2009’un iki filmi… Kesin bir tarih vermek zor ama, Yeşilçam’ın başlangıcını 50’lerin başına kadar götürebiliriz, giderek yapım evleri, sinema salonları çoğalır, film sayısı artar, belirlenmemiş kuralları kendiliğinden oluşur. 80’lerin toplumsal olayları nedeni ile kendini dönüştüremeyen yeni teknolojilerin baskınlığı nedeni ile tarz değiştirme yolunu seçerek kendiliğinden (ve sessizce) tasfiyesine girişir Yeşilçam ama tarzı günümüzde de hâlâ devam etmektedir. Henüz belirlenemeyen yeni bir biçimlenme dönemine giren sinemamızda, hiç denenmemiş tarzda filmler yapılırken, eski tarzda varlığını sürdürmektedir.
“İki film” dedik, bunlardan biri, sinemada küçük rollerde oynamış, asıl ününü televizyonda yapmış Engin Günaydın, yazdığı sıra dışı senaryo ile sinemaya bir başka kapıdan tekrar girerken filmin baş rolünü de oynuyor, Vavien de; yönetmenler ise Yağmur / Durul Taylan. Hiç bir şey olmuyormuş gibi gelişiyor öykü. Biri evli, biri dul taşra kasabasında (Erbaa) elektrikçilik yapan iki kardeş… Evli olan Samsun’a yapılan kaçamaklar, bu kaçamaklara için uydurulan yalanlar, hayal dünyasında uydurulan bu hali ile bile romantikliği aşamayan ilişkiler ve tasarlanmış, denenmiş bir cinayet girişimi. Görünüşte başarıya ulaştı gibi görünen cinayetin sonunun gelmemesi nedeni ile kırılan umutlar… Burada film dönüyor ve taşıdığı yaşamın günlük karamsarlığından sıyrılarak ve filme göre (bir bitişten sonra yeniden başlayarak mı?) mutlu son ile bitiyor. Vavien tek örnek değil, tarzı bakımından benzer fakat öyküsü farklı olanlar olduğu gibi, tamamen değişik kanallarda dolaşanları da deneniyor, sinemamızda -adı henüz konmamış- bir yapılanma oluşuyor, tamamen bağımsız kişilerin oluşturduğu. Bu önemli.
Dedik ki, Yeşilçam dönemi bitti ama tarzı devam edebilir, doğal olarak teknik ve biçimsel gelişmeleri uygulayarak. Gecenin Kanatları Mahsun Kırmızıgül ve Ahmet Küçükkayalı’nın senaryosundan Sedar Akar’ın çektiği bir film: bir canlı bomba, öyküsü. Ben yaşım gereği 80 öncesi olayları, tamamen içinde olmasam da yaşadım, 80 darbesi ve sonrasını da… Bence filmin en büyük zaafiyeti senaryodan kaynaklanıyor. Ne başlangıçtaki 80 yılındaki baskın öncesindeki konuşmalar, ne de yıllar sonra “dinci örgütlerin bir yöntemi” olduğu ileri sürülen canlı bomba eyleminin bir devrimin basamağı şeklinde kullanılması için alınan kararın uygulanması hazırlıkları sırasındaki konuşmalar yerine oturuyor. Bu, konuşmaları yapan karakterlerin kişiliğinde de var. Otopark çalışanlarının devamlı ağızlarındaki banka, postane, kuyumcu soygunları da. Sanki hırsız – polis oyunu oynayacak çocukların oyun hazırlığı gibi, küfürlerde cabası. (Akar’ın Gemide’sindeki küfürler gibi yaşamın parçası olamıyorlar ) Soygun sahnesi neyse de, yaralı soyguncunun Yusuf’a itirafı klâsik -yine söylemek durumundayım- Yeşilçam sahnesi ve eylem yerinde gözetleyicisinin Gece’yi azat etmesi. İyi de eylem yapacak Gece, niçin hedefin (hedeflerin) o kadar uzağında, bir elinde bombanın fitili, bir elinde -katliam gecesinden kalma- minik ayısı ile bekler!?. Çatıdaki güvercinler ise -sahne nedeni olarak da benzerliği yok ama- bana Elia Kazan’ın On the Waterfront filmindeki Brando ile Saint’li sahneleri hatırlattı. Film güncel olaylara değinirmiş gibi olmasına rağmen yerine oturmayan olaylarla, Yeşilçam dönemi mantığı ile ilerliyor. (Yeşilçam mantığı, sinemamızın Hollywood’tan da izler taşıyan fakat kendince de geliştirilmiş, incelenmesi gereken bir mantıktır.) Sırf Gece’yi gözetlemek için (mi?) kullanıldığı pek anlaşılmayan, duvarlarında yağlı boya resimlerin bulunduğu evin konforu nedir? Birde bu gözetlenen ve gözetlenilen dairelerin irtifaları nasıldır, gözetlenilen evden hem Gece’nin evi (dairesi) hem de güvercinlerin terası gözetlenebiliyor mu? Gece’nin gözetimcisi istediği zaman karşı binaya girip çıkabiliyor!? Filmde, çok filmik olmakla beraber en yerine oturan, 400 metre koşucusu olan Yusuf’un, Gece’nin ilk geldiği gece çantasını götüren taksi’nin peşinden koşması. (İyi de) finalde eylem alanına koşması (keşke maratoncu olsaydı deyesi geliyor insanın) “çok” filmik olmuş. Film senaryodan da kaynaklanan zaman ve mekân problemleri ile yüklü, finaldeki koşu ise üretilmiş bir mekân içine yerleştirilirse anlam kazanabilir ama, böyle bir mekân yok. Final “fotoğrafı / çekimi” ise, filmin en (tek) sevdiğim yeri. Akar gerek Gemide gerek Maruf ile beni heyecanlandırmış idi, bu ise “en” Yeşilçam filmi olmuş. Bir çok aksaklığına ve eksik / yanlış yanlarına rağmen Barda’yı bile yağlerim… Gece…lerine.
(04 Ocak 2010)
Orhan Ünser