Bir şair şiirini okumuş, “Bu şiir ne demek istiyor” diye sormuşlar; şair şiirini tekrar okumuş “Bunu demek istiyor” demiş. Bazı filmler anlatılmaz; aslında filmler anlatılmaz, çünkü sinema (da) bir anlatım tarzıdır. Kar Beyaz da böyle filmlerden ancak seyredenler üzerine konuşabilir, beğenir veya beğenmez, ben beğenenlerdenim. Ama baştan söyleyeyim fragmanını görünce, “Tamam filmi görmeye niyetlendim” ama beğenmedim ama fragmanda bir filmi “hakkı ile tanımlamaz.”
Sabahattin Ali, hikâyemizin temel taşlarından birisi ve sinemacılarımızın pek rağbet etmediği bir hikâyeci. Ama bu her iki taraf içinde bir sorun teşkil etmemeli. Ali’nin “Ayran” adlı hikâyesini Selim Güneş, Kar Beyaz adı ile sinemaya uyarlamış (mı!), yoksa “Ayran” hikâyesini alarak Kar Beyaz adı ile bir şiir mi çekmiş. “Çekmiş” diyorum, “yazmış” demiyorum.
Sinemada şiirsellik, farklı ülkelerde, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde denenmiştir. Başarılı olanı da vardır, olmayanı da… (ozansı gerçekcilik…) ama sinemada şiirselliği tartışacak değilim. O başka bir şey. Güneş, sinemamızda -bilebildiğim, izleyebildiğim kadarı ile- hiç denenmemiş bir şeyi yapmış, sinemada kamera yolu ile -tabiki kurgu da dahil buna- şiir yazmış.
Evinden karlara bata çıka minibüslerin geçtiği yer, “kış günü – her halde soğukta” ayran taşıyan bir çocuk, bu minibüs istasyonunun farklı insanları, pencerelerde çocuğu bekleyen bir kadın, geriye dönüşler, hapsedilmiş / kıstırılmış insan, yeni atanmış bir memur… karlar, ağaçlar… olay olmuş, olmamış, (olaylar oluyor) ve karlar arasında koşan, koşan, koşan bir beyaz at… (ama lekeli beyaz…) Fellini’nin Amarcord filminin bir sahnesinde sisler arasından bir inek (inekti değil mi?) çıkıyordu, kaç saniye sürüyordu bilmiyorum ama her seyreden ineğin farkına varıyordu ve nedenini çözmeye çalışıyordu… Ben yoktum, duydum, Güneş’e “atın nedenini” sormuşlar, (sahi bir nedeni olması gerekir mi?)… Hani denir ki, (nerede ise bir edebiyat kuramı!) “bir öyküde tabancadan söz edildi mi, sonunda mutlaka patlamalıdır.” Bu koşulu hiç bir zaman benimsememişimdir. Edebiyat için öne sürülen bu kuramı sinemada kabûl etmek filmleri belirli bir yerden sonra içinden çıkılamayacak hale getirecektir. Beyaz at -bir fasit daire içinde- koşup duracak ve kahramanlardan çocuk ve biz (seyirciler) onu seyredeceğiz. Çocuğu arayan kadın çaresiz adını bağıracak… Şiirlerde de yeri gelir çok yukarılarda yer alan bir dize (mısra) tekrar edilir, bazen bir kaç defa. Karlarla kaplı dağlar, bulutlar, çiğnenmiş, çiğnenmemiş karların örttüğü yollar, ulaşılamayacak varış noktaları, gelmeyen (getirilmeyen / verilmeyen) mektuplar, bozduramadığı parasını geri isteyen yabancılar…
“Ayran”ı yıllar önce okumuş olmalıyım, tekrar okumak istedim ve istiyorum da ama bunun Kar Beyaz ile âlâkası yok. Kar Beyaz’a (film) şiir dedim ama bu filmi şiirleştirmek, şiir olarak yazmak gibi bir girişimim (hiç) olmayacak… Yıllar önce Yavuz Turgul senaryolarından sonra ilk filmini çekeceği zaman senaryo olarakta yazdığı Fahriye Abla şiirini çekmişti ama Fahriye Abla filmi hiçbir zaman bir şiir olmadı ama Kar Beyaz bana göre -tekrar ediyorum- sinema olarak çekilmiş / yazılmış bir şiir, “Ayran”dan bağımsız olarak.
Güneş’i bekleyen tehlike, yapacağı ikinci filmdir. Ondan iyi film beklemek hepimizin hakkı ama hiç birimiz bir Kar Beyaz beklemeyelim.
(05 Temmuz 2011)
Orhan Ünser