İstanbul Modern Sinema, 31 Ekim Pazar gününden başlayarak bir hafta boyunca Şilili usta belgeselci Patricio Guzmán’ın üç önemli filmine ev sahipliği yapıyor.
Şilili usta belgeselci daha önce İKSV festivallerinde izleme şansını yakaladığımız yapıtlarından 2010 yapımı ‘Işığa Özlem / Nostalgia de la Luz’da çocukluğunun huzurlu ülkesinden söz eder. Astronomiye olan ilgisinin kaynağından, Pasifik Okyanusu ile And dağları arasında yer alan Atamaca çölüne konuşlanmış dev teleskoplar aracılığıyla uzak yıldızları keşfin büyülü serüvenini dile getirir. Devlet başkanlarının caddelerde korumasız gezindiği barış dolu yıllar fazla uzun sürmemiştir gerçi. Amerikan desteğiyle Salvador Allende’yi deviren general Pinochet’nin kanlı darbesi demokrasi hayalleriyle birlikte bilimsel çalışmaları da toprağa gömecektir.
2015 yılında Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen Sedef Düğme / El Botón de Nácar’da yönetmenin kendi sesinden hiçbir canlının, kuşların böceklerin yaşamadığı Atamaca çölünü, ‘yıldızlara açılan pencereler’ olarak tanımladığı teleskopların kurulu olduğu bu 10.000 yıllık transit yolun tarihini öğreniyoruz. Guzmán kaya çizimlerinde Kolomb öncesi uygarlıkların izini sürer. Köle gibi çalıştırılmış 19. yüzyıl madencilerinin ikamet ettiği ve daha sonra Pinochet diktatörlüğünün toplama kampı olarak kullanılmış Chacabuco kalıntılarının peşine düşer. 17 yıl sürecek olan kanlı diktatörlük döneminde 30.000 kişinin işkence gördüğünü, bir o kadar sayıda kişinin de kayıp olduğu gerçeğinden yola çıkarak uçsuz bucaksız çölde geçmişin izini sürer bıkmadan usanmadan. İşkencecilerin serbestçe dolaştığı ülkede kayıp yakınlarını aramaya devam eden kadınlara bu çileli süreçte yoldaş olur. 90’lı yıllarda ortaya çıkarılan toplu mezarları belgeler. Umutsuzca sevdiklerinden kalanları arayan bugün artık yaşları hayli ilerlemiş kadınların sesine kulak vererek, kayıpların ölmüş bedenlerinin okyanusa atılmış olduğu şüphesini araştırmaya karar verir.
‘Işığa Özlem’in karasal arayışını suda devam ettiriyor ‘Sedef Düğme’. Şili’nin yaşayan usta şairlerinden Raul Zurita’nın ‘hepimiz tek sudan gelen nehirleriz’ dizesiyle açılan filminde dünyadaki yaşamın temel kaynağı olan suyun hafızasına kulak veriyoruz. 4.200 kilometre sahil şeridi bulunan Şili’de halkın suyla olan ilişkisine değinen Guzmán suyun ailenin bir parçası sayıldığı toprakların atalarının hikâyesine kadar uzanıyor. Günümüz araştırmalarında kuyruklu yıldızlardan dünyamıza geldiği tartışılan suyun nimetlerini de tehlikelerini de kabul etmiş, ölenlerin ruhlarının gökteki yıldızlara dönüştüğüne inanmış kadim Patagonyalıları tanıtıyor. Batılı sömürgecilerin kıtaya gelişi ve vahşi soykırıma sıra geliyor daha sonra. Bir sedef düğmeye tav olarak medenileştirilmek (!) üzere İngiltere’ye götürülen ve ruhunu kaybeden Jimmy Button’ın (soyadı o sedef düğmeden gelmektedir) hikâyesini öğreniyoruz.
Acımasız soykırımla yerli nüfusun nasıl yok edildiğini ve günümüzdeki Şilili halkın doğadan ne ölçüde kopuk olduğunun hazin hikâyesine kulak veririz yine yönetmenin kendi ağzından. Bu tarihsel katliam Pinochet yönetimin zulüm dolu yıllarına bağlanır. Patagonya’nın başkenti Dawson adasında Allende yanlılarının işkence gördüğünü öğreniriz. Ve ülkesinin okyanusun derinliklerine gizlenmiş utancını açığa çıkarmaya gelir sıra. İşkencede öldürülen siyasi suçluların göğüsleri üzerine otuz kilo ağırlığında ray parçaları bağlandıktan sonra paketlenmiş bir halde helikopterlerle suya atıldığı temsili olarak canlanır perdede. Deniz dibinde yapılan araştırmalarda paslanmış bir ray parçası üzerinden insan kalıntılarının yanında bir sedef düğme bulunmuştur. Ve bu sedef düğme Patagonya yerlileri ile Pinochet kurbanı masumların ortak yazgısının sembolü, vahşet anılarının tanığı olarak belleklere kazınır.
Patricio Guzmán’ın geçmişin acılarıyla cebelleştiği filmleri günümüz Şili aydınının hak ve adalet çığlığıdır. ‘İnsan zulmünün sonu yoktur’ diyor yönetmen. Suçlular yargılanmadıkça ölenlerin ruhları huzur bulmayacak, kayıplar bulunmadıkça aileleri huzura kavuşamayacak diye ekliyor. 46 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan usta sinemacının yıllardır süren çabasının şimdilik son halkası olan ve geçtiğimiz yıl Cannes’da ödüllendirilen son filmi ‘Rüyaların Dağları / La Cordillera de los Sueños’da ise Şili’yi çepeçevre saran And Dağları’nda geçmişinin izini sürer. Çocukluğunu geçirdiği harabeye dönmüş evinden yükselen dumanın ruhunu hiç terk etmediğinden dem vurur. Şili’nin diktatörlükle yitirilen saf neşesine kavuşabilmesi tek dileği. 70’lerde çektiği belge filmlerle ülkenin acı yakın tarihine tanıklık eden Pablo Salas ile tanıştırır bizleri. Üçüncü dünya ülkelerinin zengini kayıran, yoksulu sömüren ekonomik sisteminde bunalan insanlarıyla benzer şeyler yaşadığımızı duyumsayarak kederleniriz.
(29 Ekim 2021)
Ferhan Baran
ferhanbaran@gmail.com