Christian Marclay / The Clock

24 saat boyunca kesintisiz devam eden film, aslında adıyla da ironi içindedir. “Zaman” kavramının bütün bir film boyunca ele alınıldığı düşünüldüğünde, gerçekte asla sonlanmayan bir iş ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Topluma dayatılan programlanmış ve sürekli işleyen “saat” sisteminin insanların hayatında belli başlangıçlar ve sonlandırmalar içerdiği algılanıyor. Ancak bilinçaltında yatan ve 24 saat dolduğunda bir şeylerin sona ermesi gerektiğine inanan kişi, zamanın aksine yeniden ve yeniden sürdüğü ve sadece belirli sayıların bu olguyu adlandırmaktan öte geçemediğini bize aktarıyor. “Saat” veya “zaman” kavramının, sinema’nın içine girdiğimizde bitmek bilmeyen ve aslında her şeyin yeniden başladığını söyleyen kurgusal bir anlatı olduğunu görüyoruz. The Clock, zamanı işlerken bir yandan da “gerçek” zaman sistemiyle oynayan bir iştir.

Sanatçı

Christian Marclay, İsviçreli görsel sanatçı ve bestecidir. Heykel, yerleştirme ve performans sanatçısıdır. Çocukluğundan beri müziğe ilgisi olan ve müzikle ilgilenen bir kişidir. Marclay’in
çalışmaları ses, gürültü, fotoğraf, video ve film üzerinedir. Aynı zamanda ses kolajları oluşturmak için sıklıkla müzik aletleri olarak gramofon kayıtları ve plak çalarları kullanır. Christian Marclay, ses üzerine yoğunlaşmış işler yapmıştır. John Zorn, Elliott Sharp, Fred Frith gibi müzisyenlerle çalışmış ve kışkırtıcı müzikleri kendine has teknikler kullanarak yeniden yorumlamıştır.

İş

The Clock, gerçek zamanla senkronize edilmiş ve birbiriyle bağımsız olan filmlerin “zaman” kavramı ele alınarak yeniden kurgulanmış halini gösterime sunmaktadır. 24 saat boyunca süren film, konuları yeniden tekrarlayarak izleyici üzerinde bitmek bilmeyen “aldatıcı bir imge” yaratır.

İş Nasıl Maddeleştirilmiş?

İşin maddeleştirilmesi “video” ile gerçekleştirilmiştir. Tekniğinde ise “tarih-toplum-hafıza” kullanılmıştır. İşte, birbirinden bağımsız filmlerin “zaman” kavramını ele alarak yeniden kurgulanma işlemi yapılır. Eski veya yeni olarak harmanlanmış filmlerin tarihsel süreçleri ve toplumun bu süreçlere uyma ilişkileri 24 saat süren bir videoyla, sergi salonlarında “sinema ortamı” yaratılarak sergilenmektedir.

Kavramsallaştırma

Kavramsallaştırma bu işte, zaman ve tarihsel sürecin nasıl işlediği üzerine kuruludur. Christian Marclay temelde, “tarih-toplum-hafıza” üzerinden işini 24 saat süren ve güncel hayatın aslında tamamen belirli saat aralıklarına bağlı kalarak yürüdüğünü anlatmaya çalışmaktadır.

Performansla İlgili Yorum

Toplum, mutlaka bir şeyleri başlatmak veya sonuçlandırmak için belirli zaman dilimlerine ihtiyaç duyar. Bu durum güncel hayatta sistematik ve “dakik” bir şekilde ilerlemektedir. Hayat, zamanla eşdeğerdir. İnsanların bir yere yetişebilmek için “zamanı” kollaması veya birini öldürebilmek için “saatini” beklemesi kabullenilmiş bir sistemdir. Toplum, tüm bu koşulları yerine getirebilmek için çaba sarf ederken aslında bir yandan da bu sisteme sorgusuzca ayak uyduruyor. Saat 5 olunca bir kişinin mesaisinin bitmesi ve hayatını bu düzene göre kurgulaması, The Clock işinin de güncel hayatla senkronize edilerek “sinema perdesi” üzerinde aynı doğrultuyu taklit etmesi ciddi bir çelişki yaratıyor.

Günümüzdeki ve geçmişteki filmler birbiriyle ilişki içine geçirilmeye çalışılmış. Buradaki amaç ise, geçmiş ve şimdiki zamanda yaşananların değişmediği ve süregelen zaman diliminin hala “24 saat” olduğunu anlatmaya çalışmasıdır. Aynı zamanda tüm dünya’nın ve tabii ki “tüm dünya sinemasının”, konuları ne kadar farklı açıdan anlatılmaya çalışılsa da, temelde değişen ve gelişen
zaman diliminde aktarılmak istenen, yaşanılan her şeyin sıradan ve değişmez bir senaryodan ibaret olduğudur. Günümüzde çekilmiş olan bir filmin, geçmişteki herhangi bir kült film ile bağlanması da buna en basit örnektir. Zaten güncel hayatta uyulmaya çalışılan “saat” kavramına en iyi örnekte “sinema” sektörüdür. Hem çekim aşamasında, hem de kurgu aşamasında her şeyin zaman üzerinden ilerlemesi ve hemen hemen her filmde “saat sahnesinin” mutlaka yer alması, The Clock işinin kendini rahatlıkla izleyiciye aktarmasını sağlar.

Aynı zamanda bir film izlenmeden önce mutlaka süresine bakılır, sinopsisi okunur veya fragmanı izlenir. Tabii ki bir de sonuçlanması beklenir. Toplumda alışılagelen sonuçlanma arzusu bu işte izleyiciye, hiçbir şekilde o arzuyu tattırmıyor. İzleyici, farklı bir biçimde yansıtılan “kendi hayatını” sinema perdesinde bulduğunda ise, fragman veya sinopsisin bu duruma aykırı bir şey olduğunu anlıyor.

(25 Ocak 2015)

Nihan Boyar

Hayatın Kendisi

Steve James’in yönettiği ve Roger Ebert, Gene Siskel, Chaz Ebert ile Errol Morris’in oynadığı belgesel film Hayatın Kendisi (Life Itself), 20 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Kariyerine 25 yaşında Chicago Sun Times’ta başlayan, film eleştirmenliğinin ciddiye alınması ve kurumsallaşmasında öncü bir rol üstlenen, bütün dünyadaki eleştirmenlerin kullanacağı bir yöntem haline gelecek olan yıldız sisteminin yaratıcısı Roger Ebert’ın son yıllarında kendi blog’unda kaleme aldığı otobiyografisi Life Itself: A Memoir adıyla kitaplaşmıştı. Bu kitaptan yola çıkan film, Roger Ebert’in sinema tarihinin yarısına yayılan serüvenine odaklanıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Hayatın Kendisi yazısına devam et

Davulcunun İktidar Mücadelesi

Tam bir yıl öncesinin Sundance Film Festivali’nde başladı ‘Whiplash’in önlenemez yükselişi. Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli destekçisi olarak Hollywood üretim tarzına alternatif sunma amacı güden Sundance’in ardından Cannes Film Festivali seçkisinde ilgiyle izlenen filmin son durağı ironik bir biçimde Hollywood mitinin kutsandığı Akademi ödülleri oldu. Tam beş dalda Oscar’a aday gösterilen ve başrol oyuncularından J. K. Simmons’un en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında ödüle ulaşacağına kesin gözüyle bakılan ‘Whiplash’in bu denli heyecanla karşılanmasının nedenleri ne olabilir.

New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde bir müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki Andrew ile sıra dışı eğitmeni arasındaki fırtınalı ilişki Amerikan anaakım sinemasının şablonlarından pek farklı değil. ‘Subay ve Centilmen’ ya da Kubrick ustanın unutulmaz klâsiği ‘Full Metal Jacket’de katı disiplini ve acımasız yöntemleriyle erleri eğiten çavuşlardan pek farklı bir yerde durmuyor eğitmen Fletcher. Öğrencisinin
mükemmele ulaşması yolunda manevi baskı yanında fiziksel şiddet uygulanmaktan çekinmiyor. Tedirgin gencin özgüven eksikliğiyle oynuyor ve onu kendine özgü yöntemlerle manipüle ediyor. Acımasız rekabet ve kişisel başarı üzerine odaklanmış çağdaş Amerikan toplumunda muktedirin gözüne girmek için her şeye katlanıyor orta sınıftan gelme Andrew. Eğitimini aksatacak arkadaş ilişkilerinden, sosyal hayatından vazgeçmeye kadar gidiyor iş. Bu varolma mücadelesi giderek bir iktidar savaşına dönüşüyor ve yükselen bir düelloyla savaş kızışıyor.

Akademi’nin gözünden kaçmayacağı çok aşikâr bu başarı öyküsü filmin yönetmeni Damienne Chazelle’in kişisel deneyimlerinin izini taşıyor. Benzer bir okulda benzer bir eğitmenle caz bateristliği üzerine çalışan genç adam yeteneğinin sınırlarını farkederek müziği bıraktığını açıklıyor söyleşilerinde. Yine de bir caz
trompetçisinin aşk hikâyesini anlattığı ilk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ya da senaryo ortaklığını yaptığı ve bir konser piyanistinin sahne korkusu üzerine şekillenen ‘Grand Piano’ (2013) hep müzik çevresinde gelişen hikâyeler. Halen üzerinde çalıştığı ve Emma Watson ile ‘Whiplash’in savaşçı genç davulcusu Miles Teller’ın başrolleri paylaştıkları yeni işi ‘La La Land’ bir kez daha bir caz piyanisti ile oyuncunun aşkına odaklanmış.

Adını klasik cazın ünlü bestecisi Hank Levy’nin aynı adlı eserinden alan ‘Whiplash’ caz üstadlarından hayli eleştiri aldı. Fletcher’ın militarist eğitim tarzının cazın ruhuna aykırı olduğu ya da sürekli dile getirdiği caz tarihinin en büyük davulcularından Jo Jones’un saksafon üstadı Charlie ‘Bird’ Parker’a zil fırlatarak onu daha kusursuz çalmaya teşvik etmesinin yanlış yorumlandığı söylendi. Ancak cazseverleri mest edecek, ilgi duymayanlara cazı sevdirecek harika ses bandı bir yana, ‘Whiplash’i caz üzerine bir
film olmaktan ziyade yönetmenin geçmiş travmalarının bir terapisi olarak değerlendirmek daha doğru. Chazelle psikodramatik bir yaklaşımla geçmişte yaşadığı hayal kırıklıklarını yeniden ve farklı bir biçimde inşa ederek kendi yaralarını sarıyor. Başarıya odaklanmış çağdaş kapitalist düzeni sorgulamamıza aracı oluyor. Sanat çevrelerindeki rekabetin acımasızlığını vurguluyor. Jazz Band’i bir kenara iterek unutulmaz iki oyuncusunun yakın planlarıyla iki farklı kuşağın iktidar mücadelesini öne çıkarıyor. Ve finalde caz davulcusunun tüm enerjisini ortaya koyduğu Juan Tizol bestesi ‘Caravan’ eşliğinde değme western’e taş çıkartan muazzam bir final düellosu armağan ediyor sinemaseverlere.

(25 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Oyuncaklı Kostümüyle Galada Fark Yarattı

Başarılı oyuncu Esra Sönmezer, Çılgın Dershane 4: Ada isimli filmiyle izleyiciyle buluştu. Esra Sönmezer, galada dikkatleri üzerinde toplamayı da bildi. Levent Özdilekpark Cinetime Sinemaları’nda yapılan gala hayli renkli geçerken Esra Sönmezer’in tasarımı olan kıyafeti çok beğenildi. Bugüne kadar birçok modacı ve tasarımcıyla çalıştığını söyleyen Sönmezer, “Beni anlamayan modacılar en sonunda beni tasarımcı yaptı.” dedi. Çılgın Dershane 4: Ada filminin galasında hayranlarıyla resim çektiren Sönmezer, gördüğü yoğun ilgiden de hayli memnundu. Eskra Sönmezer, “Benim tasarımlarımda hep çocuksu bir taraf vardır. Bu kıyafetim de çocuksu ruhumu sergiliyor, benim tarzım da bu.” dedi.

Oyuncaklı Kostümüyle Galada Fark Yarattı yazısına devam et

Mommy

Xavier Dolan’ın yönettiği ve Anne Dorval, Antoine Olivier Pilon, Suzanne Clément ile Patrick Huard’ın oynadığı Mommy, 20 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Kurmaca Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Diane kocasını kaybetmiştir. Kocasının ölümünden kısa süre sonra tek çocuğu Steve’i dikkat bozukluğu tedavisi için bir rehabilitasyon merkezine yatırır ama Steve kafeteryayı ateşe verince zorla uzaklaştırılır. Merkez görevlileri Diana’ya iki seçenek sunar, ya Steve’i kendi evine götürecek ya da ıslahevine gönderecektir. Islahevinde tedavisi imkânsız olduğundan oraya göndermek istemez. Ama bu durumda ona kendisinin bakması gerecektir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor

Yılın En İddialı Komedi Filmi Geliyor Yav He He 13 Şubat’ta Sinemalarda

Türkiye yeni bir komedi ikilisine kavuşuyor. Yav He He filmi Sabri ile Medeni’nin kahkaha dolu hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Volkan Özgümüş’ün yönetmenliğini yaptığı başrollerini Sabahattin Yakut ve Yücel Gökçek’in paylaştığı Yav He He 13 Şubat’ta vizyona girecek. Ninelerinin hastalığına çare olmak için koyunlarını satmaya kalkışan ve başlarına gelmedik kalmayan iki kardeşin hikâyesini beyazperdeye taşıyan Yav He He şimdiden binlerce kişinin merakla beklediği bir film oldu. Beş aylık hazırlık sürecinin ardından Haziran ayında başlayan ve 3 hafta süren Yav He He filminin çekimleri, İzmit Kandıra’da ve İstanbul’da yapıldı.

Seni Seviyorum Rio

Stephan Elliott, Fernando Meirelles, John Turturro, José Padilha, Paolo Sorrentino, Andrucha Waddington, Vicente Amorim, Guillermo Arriaga, Im Sang-soo, Nadine Labaki ile Carlos Saldanha’nın yönettiği ve Harvey Keitel, John Turturro, Nadine Labaki ile Rodrigo Santoro’nun oynadığı Seni Seviyorum Rio (Rio Eu Te Amo – Rio, I Love You), 13 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Kurmaca Film, Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı. Rio’nun egzotik doğal güzelliklerini ve insani çeşitliliğini şehirde geçen farklı aşk hikâyeleri üzerinden anlatan her bir kısa film Rio’nun farklı mahallelerinde geçiyor. On yönetmen Rio aşkını ve Rio’da aşık olmanın hikâyelerini anlatıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb

Seni Seviyorum Rio yazısına devam et

Aşkın Üçgenleri: François Truffaut

Fransız “Yeni Dalda” akımının öfkeli yaratıcı yönetmeni François Truffaut’yu, “Unutulmayan Sevgili” ve “Evlenmekten Korkmuyorum” filmlerini paylaşmak istedik.

“Unutulmayan Sevgili…”

Sinemanın büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim -Unutulmayan Sevgili”, bohem ruhlu üç insanın sonu trajediyle buluşan beraberliklerini coşkulu ve kederli bir sinema diliyle yansıtıyor. Bu bir aşk üçgeniydi Fransız ruhuyla buluşan. Aşk denen şey karmaşık ve çoğul muydu? Fransız yazar Henri-Pierre Roché’nin (1879-1959) biyografik özellikler taşıyan romanından senaryoyu Truffaut’yla beraber Jean Gruault yazmış. Gerilimli, kederli ve coşkulu müzikleri George Delerue (1925-1992) bestelemiş. Filmdeki müzikler, hem de dönemlerin hem de karakterlerin ruhlarıyla buluşabilmiş. Zaman zaman müzikler sessiz dönem ruhunu da hissettiriyor. Delerue, müzikleriyle sinemaya çok şey katmış bestecilerden, büyük ustalardan. “Yeni Dalga”nın ruhu olan Raoul Coutard’ın üç insanın coşkusu ve kederiyle buluşan kamerası da bu filmi anlamlaştırmış. Filmi, Les Films du Carosse sunmuş. Yoğunlukla izlenimci estetik taşıyan bu filmin gerçek anlamda ruhu Jean Renoir’la buluşuyor. Filmde çoğunlukla zincirlemeli, bindirmeli ve kaşlı stil alıştırmaları da yapılmış. Hatta “şok zum”lu çekimler de öne çıkmış. Filmde nostaljiye ve yaşanmışlığa her an dokunabiliyorsunuz. Zumlu çekimler, daha yoğun 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlamıştı. Truffaut, “Unutulmayan Sevgili” filminde, 1960’ların teknolojisini hem de geçmişin estetiğini hissettirmek istemiş. Filmi seyrederken kültür şoku da yaşanıyor. Hem geçmişin hem de şimdinin (1960’lar) estetiğini içi içe geçmesinden.

Bu film ülkemizde “Unutulmayan Sevgili” adıyla biliniyor. DVD’de “Jules ve Jim” adıyla yayımlandı, maalesef. Ama Türkçe dublajının çok iyi olduğunu belirtmeliyiz.

Ön jenerik öncesi Catherine’in dış sesi duyuluyor siyah fon üstünde. Catherine, “Bana, ‘Seni seviyorum’ dedin. Ben sana ‘Bekle’ dedim. ‘Al beni’ diyecektim. Sen bana ‘Git’ dedin” diyor. Ardından ön jenerik yazıları, filmin derinliğindeki bazı anlar üstüne düşüyor. Fonda da Hitchcock filmlerini çağrıştıran gerilimli müzik duyuluyor.

1912 yılıyla açılıyor film. Anlatıcının (Michel Subor) kelimeleriyle filmin içinde dolaşılıyor. Bu anlatıcının kelimeleri, sanki yazarın içeriden ve dışarıdan yorumu gibiydi. Avusturyalı Jules’le (Oskar Werner) bıyıklı Fransız Jim (Henri Serre) tesadüfen karşılaşıyorlar, dost oluyorlar ve hayatlarını etkileyen bir kadına tutku ötesi bağlanıyorlar. Jules, Almanya’dan Paris’e gelmiş ve güzel Fransız kadınlarıyla olmak istiyor. Jim bu konularda sıkıntı çekmiyor. Jules’e kız arkadaşlar bulsa da Jules’ün ruhu buluşmuyor onlarla. Jules ve Jim, sanat üstüne tartışan, edebiyat ve tiyatroya tutkun iki bohem genç. Elbette kadınlar da var. Gecenin derinliğinde duvara yazı yazan öfkeli anarşist Merlin’le (Bernard Largemains) takılan güzel ve özgür Thérèse (Marie Dubois), neşeyle onun yanından
kaçıyor, atlı arabadaki Jules’le Jim’e sığınıyor. Belki Jules için heyecan verici aşk olabilirdi Thérèse. Ama Thérèse, erkeklerden ve mekânlardan sıkılan bohem ruhlu bir kız. Jule ve Jim kafede Shakespeare üstüne tartışırken ortadan kayboluveriyor Thérèse. Onun ortadan kaybolmasını hissetmeyen iki dost, yetenekli genç ressam ve heykeltıraş Albert’in (Cyrus Bassiak) mekânına gidiyorlar. Cyrus Bassiak takma adını kullanan roman ve tiyatro yazarı, ressam Serge Rezvani, 1928’de Tahran’da doğdu. Slayttan gördükleri antik dönem kadın heykel başından etkileniyorlar. Belki de en çok belli belirsiz gülüşünden. Böyle bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Sanki canlıymış gibi geliyor bu kadın heykel başı onlara. Slayttan peş peşe yansıyan kadın heykel başı, insana öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn’ın 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronenosets Potyemkin-Potemkin Zırhlısı” filmindeki mermer aslan görüntüsünü çağrıştırıyor estetik anlamda.

Heykelse, Adriyatik’teki bir adada bulunuyor. Jules ve Jim, gökyüzü altında canlıymış gibi duran bu kadın baş heykelini keşfetmek için adaya gidiyorlar. O gizem yüklü gülümseyişi en çok onları çeken. Anlatıcı, görüntüler üstüne bu olayı anlatırken
kamera da tüm coşkusuyla bu anları belgeliyor. Truffaut, kadın baş heykelini yansıtırken, kamerayı geriye doğru, objektifi de zum olarak öne kaydırıyordu. Truffaut, bu çekimle Hitchcock’a saygı gönderiyordu. Hitchcock’un 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin final bölümündeki merdivenli sahneye selâm göndermiş. Truffaut, bu aşk üçgeninde her şey boşlukta diyor.

Jules ve Jim Paris’e dönüyorlar. Spor salonunda eskrim oynadıktan sonra Jim, bir biyografi yazdığını söylüyor Jules’e. İkisinin dostluklarını anlatan biyografi bu. Jules de Almancaya çevirmek istiyor bu eseri. Ama gülümseyen kadın heykel başı ikisinde de etkisini sürdürüyor hâlâ. Böyle gülümseyen bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Böyle bir kadın gerçeklikte olabilir miydi? Jim’in kuzinleri Paris’e ziyarete geldiklerinde bu ikisinin de hayatını derinden etkiliyor. Çünkü yanlarında Catherine’i de getiriyorlar. Catherine (Jeanne Moreau), kadın heykel başı gibi gizemli gülümsüyor. Bu anı Truffaut, kaşlı görüntüyle yansıtıyor. Siyah fonun solunda dairesel görüntü Catherine’i gösterirken,
ardından görüntü perdeyi kaplıyor. Sanki Jules’le Jim’in kalplerini kaplar gibi. İkisi birden âşık oluyorlar ona. Ama Jules’ün daha çok ihtiyacı var aşka. Üçünün bohem dostlukları gelişiveriyor birden. Beraberce eğleniyorlar. Hatta Catherine erkek kılığına girip daha çok eğlence saçıyor etrafına. Köprüdeki yarışma anı ikonik ve sinema tarihine geçmişti. Sarsıntıyla öne ve geriye kamerayla heyecan ve ilham saçılıyordu etrafa. Sinemada az görülür bir coşkuydu bu. Catherine’in babası avukat, annesiyse öğretmenmiş. İngiliz-Fransız karışımı Catherine. Ona hayranlığı ve aşkı her an büyüyor Jules’ün. Sabah Catherine’in kaldığı yere gidiyor Jim bisikletiyle. Catherine mektupları yakıyor. Yalanları yaktığını söylüyor. Valizine vitriol da koyuyor erkeklerden korunmak için. Suyu andıran sıvı zehri lavaboya döktürüyor Jim.

Birden deniz kıyısı yansıyor. Güneydeler. Paris’ten sıkılan Catherine, ikisini de buraya sürüklüyor. Kırlarda dolaşıyorlar, eğleniyorlar, yüzüyorlar. Jules ona evlenme teklifi yapıyor
cesaretini kaybetmeden. Catherine, tüm gizemiyle gizemli cevap veriyor Jules’e. Kır evinde yaşıyorlar komün gibi. Bisikletlerle gezi yapıyorlar. Jean Renoir ustanın izlenimci ruhuyla tüm doğa görüntüleri. Fotoğraf sanatına da katkı sunuyor bu film. Mutluluklar, Catherine’in sunduğu kadar.

Yağmur yağınca sıkılan Catherine, onlarla Paris’e dönüyor. Araya giren belgesel görüntüleriyse Lumiere tadı veriyordu. Jim, Jules’le Catherine’i ziyarete gidiyor. Onlara resim tablosu ve şapka hediye ediyor. Artık beraber Catherine ve Jules. Tiyatro tutkunu Jules, Jim ve Catherine’i, İsveçli bir yazarın yeni oyununa götürüyor. Tiyatrodan çıktıktan sonra hikâye ve karakterler üstüne tartışıyor Jules ve Jim. Elbette kadınlar üstüne de. Jules, şair Charles Baudelaire’in (1821-1867) sadakat üstüne sözlerinden alıntı yapıyor Catherine de duysun diye. Baudelaire, “Bir çiftin hayatında önemli olan kadının sadakatidir. Erkeğinki ikincildir” demiş. Baudelaire, “Kadın doğaldır. Yani korkunçtur” sözünü de söylemiş. Ayrıca Baudelaire genç kızlar hakkında da, “Baston korkuluğu, canavar, sanat katili, küçük kaltak” demiş ve eklemiş: “En büyük aptallıkla, en büyük sapıklığın birleşmesi…” Baudelaire, bu sözlerle kadınlara öfkesini yollamış. Baudelaire bu öfkesini, “Kadınların kiliseye sokulmasına hep şaşırmışımdır” diye yukarı çıkarmış ve ardından eklemiş: “Kadınlar, Tanrı’yla ne konuşabilir ki?..” Hınzırca Jules ve Jim’i dinleyen Catherine, beklenmedik bir şey yapıyor. “Aptalsınız” diyor ve kendini Seine Nehri’ne atıyor. Kadınlar, kalıplara sokulamazdı, tarif ve tahmin edilemezlerdi belki. Ertesi gün Catherine kafede Jim’le konuşmak istiyor. Belki de büyük kararını vermeden önce. Jim kafede saatlerce onu bekliyor ve gelmiyor. Jim kafede Thérèse’le karşılaşıyor. Thérèse, yine erkekleri ve mekânları değiştirmeye devam ediyormuş. Jim gittikten sonra Catherine geliyor kafeye. Belki de bu kaderin kırılmasıydı. Belki de kaderin kendi tragedyasını sahnelemesi. Her şey değişiyor.

Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Jim onların izini kaybediyor. Jules Alman, Jim Fransız cephesinde. Jules, evlendiği Catherine’e sürekli mektuplar yazıyor cepheden. Jules’ün en büyük korkusu Jim’i vurmak. Karşı karşıya gelmemeyi umuyor Jules. Savaştan görüntüler belgesel olarak yansıyor bu filmde.

1920’ler… Bıyıklarını kesmiş Jim Paris’te nişanlısı Gilberte’le (Vanna Urbino) beraber yaşıyor. Kitaplar yazıyor, gazetede çalışıyor. Mektupla Jim’e ulaşan Jules onu, Ren bölgesine çağırıyor. Jules ve Catherine’in altı yaşlarında Sabine (Sabine Haudepin) adında kızları da olmuş. Sabine, Jules’den mi, yoksa başka bir erkekten miydi? Muamma olarak kalıyor. Catherine, evli bir kadın olmasına rağmen bohem ruhunu yaşayan özgür bir kadın. Jules’le beraberken başka erkeklerle de olabiliyor. Hatta yakın arkadaşları sanatçı Albert’le bile. Albert onunla evlenmek istiyor, bunun hayalini kuruyor. Jules, Catherine’in kendine âşık olmadığını hissediyor. Hatta Jim’e Catherine’le evlenmesini bile istiyor. Jim de Catherine’e deliler gibi âşık. Böylece Catherine onun uzağında olmayacak. Catherine, varoluşuyla erkekleri müptela gibi kendine bağlayan bir kadın. Etrafında hep erkekler olmalı ve o, bağımlılık yaratmalı. Bir atmosfer gibi kuşatan mutsuzluk Catherine yüzünden. Jules, kendini doğaya adamış, yazılar yazan etrafında Catherine’in olmasından mutlu olan biri sadece. Tek korkusu Catherine’i bir daha görememek. Bir de Thérèse var. Aynı erkeklerle aynı mekânlarda sürekli kalamayan biriydi. Bir de Jim’in aşkını sabırla bekleyen Gilberte de var. Bu filmdeki tüm kadınlara selâm gönderiyoruz. Biliyorsunuz, doğaya vahşice ve zalimce davranan toplumlar, aynısını kadınlara da yapıyorlar. Doğa ve kadın saygıdeğerdir.

Jules, sevdiği oynayan sandalyesinde “dişil” ve “eril” kelimeler üstüne konuşuyor. Jules, “Kelimeler eşdeğer olarak” diyor, “Lisandan diğerine cinsiyeti değişiyor. Fransızcanın tersine ‘savaş’, ‘ay’, ‘ölüm’ Almancada eril” diye vurgu yapıyor. “Almancada ‘hayat’ nötr bir kelime” deyince Jim şaşırıyor. Catherine belki de Jules’ün bunalımlarından sıkılıyordur. Belki de onun “sadakat” üstüne fikirlerine acı çektirmek istiyor Catherine. Alman olanın önde olması da belki onu fazlasıyla sıkıyordur. Bira ve şarap üstüne tartışmada, sanki Alman-Fransız kültürü çarpışıyordu. Şarap ve bira insanlığın önemli buluşlarından olmalı. Bira, Eski Mısır’da beş bin yıl önce bulunmuştu. Kırlara doğru koşan Catherine’in peşinden giden Jim’e Catherine, “Kendini anlat bana” diyor. Sanki onu yeni tanıyormuş gibi. Belki de yanlış erkeği seçtiğini düşünüyor. Aslında Catherine, Jules’ü bunalımlarından kurtarmak için evlenmiş onunla. Çok geçmeden Albert de geliyor kır evine. Salonda bestelediği “Le Tourbillon” (Kasırga) bestesini gitarla çalıyor. Catherine de şarkıyı söylüyor. Şarkı, “Parmağında yüzük vardı / Kollarında bilezikler / Şarkı söylerken sesi / Beni büyüledi / Gözleri, zümrüt gözleri içime işledi / O şiddetli yüzü beni esir etti / Tanıştık, bir daha tanıştık / Ayrıldık, bir daha ayrıldık / Konuştuk, ısındık birlikte / Sonra ayrıldık / Herkes kendi yoluna gitti / Hayatın burgacında…” diye sürüp gidiyor.

Jim, Jules ve Catherine’le biraz daha kalıyor kır evinde. Catherine, Jim’den Goethe’nin “Gönül Yakınlıkları” romanını istiyor birden. Catherine mutsuz. Jim’e yakınlık gösteriyor ve ilk defa onu öpüyor. Fonda duyulan müzik sanki Jules’ün kederini hissettiriyor. Jim, Jules, Catherine ve Sabine kır evinin önünde masada mutluluk yemeği yiyorlar. Truffaut bu anda da Hitchcock ustanın “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmine selâm gönderiyor. Hitchcock’un filminde James Stewart ve Kim Novak öpüşürken, kamera da onların çevresinde dönüyordu. Bu iki filmde de bu estetik alıştırmanın anlamı final bölümünde anlamlaşıyordu. Sonra Jim Paris’e, Gilberte’e dönüyor. Jim, fedakâr nişanlısıyla evlenmek istiyor. Bu hemen olabilir miydi? Jim, Jules’den mektup alıyor ve trenle Renn’e gidiyor. Catherine ortadan kaybolmuş ve Jules mutsuz. Ama bu Catherine, beklenmedik bir anda dönüveriyor. Jim’e sığınmak istiyor Catherine. Bu film, melodram kıyılarında dolaşsa da Hollywood’un derin melodramlarının içine düşmüyor. Hatta Alman karamsarlığına da düşmüyor. Trajedi olsa bile her şey bitmiyor ve hayat devam ediyor.

Jim Paris’e dönmek için tren garına giderken Catherine de onu uğurlamak istiyor. Jim bilet bulamıyor. Kır evine dönüyorlar. Ertesi gün trenle Paris’e dönüyor Jim. İlişkilerinin bittiğini düşünüyor Jim. Mektuplaşmalar da sürüyor Catherine ve Jim arasında. Catherine’in son mektubunda kamera havada uçarken, zincirlemeli kurgu “bindirmeli” çekime dönüşüveriyor. Çerçevenin sağında Catherine’in görüntüsü, doğa ve mektup üstüne yansıyor. Seyirci, mektubu Catherine’in sesinden duyuyor. Truffaut bu filminde sinema tarihinde o ana kadar bulunmuş tüm teknik buluşları filminde anlam yaratarak kullanmış. Biliyorsunuz, havadan fotoğraflar ve görüntüler ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda bulunmuştu. Truffaut bu buluşu, diğer teknikler gibi estetik değer olarak kullanıyor sıkça filminde. Elbette Jim’in Gilberte’le evlenme isteği bir süre daha gecikiyor bu mektuplaşmalarla. Jim, Catherine’in sıcaklığına düşmeyi hâlâ hayal ediyor çünkü. Catherine, salında Gilberte’i kıskanıyor. Hatta depresyona giriyor ve yemek bile yemiyor.

1930’ların başı… Catherine’in artık bir otomobili de var, Paris dışında Seine kıyısında bir kır evine yerleştikten sonra. Jim onlarla sinema salonunda karşılaşıyor. Sinemada, Nazilerin kitapları yakışının belgeseli gösteriliyor. Truffaut, Ray Bradbury’nin romanından 1966 yapımı renkli “Fahrenheit-Değişen Dünyanın
İnsanları”
bilimkurgusunu yapmıştı. Truffaut, kendi kendinin öncülü oluyor. Jules ve Catherine, yine hayatına giriyor Jim’in. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Jim, Catherine’le sevişse de. Hatta bebek sahibi bile olmak istiyorlar. Giderek Catherine’in psikolojisi bozuluyor ve depresyon onu ele geçiriyor. Jim’in Gilberte’le evlenmemesi için onu tabancayla vurmayı bile deniyor. Sonunda trajediler yaşanıyor ve Jules bu hayatta yapayalnız kalıyor. Onun sondaki kederli yürüyüşü insanı gerçekten bir boşluğa düşürüyor.

Filmde her şey klasik romanın giriş, gelişim ve sonuç tarzıyla oluşuyor. Ama filmi seyrederken, anlardan parçalar gibi yansıyor her şey. Bunda kurgu ve kamera hareketlerinin yardımı oluyor. Truffaut eski zamanlardaki teknik buluşları da kullanıyor bu filminde sıkça. Truffaut, sinemanın öncü yönetmenlerinden Georges Melièse’e de selâm göndermiş kaşlı görüntü tekniğiyle. Biliyorsunuz Melièse, “zincirlemeli” ve “bindirmeli” teknikleri de bulmuştu ayrıca. Bazı anlarda görüntüler donuyor ve fotoğrafa dönüşüyor. Bu bir nostalji ve bir yaşanmışlık hissi veriyor. Filmde yoğun olarak “kararma” tekniğinin de kullanıldığını belirtmeli. Truffaut’nun bu filminin, “Yeni Dalga” akımının temel filmlerinden biri olduğunu da hatırlatmalıyız.

“Evlenmekten Korkmuyorum…”
François Truffaut’nun 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “La Sirène du Mississipi-Evlenmekten Korkmuyorum” filmi, bir kadının güzelliğine mağlup olan ve suça bulaşan bir adamın dramını anlatıyor. United Artists’in sunduğu film, William Irish’in “Waltz into Darkness” (Karanlığın İçine Vals) polisiye romanından uyarlanmış. Bu roman ülkemizde 1973 yılında Akba Yayınevi’nce “Sonsuz Vals” adıyla yayımlanmıştı. Senaryoyu Truffaut’nun kendisi yazmış. Gerilimi de yaşatan müzikleri Antoine Duhamel bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Denys Clerval yansıtmış. Truffaut’nun bu filmi ülkemizde mart 1971’de “Evlenmekten Korkmuyorum” adıyla vizyona çıkmıştı.

Film, gazetelerin evlenme ilanları üstüne açılıyor kırmızı ön jenerik yazıları geçerken. Dış ses ada hakkında bilgi veriyor önce. Reunion, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada. Şubat 1507’de Diego Ferandez de Pereira tarafından keşfedilen ada, sırasıyla Santa Mascareigne, sonra da Bourbon adını almış. Haritada adanın
Saint-Denis bölgesi gösterildikten sonra siyah-beyaz belgesel askeri tören yansıyor. Dış ses, “1848’de Konvansiyon Hükümeti, Bourbon adını Reunion’la değiştirdi. 10 Ağustos 1792’de Tuillenes Sarayı’nı korumakla görevli ulusal muhafızlarla Marsilyalıların birleşmesinin anısına” diyor. Ardından Truffaut, bir ara yazıyla bu filmini büyük usta ‘Jean Renoir’ya ithaf ettiğini yazıyor. Uçan kamera adanın kıyılarını yansıtıyor sonra.

Truffaut bu filmini Renoir ustaya adasa da filmin birçok anında Hitchcock ruhu dolaşıyor. Filmin içine girildiğinden itibaren gizem de her yeri kuşatmaya başlıyor. Ama, usul usul. Üstü açık 1962 model Renault R4 Fourgonnette Vitrée arabayla, Louis Mahé’nin ortağı Jardine (Marcel Berbert), adanın yollarında Louis’nin (Jean Paul Belmondo) geçici kaldığı otele doğru gidiyor. Truffaut çoğunlukla kamerayı özellikle arabanın arka koltuğuna yerleşmiş kamera, seyirciye yolculuk hissi veriyor hep. Otel odasında giyinen Louis’yi heyecan sarmış. Bugün önemli ve heyecanlı bir gün onun için. Gazete ilanıyla tanıştığı Julie Roussel’le ilk defa karşılaşacak. Julie, bugün “Mississipi” adındaki gemiyle adaya geliyor. “Sirène”, yani “siren”, Eski Yunan mitolojisinde “denizkızı” anlamına geliyor. Louis’nin elinde sadece bir fotoğraf ve mektuplardaki Julie var.
Limanda gemiden herkes iniyor Julie inmiyor. Umutsuzca üstü açık 1960 model Peugeot 403 Cabriolet arabasına doğru yürüyen Louis’ye, elinde kuş kafesi olan güzel sarışın bir kadın sesleniyor. Kendisine Julie (Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor genç kadın. Bu Julie fotoğraflardaki Julie’ye hiç benzemiyor. Louis sorgulamıyor. Karşısında bembeyaz tenli ve üstelik sarışın güzeller güzeli var. Onunla hemen kilisede evleniyor. Bir an önce bu güzellikle sevişmek istiyor Louis. Julie, sanki kaderin armağanı gibi geliyor Louis’ye. Truffaut, usul usul kutuyu açıyor. Ama bu gizemi daha da çoğaltıyor. Ama önceleri her şey mutluluk içinde geçip gidiyor Louis’nin malikânesinde. Ya açılamayan tahta valiz? Fransa’dan Julie’nin ablası Berthe’den (Nelly Borgeaud) bir mektup alıyor Louis. İçine biraz kuşku düşse de pek üstünde durmuyor. Çok geçmeden ve birdenbire her şey değişmeye başlıyor. Jardine arabayla yoldan geçerken, Julie’nin tanımadığı bir adamla,
Richard’la (Roland Thénot) tartıştığını görüyor. Malikâneye dönen Louis, tahta valizi açtığında gerçeği anlıyor. Louis daha önce banka hesabının Julie tarafından kullanılması için vekâlet de vermişti. Arabasında kederle giderken, dış ses olarak Julie’nin banka hesabını boşalttığı anlar duyuluyor. Başka şeyler de. Gerçek Julie’nin ablası Berthe adaya geliyor. Louis, Berthe’yle beraber özel dedektif Comolli’ye (Michel Bouquet) başvuruyorlar sarışını bulması için. Louis sonra Fransa’ya doğru uçuyor. Kara film ruhu da her yeri kuşatmaya başlıyor. Gerilim, merak duygusu ve macera çoğalıveriyor. Kendine Julie diyen sarışın, kara filmlerdeki “femme fatale”, öldüren kadın mıydı? Yolculukta uçak tutuyor ve gözünü güneyin incisi Nice şehrinde bir hastanede açıyor Louis. Hastanede diğer hastalarla televizyon izlerken, Julie diye bildiği sarışını fark ediyor Louis. Sarışın, St. Tropez’de “Phoenix” adındaki bir gece kulübünde revü dansçılığı yapıyor.

Gece… Louis, önce bir tabanca satın alıyor, sonra sarışının kaldığı oteli buluyor. Sarışın gece kulübüne gittikten sonra, gizlice onun odasına giriyor, sarışının gelmesini bekliyor. Sarışın çok geçmeden geliyor. Karşısında Louis’yi görünce sarışın, hem şaşırıyor hem şaşırmıyor. Sarışın, asıl adının Marion Vergano
(Catherine Deneuve)
olduğunu söylüyor. Yetimhanede büyümüş, ıslahevlerinde yatmış. Hayatta en büyük korkusu da parasızlıkmış Marion’un. Bir de hapse girmekten korkuyor. Karanlıktan korkusunun nedeniyse, ıslahevinde geceleri açık ışıkta uyuyorlarmış. Richard’la Louis’ye nasıl tuzak kurduklarını da anlatıyor. Richard, gemide gerçek Julie’yi öldürüp cesedini denize atmış. Sonra parayı alan Richard ortadan kaybolmuş. Gece kulübünde para biriktirip Paris’e gitmeyi istiyormuş Marion.

Gündüz… Louis Nice’te, ikinci el üstü açılır-kapanır 1965 model kırmızı Oldsmobile F-85 Cutlass araba satın alıyor ve yola düşüyorlar. Filmdeki arabalar Peugeot’nun yılları farklı 403 serisinden. Özel dedektif Comolli de Fransa’ya, güneye gelmiş araştırmasını sürdürüyor. Marion, Aix-en-Provence şehrine gidiyor. Şehir dışında müstakil bir ev kiralıyorlar. Louis, hayatında bir daha bulamayacağı bu sarışınla bol bol sevişerek anın sunduğu
mutluluğu yaşıyor. Ya para? Para olmazsa bu sarışın yanında durur muydu? Aix-en-Provence şehri, pembe roze şarabı demek. Rozeyi suyla karıştırıp, içine buz attığınızda Akdeniz’in sıcağında insanın içi serinleyiveriyor birden. Aix-en-Provence’ta kış sürüyor. Şehirde dolaşırken Comolli’yle karşılaşıveriyor Louis. Kafede onu atlattıktan sanıyor. Peşinden gelen Comolli, sarışını kendisine teslim etmesini istiyor. Hayatında Marion gibi bir sarışını kaç defa bulabilirdi ki Louis? Marion’u kaybetmemek için tabancasıyla Comolli’yi vuruyor Louis. Cesedi de mahzene gömüyor. Artık aşk cinayeti işlemiş bir katil Louis. Kâbuslar da görmeye başlıyor.

Gündüz… Lyon şehrine gidiyorlar arabalarıyla. Rhône Nehri’nin ikiye böldüğü ve nehir limanı olan bu şehir, Romalıların ruhunu da taşıyor. Paraları da bitiyor, ama kiralık bir yere yerleşebiliyorlar. Hatta sinemaya bile gidiyorlar. Nicholas Ray’in 1954 yapımı renkli feminist wesrerni “Johnny Guitar-Dişi Kartal” filminden çıkıyorlar. Para olmayınca Marion’un da olmayacağını bilen Louis, Reunion’a dönüyor ve hissesini ortağı Jardine’e devrediyor. Lyon’daki Marion, umutsuzlukla kayıt stüdyosunda Louis’ye mektup yazar gibi plak
kaydediyor. Yolda elinden düşürdüğü plak kırılınca kendini kadere bırakıyor. Truffaut, Louis’nin dönmeden hemen önce Marion’un tüm güzelliğini gösteriyor herkese. Antik Yunan kadın heykellerini kıskandıran marion’un mermer gibi beyaz teni ve dişi manzarası bir an büyü saçıyor. Louis’nin, bu güzellik karşısında mağlubiyeti anlaşılıyor bir nebze. Louis döndüğünde yatakta uzanmış sarışının tarif edilemez düzgün beyaz bacaklarını nazikçe okşuyor, kocaman el yukarı doğru kayıyor ve mutluluk saçan anlar yaşanıyor. Truffaut sevişmeyi göstermese de zihinlerde yüzyılın sevişmesi olduğu hissediliyor.

Gündüz olduğunda çantanın içine konan paraları evde saklayan Louis ve Marion beraber restorana gidiyorlar. Louis gazetedeki haberi okuyor. Aix-en-Provence’ta su baskını olmuş. Polis, mahzende gömülü Comolli’nin cesedini bulmuş. Lyon’dan gitme vakti geliyor. Evde bir çanta dolusu parayı almak zorlaşıyor. Polis kaldıkları yeri de buluyor. Marionn para olmadan onunla gider miydi? Parasızlıktan çok korkan Marion, parasızlığı sıradanlık olarak görüyor.

Louis ve Marion, karlar altındaki Rhône-Alpes’te köy dışında bir kulübeye sığınıyorlar. Sınırı geçip bu cehennem durumdan kurtulabilecekler miydi? Parasızlık Marion’u endişe içinde bırakıyor. Louis’den kurtulabilmek için Louis’yi fare zehriyle hastalandırıyor. Kadınlar yavaş mı öldürürdü? Louis farkına varıyor. Aralarındaki bu kısa gerilimin ardından karlar içindeki yola düşüyorlar. Louis, güzelliğine mağlup olduğu bu sarına, “Çok güzelsin. Seni seviyorum” diyor. Louis ve Marion, karlı yolda bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyüp gidiyorlar. Para yoksa Marion da yok ama…

(25 Ocak 2015)

Ali Erden

[email protected]

Özgürlük Yürüyüşü

Ava DuVernay’ın yönettiği ve David Oyelowo, Tim Roth, Tom Winfrey ile Martin Sheen’in oynadığı Özgürlük Yürüyüşü (Selma), 06 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı.
1965 yılında Alabama’nın Selma kentinden eyalet başkentine giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç protesto yürüyüşü yapıldı. Martin Luther King öncülüğündeki bu yürüyüşler kamuoyunu ateşledi ve A.B.D. Başkanı Johnson’un Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmasını sağladı. Film, bu tarihi olaylar zincirinin 50. yılında direnişin filizlenip dev bir insan hakları savaşına dönüştüğü, tehlikelerle ve baskılarla dolu üç aylık sürece odaklanıyor.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor

Özgürlük Yürüyüşü yazısına devam et