Lego Ninjago Filmi

Charlie Bean’ın yönettiği ve Olivia Munn, Jackie Chan, Justin Theroux ile Dave Franco’nun seslendirdiği animasyon film Lego Ninjago Filmi (The Lego Ninjago Movie), 29 Eylül 2017′de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Warner Bros. Pictures’ın LEGO® serisinde yeni bir film daha geliyor: LEGO Ninjago Filmi. Bu yeni büyük ekran Ninjago macerasında, Green Ninja adıyla da bilinen Lloyd ve hepsi gizli savaşçılar ve LEGO Yapım Ustaları olan arkadaşlarıyla beraber, Ninjago Şehri için savaşmaya çağırılıyorlar. Lego Ninjago Filmi’nin senaryosu Hilary Winston, Bob Logan ve Paul Fisher tarafından kaleme alındı.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 3

80’ler: Yeni Sağ’ın Zaferi

Rocky’nin muzaffer silueti akıldan çıkmadan, 81 yapımı Chariots of Fire / Ateş Arabaları ile çalışan ve başaran insanların arasına dönülmüştü. Böylesi bir ortamda Warren Beatty’nin John Reed uyarlaması Reds / Kızıllarının En İyi Yönetmen Oscar’ı alması bile mucize sayılırdı. Bir yıl sonra bir başka İngiliz yapımı biyografik film olan Gandhi, Hollywood temsillerine uygun bir seremoninin ardından heykele uzanacak, onu 84 tarihli Amadeus takip edecekti. Sergio Leone’nin Once Upon a Time in America / Bir Zamanlar Amerika ile şansı hemen hiç yoktu; çünkü film, şiddeti doğuran etmenleri sıralarken arka sokaklardaki göçmenlerin yaşantısını göstermeyi ihmal etmiyordu.

1983’e gelindiğinde kutsal ailenin yeniden bir araya getirilişine tanık olan seyirci, muhafazakâr Terms of Endearment / Sevgi Sözcükleri’ne sığınacaktı. Bu filmin rakiplerinden olan Lawrence Kasdan imzalı The Big Chill / Yıllar Sonra, 60’ların aktivistlerini yeniden bir araya getirmeye çalışıyor; ama köprünün üstünden çok sular aktığı anlaşılıyordu. Ertesi yıl Pollack, kariyerindeki en sıradan çalışmalardan biriyle (Out of Africa / Benim Afrikam) Oscar’a uzanacak; Orwell, Kafka ve Burgess göndermeleriyle hafızalara kazınan Terry Gilliam’ın fütüristik filmi Brazil, en çok da içerdiği sistem eleştirisiyle yarış dışına itilecekti.

Oliver Stone’un ilk kitlesel çıkışlarından olan Platoon / Müfreze – 1986, kısır geçen yılın öne çıkan yapımlarından olarak Akademi tarafından göz ardı edilemeyecek ve Vietnam karşıtı duruş Oscar’la taçlandırılır gibi görünecekti; oysa Kubrick’in Full Metal Jacket’i, sadece bir yıl sonra The Last Emperor / Son İmparator tercihi ile saf dışı bırakıldı. Film, özellikle ilk bölümüyle askerlerin savaşa hazırlanma ve birer makinaya dönüşme sürecini çok iyi anlatıyor, emperyalist ABD politikalarını mahkûm ediyordu.

80’ler Rain Man / Yağmur Adam – 1988 ve Driving Miss Daisy / Bayan Daisy’nin Şoförü ile noktalanacak, özellikle ikinci filmin Oscar’a uzanması ve Spike Lee’nin Do the Right Thing / Doğru Olanı Yap adlı filmini geride bırakması çokça tartışılacaktı. Bütün bu süreç içinde Soğuk Savaş rüzgârı dinmeye başlamış, SSCB’nin dağılmanın eşiğine gelmesi tek kutuplu bir dünyanın ayak seslerinin işitilmesine yol açmıştı. Başka bir deyişle, 70’lerin ikinci yarısından itibaren kuramsallaşan Yeni Sağ, bir yandan ana akım sinemaya hükmeder hale gelmiş, diğer yandan da ideolojik hâkimiyetini yerleştirmişti.

90’lardan Günümüze…

Dances with Wolves / Kurtlarla Dans, sessiz sinemanın ilk günlerinden bu yana potansiyel düşman ilan edilen ve bir kaç günah çıkarma eylemi sayılmazsa, kaderi (ve imajı) bir türlü değiştirilmeyen yerlilere itibarını iade ediyordu ama her şey için çok geç kalınmamış mıydı? (Bu noktada Marlon Brando’nun 1972 Oscar’larında ödülü yerli soykırımı nedeniyle reddetmesini ve bir Sioux kızını protestosunu kuvvetlendirmek amacıyla sahneye çıkarmasını hatırlatalım.)

80’lerde yenilenen ve iç içe geçen tür denemelerinin, süratli bir kurgu ile seyirciye nüfuz etme süreci, 90’lı yıllar adına da belirleyici olacaktı. Aksiyon ve gerilimi harmanlayan The Silence of Lamb / Kuzuların Sessizliği – 1991, westernin tabutuna son bir çivi çakan Eastwood’un Unforgiven / Affedilmeyen – 1992, epik filmlere dair yeni bir moda yaratan Braveheart / Cesur Yürek – 1995, Fargo ve Trainspotting gibi yeniçağın iki büyük başyapıtıyla yarıştığı yıl, şaşırtıcı (ya da hiç de şaşırtıcı olmayan) bir biçimde ipi göğüsleyen klişelerle örülü melodram The English Patient / İngiliz Hasta – 1996, yine melodramı aksiyon ve gerilimle aynı potada eriterek tüm zamanların gişe ve Oscar şampiyonları arasına yerleşen Titanic / Titanik – 1997 dönemin eğilimlerini ortaya koyuyordu. Ayrıca Akademi’nin, (Spielberg’ün muhafazakâr bakışıyla ABD ordusunu aklamaya çabaladığı Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’ını tercih ederek) Terence Malick’in savaşa dair insani yorumlarla dolu The Thin Red Line’a sırt çevirmesi, Büyük Ödül’ü anlamsız Shakespeare in Love / Aşık Shakespeare – 1998 adlı filme teslim etmesi, 90’ların hatırlanan kararlarından biri olarak ele alınabilir.

Benzer bir mantığa sahip olan 2000’ler, Gladiator / Gladyatör gibi dijital olanakları bir kenara bırakırsak tür adına yeni bir şey söylemeyen bir filmle yolculuğuna başlamıştı. Ertesi yıl, Ron Howard’ın bir başka klişelerle dolu biyografik filmi A Beautiful Mind / Akıl Oyunları, adaylar arasında Memento / Akıl Defteri gibi özellikle kurgu açısından önemli yenilikler barındıran bir filme tercih edilecekti. 2002’de ise müzikal bir film Chicago; The Pianist / Piyanist, Adaptation / Tersyüz, About Schmidt / Schmidt Hakkında gibi yapımların arasından sıyrılarak Oscar’a uzandı.

The Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi serisini noktalayan film, popüler sinemada birden çok türün bileşkesi olarak, tohumlarının 80’lerde atıldığını düşündüğümüz sinemasal anlayışın ulaştığı noktayı vurguluyordu. Aynı yıl gösterime giren Mystic River / Gizemli Nehir, ABD’deki muhafazakâr eğilimlerin başlıca temsilcilerinden olduğu iddia edilen bir sinema adamının, Clint Eatwood’un filmografisindeki en nadide ürünlerden biriydi. Yönetmen, sadece bir yıl sonra, önceki çalışmasıyla kıyaslanamayacak oranda sığ bir anlatıma sahip olan melodramatik boks filmi Million Dollar Baby / Milyonluk Bebek ile telafi Oscar’ına sahip olacaktı. 2006’da bir başka telafi Oscar’ı, Akademi’nin lanetli yönetmeni Scorsese’ye gidecek, sırası gelen Coen’ler ise 2007 yılında, tüm kariyerleri göz önünde bulundurulursa ortalamayı temsil eden bir proje olan No Country for Old Man / İhtiyarlara Yer Yok ile mutlu sona ulaşacaklardı.

2000’lerin En İyi Film Oscar’ına sahip olan yapımlar arasında en çok dikkat çekenlerden biri Paul Haggis imzalı Crash / Çarpışma -2005 oldu. Hakkındaki iddiaların muhtelif olduğu; ancak bir bütün olarak bakıldığında Bush politikalarının ulaştığı sonucu betimleyen 11 Eylül saldırılarının ardından, yoğunlaşan ırkçı bakışın izini süren yönetmen, daha önce Inarritu’da olgun örnekleriyle karşılaştığımız çoklu yaşamların kesişmesini başarıyla perdeye yansıtıyordu.

Danny Boyle, Slumdog Millionaire / Milyonerde ödül dağıtıcıların çok hoşlandıkları oryantalist bakışı Hindistan atmosferine taşımıştı. The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak’ta ise (Oscarlı ilk kadın yönetmen olma onuruna erişen) Kathlyn Bigelow, muhafazakâr ve aklayıcı bir bakışla ABD Ordusu’nun müdahalelerini masaya yatırıyor; işin ilginç yanı, teknolojik olanakların ulaştığı noktayı ortaya koyan Avatar, içerdiği muhalif anlatıdan olsa gerek, yarışın dışına itiliyordu. Konuşmayı başararak (!) ulusuna önderlik etmeyi öğrenen kralın öyküsünün En İyi Film seçildiği 2011 Oscar’ları ise sektörün 83 yıllık tarihine ihanet etmediğinin en somut göstergelerindendi. (Ayrıca o yılın öne çıkan diğer adaylarına baktığımızda, çağımız gençliğine yeni ifade yolları açarak ‘voliyi vuran’ gencin serüvenlerinin, doğaya direnerek hayatta kalmayı başaran bir modern çağ kâşifine ya da olanaksız koşullarda dahi çalışıp çabalayarak Amerikan Rüyası’na dalabilen boksöre karıştığını pekâlâ görebiliriz.)

Tablo, hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve gerçekten de özgün bir proje olan “Artist”le tamamlanmıştı; ancak bir farkla: Sessiz sinemanın önemli figürlerinden John Gilbert’in yaşamından esinlenen ve ünlü bir oyuncunun yaşanan teknik gelişmeler sonucu yalnızlığa itilmesini konu edinen film, finalde rüyayı yaşanılır kılıyor ve gerçeklikle bağdaşmama pahasına bireye mutluluğun kapılarını aralıyordu. Fransız yönetmenden Amerikan usulü sinema! Her şey tam da Hollywood’a göre işliyordu sizin anlayacağınız!

85. Oscar’da Ortadoğu’yu Amerikan adaletiyle tanıştıran (!) Argo / Operasyon: Argo ve Zero Dark Thirty, inananların zaferini tescilleyen Life of Pi / Pi’nin Yaşamı ve ortaya karışık spagetti western ve siyah sömürü sineması (Django Unchained / Zincirsiz) gibi filmler yarışmıştı. Bir yıl sonra, kaçışını Beyaz Adam’ın vicdanı sayesinde gerçekleştiren 12 Years a Slave / 12 Yıllık Esaret ödüle uzanırken, deneysel bir bakışın ürünü olan Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) / Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi)’nin 2015 töreninde En İyi Film seçilmesi, Oscar tarihinin ayırt edici yönlerinden biri olmuştu. Benzer bir durum, 70’lerin paranoya sinemasını akla getiren, geçen yılın kazananı Spotlight için de söylenebilir.

Sonuç Yerine

Güven tazelemek, sistemin gayret eden insanın yüzüne (hemen olmasa da!) bir gün, bir yerde mutlaka güleceği duygusunu pekiştirmek, ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından yürürlüğe koyduğu rüyanın özeti gibidir. Her kriz anında ya da varlığının sorgulanır, politikalarının eleştirilir hale gelmesinin hemen ardından gündeme gelen bu anlayış, sanat camiasının en popüler unsurlarından olan sinemayla mutlak bir mutabakatla sonuçlanmaktadır.

Kuşkusuz popüler sinemanın kimi dönemlerinde yedinci sanatın çağa tanıklık eden ve sorgulayan kimliğine yaraşır kimlikte ürünler ortaya konmuştur; ama bu ürünleri bizzat kendi eliyle soframıza sunan ve ne denli demokrat olduğunu “gözümüze sokan” da yine aynı sistemdir. Marx’ın deyişiyle “kapitalizm kendi idamı için olsa bile ip satar; ama ipin çürük olmasına bakar!”

Elbette bir eğlence aracının (!) bütün bu yazı boyunca iddia edildiği gibi, bir sistemin mevcudiyetini sürdürme siyasetinde bu denli belirleyici olabileceği iddiasını “saçma” olarak nitelendirmek de olasıdır. Chaplin’i, Welles’i, Lilian Hellmann’ı, Büyük Bunalım’ı, Soğuk Savaş’ı, McCarthy’lerin odun taşıdığı cadı kazanlarını, Küba, Vietnam ve ardıllarını ve günümüzü bir kenara bırakmak da öyle. Ama Oscar, “sinema ve ideoloji” tartışmasının en belirgin başlığı olarak daha uzunca bir süre gündemde kalmayı sürdürecektir.

(20 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

9. TRT Belgesel Ödülleri’ne Rekor Başvuru

TRT’nin belgesel filmcileri desteklemek amacıyla başlattığı Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri’ne başvurularda bu yıl bir rekora imza atıldı. Yurt içinden ve yurt dışından yoğun ilgi gören TRT Belgesel Ödülleri’ne 2015 yılında 42 ülkeden 348 belgesel film, 2016 yılında ise 47 ülkeden 427 belgesel film katılmıştı. 9. TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl 78 ülkeden 665 başvuru yapıldı. 9. Uluslararası TRT Belgesel Günleri’ne katılım her yıl kendi rekorunu kırarak kültür ve sanat dünyasında kök salıyor. Eleme sonuçları 27 Şubat’ta açıklanacak ve finale kalan filmler, 11 – 14 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da 2017 TRT Belgesel Günleri’nde 6 salonda seyirciyle buluşacak.

9. TRT Belgesel Ödülleri’ne Rekor Başvuru yazısına devam et

Ayışığı’nda Mavi Görünür Siyah Çocuklar

‘Ay Işığı / Moonlight’ 2016 yılında Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli keşiflerinden biriydi. Siyah bir gencin 16 yıla yayılmış büyüme hikâyesini üç bölüm halinde aktaran yapım, Afro-Amerikan sinemanın Akademi Ödülleri’ndeki temsilcisi olarak halen gündemdeki yerini koruyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin görkemli gövde gösterisi olarak şahsen çokça da önemsemediğim Oscar adaylıkları bir yana, belki bir başyapıt değil ama, iyi kotarılmış içtenlikli bir sinema örneği bu.

37 yaşındaki yönetmen Barry Jenkins, Richard Linklater etkisi taşıyan ilk denemesi 2008 yapımı ‘Medicine for Melancholy’nin ardından çektiği yeni filminde, kendisi gibi siyah oyun yazarı Tarell Alvin McCraney’nin -Türkçe karşılığını yazının başlığına seçtiğimiz- ‘In Moonlight Black Boys Look Blue’ isimli oyununu kaynak almış. Oyun metninden farklı olarak, hem siyah, hem yoksul, hem de eşcinsel eğilimli ana karakterinin öyküsünü kronolojik atlamalarla anlatma yolunu seçmiş.

Yönetmenin doğup büyüdüğü Liberty City, Miami’nin yoksul mahallesini mekân alan yapım, benzerlikler olsa da özyaşamsal bir hikâye anlatmıyor. Uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşam savaşı veren, ‘Little’ (yani küçük) lâkabıyla anılan çelimsiz siyah çocuğun baba figürü arayışını ele alan ilk bölüm Tanrı/İsa ilişkisini çağrıştırıyor. İkinci bölümde ortaokul-lise yıllarında eril şiddetin hüküm sürdüğü çevresiyle uyum kurmakta zorlanan Chiron’un dışlanmasına şahit oluyoruz. Kendine bile itiraf etmekten çekindiği cinsel dürtülerinin su yüzüne çıktığı ay ışığı altındaki gece ilk kez dokunduğu bedende aşkla tanışıyor genç adam.

On küsur yıllık bir sıçramanın ardından, artık ‘Black’ olarak çağrılan Chiron’un fiziksel olarak muazzam bir biçimde değiştiğine tanıklık ediyoruz. Çocukluk yıllarındaki baba figürünün ‘ne olmak istediğine kendin karar verirsin, başkasının senin yerine karar vermesine izin verme’ öğüdüne uyamamıştır. Yaşadığı çevre onu güçlü ve sert bir siyah erkek olmaya zorlamış, o da bunun gereklerini yerine getirmiştir. Ancak gözleri onu ele vermektedir. Hayatı boyunca kendisine dokunmuş olan ilk ve tek aşkı ile yıllar sonra karşılaştığında koca cüsseli Black bastırdığı hisleriyle yüzyüze gelecektir.

Kısa özetten de anlaşılacağı üzere, acımasız bir dünyada geçen son derece şiirsel bir öykü anlatıyor ‘Moonlight’. Aynı çevrede, küçük Chiron gibi uyuşturucu bağımlısı AIDS hastası anneyle büyümüş Jenkins, yoksul siyah gençlere biçilmiş bir hayata direnmiş, okul yıllarında tanıştığı sinemanın büyüsüyle kendini ifade etmek istemiş. İkinci uzun metrajında favori yönetmenlerinden Hou Hsiao-Hsien imzalı ‘Üç Zaman’ın ana yapısından yola çıkmış. Son epizod’da Claire Denis’in ‘Vendredi Soir’ (Cuma Gecesi) ve Wong Kar-Wai’in ‘Happy Together’inin (Mutlu Beraberlik) gözle görünür etkisini duyumsuyorsunuz.

Epizodik yapısı üç bölümlü bir sonatı anımsatan filmin müzikleri özenle seçilmiş. İlk bölümde yer alan Mozart’ın K.339 ‘Vesperae Solennes de Confessore’ adlı koral eserinin ünlü ‘Laudate Dominum’una tanınmış film müziği bestecisi Nicholas Britell’in barok etkili tınıları karışıyor. Son epizodun trajik İspanyol halk şarkısı ‘Cucurrucucú Paloma’ya müzik kutusundan yükselen 60’lı yılların ünlü Barbara Lewis klasiği ‘Hello Stranger’ eklemleniyor. Görüntü yönetmeni James Laxton’ın geniş renk paleti ve aktörlerin bastırılmış duygularını ele veren yakın plan tercihleri son derece yerinde. Oscar adayı deneyimli oyuncular Mahershala Ali ve Noamie Harris’in ve ‘Black’ rolünde yükselen siyah oyuncu Trevante Rhodes’in performansları birinci sınıf.

Kimliği yüzünden dışlanmış, dünyada yalnız bırakılmış herkesin duygularını dile getiren, Donald Trump iktidarına bir manifesto niteliğindeki bu şiirsel filmi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum.

(20 Şubat 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Gerçeğe Çağrı

Bir Etkinlik Birden Fazla İsimle Anılıyorsa Afişindeki Adına İtibar Ediniz

TRT’nin, amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek amacıyla başlattığı Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri’ne başvurularda bu yıl bir rekora imza atıldı. Yurt içinden ve yurt dışından yoğun ilgi gören TRT Belgesel Ödülleri’ne 2015 yılında 42 ülkeden 348 belgesel film, 2016 yılında ise 47 ülkeden 427 belgesel film katılmıştı. 9. TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl Dominik Cumhuriyeti’nden Rusya’ya, Mısır’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Kanada’dan Japonya’ya 78 ülkeden 665 başvuru yapıldı. Dünyada benzer etkinliklere başvurular giderek azalırken 9. Uluslararası TRT Belgesel Günleri’ne katılım her yıl kendi rekorunu kırarak kültür ve sanat dünyasında kök salıyor. Yapılacak ön elemenin sonuçları 27 Şubat 2017’de açıklanacak ve finale kalan filmler, 11-14 Mayıs 2017 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek. 2017 TRT Belgesel Günlerinde 6 ayrı salonda seyirciyle buluşacak.

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Kong: Kafatası Adası filminin basın bülteni, zaman mefhumunun acı bir tarafını daha keşfetmeme sebep oldu. Filmde rol alan John Goodman adlı oyuncu Transformers: Age of Extinction (IMDb.ye göre bu filmde sadece sesi rol alıyor) ve Argo adlı filmlerin oyuncusu olarak tanıtılıyor. Genç kuşak için bu tanıtım belki doğru bir tanıtım ancak bir önceki kuşak, yani bendenizin bulunduğu yaş aralığındaki sinemaseverlere John Goodman deseniniz otomatikman “Ooo Big Lebowski” der. Misalen 10 sene sonra çevirdiği bir filmin bülteninde Keanu Reeves John Wick’in oyuncusu olarak tanıtılacak, oysa Keanu Reeves denildiğinde şu anda akla hemen Matrix geliyor. Neticede zamanın acımasız çarkı yavaş dönüyor ama her şeyi öğütüyor, unutturuyor. Bahsettiğim acı bu. (12 Şubat 2017)

Ahmet fiili durum yaratınca makbul, Mehmet memleketin fiili durumu aynen devam etsin deyince yanlış oluyor. Kafam karıştı vesselam. (14 Şubat 2017)

Yabancı filmlerdeki bazı sanatçı adlarının Türkçe karşılıkları ilginç çağrışımlar yapıyor. Misalen: Dehşet ve İntikam’da (Outrage) Mel Ferrer oynuyor. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın (The Postman Always Rings Twice) yönetmeni Tay Garnett, başrol oyuncusu Cecil Kelleway. Denizler Hakimi (Against All Flags) adı filmin müziğini Hans Salter yapmış, başrolünde Errol Flynn oynuyor. Punch ve Jody’de (Punch and Jody) Ruth Roman oynuyor. Sırasıyla şunlar çağrışıyor: Mel mel bakmak / At yavrusu / Kelle paça / Şalter’i indirmek / Erol Taş / Çingeneler Zamanı. (14 Şubat 2017)

Sevgililer Günü’nden hareketle: Kardeşler ve Sevgililer 1996 Nisan, Çılgınlar ve Sevgililer (Dude Where Is My Car) 30 Mart 2001, Sevgililer Günü Katliamı (My Bloody Valentine 3-D) 13 Şubat 2009, Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriend Past) 24 Temmuz 2009, Sevgililer Günü (Valentine’s Day) 12 Şubat 2010 tarihinde vizyona girmiş. (14 Şubat 2017)

Ünlü yönetmen “Dünyayı utanç kurtaracak” diyor ya, aslında dünya, dünyaya geldiğinde kurtulmuş haldeydi; saftı. Sonradan gelen insanoğlu yüzbinlerce yıl uğraşa uğraşa onu yeniden kurtarılacak hale getirdi. Yani bugün için utanç, vicdan ve hoşgörü dünyayı yeniden kurtaracak. Misalen bugün ülkemizde herkes utanç, vicdan ve hoşgörüsünü harekete geçirse memleket yarın güllük gülistanlık olur. İhtiraslar arkada kalsın. Önce sen. (15 Şubat 2017)

Reis sinema tarihimize herhalde en fazla değişikliğe uğrayan film olarak geçecek. Çekimine karar verildiğinden bu yana yapımcısı değişti, dağıtımcısı değişti, vizyon tarihi değişti, afişi değişti, görüntüleri değişti. Bakınız görsel. Bu arada belirtmiş olayım Türk Sineması’nda tek Reis var, O da Reis Çelik; film dersek Oruç Reis, Reisin Kızı ve Reis Bey gibi filmler var. Reisin Kızı’nda Reis rolünde Muammer Karaca, kızı rolünde Gülşen Bubikoğlu, Reis Bey’de ise Haluk Kurdoğlu oynuyor. Bir de 2011 yılında yapılmış Reis ve 2009 yılında yapılmış Aile Reisi adlı 2 TV dizisi var. Bu arada Reis’in, vizyona girdiğinde, 3. haftasına başlamış olan Recep İvedik 5 ile karşılaşacağını da belirtelim. (16 Şubat 2017)

Şilili şair Pablo Neruda’nın filminin yönetmenliğini Pablo Larrain yapmış; ahdim olsun yönetmenlik yapmaya karar verirsem Gülistan ve Bostan’ın yazarı Şirazlı şair Şeyh Sadi’nin filmini de ben çekeceğim. (Gelgelelim “Uzak İhtimal” / Şiir ve sinema sevgimden şüphe etmiyorum da iş yönetmenlik kabiliyetine gelince, orada derin düşüncelere gark oluyorum.) (18 Şubat 2017)

(20 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Gizli Sayılar -Hidden Figures-

Tarihin akışına ivme katan kişilikler vardır, birçoğunu bilmeyiz bile. Başarılı olup olmadıklarından öte, kazandırdıklarıdır belirleyici olan. Çünkü karanlığı yırtmışlardır, aydınlığı taşımışlardır, sadece kendilerine değil, tüm insanlığa. Gizli Sayılar, gerçek hayattan aldıklarını bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Düşünün, 1960’lar, daha dündür ama cinsiyet ayrımcılığının da ırkçılığın da belirleyici olduğu yıllardır, bir yandan uzay yarışı sürerken.

Yılmadan, bıkmadan, usanmadan…

Sovyetler Birliği ile ABD arasında tüm dünyayı etkileyen soğuk savaş sürerken bir yandan da uzay yarışı yapılıyor. Uzayı fetheden soğuk savaşın da galibi olacaktır. Sovyetler tarafında neler olduğunu bilmiyoruz ama ABD tarafında cinsiyet ayrımcılığı da, ırkçılık da tüm gücüyle belirleyici oluyor. En çalışkan, en başarılı, en bilgili olmalarına rağmen, filmin ele aldığı üç siyahi kadın hem dışlanıyor, hem aşağılanıyor. Onlarsa bıkmadan, yılmadan, yüksünmeden mücadele ediyorlar. NASA’da uzay çalışmalarında görev alan Katherine Goble Johnson (Taraji P. Henson), Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) ve Mary Jackson (Janelle Monáe) cinsiyet ayrımcılığını da, ırkçılığı da yeniyorlar.

Gerçek hayattan…

Biri, bilgisayarların yaptığı hatayı bile bulabilen, kimseye taviz vermeyen, sayılarla arası çok iyi olduğu için uzay merkezine kabul edilen ilk siyahi kadındır. Diğeri bilgisayar programcılığını kendi çabasıyla başaran ve mühendislerin çözemediği sorunları bir çırpıda gideren, -çok önemli bir dayanışma örneği de gösterir- lider ruhlu bir kadındır. Öbürü beyazların okuluna kendini kabul ettirerek ilk kadın ve siyahi uzay mühendisi olur. Uzay projesinin başındaki Al Harrison (Kevin Costner) ayrımcılığa -aslında kendilerini uzay yarışında geri bıraktıran zamanı harcandığı için- karşı çıkınca bir şeyler yerine oturur.

Dönüm noktası…

ABD uzay yarışını kazanmak zorundadır, onun için çalışanların haklarını gasp etmekten çekinmez. Bir biyografik drama olan, gerçek bir yaşamın kesitlerini anlatan bir film “Gizli Sayılar”. Görüyoruz, maaş da vermezler, mesai de… Fiilen yönetici olan Dorothy, ne terfi eder ne de asaleten atanır… Ne zaman ki, başarır, o zaman Mrs. Vaughan olur… Katherine’in ihtiyacı için bir kilometre kadar uzaktaki tuvalete koşturması gerçekten acıdır; kahve makinesi konusu küçük ama belirleyici bir dönüm noktasıdır… Janelle ise siyahilerin ve kadınların alınmadığı okula ilk kabul edilen olmayı söke söke başarır…

Biz şimdi, bir referanduma gidiyoruz ya, neredeyse birbirimizi vatan hainliğiyle suçlayarak. Yanlışımızı görmek, ayrımcılığı aşmak için bir seçenek var önümüzde… Gizli Sayılar bize rehberlik edebilir.

Gizli Sayılar -Hidden Figures- Biyografik dram, yönetmen Theodore Melfi, oyuncular Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monáe, Kevin Costner, Kirsten Dunst… 24 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(20 Şubat 2017)

Korkut Akın

Ferhan Baran Yazıyor: Toni Erdmann’dan Yaşam Dersleri

2016 yılının en büyük sürprizlerinden biriydi ‘Toni Erdmann’. İlk kez gösterildiği ’69. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerin gözdesi oldu. Aralık ayı içinde açıklanan Avrupa Film Ödülleri’ne beş ana dalda damgasını vurdu. Şimdilerde En İyi Yabancı Film dalında Oscar’ın favorisi. Alışılmadık bir baba kız ilişkisini konu alan filmin bu denli sevilmesinin nedeni, paha biçilmez yaşam dersleri içermesinden kaynaklanıyor. Sakin Alman … Devamı… »