Kasırga deyince, insanın içi ürperiyor, inanılmaz bir yıkım geliyor ilkin insanın aklına. Bir kaçışla başlayan film, belli ki gizem yüklü. Kaçan -melez- kız, karşına çıkan ilk evin kapısını açınca, her şey uçuşuyor. Masanın üstündeki kağıtlar yerlere dağılırken, kapı baca çarpıyor. Kasırga gelecek…
“Yalın” dememizin nedeni de o zaten. Meğer o melez kızın adıymış Kasırga (Köki). Bakalım nasıl esecek? 1790’da, İskoçya’da geçen bir öykü… Kostümler, malzemeler, arabalar, silahlar zamanı yansıtıyor. Babası, Japon samuray Charlotte (Nina Barnett) ve Avrupalı beyaz annesi, ölmüş olsa gerek ki, hiç görmedik. Gezici bir kukla oynatıcısı olsa da baba, eski bir samuray olarak felsefesini kızına aktarmaya, onu eğitmeye çalışıyor. Bir oyun sırasında, altın çalmış Şeker Adam (Tim Roth) ve çetesi izlemeye dalıyorlar. Aralarda dolaşın küçük çocuk (Nathan Malone) altın çuvallarını çalıyor. Kendilerinden çalınan, kendilerinin de çalmış olduğu altının peşine düşen çete ile Kasırga arasında bir kaçma kovalama başlıyor.
John Mcalean’ın yönettiği, filmin kamerası ilginç, müzikleri başarılı bir film olsa da “western” niteliğindeki film istenilen etkiyi yaratamıyor. Başlangıçtaki merak biraz sonra tükeniyor zaten. Çetenin elemanlarını -adları dışında- hiç tanımıyoruz, ama ilginç karakterler olduklarına kalıbımı basarım. Hatta içlerinden biri, kendi çocuğu olmasına rağmen iki cümleyle neden tepkili olduğunu lütfen anlatıyor. İlginç bir hayatı olduğu apaçık. Diğerlerinin de öyle.
“Martı”da, Çehov, “Sahnede bir tüfek varsa mutlaka patlamalı” diyor ya, çetenin bir elemanının elindeki uzun namlulu tabanca da bir kez patlıyor, ama yanlış yerde, yanlış kişiyi vurarak. Ancak Kasırga, babasını dinlemez görünürken (haklı sayılmaz mı, bir baba, sadece nasihat verirse ne kadar dinlenir ki) içine işlemiş söyledikleri. Filmi kurtaran girişindeki sahne sadece…
(18 Haziran 2025)
Korkut Akın
korkutakin@gmail.com