Şimdilerde 40’larını idrak eden benim gibi orta yaşlı sinema tutkunlarının hayatını kaydırmış Yeşilçam ustalarından biridir Kunt Tulgar… O ve diğer birkaç popüler meslektaşının beyazperdede yıllar yılı sergiledikleri kavga – dövüş sahnelerinin gazına gelerek, sinema salonlarının çıkışında arkadaşlarımızla birbirimize az dalmadık, eve kan revan ve çamur içinde dönüp annelerimizden az fırça yemedik çocukluğumuzda…
1970’ler ve 80’ler boyunca oynadığı aksiyon filmleriyle bizim kuşağımızı karanlık salonlarda maceradan maceraya sürükleyip sonunda iflâh olmaz birer sinema müptelâsına dönüştüren bu pire çevikliğindeki aktörle yıllar sonra ilk kez yüz yüze geldiğim gün resmen gözlerime inanamadım. Çünkü, an itibarıyla 61 yaşında olan Kunt Tulgar, ben ilkokula giderken beyazperdede nasıl görünüyorsa, bugün de tıpatıp aynı görünümdeydi!
*****
Konuyla ilgili bağlantı:
http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/Default.aspx?t=31.10.2009&i=220065
*****
Yeni Şafak’taki habercilik çalışmalarım sırasında ne zaman “sinema yıldızlarıyla söyleşi yapma” yönünde bir proje söz konusu olsa, benim içimden toplumun güncel beğenisini yansıtan aktör ve aktristlerle görüşmek her nedense hiç gelmiyor. Aynı şekilde, son dönemlerde kapı pencere kırdıran genç kuşak yönetmenlerle de… “Yeni” olana yönelik bu tutukluğum ve isteksizliğim, sinema söyleşileri yapma işini de -son beş yıldır sinema sayfamızdaki öncelikli misyonuma dönüşen- “vefâ”nın doğal bir uzantısı olarak gördüğümdendir sanırım… Günümüzün sinemasal zevklerini belirleyen moda eğilimler ve onların popüler temsilcilerinden ziyade, bizim kuşağımızı bugünlere taşıyanların unutulmaya yüz tutmuş emekleri çok daha fazla cezbediyor beni… Tipik bir “yaşlanma belirtisi” olarak, aslında hiç de şaşırtıcı değil bu yöndeki tercihlerim… Ancak, her ne kadar “moda olan”a itibar etmesem de yine de hayırlı bir iş yaptığımı düşünüyorum zaman zaman sinemamızın temellerini atan emektar sanatçıları ziyaret etmekle…
Kaldı ki Yeni Şafak’ta çağdaş sinemacılarla (aynı zamanda sanatın diğer dallarından daha bir sürü yükselen değerle) son derece kaliteli söyleşiler yapan Aysel Yaşa, Ertan Altan, Kübra – Büşra Sönmezışık kardeşler ve Mezin Tanrısever gibi bir dizi usta mülâkatçı var zaten. Bu alanın “yeni”lerini çoklukla onlara bırakıp, “eski tüfekler”e yönelik (her birini ayrı birer vefâ tezahürü olarak gördüğüm) söyleşi ve haberlere yoğunlaşmak benim kuşağımdan bir sinemasever için belki de en doğrusu…
Türk sinema tarihinin gelmiş geçmiş en karizmatik ad-soyadına sahip aktör, senarist, yönetmen ve yapımcısı, sevgili Kunt Tulgar ağabeye yaptığım ziyaret de işte bu tercihimin yeni bir halkasını oluşturmaktaydı. 1948 – İzmit doğumlu sanatçının beyazperdede ilk boy gösterişi, henüz 4 yaşındayken, Orhan Atadeniz’in çektiği “Tarzan İstanbul’da” filmiyle gerçekleşmiş (1952). Ki onu bu büyüleyici dünyaya ilk sokan kişi de dönemin saygın görüntü yönetmenlerinden biri olan rahmetli babası Sabahattin Tulgar olmuş. Türk sinema tarihine derinlemesine meraklı olanların mutlaka izlemiş olduklarını düşündüğüm (ki benim arşivimde de hayli temiz bir kopyası var) o ilginç Tarzan uyarlamasında, anne-babası yerliler tarafından öldürülünce sahipsiz kalan ve ormandaki hayvanlar tarafından büyütülen küçük Tarzan rolünde ilk çıkışını yapıyordu kısa pantolonlu Kunt Tulgar…
Sonrası ise istisnasız her günü sinema sektöründe geçen dolu dolu bir hayat… Uzunca bir süre ses teknisyeni ve set âmiri olarak hizmet verdiği Yeşilçam’da, 1970’lerin başlarından itibaren, fantastik filmlerin çılgın yönetmeni Yılmaz Atadeniz’in kışkırtmalarıyla oyunculuğa yeniden dönüyor Kunt ağabey ve çevik fiziğiyle kısa sürede kavgalı-dövüşlü filmlerin en gözde oyuncularından birine dönüşüyor. Hele ki Atadeniz’in yönetiminde rol aldığı 1973 yapımı süper kahraman serüveni “Yılmayan Şeytan”da bir “Bakırbaş Tekin” rolü var ki “trash cinema” meraklıları için o yapıt bugün bile hâlâ aşılmaz bir zirveyi oluşturmakta. Aynı şekilde, vaktiyle Türk sinemasının ürettiği birbirinden çılgın ve sıra dışı filmler karşısında kafayı yiyen Avrupalı ve Amerikalı sinemaseverlerin de en favori filmleri arasında yer alıyor bu akıllara zarar bilim-kurgusal serüven…
Öte yandan, 1978 yılında Londra’da bir sinemada izlediği, Richard Donner’ın ilk “Superman”ini Türkiye’de yeniden çekmeyi kafasına koyuyor ve döner dönmez de eşinin yardımlarıyla muhteşem bir Süpermen kostümü hazırlıyor. Hiç abartmıyorum, filmi izleyenlerin de bana hak verecekleri üzere orijinalinden farksız kalitede bir kostüm bu… Ve kumaşı da Mahmutpaşa’dan alınıp, tamamen yenge tarafından dikilmiş! Süpermen rolünü ise o sırada askerliğini yapan -yaklaşık iki metre boyundaki- genç bir yakınına veriyor Tulgar. “Çocuğu askerden annesi-babası hasta diye bir haftalığına izinli saydırdık, o bir haftada da ‘Süpermen Dönüyor’u jet hızıyla çekip bitirdik” diyen usta sinemacıyı en çok da Türk Süpermen’in uçma sahneleri zorlamış. O sorunu da yine eşinin küçük bir Barbie bebeğe (daha doğrusu Barbie’nin erkek arkadaşı olan “Ken” bebeklerinden birine) diktiği mini kostüm ve bir saç kurutma makinesiyle çözmüş. Üzerine muhtelif gökyüzü çekimlerinin yansıtıldığı bir aydinger kâğıdının önüne iple bağladıkları bebeğe saç kurutma makinesinden hava vererek minik pelerininin dalgalanmasını sağlamış ve böylelikle de “uçan bir Süpermen görüntüsü” elde etmiş o filmde… Kendi türünde eşsiz bir örnek olan bu yapıtın DVD’si de bir “trash cinema” klâsiği olarak şu anda dünyanın dört bir köşesinde satılıyor.
“Aksiyon adamı” kimliğiyle son büyük gösterilerini 1980’lerde “En Büyük Yumruk”, “Gizli Kuvvet” ve “Beklenmeyen Randevu” ile yaptıktan sonra ağırlıklı olarak kamera arkasında çalışmayı tercih eden Tulgar, 1990’ları da çeşitli televizyon yapımları için üstlendiği yönetmenliklerle geçirdikten sonra, 2000’lerde ise -bana göre çok erken gelen- bir inzivânın keyfini çıkartıyor.
1952’den 2009’a kadar geçen 57 yılda 10 filmde oyunculuk, 7 filmde yönetmenlik, 7 filmde senaristlik, 4 filmde yapımcılık, 20’nin üzerindeki filmde de ses teknisyenliği… Yeşilçam’da çekilen diğer serüven filmlerine kendisine ait Kunt Film şirketi üzerinden verdiği teknik desteklerin sayısını ise artık o bile hatırlamıyor.
61 yaşına karşın en fazla 45’lerinde gösteren bu zımba gibi, mavi gözlü ve keskin bakışlı adamla yaptığım keyifli muhabbetin sonlarında, “Ağabey, Türk sinema tarihinin görüp göreceği en muhteşem kötü adam fizyonomilerinden birine sahipsin. Neden ansızın fren yaptın hiç anlayamıyorum, oysa senden daha kaç tane soğukkanlı cani karakteri çıkardı” dediğimde, “Ali Muratçığım, gördüğün gibi, ben eski bir özel efekt uzmanı olarak kendi hayatımda da zamanı durdurmayı başardım” deyip, şu davetkâr sözlerle noktalıyor sohbeti:
“Getir koy önüme huyuma suyuma ve görünümüme uygun bir senaryo; para pul önemli değil, hemen oynayayım. Yeter ki içinde bolca kavga-dövüş olsun. Kavga olmazsa asla yaşayamam ben!”
* * *
Uzmanından, ısmarlama ‘dayak’ faslı
Aksiyon filmleri ve bu filmlerin ayrılmaz bir parçası olan kavga-dövüş sahneleri Kunt Tulgar’la sohbetimizin içinde o kadar sıklıkla geçen bir konu başlığına dönüşüyor ki, ben de bir ara iyice havaya girip dayanamayarak “Kunt usta be” diyorum, “Objektifimize küçük bir gösteri yapsana, her ne kadar ben bir Süheyl Eğriboz ya da İhsan Gedik değilsem de karşında bir kaç yumrukluk idare edebilirim sanırım!”
Bunun üzerine Türk sinemasının hiç yaşlanmayan emektarı Tulgar bana Yeşilçam’ın ünlü kavgacılarının kamera önündeki çalışma yöntemlerine ilişkin birkaç tüyo veriyor ve bulduğumuz en yakın çayırlıkta bir dövüş mizanseni oluşturup yukarıdaki hatıra karelerini çektiriyoruz.
Çektiğimiz fotoğrafları makinenin ekranından kontrol ederken, deneyimli aktöre “Nasıldım ağabey, stilize bir biçimde dayak yiyebiliyor muyum?” diye sorduğumda ise “Eh işte, yok zamanda idare edersin, ancak kamera önünde ustalıkla dayak yemek gerçek bir sanattır” diyor ve ekliyor “Senin herşeyden önce şu yavaş yavaş salmaya başladığın göbeğini yeniden bir toparlaman lâzım. Bak benim fiziğime, hiç yaşımı gösteriyor muyum? Şu anda uygun bir senaryo gelsin, 35-40 yaşında karakterleri bile rahatlıkla canlandırırım. Mesleğine âşık bir aksiyon yıldızı, kendine bakmasını da bilmeli…”
* * *
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın ‘özel efektler’ini (!) de o yapmıştı
Kunt Tulgar, sahip olduğu eşsiz pratik zekâ sayesinde, 1970’ler ve 80’lerin gariban Yeşilçam’ında, o günkü standartlara göre “özel efekt” olarak kabûl edilebilecek kimi ucuz yollu film hilelerinin de en aranılan teknisyeni konumuna erişmişti. Ki sonradan uluslararası düzeyde bir şöhret kazanacak olan efsanevî “Dünyayı Kurtaran Adam”ın izleyenlere saç-baş yolduran özel efektleri de Tulgar’ın pratik zekâsının en unutulmaz örnekleri arasında yer alıyor. Bu muhteşem hikâyeyi yine ondan dinleyelim:
“Süpermen Dönüyor’u çekeli henüz iki-üç yıl olmuştu ve o filmde çok ucuza mâlolan hilelerle Süpermen’i İstanbul semalarında uçurmayı başardığım için Yeşilçam’da bayağı bir forsum oluşmuştu. Bir gün Cüneyt Arkın ve Çetin İnanç büroma geldiler. Cüneyt, ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ adlı hareketli bir senaryo yazmıştı ve Çetin’in yönetmenliğinde bunu çekmek istiyorlardı. Fakat, senaryodaki uzay gemisi sahnelerinin altından nasıl kalkacaklarını her ikisi de bilemiyordu. Çetin bana, ‘Sen Süpermen’de hiç fena sayılmayacak bir sonuç elde etmiştin. Cüneyt ve Aytekin’i de (Akkaya) bir uzay gemisi kokpitinin içinde bir kaç dakika uçurabilir misin?’ diye sordu. ‘Ayıp ediyorsunuz sevgili kardeşlerim’ dedim ve onlara çekim için bir kaç gün sonrasına randevu verdim.
Önce, bizim şirketteki platoya aydınger kağıdından yapılma bir yarı saydam perde astırıp, arkasına 35 mm bir film gösterim makinesi koydum. Sonra, George Lucas’ın ilk ‘Yıldız Savaşları’ filminin Türkiye dağıtımını yapan şirkete gidip filmin bir kopyasını ödünç aldım. Onu montaj masasında baştan aşağıya izleyip bütün uzay savaşı sahnelerini makasla keserek ucuca yapıştırdım ve oluşturduğum kolajı aydinger perdenin arkasında duran sinema makinesine taktım. Böylece, filmi oynattığımda perdede bol bol uzay görüntüleri ve patlamaları beliriyordu. Son aşamada ise sanayi sitesindeki kaynakçı arkadaşıma Cüneyt ve Aytekin’in içine oturacakları metâlden bir kabin yaptırdım ve bunu da perdenin ön tarafına koydum. Tam karşına diktiğimiz bir kamera ise hem kokpiti, hem de arkadaki perdeyi ve orada oynayan görüntüleri kaydediyordu. Ancak, an itibarıyla doğru düzgün bir motorsiklet kaskı bulamadım ve çekimin yapılacağı günün sabahı Cüneyt’e, “Stüdyoya havalı bir kask bulup öyle gelin” diye haber gönderdim.
Bir kaç saat sonra Cüneyt, Aytekin ve Çetin geldiler. Ellerinde bir adet kask vardı. İkisinin de kafasına küçük gelen, düdük gibi bir şey. ‘Nereden buldunuz Allah aşkına bu sefil kaskı’ dedim, stüdyonun hemen önünde motorsikletli bir genci durdurup ‘Birazdan yukarıda film çekeceğiz. Bunu bize ödünç ver, akşama gelir alırsın’ diyerek çocuktan kavga dövüş almışlar kaskı. Sonuçta, onunla çektik filmin dillere destan uzay savaşı görüntülerini…
Kamera basit bir ağaç tripota bağlıydı. Onu çekim sırasında yatay eksende eğme şansım olmadığı için Aytekin de Cüneyt de ‘İnişe geçiyorum’ derken, mecburen kendileri öne doğru eğiliyorlardı.
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın yalnızca uzaylı bölümünü değil, diğer bütün maket ve efektlerini de ben hazırladım. Aynı zamanda, evdeki plâk arşivimden yararlanarak, o dönemin en gösterişli filmlerinin müzikleriyle bezemek suretiyle ses kayıtlarını yine ben gerçekleştirdim. Çekimlerinden 27 yıl sonra bugün, sözünü ettiğim görüntüler artık dünya çapında popüler olmuş durumda. Piyasanın ölü bir zamanında sektöre birazcık hareket getirsin diye çektiğimiz inanılmaz düşük bütçeli bir filmin gün gelip bu kadar tantana kopartacağını bilseydim, çekerken biraz daha ince çalışırdım. Fakat, eğer ki ben aşırı titizlik sergileseydim, ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ böylesine popüler olur muydu o da ayrı bir tartışma konusu. Çünkü onun bütün güzelliği döküntülüğünde. Biliyorsunuz, 2006’da çok ciddi bir masraf yaparak ikincisini çektiler, fakat aynı tadı vermedi.”
*****
Yeni başlayanlar için “trash cinema” sözlüğü
“TRASH CINEMA”: Çok düşük bütçeler ve tanınmamış (bazen de düpedüz amatör) oyuncularla çekilen; özel efektleri tam bir zavallılık gösterisi olan; senaryosu, kamera kullanımı, ışık düzeni, kurgusu, müzikleri ve genel yönetimiyle hissedilir bir özensizlik içeren; gösterime girdiği dönemlerde sinemaseverler ve eleştirmenlerden hiç saygı görmeyip kısa sürede unutulup gitmiş, ancak zaman içinde tekrar hatırlanarak daha farklı bir sosyolojik-estetik bakış açısıyla ele alındığında giderek değer kazanmaya başlamış “ezik” filmler… Tam çevirisiyle “Çöplük Sineması”…
Bu türün yeryüzündeki en büyük ustalarından biri Türkiye sineması olup, ülkemizdeki en unutulmaz örneklerini de Yılmaz Atadeniz, Kunt Tulgar, Çetin İnanç ve İrfan Atasoy gibi yönetmenler eliyle vermiştir. Meksika, Hindistan, Endonezya ve İtalya ise diğer önemli ustalar arasında sayılabilir.
B-MOVIE: Yoğun olarak “trash cinema” özellikleri taşıması nedeniyle sinema salonlarında yaygın gösterime çıkmak yerine (eskiden video kaset, şimdilerde ise) doğrudan DVD piyasasını hedefleyerek çekilmiş olan düşük bütçeli film türü… Bunların büyük bölümü beyazperdede hiç bir zaman gösterim şansı bulamazken, görece eli yüzü düzgün olarak kabûl edilen bazıları da Amerikan sinema işletmeciliği sisteminde, yazlık ya da arabalı sinemalarda seyirciyi çekmesi beklenen esas filmin önüne garnitür olarak eklenip gösterilirdi. Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez’in birlikte çektikleri 2007 yapımı “Grindhouse”, bütünüyle bu filmlere adanmış bir saygı gösterisidir.
Kunt Tulgar – Ali Murat Güven Fotoğrafları: M. Yasir Düzcan
(01 Kasım 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü