“Sadece onlardan biri olmak istedim. Bana biraz tütün, biraz şarap vermelerini isterdim. Ya da sadece ‘Bugün nasılsın?’ diye sorsunlar, ben de cevap verirdim, biraz sohbet ederdik. Arada sırada hediye olarak içlerinden birinin resmini çizerdim. Belki kabul edip saklarlardı. Ve bir kadın bana gülümseyip ‘Aç mısın?’ diye sorardı. Biraz jambon, biraz peynir, belki biraz meyve ikram ederdi.” Julian Schnabel’in Vincent Van Gogh’u yorumladığı ‘Sonsuzluğun Kapısında / At Eternity’s Gate’ adlı son çalışmasında, ölümsüz sanatçı çizimlerinden önce bu sözleriyle sesleniyor bizlere. Karanlık perdenin gerisinden onun mütevazi isteklerini duyuyoruz, resimlerini görmeden önce.
Modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam üzerine çekilmiş bir film için kuşkusuz cesaret isteyen bu girişle birlikte, kendisi de ressam olan yönetmenin, daha önce Van Gogh üzerine yapılmış klasik biyografilerden farklı bir şeyler peşinde olduğu hemen anlaşılıyor. El kamerasıyla çekilmiş ilk görüntüden itibaren, O’nun insanın ve doğanın binbir gizini keşfe çıkışının coşkulu hikâyesini izlemeye başlıyoruz.
Ressamın son döneminden manzaralar üzerine yoğunlaşmak istemiş Schnabel. Sanat çevrelerinden ilgi görmediği Paris’in gri kasvetinden uzaklaştığı, dostu Gaugin’in önerisiyle güneşin, sıcağın ve sarının izinde Fransa’nın güneyine Auvers-sur-Oise bölgesine yerleştiği zamanlara. Bu süreçte ressamın beynine dalıp, onun varoluş sorunsalı üzerine bir araştırmaya girişiyor Schnabel.
‘Zaman zaman aklımı kaybediyor gibi hissediyorum.’ diyor Vincent. ‘Sokaklarda bağırdığımı, ağladığımı, yüzümde siyah boya ile çocukları korkuttuğumu söylüyorlar. Herşey karanlık, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bazen birşeyler görüyorum. Hayaletler mi yoksa, bilmiyorum. Çiçekler, bazen insan yüzleri. Bazen benimle konuşuyorlar, onları anlamıyorum.’
Psikoloji uzmanları çok daha iyi değerlendireceklerdir kuşkusuz. Belli ki, sanatçıyı kıskacına almış bir şizofreniden kaynaklanıyor O’nun bu çaresiz huzursuzluğu. Lakin, sanatın en hası bir tutam delilik kaynaklı değil midir zaten. Kendini doğanın koynuna bırakmak, sanatçıyı etrafına ve de kendine zarar vermekten kurtaracaktır. Doğaya baktığında insanları birleştiren bağları daha iyi görmüştür. Orada titreyen enerjiyi, Tanrı’nın sesini duymuştur.
Kardeşi Theo aracılığıyla Gaugin ile tekrar buluşuyor bir süre. Resim ile doğa arasındaki ilişkiyi tamamen değiştirmek üzerine tartışıyorlar. Vincent resmi icat etmemiş, onu doğada bulmuştur. Çizerken sadece özgür bırakmalıdır kendisini. Gaugin’in tavsiyesinin tersine kontrol dışı olmayı ister. Çizimlerinde ne kadar hızlı ve coşkun olursa, kendini o kadar iyi hissetmektedir. Gördüğü şeyleri göremeyen kardeşlerine gösterecek, böylece onların umut ve teselli kaynağı olacaktır.
Tanrı’nın O’nu belki de henüz doğmamış insanlar için ressam yaptığını, bu dünyada bir sürgün, kutsal topraklara ulaşma yolunda bir hacı olduğunu düşünür. Melekler üzgün olanlara yakın değil midir zaten. Ve hastalık, bazen bizi iyileştirir.
Auvers-sur-Oise’da kaldığı 80 gün içinde 75 resim çizer Vincent. 37 yaşındaki kuşkulu ölümü, ‘Loving Vincent’ filminde olduğu gibi bir kaza olarak yorumlanır burada da. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz.’ demiştir Vincent. Schnabel, sanatçının mektuplarından yola çıkarak O’nun aklını okumaya çalışmış. Her türlü spekülasyondan uzak kalarak O’nun yaratıcılığının gizemini keşfe çıkmış. El kamerası, flu görüntüler, karanlık perde kullanımı hep bu arayış çabasının ürünü. Klasik bir biyografi bekleyenleri belki tatmin etmeyecek ama, yaratıcının zihnine serbest vezin dalmak isteyen izleyiciler eşi bulunmaz bir deneyim ‘Sonsuzluğun Kapısında’. Hayatının rolünde bir Willem Dafoe, fiziksel benzerliğinin de avantajıyla, delilik ve yaratıcılık arasında gidip gelen ressama olağan dışı bir yorumla hayat vermiş. Benoît Delhomme’un kusursuz görüntü çalışması, Schnabel’in gözüpek deneyimine çok şey katmış.
(14 Şubat 2019)
Ferhan Baran