Doğuştan Bir Dahi: Orson Welles

Sinemanın önemli sanatçısı Orson Welles sinemanın temel yönetmenlerindendi. 1941’de çektiği “Yurttaş Kane”, sinemanın gelmiş geçmiş en önemli filmidir. Sinema onu özlüyor. Ama televizyon kanalları hariç.

Orson Welles, doğuştan bir dahiydi. Daha üç yaşında Shakespeare oynadı. Yirmili yaşlarının başlarında bir radyo programıyla Amerika’yı birbirine kattı. Welles on altı yaşında Dublin’de başrol oynadı “Gate Theater”da. Doğumundan ölümüne kadar mutluluğa pek ulaşamadı. Çocukluğunda ardarda anne ve babası öldü. 6 Mayıs 1915’te Winconsin’de doğan Welles, 10 Ekim 1985’te Los Aneles’ta öldü. Sanat dışında hayatı mutsuzluklarla geçen Welles’in, sanatın içerisindeki arayışları ve denemeleri sinema sanatının gelişimine çok önemli katkılar sağladı.

Önce tiyatro…

Welles, sinemaya gelmeden önce tiyatroya sundu yaratıcılığını. New York’taki tiyatro mabedi Broadway’de hem oyunculuk yaptı hem de oyunlar yazdı. Radyo skeçleri de yapıyordu. Kendi tiyatrosunun oyuncularının oynadığı radyo skeçlerinde de büyük başarı kazandı. Özellikle 1938’de, H. G. Wells’ten uyarladığı “The War of the World – Dünyalar Savaşı” radyo oyunu, Amerikalıları birbirine kattı. Korkunç bir tedirginlik ve kaos yarattı bu oyun. Radyo oyununda, Marslıların Amerika’yı istilâ ettikleri sahneleniyordu. Her şey öyle bir gerçekçi bir dille yansıtıldı ki, Amerikalılar gerçekten Marslıların ABD’yi istilâ ettiklerine inandılar. Bu başarı ödülsüz kalmadı ve Hollywood’dan davet aldı Welles.

İlk filmi başyapıt…

Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazdığı senaryodan 1941’de çektiği “Citizen Kane – Yurttaş Kane”, her yönüyle olay bir filmdir. Hem anlattıklarıyla hem de sanatsal diliyle. Welles’in yirmi altı yaşında çektiği bu film, sinema tarihi içindeki soruşturmalarda gelmiş geçmiş en iyi filmi oldu hep. Filmde kısaca, bir basın imparatorunun hayatını geriye dönüşlerle anlatılıyordu. Gazete patronu Charles Foster Kane’in ölürken söylediği bir son söz vardı. Kane, “rosebud” der. Yani “goncagül…” Kimse bunun anlamını bilmez. Bir gazeteci bu kelimenin anlamının peşine düşer ve dışarıya karşı çok güçlü ama zavallı bir adamın hikâyesiyle karşılaşır. Welles’in anlatım dili çok çarpıcıdır. Film, şimdiki zamanı, gazetecinin araştırmalarıyla yansıtırken, geriye dönüşleri de belli bir sırayla yansıtmıyordu. Hangi tanık neyi anlatıyorsa film onu gösteriyordu. Böyle olunca seyirci parçaları birbirine ekleyip bir bütünlük oluşturuyordu zihinsel anlamda. Bu filme bir kişi karşı çıktı: Amerika’nın basın imparatoru William Randolph Hearts… Çünkü, filmde anlatılanların kendi hayatına benzediğini öne sürdü. Filmi yapan RKO şirketi, gelen baskılara dayanamayarak filmin kurgusuyla oynadı. “Yurttaş Kane”, gerçeklik üzerine de çok güçlü filmdi. Bu filme dair bir hatıramız da var… 1980’lerin ortalarında İzmir’in Güzelyalı semtinde parkın yanınıdaki kahvehanede “Yurttaş Kane” filmini seyretmiştik. TRT ilk defa gösteriyordu bu filmi. Film başladığında kahvehane birdenbire doldu. Çoğunluğu ayakta “Yurttaş Kane”i seyretti insanlar. Tıpkı heyecanlı bir dünya kupası finalini seyreder gibi. İnsan hayatında gerçeküstü bir anı kaç defa yaşayabilir ki.

‘Alan derinliği…’

Öncelikle bu film, 1940’lardan başlayarak günümüze kadar birçok sinemacıyı etkiledi. Filmin kurgusunun şaşırtıcılığıyla beraber, teknik yönleriyle de etkilemiştir sinemacıları. Filmin görüntü yönetmen Gregg Toland’ın kamerası da sinemada devrim yarattı. Öncelikle kullandığı objektiflerle. Bunlar bir ilk olduğu için, çekimlere deneysel olarak bile yaklaşıldı. Kameraman Toland, bugün çok basit olan teknik işlemler yapmıştı filmde. Kamerada kısa odak uzaklıklı objektifler kullanarak “alan derinliği” yaratmıştı. Bu teknik durum, Rönesans’taki “perspektif”in bulunuşu kadar önemlidiydi. “Yurttaş Kane” filmine kadar görüntüde derinlik duygusu belirgin değildi. Aslında bu olay, basit bir teknik gelişim değil, gerçekliğin yeniden yorumlanması için de sanat estetisyenlerine yeni bakış açıları verdi. Sinemada gerçekçi geleneğin “Yurttaş Kane”le başladığı söyleniyor hep. Bu teknikle, mekânların (uzamların) bütünlüğü sağlandığı ve kurguyla gerçekliğe müdahale edilemediği için, seyirci gerçekliği yorumlayabiliyor. Welles’in bu önemli filminin bir diğer özelliği, “dışavurumcu” estetiği de yetkin bir estetikle perdeye yansıtabilmesiydi. Özellikle ışık düzenlemeleriyle. Gölgeler ve derinliği hissettiren ışık düzenlemeleriyle, karakterlerin ruh hali perdeye yansıyordu böylelikle.

Diğer filmleri…

Sinemada “enfant terrible”. yani “yaramaz çocuk” diye anılmaya başlanan Welles, 2. Dünya Savaşı’nda askerleri eğlendirmek için oyuncu Marlene Dietrich’le beraber oyunlar sahneye koydu. 1945 yılında Hollywood bu “yaramaz çocuğa” bir fırsat daha verdi. Senaryoya sadık kalırsa filmi çekeceği söylendi. O da kabul etti. “Stranger -Yabancı” filminde, Edward G. Robinson’la karşılıklı oynadı. Filmi de yöneten Welles, Amerika’ya kaçmış cani bir Nazi’yi anlattı. Amerika’da saygın bir rahip olan ve kimliğini kimsenin bilmediği Nazi’nin peşine deneyimli bir dedektif düşüyordu.

Kadınlara karşı derin olmasa da yine de içekapanık olan Welles, Anthony Quinn’in çöpçatanlığıyla ulaştığı ve evlendiği ünlü oyuncu Rita Hayworth’la “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”ı 1948’de çekti. Dört yıl evli kaldığı Hayworth’la boşandıktan sonra bu filmi yapmıştı Welles. Bu film seyirciden ilgi görmedi. Ardından aynı yıl Shakespeare’den “Macbeth”i çekti. Otoriteler, Welles’in tiyatro, özellikle Shakespeare uyarlamalarının daha iyi olduğunu söylüyor.

50’lerden sonra…

Filmlerini çekebilmek için para bulamayan Welles, başka yönetmenlerin kötü filmlerinde oynamak zorunda kaldı. 1958’de yönettiği “Touch of Evil – Bitmeyen Balayı”nda, Meksika’nın sınır kasabası Los Robles’ten hikâyeler anlattı. Virane kasabaya balayına gelen yeni evlenmiş bir çiftin kaosun içine düşmesini anlatıyordu bu film. Özellikle filmin girişi, bugün bile muhteşem bir hayranlıkla izleniyor. Çok uzun ve tek bir çekimle Amerika’dan Meksika’ya giren “dolly”ye takılı kamera kayar, kayar, kayar ve kasabanın köhne viraneliğinin içine dalar. Geceleri yaşayan bu Kaliforniya sınırındaki kasaba, Avrupa şehirlerinin “kitsch”i gibidir. Filmin estetik yönü ve kullanılan ışık düzenlemeleri, dışavurumcu anlatımla buluşuyordu.

Welles, en iyi Kafka uyarlamalarından biri olan “The Trial – Dava”yı 1962’de çekti. Bu film bir bakıma modernizmin düş kırıklığı olabilir belki de. Yirminci yüzyıl, faşizmi ve korkunç soykırımı yarattı. Welles’in “Dava”sını, hem Kafka’nın yabancılaşmasıyla hem de modernizmin çürümüşlüğüyle birleştirebilirsiniz. Welles’in Joseph K.’yı takip eden kamerasından yansıyan alabildiğine uzanan bir çölle Auschwitz’i andıran bir toplama kampından kurtulmuş insanlar vardır. Filmin bu sahnesi ve finali, Welles’in kendi düş kırıklıklarını yansıtıyor. Finalde Joseph K. kuyunun içindedir. Kendisine atılan dinamite dokunur ve mantar bulutu gökyüzüne yükselir. Welles bu filmi Avrupa’da çekti. Bir süre orada yaşadı. Yaşlılık dönemini Amerika’da geçirdi. Welles, sinemanın temel yönetmenlerinden biriydi.

(23 Ekim 2010)

Ali Erden

[email protected]