Korkut Akın Yazıyor: Zor Saatler

2012 yılının son günlerinde Şile’de fırtınada ikiye bölünen tankeri kurtarmak için gönderilen kıyı emniyet motorunun kayalara çarparak parçalandığını ve tüm personelin hayatını kaybettiğini anımsıyorsunuzdur. Haberlerden bildiğimiz kadarıyla Kıyı Emniyeti Genel Müdürü, izinli olan kaptanı çağırarak arızalı motorla çıkarmıştı fırtınalı sulara ekibini. “Zor Saatler”de, bizim 2012’de yaşadığımız bir olayın 1952’de Amerika … Devamı… »

Aşk ve Özgürlük

Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir diyor Carol. Yaşanacak olanlar er ya da geç yaşanacaktır. Beklenmedik koşullarda beliren aşka hazırlıksız yakalanmıştır Therese ile Carol. Kırklı yıllar yeni bitmiştir. Savaş sonrası dönemin tedirginliği ve McCarthy paranoyasının üzerine sinmiş olduğu 1950’ler New York’unda yoları kesişir iki genç kadının. Sadece yaşları değil sınıf farkı da zorlar ilişkilerini. Lakin görmüş geçirmiş korunaklı Carol ile ürkek ve kırılgan Therese etraflarında inşa edilmiş kalıpların dışına çıkmaya, dönemin şartlarına göre örnek teşkil etmeyen aşklarını yaşamaya kararlıdır.

Bir müzik parçasına benzetirsek zarif bir piyano sonatı olarak adlandırabileceğimiz ‘Carol’ ünlü cinayet romanları yazarı Patricia Highsmith’in 1952 yılında henüz yirmili yaşlarının başında Claire Morgan takma adıyla kaleme aldığı ve ancak ileri yaşlarında sahiplendiği ikinci romanı ‘The Price of Salt’dan uyarlanmış. Adı kadın filmlerinin yönetmenine çıkmış Todd Haynes imzasını taşıyor, Phyllis Nagy’nin romana büyük ölçüde sadık kalmış mükemmel senaryosundan yola çıkarak bakışlar ve jestler üzerinden derdini anlatıyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde Carter Burwell’ın Philip Glass minimalizmini hatırlatan enfes müzik çalışması devreye giriyor. Bu içine sığamayan tutku hikâyesinin kadınlarını buğulu camlar, aralık kapılar ardından görüntülüyor Haynes. Mükemmel bir iş çıkarmış görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın gölgeli siyahtan sıcak ve gösterişliye evrilen renk paleti yaşanan kafa karışıklığını vurguluyor. Çerçeve içinde çerçeveler ayrı dünyaların tutsak insanlarını betimliyor. İham kaynağı olduğunu ifade ettiği Saul Leiter çalışmaları haricinde Ruth Orkin, Helen Levitt, Esther Bubley ya da Vivian Maier gibi döneme damgasını vurmuş kadın fotoğrafçıların külliyatından ustaca yararlanıyor yönetmen. Therese’in valizini toplamış halde otel odasında görüntülendiği sahnede Edward Hopper’ın ünlü yağlı boya tablosuna (Hotel Room, 1931) selam sarkıtıyor.

Ancak film esas selamını sinema tarihinin ölümsüz klasiklerinden ‘Brief Encounter’a gönderiyor. Bizde ‘Kısa Tesadüfler’ adıyla gösterilmiş olan Noel Coward’ın ‘Still Life’ isimli tek perdelik oyunundan yola çıkarak senaryosunu bizzat kaleme aldığı 1946 yapımı David Lean başyapıtının yapısal özelliğini ödünç almış ‘Carol. Tıpkı orijinali gibi aynı sahneyle açılıyor ve kapanıyor. Ritz Oteli’ndeki son buluşmada iki kadının neler konuştuklarını ancak filmin sonunda öğreniyoruz. Carol ayrılırken aynen Trevor Howard gibi sevdiği kadının omzuna dokunuyor hafifçe. Kentin kıstırılmış havasından uzaklaştıklarında kendilerini daha özgür hissediyor sevgililer.

Trenler her iki filmde de hareketi ve özgürlüğü çağrıştırıyor. Lakin bu sınırlı bir özgürlük duygusudur, Carol’ın Noel hediyesi olarak kızına almış olduğu oyuncak tren her iki filmin döngüsel yapısına uygun olarak bir yere varamama duygusunu pekiştiriyor. ‘Brief Encounter’daki kabulleniş ‘Carol’da yerini itiraza bırakıyor. Orijinal filmin Laura’sı (muhteşem Celia Johnson) ailesinin mutluluğu uğruna arzunun ateşini bastırırken, Carol ayrılmak üzere olduğu kocasının kızlarını koz olarak kullanmak suretiyle varlığına sahip çıkmasına başkaldırıyor. Haynes hikâyesinin klasik malzemesine ellili yılların moral kodlarından farklı olarak içinde bulunduğumuz yüzyılın kazanımları doğrultusunda yaklaşıyor.

Cinsler ayrımı ya da eşcinsellik meselesini ajandasının gerilerine atmayı bilmiş bu en hasından aşk hikâyesi sınıf ve güç ilişkilerini jestler, renkler, kostümler üzerinden vermeyi deniyor. İki kadının karşılıklı etkileşimi ellili yılların bir diğer önemli klasiğini, yolun başındaki bir oyuncu adayının (harika Anne Baxter) şöhretinin zirvesinde yılların aktrisini (muhteşem Bette Davis) rol modeli olarak seçtiği (bizde ‘Perde Açılıyor’ adıyla gösterilmiş) ‘All About Eve’i anımsatıyor. Mükemmel kotarılmış bu güzel film, hayatının rolünde bir Greta Garbo edasıyla olgun kadını canlandıran Cate Blanchette ile ‘gökten düşmüş meleğim’ diyerek sakındığı, kafa karışıklığı ürkek bakışlarına sinmiş küçük sevgilisi Rooney Mara’nın üstün performanslarıyla gönülleri fethediyor.

(04 Şubat 2016)

Ferhan Baran

[email protected]

Kötü Kedi Şerafettin, Vizyondan Önce Şerotor ile Ortalığı Salladı

05 Şubat’ta sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanan, Bülent Üstün’ün efsanevi karakterinden beyazperdeye aktarılan Kötü Kedi Şerafettin vizyondan hemen önce “Şerotor” uygulaması ile Apple Store Entertainment kategorisinde bir numara oldu. En popüler uygulamalar listesinde 74 numarada olan Şerotor, ana sayfada yeni uygulamalar kısmında da 1. sıraya kadar yükseldi. Gençlerin büyük ilgi gösterdiği uygulamayı indirip kullananlar arasında filmin yapımcılarından Erdil Yaşaroğlu ve seslendirme ekibinde yer alan oyuncular Okan Yalabık ve Gökçe Özyol da yer aldı. Uygulama kullanılarak 5 gün içinde 50.000’den fazla paylaşımda bulunuldu.

Beyazperde’de Neler Oluyor?

Geçtiğimiz yıl yerli yapımların damgasını vurduğu sinema sektöründe 2016’da neler olacağı merak ediliyor. Ajans Press verilerine göre ülkemiz yerli film izleme konusunda Avrupa’da da başı çekiyor. Sinema sektörü 2015’i 60 milyon 470 bin bilet satışıyla kapatırken, bunun % 57’sini yani 34 milyonunu yerli yapımlar oluşturdu. Geçen yıl bilet hasılat tutarı 681 milyon 421 bin lira olurken, yerli yapımlardan 363 milyon 518 bin lira elde edildi.

If 2016 Reklam Filmi, If İstanbul Birleştiriyor, Yayında

15. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin “If İstanbul birleştiriyor!” temalı 2016 kampanyasının yüzü olan Reklam Filmi bugün www.ifistanbul.com’da dönmeye başladı. If 2016 Reklam Filmi, başlangıçta birbirine mesafeli duran bir grup insanın bir dış sesin yönlendirmesiyle yakınlaşması ve sonunda birleşmesini konu alıyor. Reklam filmi Cansu Boğuşlu yönetmenliğinde Spark Film tarafından çekildi.

  • Basın Bülteni
  • Reklam filmini izlemek için tıklayınız.
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

İftarlık Gazoz’un Galasında Gözyaşları Sel Oldu

Yüksel Aksu’nun yazıp yönettiği, başrolünü Cem Yılmaz ve Berat Efe Parlar’ın paylaştığı İftarlık Gazoz filminin galası 27 Ocak’ta Levent Kanyon Sineması’nda yapıldı. Düzenlenen kokteyl eğlenceli görüntülere sahne olurken gösterim sırasında izleyenler kahkaha ve gözyaşlarına hakim olamadı. Ustayla çırağı arasındaki ilişkiyi merkeze alarak samimi ve çarpıcı bir öykü anlatan İftarlık Gazoz, vizyon için saatleri sayarken galaya birbirinden ünlü isimler katıldı.

İftarlık Gazoz’un Galasında Gözyaşları Sel Oldu yazısına devam et

Merakla Beklenen İftarlık Gazoz Filminin Basın Toplantısı Yapıldı

Aylardır merakla beklenen, fragmanı kısa sürede 2 milyon kişi tarafından izlenen İftarlık Gazoz’un ön gösterim ve basın toplantısı yapıldı. Yüksel Aksu’nun yazıp yönettiği, başrollerinde Cem Yılmaz ile Berat Efe Parlar’ın olduğu filmin basın gösterimi ve basın toplantısına ilgi büyüktü. Elif Dağdeviren’in moderatörlüğünde düzenlenen basın toplantısına Yönetmen Yüksel Aksu, Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Ümmü Putgül, Okan Avcı ve Yılmaz Bayraktar katıldı.

Merakla Beklenen İftarlık Gazoz Filminin Basın Toplantısı Yapıldı yazısına devam et

If İstanbul Birleştiriyor

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl 15. yaşını seyircileriyle kutluyor. Yılın en çok konuşulan filmlerini Türkiye’ye getiren, If İstanbul, 18 Şubat’ta İstanbul’dan yola çıkıyor, 03 – 06 Mart tarihlerinde de Ankara ve İzmir’e uğruyor. 40 ülkeden, 112 filmin gösterileceği festivalin bu yılki teması ise “If İstanbul Birleştiriyor!”. John Malkovich Olmak (Being John Malkovich), Adaptation, Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) gibi pek çok klasiğin yazarı Charlie Kaufman ile TV tarihinin en sıra dışı animasyon serisi Mary Shelley’s Frankenhole’un yaratıcısı Duke Johnson’ın birlikte çektiği Anomalisa, If İstanbul’un açılış filmi olacak.

Şevkat Yerimdar’da Ağlatan Sahne: Süleyman Seba Sahnesi Ağlattı

22 Ocak’ta sinemaseverle buluşan Şevkat Yerimdar 2, Beşiktaş taraftarının gözdesi oldu. Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba’nın anıldığı sahne izleyicilere duygu dolu anlar yaşattı. Sosyal medyada fenomen olan koyu Beşiktaş taraftarı Şevkat Yerimdar, Beşiktaşlıların gözdesi haline geldi. Filmde Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba’nın kendi sesiyle taraftarlara seslendiği sahne, sosyal medyada paylaşım rekoru kırdı.

12. İstanbul Japon Filmleri Festivali

12. İstanbul Japon Filmleri Festivali, Japonya İstanbul Başkonsolosluğu, Japan Foundation ve Akbank Sanat’ın işbirliği ile 04 – 06 / 11 –  13 Şubat 2016 tarihleri arasında düzenleniyor. Festival boyunca Naomi Kawase’nin başyapıtlarından An ve Hayao Miyazaki’nin 37. Japonya Akademi Ödülleri Animasyon Ödülü, 41. Annual Annie Awards En İyi Senaryo Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ödül kazanan Rüzgar Yükseliyor (Kazetachinu) ile birlikte Japonya’yı tanıtan Çiçeklerin Ardından (Hana no Ato), Benim Küçük Çiçeğim (Mugiko San To), Hayatın Anahtarı (Kagidorobo no Method) ve Marnie Oradayken (Omoide no Marnie) adlı filmler gösterilecek.

12. İstanbul Japon Filmleri Festivali yazısına devam et

Rüya Tabirleri

* Hollywood, o meşhur “Amerikan Rüyası”nın değirmenine su taşımaya devam ediyor; Cumhuriyetçilerin mitinglerinde çalınan “Eye of the Tiger”, Stallone’nin aslında ne kadar büyük bir oyuncu olduğundan dem vuran kalemlere motivasyon sağlamayı sürdürüyor. İlginçtir; 70’lerin kültürel savaşımından zaferle çıkan Rocky’nin önce siyahilere, ardından da Ruslara savurduğu yumruk, kendi mitolojisiyle çelişme pahasına yeni bir rotaya giriyor. Tek derdi, öncülü gibi “sınıf atlamak” olan Mr. T’yi bir canavar olarak resmeden; hatta ilk iki filmde Apollo Creed’i dahi antipatik bir yaklaşımla ele alan serinin imdadına, eski şampiyonun oğlu yetişiyor. Bütün bunlar, ırk ayrımcılığının açık bir biçimde yeniden hortladığı 2016’da, hemen her gün yeni bir polis şiddetine maruz kalan, gelir adaletsizliği konusunda “dibe vurmuş” siyahilerin gözü önünde yaşanıyor. O insanların “rüya fabrikasındaki” temsilcileri ise Oscar’lardaki temsiliyet sorunundan yakınıyorlar.

İşte “Amerikan Rüyası” tam da budur! Açıkça ırkçılık yapan bir filmde, “Rüzgar Gibi Geçti”de hizmetçi olarak resmedilen “zenci” kadını Oscar’la kandırmak, ödülünü alırken gözyaşı dökmesini sağlamak ya da 80’lerin Yeni Sağ’ına meşruiyet kazandıran, sektördeki marjinal sayılabilecek yaklaşımları doruğa taşıyan bir figürü, tam da ırkçılık tartışmalarının gölgesinde ödüle boğmak!

Michael B. Jordan biraz daha bekleyebilir, sırada Stallone var!

* Bu bağlamda, Rüya’nın farklı bir sokağında karşımıza çıkan iki filme; “Joy” ve “Büyük Açık”a da değinmekte yarar var. İlk film, başlangıçta bize tanıttığı enteresan tiplerin üzerine gitmekte aciz kalıyor; ana karakterin başarı merdivenlerini ne kadar hızlı çıktığına odaklandığı anda, her yıl izlediğimiz onlarca filmden hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Sırtını sadece Lawrence’a dayamak, sıradan bir seyirlikten uzakta olduğumuz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bradley Cooper ve De Niro başa olmak üzere, bütün bir ev ahalisi samimiyet testinde sınıfta kalıyor; her ne kadar Joy, sınıf atlamayı başarsa da!

“Büyük Açık” ise oyunu “kafası karışmış” karakterlerden yana kullandığı anda dikkat çekici hale geliyor. Evet, ortada bir kez daha “Amerikan Rüyası” var; ama film, sadece sistemin zaaflarını lehine çeviren, çoğunluğu asosyal figürlerin önlenemez yükselişlerine odaklanmamakla “ahlaki” bir tercihte bulunuyor, “sırat köprüsünden” geçmeyi başarıyor. Tipik bir başarı öyküsünü izlemediğimizi bize sürekli hatırlatan anları, “eğlenceli” bir dili olmasına karşın, kendisiyle çelişkiye düşme pahasına finalde takındığı karamsar tavır, “Büyük Açık”ı gerçek kılıyor. Rüya’nın yüzeyini bir parça kazıdığınızda karşınıza çıkan manzaranın anlamını sorgulamaya başlıyorsunuz ve bu, rahatlama ve aydınlanmadan çok, midenize yumruk yeme hissi uyandırıyor. Alkış!

* Yazı boyunca peşimizi bırakmayan rüya söyleminin yaşayan bir örneği olan Tarantino’nun son filminden en çok aklımda kalan Samuel L. Jackson’ın taşıdığını iddia ettiği Lincoln mektubu idi. Gerçek ya da sahte, o mektupta yazılanlar, Batı’nın önemli bir kesimi için “gerçek olma” isteği yaratıyordu; ama Lincoln’un gerçekliği, siyahi bir subayla öylesi bir diyaloga kapı aralamaktan çok uzak görünüyordu. İç Savaş’ın gerekçeleri ve sonuçlarını bize çok iyi anlatan Howard Zinn’e göre ABD’nin önderlik kurumunun neredeyse tüm üyeleri, sıradan birer ırkçıdan farklı değillerdi. Tarantino, iki zıt kutba, filmin finalinde görece bir zafer kazandırsa da, bu da bir rüyadan farksızdı anlayacağımız!

Son olarak, sahne dünyasının tozunu solumamızı sağlayan Inarritu’nun “Diriliş”ini ileri doğru atılmış bir adım olarak tanımlamak zor. Buna karşın estetik yönelimiyle 70’leri aklımıza düşüren film, bu yönüyle de olsa irdelenmeyi hak ediyor. Girişte sözünü ettiğimiz kültürel çatışmanın kıyısında doğayı keşfeden, Sam Peckinpah ve John Boorman’ın da aralarında bulunduğu bir grup yönetmen, “şiddetin kaçınılmaz olduğu” söylemine kırlardan destek vermişlerdi. “Diriliş”in Vahşi Batı fonu, bu muhafazakar bakışı bir adım daha ileriye taşımış görünüyor. Yerli temsilinde “objektif” davrandığı ileri sürülen yönetmen, madalyonun diğer tarafında mistisizm sosuna bulanmış dini bir söyleme sarılıyor. Kötülüğünün arka planı tamamen havada bırakılmış olan Tom Hardy’nin, “inanç” konusunda DiCaprio’nun antitezi olarak sunulması bu kanıyı güçlendiriyor. Ayrıca doğayla verilen çetin savaştan galip ayrılan ana karakterin bir başka rüya kahramanı olduğunu ve bu başarısıyla Oscar heykelciğine emin adımlarla yürüdüğünü hatırlatalım.

* Referansını tarihten alan “Diren!”, Hollywood’un kahramanlaştırma eğiliminin peşine takıldığı andan itibaren gerçekçi dokusunu zedeliyor. Mulligan’ın bilinçlenme sürecini es geçen ve örgütlü mücadeleler tarihinde önemli yeri olan bir olayı, bilinçli bir tavırla hafifleten filmin, yan karakterleri işlemede de çıtayı aşamadığını söyleyebiliriz.

Sinemanın pembe yalanlar (rüyalar) dışında kâbuslara da tanıklık etmemizi sağlayan bir sanat olduğunu savunan “Yalan Labirenti”nin ise, Hollywood’un düş fabrikasının yıkıntıları arasından doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Film, Kramer’ın “Nuremberg Mahkemesi” ile Gavras’ın “Müzik Kutusu” arasında bir yerlerde, unutulan bir dönemi perdeye taşıyor. Almanya’ya için yeni bir rüya öngören müttefiklerin, şimdiki düşmanın komünistler olduğunu söylemesi tarihsel bir gerçekliğe de işaret ediyor ve unutmamak gerekiyor ki, Soğuk Savaş’ın bir adım ötesi, McCarthy’nin Cadı Avı idi. Film, “kötülüğün sıradanlığına” yaptığı vurguyla, Eichmann duruşmasını enine boyuna irdeleyen Arendt’i de akla getirmiyor değil.

Yazımızı, gerçek bir rüya tabirleri kitabı olan, Tricia Jenkins’in “CIA ve Hollywood”unu (Matbuat, 2015, Çev: Ertan Yılmaz) önererek noktalayalım.

(03 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Haluk Levent’ten Çok Özel Bir Şarkı: Günah Diyarı

26 Şubat’ta Chantier Films dağıtımıyla vizyona girecek olan Senarist filmi için ünlü müzisyen Haluk Levent’ten çok özel bir şarkı geldi. Şarkının klibi için kamera karşısına geçen Haluk Levent “Günah Diyarı”nın özel bir şarkı olduğunu belirtirken film için de “Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri” diyor. Filmin soundtrack albümünün ana hit parçası olan “Günah Diyarı”nın klibinde filmden de sahnelere yer veriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Klibi izlemek için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

Ip Man 3

Bir varmış, bir yokmuş… Dünyada aklar ile karalar varmış. Aklar ile karalar hep olduğu gibi iyilerle kötüleri simgelermiş ve aralarında bitmez tükenmez bir savaş varmış… Yenseler de yenilseler de aklardan yana olurmuş insanlar. Ama bir de aklı karalar varmış. Asıl önemli olan onlarmış. Çünkü kara olanı bilebilirmişsiniz de aklı kara olanı ayırt etmek zormuş. İşte, akla kara savaşına dahil olan aklı karanın öyküsü Ip Man 3.

Devamı da var mı?

Ip Man 1, 2008’de, Ip Man 2, 2014’te girmiş vizyona. Bruce Lee’nin hocası olarak lanse edilmiş ve izleyici, “biz Bruce Lee’yi tanırdık, bu ustasıymış, çok daha iyi (kuşkusuz dövüşmesi), acaba onun hocası kim bilir nasıldır” yorumunda bulunmuş. Bütün Uzakdoğu filmlerinde olduğu gibi hep ve mutlaka aksiyon önde. Herkes iyi dövüşüyor ve o dövüş içerisinde her şeyi unutturuyor. Öyle hareketli ve öyle gürültülü ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz bile.

Ip Man 3, (Ben, çok beğenildiğini bildiğim ama izlemediğim ilk iki filmi için pek bir şey diyemeyeceğim) kadrosuna kattığı ünlü boksör Mike Tyson ile güçlenmiş, aksiyonlarına bir de boksu katmış. Uçan, kaçan, kırılan, dökülen çok hep olduğu gibi, neyse ki kan revan değil diğer dövüş filmleri gibi. Gerek Uzakdoğu dövüşünde gerekse Tyson’ın hızlı ve sert yumruklarında, müziğin de etkisiyle belli bir ritmi yakalıyor ve görselliğin renkliliğiyle kendinizi filme kaptırıyorsunuz.

1950’li yıllarda geçen filmde Ip Man, Wing Chun ustasıdır. Oğlunun gittiği okul, bize 2000’li yıllarda ulaşan kentsel dönüşüm ve rant kaygısı nedeniyle satın alınmak istenir. Polisi de “yemlediği” için dilediği gibi at koşturan “yabancı” bu kez çetin cevize çarpmıştır. Ip Man’ın oğlunun en yakın arkadaşının babası da Wing Chun ustasıdır ve ikisi kimi zaman karşı karşıya, kimi zaman birlikte “yabancı” kötüleri yenmek için dövüşürler.

Genç ve dinamik bir gazetecinin (bazen paraya yenilse de) kamuoyu oluşturması belirleyici. Tabii, iyi polisi unutmamak gerekir; yetkisiz, güçsüz ama çalışkan polis, hep olduğu gibi iyilerle birlikte kazanandır…

Belirleyici olan aile…

Bunca kavga gürültü arasında Ip Man, karısına gereken zamanı ayıramamıştır. O, iyi bir aile babasıdır ve o görevini de yerine getirmesi gerekir. Bir dövüşçünün karısı da en az kendisi kadar yenmek/yenilmek üzerine kurar dünyasını. Kanser olmasına, ayakta zor durmasına karşın kocasının en büyük olmasını ister. Çocuklarının gözleri önünde son dövüşe çıkarlar. Ne kadar doğru, ne kadar anlamlı bilemem ama neyse ki iki arkadaş birbirlerine zarar vermeden bitirirler dövüşü. Mutlu son.

(03 Şubat 2016)

Korkut Akın

1. Kısa Film Kolektifi Sona Erdi

Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde düzenlenen 1. Kısa Film Kolektifi, 16 – 17 Ocak 2016 tarihlerinde sinemaseverlere sinema dolu bir hafta sonu yaşattı. İki gün süren organizasyon 16 Ocak Cumartesi sabahı Akbank Seçkisi ile başladı. Programda iki de söyleşi gerçekleşti. Cumartesi günü Rıza Kıraç moderatörlüğünde kısa film ve görüntü yönetmenleriyle, pazar günü ise Canlandıranlar Derneği moderatörlüğünde canlandırma yönetmenleriyle söyleşi yapıldı.

1. Kısa Film Kolektifi Sona Erdi yazısına devam et