Suç ve Ceza

Hayır hayır, Dostoyevski’nin ölümsüz romanından söz etmiyorum. Yunan Yeni Dalgası’nın haşarı çocuğu Yorgos Lanthimos’un bu hafta sinemalarımıza gelen son filmine ilişkin yazım. Bizde ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ adıyla gösteriliyor ancak özgün adı ‘The Killing of a Sacred Deer’in dilimizdeki doğru karşılığı ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi’. Bunu özellikle belirtmemin nedeni, suç ve adalet kavramları üzerinde yoğunlaşan filmde doğal bir ölüm değil, bir cinayet ya da ölüme neden olan eylem yargılanıyor.

Film, Schubert’in ölümsüz ‘Stabat Mater’inin giriş bölümüyle açılıyor. Çarmıha gerilmiş Hz. İsa’nın yasını tutan Hz. Meryem’in hüznünü dile getiren koral bölümdür bu. Daha sonra yakın plan bir açık kalp ameliyatının görüntüleriyle Lanthimos’un oyunbaz evrenine dalıyoruz. Takip edenlerinin çok iyi bileceği gibi bir kez daha çekirdek aileden yola çıkarak kuruyor dünyasını yönetmen. Başarılı bir cerrahtır Cincinnati’li Steven Murphy. İlerlemiş yaşına rağmen hâlâ çok cazibeli göz doktoru eşi ve ergenlik çağının başındaki kızı ve ondan iki yaş küçük oğlu ile lüks evlerinde yaşarlar. Yönetmenin alamet-i farikası haline gelmiş donuk oyunculuk tercihi, mesafeli diyaloglar ve çiftin tuhaf sevişme alışkanlıklarının da ilavesiyle bu proje ailenin yapaylığının altını çizer Lanthimos.

Kendinden emin cerrahın 16 yaşındaki Martin’le tuhaf arkadaşlığı vasıtasıyla meraklandırır izleyicisini önce. Steven’ın pahalı hediyeler aldığı bu genç çocuk kimdir. Cinsel bir çekim ya da yasak bir aşkın meyvesi olduğu şüphelerine kapılırız bir süre. Martin ile cerrah arasındaki ilişkinin sırrına vakıf olduğumuzda Lanthimos’a özgü gerilim hızla devreye girer. Alkollü girdiği bir ameliyat sonucunda çocuğun babasının ölümüne neden olmuştur cerrah. Kısasa kısas bir adaletin tecellisini talep etmektedir Martin. Ya çocuklarından birisini ya da karısını feda etmelidir Steven, aksi halde çocukları önce elden ayaktan kesilecek, sonraki aşamada yemek yemeyi reddedecek, daha sonra gözleri kanayarak adım adım ölüme sürükleneceklerdir.

Filmin özgün adı antik Yunan kaynaklı. Esin kaynağı ise Euripides’in ölümünden hemen önce kaleme aldığı bilinen ‘Iphigenia Aulus’da’ adlı oyunu. Truva seferinin ünlü komutanı Agamemnon, gemilerinin yola çıkabilmesi için gerekli rüzgârı sağlayacak olan Artemis’e karşı suç işlemiştir. Tanrıça, kazara öldürdüğü kutsal geyiklerinden birinin karşılığında büyük kızı Iphighenia’yı kurban etmesini ister ondan. Oyun, işlediği suçun kefaretini ödemek durumunda kalan çaresiz komutanın karar verme süreci üzerinden ilerler. Lanthimos bu klasik öyküden yola çıkarak oyunbaz dünyasını kurar. Bir önceki filmi ‘The Lobster’da (İstakoz) olduğu gibi kendine özgü kuralları olan, inşa edilmiş bir evren değildir bu, içinde yaşadığımız dünyada geçer hikâye. Bu yaşanan dehşeti daha da büyütür.

Başlangıç sahnesindeki açıktaki kalbin çırpınışından başlayarak izleyicinin tedirginliği adım adım büyür. Bedenimizin ve varlığımızın ne kadar kırılgan olduğunu duyumsarız daha ilk sahneden. Saygın doktor çiftin dehşete sürüklenişlerine, umutsuzluklarına tanık oluruz. Bilim ve rasyonellik adına çaldıkları tüm kapılar yüzlerine kapanır. Çocukların kaçınılmaz ölüm yolculuğunu tıp izah edememektedir. Martin ise ‘Omen’ benzeri şeytani bir yaratık olarak çizilmemiştir. Onunla ve yaşadıklarıyla özdeşleşiriz. Giderek Tanrısal tecellinin cisim bulmuş haline dönüşür genç çocuk.

Değişmez ortağı Efthymis Filippou ile birlikte kaleme aldığı öyküsünden yola çıkan Lanthimos, kendine özgü kaos ve absürdü ilmek ilmek ördüğü bu en ürkütücü filminde, parmak ısırtan bir yönetmenlik sergiliyor. Görüntü, müzik ve kurgu çalışması kusursuz olarak hizmet ediyor tedirgin serüvene. Başlangıçtaki klasik Bach, Schubert ezgilerinin yerini Ligeti’nin karanlık tonları, çağdaş Tatar besteci Sofia Gubaidulina’nın yaylılar ve vurmalılar için soyut yapıtları alıyor. Kamerayı görünmez, dünya dışı bir varlık olarak düşündüğünü ifade ediyor sinemacı. Film boyunca ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ ile ‘The Lobster’da da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in ustalıklı üst ve alt açı çekimleriyle tepeden ya da yerden sürünerek ana karakterleri izliyor kamera görünmez bir varlık edasıyla.

İngilizce çektiği bu ikinci filmde bir kez daha Colin Farrell ile çalışıyor Yunanlı yönetmen. İçinde bulunduğumuz yılı pek verimli geçiren Nicole Kidman ve Martin’i canlandıran ve daha önce ‘Dunkirk’de izlediğimiz İrlandalı genç oyuncu Barry Keoghan’ın gözalıcı performanslarından sonuna dek yararlanıyor. Tek bir sahnede Martin’in annesi olarak gözüken doksanlı yılların çıtı pıtı, şimdinin yaşını almış oyuncusu Alicia Silverstone ise bu tekinsiz maceranın ‘tatlı’ bir sürprizi olarak gönüllerde yer ediyor.

(16 Kasım 2017)

Ferhan Baran

[email protected]