleri şikâyet ediyordu. Gherardini, yeni sanayicilerin yaptıkları işe sanatçı gibi yaklaşmadıklarını söylüyordu. Burjuvalar birdenbire gelip aristokratların yerini alıyordu şimdi. Yine partide yaşlı bir sanayici Giovanni’ye Amerikalı yazar Ernest Hemingway’le tanıştığını söylüyor gururla. Milyonlarca doları olan yazara Küba’daki evini ziyarete geleceğini söylemiş. Hemingway de “Seni tüfeğimle vururum” demiş ona. Antonioni usta bu filminde belirgin olarak fotoğraf sanatına da, özellikle 1930’ların, 1940’ların fotoğraf sanatına saygı göndermiş camdan yansımalarla. Partide de muhteşem bir yansıma vardı. Giovanni’nin oyun oynayan kısa siyah saçlı Valentina’yla (Monica Vitti) karşılaştığı sahnede, hem camdan yansıma hem de yanılsama vardı. Çok özel bir andı bu sinemada. Öncelikle sinema perdesinde çok çarpıcı görünüyordu bu an.

Öğleye doğru. İnce puro içmeyi seven Giovanni, karısı Lidia’yla (Jeanne Moreau) arabayla Tommmaso’yu ziyarete geliyorlar hastaneye. Araba sokakta göründüğünde bir vinç kepçesi bir binayı yıkarak kentsel dönüşüm yapıyordu. Milano da İstanbul gibi bu dönüşüme kurban gitmiş bir şehir gibi görünüyor. Giovanni ve Lidia, Tommaso’nun odasına giderken, koridorda kendilerinden telefon için yardım isteyen bir genç hasta kadınla karşılaşıyorlar. Sorunu geçiştirdikten sonra kadim dostlarının odasına ulaşıyor Giovanni ve Lidia. Hasta Tommasso, Lidia’yı görünce hüzünleri dağılıveriyor bir an olsa da. Onun elini tutuyor. Sonra Tommaso’nun annesi de geliyor. Şampanya bile içiliyor odada, Tommaso’ya veda gibi. Sıkılan Lidia odadan çıkıyor. Hastanenin dışında kederler içindeki Lidia ağlıyor. Giovanni de odadan çıkıyor, koridorda o genç hasta kadınla karşılaşıyor. Kadın onu odasına çekiyor, okşama ve şefkat dileniyor adeta. Givanni de kayıtsız kalamıyor buna. Çapkınlıktan daha çok sevişmeye hasretlik onunki sanki. Dışarıda Lidia’yla karşılaşıyor Giovanni. İletişimleri azalmış, neredeyse birbirlerine yabancılaşmışlar gibi. Lidia, Giovanni’yle arabaya binip kitap tanıtım kokteyline gidiyor.

Ortamdan yabancılaşan Lidia sıkılıyor ve kendini Milano sokaklarına atıyor. Doğal seslerin daha çok duyulduğu bu anlarda, bazen kalabalık, bazen tenha sokaklarda amaçsızca tek başına dolaşıp duran Lidia’nın üstüne erkek bakışları da düşüyor. Kapitalizmin ve modernliğin kalesi bir şehir de olsa tek başına bir kadın sokaklarda dolaşınca ne gözle bakılırdı? Lidia, sokaktaki kaldırımda yürürken, genelde kaldırım kenarlarında olan ve “baba” olarak da anılan döküm delinatörleri de fark ediliyor. Fallikle bir koşutluk kuruluyor sanki. Lidia’nın ayakları onu, Milano’nun dışındaki kenar mahalleye götürüyor bu aylak dolaşmalarla. Dövüşen iki genci görüyor. Onlara müdahale etmek istiyor şiddeti önlemek için. Dövüş bitiyor. Dövüşen gençlerden biri bundan anlam çıkartıyor ve onun peşine takılıyor sevişme umuduyla. Oradan kaçan Lidia, eski tarlada roket uçuran gençleri izliyor. Roket de fallik gibi. Giovanni de kokteylden sonra apartman ormanındaki dairesine dönüyor. Lidia ortalarda yok. Antonioni bu uzun sekansta, modern insanın can sıkıntısını görsel olarak yansıtabilmiş. Lidia’dan telefon geliyor. Lidia, eskiden oturdukları yere gitmiş Giovanni şöhretli yazar olmadan önce. Artık oraya tren de çalışmıyor. Raylar çürümeye bırakılmış.

Gece çökmek üzereyken ne yapacaklardı şimdi? Sanayici Gherardini’nin ev partisine gitmekten başka ne yapılabilirdi? Lidia sıkılıyor ve Giovanni’yi gece kulübüne sürüklüyor. Gece kulübünde striptiz yapan biri erkek diğeri kadın iki siyahî dansçının gösterisini izliyorlar can sıkıntısıyla. Giovanni, kadın dansçıyı daha çapkın bakışlarla takip ediyor. Kaç zamandır sevişmiyorlardı Lidia’yla? Sonra yolları Gherardini’nin partisine uzanıyor. Giovanni orada ilgiyle karşılanırken, Lidia da can sıkıntısıyla avare avare oradan oraya gidip geliyor. Gherardini, Giovanni’den fabrikası ve işçileri için bir broşür hazırlamasını istiyor. Hatta onun yanında çalışmasını. İşadamları, aydınları yanına çekerek itibar kazanabiliyor çünkü. Giovanni, “Uykuda Gezenler” tuhaf romanı okuyanı merak ederken, Lidia’yı partiye gelen genç bir adamın gözleri izliyor. Giovanni, merakı çoğalmadan o romanı okuyan kızla, Valentina’yla karşılaşıyor birden. Valentina, can sıkıntısından tek başına yerdeki kareler üstünde oyun oynayıp duruyor. Givanni de ona katılıyor. İletişim kurmaya çabalıyor Giovanni. Bu kız, Valentina öyle güzel ki insanın başı dönüyor. Birden yağmur bastırıyor, elektrikler sönüyor ve zenginler bir ara ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Burjuvalar için her şey eğlenceye dönüşebiliyor ama. Lidia da, kendini izleyen genç adamın arabasına biniyor ve yağmur altında gezintiye çıkıyorlar. Bu anlardaki fotoğraflar kara filmlerdeki atmosferi yeniden yaratıyor adeta. Yağan yağmurlar, karanlığı öne çıkartan dramatik ışıklar ve kasvet duygusu. Araba sokakta durunca, öne doğru kayan kamera arabaya yaklaşıyor ve onları konuşurken gösteriyor. Konuşmaları duyulmasa da, adam sevişmeyi bekliyor Lidia’yla. Sonra geri dönüyorlar partiye. Giovanni de sevişmeyi umut ediyor Valentina’yla. Kız da bunun farkında. Onu uzaklaştırmaya çabalıyor. Giovanni’ye makaralı teybe kaydettiği sesli metni dinletiyor. Sonra da Giovanni’yle sevişmeye hazır hissederken elektrikler geliveriyor.

Şafak sökmeye başlıyor. Dışarıdaki piyano saksofon orkestrasından caz tınıları etrafa huzur saçıyor. Lidia ve Giovanni, malikâneden uzaklaşıp kaç zamandır yapamadıkları iç dökmelerini yapıyorlar. Daha çok Lidia. Tommaso’nun öldüğünü söylüyor Giovanni’ye önce. Sonra da Tommaso’yla daha öncesinden birlikte olduğunu anlatıyor. Lidia, Tommaso’yla sevişmişler miydi hiç? Lidia’nın anlatımıyla sevişmeden daha öteymiş ilişkiler. Ardından bir mektup-metin okuyor Giovanni’ye. O satırları Giovanni mi, yoksa Tommaso mu yazmıştı? Bunun önemi var mıydı? Giovanni birden Lidia’ya sarılıyor, öpüyor. Lidia karşı koysa da birçok sorunu çözecek sevişme doğanın içinde yaşanırken, kamera sola çevrinerek (pan yaparak) doğayı sunuyor seyircilere. Sevişmek, varoluşsal bir şeydi. Karmaşık, gerilimli, heyecanlı ve tarif edilemez mutluluk yüklüydü. Karşı cins adrenali yükseltecek hep.

1980’li ve 90’lı yıllarda sinema estetiği ve kuramları üstüne bir dolu kitap okudum. Adını unuttuğum bir kitapta Antonioni’nin bu filmindeki giriş bölümün anlatıyordu. “Gece” filmiyle 2001’deki 20. İstanbul Film Festivali’nde karşılaştım. Aklımda hep bu filmin girişi vardı ve anlamları anlamaya çabaladım. Beyoğlu Emek Sineması’nda gördüğüm bu filmin giriş bölümünde Pirelli binasını ve kiliseyi aradım hep. Bulamamıştım. Film arşive girince keşfedebildim ancak. Tam da kitapta bahsedildiği gibiydi her şey. Göstergebilimsel bakış insana görünenin ardındakinin anlamlarını da ortaya çıkartabiliyor işte. Bir de sinema okulu vardı tabii.

Antonioni’nin bu filmi, TRT Radyo 1’de “Radyo Tiyatrosu” olarak da yayımlanmıştı. Hem de eski kayıtla. Eski kayıtları, bir de yabancı oyunlar olunca dinlemeye doyamıyor insan, belirtelim.

“Batan Güneş…”

Michelangelo Antonioni’nin 1962 yapımı siyah-beyaz “L’Eclisse-Batan Güneş”, kapitalizmle kadın ve erkek ilişkilerini tam içeriden gösteren bir başyapıt. Cineriz’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Tonino Guerra, Elio Bartolini ve Ottiero Ottieri ortak yazmışlar. Müzikleri Giovanni Fusco bestelemiş. Çarpıcı fotoğrafları da kameraman Giovanni di Venanzo çekmiş. Filmin ön jeneriği de çarpıcıydı. Görüntünün solunda bir çizgi beliriyor. Tıpkı bir grafik gibiydi. Çizginin sağında da tanıtım yazıları beliriyordu. Fonda da Mina’nın söylediği “Il Twist” şarkısı duyuluyordu. Şarkının bitimindeyse birdenbire gerilimli müzik patlıyordu. Bu gerilimli müzik, filmin derinliğinde zaman zaman kendini hatırlatıyordu. Filmin hikâyesi de birkaç ay içinde geçiyor.

Gündoğumu… Şafak söküyor. Yazın sıcaklığı hissediliyor. Salonda vantilatörler çalıyor sürekli. Edebiyat çevirmenliği yapan Vittoria (Monica Vitti), nişanlısı Riccardo’yla (Francisco Rabal), onun dairesinde ilişkilerini sorguluyor. Bu sorgulama uzun gece boyunca sürmüş. Vittoria evlenmeye hazır mıydı? Vittoria, pencereden dışarı bakarken, görüntüye bir kule yansıyor. Bir mantarı, hatta falliği andırıyor bu beyaz kule. Antonioni dişiliğiyse, Vittoria’nın ve Piero’nun doğup büyüdükleri evlerle “koşutluk” kurarak yansıtmış. Kadınlar da bu evler gibi gizemli. İçeri girince keşfediyorsunuz.

Vittoria ve Riccardo’nun, modern soyut resmin önde ayrılığı yaşanıyor. Oradan ayrılan Vittoria, kendi dairesine yürürken, peşinden Riccardo da geliyor umutsuca. İlişkileri sonlanıyor ikisinin de. Vittoria’nın dairesi de uzakta değil. Apartmana geliyor. Kamea sola kayarak onu izliyor. Dairesine çıkıyor. Buralarıysa, Roma’nın dışındaki yerleşim yerleriydi. Ekonomik durumları yerinde olanlar daha çok sakinleriydi. Vittoria, aynı gün Roma Borsası’na, annesinin (Lilla Brignone) yanına gidiyor. Annesi borsada oynayan kapitalizme uyum sağlamış eski topraklardan. Orada Piero’yla karşılaşıyor Vittoria. Genç “broker” Piero (Alain Delon), annesine de çok para kazandırıyor. Borsada, bu sabah vefat etmiş yatırımcılardan biri için de saygı duruşu yapılıyor. Antonioni bu saygı duruşunu gerçekten de bir dakika sürdürmüş, ama tek bir çekimle yansıtmamış, sürekli kamera açısını değiştirmiş. Borsadaki anlar bir belgesel gibi. Oradaki hisse alım-satımı savaşları gerçekten savaş gibi. Her şey ve tüm stratejiler değişebiliyor. Antonioni bu atmosferi gerçek mekânlarında yaratabilmiş. Piero, 1980’lerde Amerika’da Ronald Reagan’ın başkan olduğu dönemlerde borsada ortaya çıkmış “yuppy”lerin öncüsü adeta. “Yuppy” (Young Urban Person-Person Young), yani “Genç Şehirli Kişi-Kişi Şehirli” anlamına geliyor. Bu “broker”lar, hızlı yükselip aynı hızla düşen borsanın yeniyetmeleriydi. Yirmili yaşlarından, ama otuzlu yaşlarının ortalarını göremeyen, “hızlı yaşa, çok kazan ve hızla yok ol” tayfalarıydı.

Aynı günün gecesinde Vittoria dairesinde. Ağaç üstüne oyulmuş ağaç resmini duvara asmak için çekiçle çivi çakarken komşusu Anita (Rosanna Rory) dairesinin kapısını çalıyor. Sabah uçağı Verona’ya teslim edecek kocası Giorgio uykudan uyanmış. Karşı apartmandan Anita’nın tanıdığı Marta (Mirella Ricciardi) onları dairesine çağırıyor. Marta aslında Afrika’da yaşayan bir kadın, evli ve çocuğu da var. Dairesinin içinde Afrika’ya dair birçok eşya ve fotoğraf var. Vittoria, tenini siyaha boyayarak Kenyalı kadına dönüşüyor, onlar gibi dans yapıyor. Ertesi sabah, Giorgio uçağı Verona’ya götürüyor. Uçakta Anita ve Vittoria da var. Roma’nın yukarıdan yansıyışı, uçağın bulutların içinden geçişi büyüleyiciydi. Boş araziye uçaklar inip kalkarken, kafeteryanın önünde iki siyahî göçmen de yansıyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor.

Vittoria, yine borsada. Kayıplar, düşüşler yaşanıyor. Vittoria’nın annesi de on milyon liret kaybediyor. Piero, elli milyon liret kaybetmiş bir adamı gösteriyor Vittoria’ya. Genç kadın, yıkılmak üzere olan adamı takip ediyor. Adam, kafeteryaya oturuyor, kâğıda bir şey yazıyor ve kalkıp gidiyor. Vittoria o not yazılmış kâğıdı alıyor. Sonra da Piero’yla annesinin evine gidiyor. Çocukluğunun ve genç kızlığının geçtiği şimdi toz içindeki kendi odasını hüzünle bakıyor. Vittoria, babasını küçükken kaybetmiş. Anneleri erken ölmüş oğlan çocuklar gibi, babaları erken ölmüş kız çocukları da büyüdükten sonra karşı cinse karşı bir güven bulanımı yaşayabiliyorlar. Terk edilme kaygısından olabiliyor bu. Belki de Vittoria bu yüzden evlenmekten kaçıyor. Terk edilmeden terk ediyor. Freudyen durum.

Geceleyin… Piero onunla buluşmaya geliyor. Bir sarhoş adam, tüm kederleriyle penceredeki Vittoria’yla konuşmaya çabalıyor, sonra da Piero’nun üstü açık Alfa Romeo spor arabasını çalıyor. Ertesi gün araba sudan çıkartılıyor. Sarhoş adam göle uçmuş ve ölmüş. Piero, arabasının motorunun ve kaportasının sağlam olmasından keyifli. Vittoria, şaşkın ve kapitalizmi anlayamıyor. Piero’nun gözü, yanında yürüyen Vittoria’nın elbisesinin içinde öne atılmış “twist” yapan göğüslerine takılıyor, ona ulaşmayı hayal ediyor. Kamera da yanlarında kayarak onlara eşlik ediyor sanki.

Buluşmalar başlıyor. Arabasını satmış Piero, şimdi bir BMW almış. Sitelerin olduğu bu yer buluşmaları için bir “leit motif” gibi sanki. Zaman geçiyor ve hep burada buluşuyorlar. Borsada kaybetmiş adamın notunu da hâlâ taşıyor Vittoria. Notu, içinde su olan varile bırakıyor. Çevredeki yaşamlarda yansıyor. Sonra Piero’nun doğduğu büyük eve gidiyorlar. Ev, küçük heykeller ve resim tablolarıyla dolu. Piero onunla sevişmek için çabalıyor. Vittoria, sonra Piero’nun anne-babasının yatak odasına giriyor. Ardından Piero geliyor. Yatak bu kadar yakınken nereye kadar kaçabilecekti Vittoria? Doğa kaideleri araya giriyor, sevişiyorlar. Başka zamanda yine buluşuyorlar. Piero onunla evlenmek istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Piero, “Seni gerçekten anlamıyorum” diyor. “Eski nişanlınla sen birbirinizi anlıyor muydunuz” diye soruyor ardından. Vittoria, “Birbirimize âşık olduğumuz sürece anladığımız tek şey, anlaşılması gereken bir şey olmadığıydı” diye cevap veriyor.

Güneş tutulması… Piero’nun ofisinde pazar günü. Güzün başları. Çocuklar gibi eğleniyorlar. Vittoria, perdeyi açıyor, sokakta iki rahibe yürüyor. Piero onunla başka günler de buluşmak istiyor umutsuzca. Evlilik kelimesinin geçtiği yerde Vittoria durabilir miydi? Dışarı çıkan Vittoria, boş sokağa ve artık yapraklarını dökmeye hazırlanan ağaçlara bakıyor. Gökyüzünde de anlam veremediği bir tuhaflık var. Sonra kamera, Vittoria’nın yaşadığı sitelerin oraya taşınıyor. Anlar peş peşe gelirken güneş de yavaş yavaş tutulmaya başlıyor. Bir adam belediye otobüsünden iniyor, elindeki gazetede nükleer savaş felaketi üzerine başlığı okuyor. Bir genç kız havadaki değişime mutlulukla bakıyor. İşçi, çimleri sulayan fıskiyeleri kapatıyor. Taşan sular sokakta başıboş akıp gidiyor. Karanlık çöküyor. Sokak lambaları yanıyor. Evlerin pencerelerinden ışıklar yansımaya başlıyor. Filmin büyük bölümünde vantilatörler yansıyordu. Sadece havanın sıcaklığını hissettirmek için değildi bu. Vittoria’yla koşutluk kurmak içindi. Öyle ki, Antonioni usta metafor kıyılarına epeyce yaklaşıyordu bu kısırdöngüyü vurgulamak için. Vittoria, nişanlısı Riccardo’yla ayrıldıktan sonra başka biriyle, Piero’yla beraber oluyordu. Vittoria için, sondaki güneş tutulması kısırdöngünün sona ermesi miydi? Piero’yla yeni hayata mı başlayacaktı? Her şey boşlukta kalıyor yine de.

Vittoria’nın yaşadığı yere Espesizione Universale di Roma (EUR) deniyor. Expo Roma 42 de deniliyor. Roma’nın güneyinde bir yerleşim ve ticaret bölgesiydi burası. 307 Via dell’Umanesimo banliyösünün içinde. Duce Mussolini yaptırmış Dünya Fuarı için vakti zamanında.

(13 Aralık 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

26. Ankara Uluslararası Film Festivali

Ankara bu yıl festival heyecanıyla erken buluşuyor. 26. Ankara Uluslararası Film Festivali, 24 Nisan – 03 Mayıs 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı yeni yönetimin çalışmaları ile hızla festival hazırlıklarına başladı. En yeni filmlerinin yarışacağı festivalde dünya sinemasından çarpıcı seçkiler, kısa ve belgesel filmler, söyleşi ve atölyelerle zenginleştirilmiş bir program sunulacak. Bu yıl 26. kez gerçekleştirilecek olan festivalin hazırlıkları, Festival Başkanı İnci Demirkol, Onursal Başkanı Prof. Dr. Oğuz Onaran, Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Seçil Büker, Kurumsal İlişkiler Koordinatörü Yeşim Ekim gibi isimlerin yönetiminde devam ediyor.

26. Ankara Uluslararası Film Festivali yazısına devam et