Her Kürd’ün kişisel gelişiminde dengbêjlere ilişkin anılar, hikâyeler, masal ve mesellerin yeri tartışmasız bir kadimiyete sahiptir. Devletin en acımasız yüzüyle varlık sürdüğü coğrafyasında Kürd’ün sığınabildiği tek şey ise ilahi adaletin ‘yokluğudur’. Yokluğudur diyoruz, zira keder kuyusuna dönmüş bu ‘Allah’ın belâsı’ coğrafyada Kürd’ün heybesine kalan, acı ve kayıpların ıstırabı iken, insanın doğası gereği zulüm karşısında sığınabildiği tek gerçek, biat ettiği yaradanıdır. Lakin sonu gelmek bilmeyen bu trajedi karşısında o sığınak o kadar etkisizdir ki, aslında sığınılan onun yokluğudur. İşte bu noktada Kürd’ün imdadına yetişen dengbêjdir. O gerçektir ve hakikattir. Elini dayadığı kendi kulağı değil, Kürd’ün kalp vuruşudur bir anlamda. Sesi ise makus kaderinin bin yıllık tarihçesi… Teşbihte hata olmazsa eğer, ‘Dengbêj, Kürd’ün yaratıcısıdır’ dersek yanlış olmasa gerek. Dedik ya herkesin anılar kavşağı dengbêje çıkar diye; ya o kavşak meçhul bir dengbêje çıkıyorsa. Yani öyle bir dengbêj ve öyle bir kilam yok ise…
Mintaş’ın ilk uzun metraj ‘denemesinde’ Nigar Anne’nin yolu tam da böyle bir açmaza çıkıyor. Kürd edebiyatı, müziği ve diğer sanat disiplinlerinde olduğu gibi, sinemada da sıkça yüz sürülen dengbêjlik olgusu burada da yine karşımıza bir kurtarıcı olarak çıkıveriyor. Yerinden yurdundan edilmiş milyonlarcasından biri olarak Kürd anası Nigar ve oğlu Ali’nin metropole sıkışmış hayatlarının çaresizliğini, köksüzlük ve asimilasyon zorbalığının yanı sıra, devletin değişen, (aslında dönüşen) yüzüyle de seyirciyi meselenin içine çekiyor.
‘Berf’ ve ‘Bûtîmar’ isimli kısa filmleriyle Kürd sineması içinde dikkatleri üzerine çeken ve uzun metraj çalışması da merakla beklenen Mintaş, ‘Kilama Dayîka Min’ (Annemin Şarkısı) ile sinema izleyicisinin Kürd sinemasına dair önemli bir yargısını kırarak başlıyor işe. Çoğunlukla köy, kır ve ‘kalabalık’ dünyadan uzakta hikâyelerin beyazperdeye taşındığı Kürd sineması, çoğu izleyicinin kafasında böyle bir ön imaj yaratmışken, Mintaş kamerasını Kürd’ün metropol yalnızlığına çeviriyor. Senaryosunu yazıp yönettiği filmde Mintaş zorla yerinden etmeler sonucu yaşanan insanlık hallerini sade ve akıcı bir dille taşıyor beyazperdeye.
Başrolde Feyyaz Duman ve Zübeyde Ronahi’nin yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda Nesrin Cavadzade ve Aziz Çapkurt bulunurken, film 20. Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nün yanı sıra, 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de En İyi İlk Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’ne değer görülmüştü.
Tony Gatlif’in ‘Gadjo Dilo’, Özcan Alper’in de ‘Gelecek Uzun Sürer’ filminde olduğu gibi Mintaş da, hikâyesini anlatırken seyirciyi bir sesin peşine düşürüyor. Devletin 90’lı yıllardaki zorbalıkları sonucu köyünden kente sürülen Nigar annenin köyüne dönme ısrarı ile oğlu Ali’nin çabasına tanıklık ettiğimiz filmde Öğretmen Ali bir yandan kentin karmaşası ve kaosu ile uğraşırken, öbür yandan annesinin bu depreşen özlemine çare bulmaya çalışır. Annesinin Seydoyê Silo isimli bir dengbêjin kasetini ısrarla istemesi üzerine yoğun bir çabaya giren Ali, bir yandan da modern dünyanın telâşına, hamile olduğunu öğrenen sevgilisinin ritmine ayak uydurmaya çalışır.
Ajitatif ve kuru bir jargon kullanmadan, sade ve direkt insanın gönül kapısına hitap eden anlatımıyla Mintaş bir yandan 90’lar ile günümüz Türkiye’sinin dönüşen siyasal konjonktürüne, öbür taraftan da kentsel dönüşümün sonuçlarına dikkat çekiyor. Film, bir köy okulunda tavus kuşlarına özenen karganın hikâyesiyle başlayıp, yine aynı hikâyenin İstanbul’daki bir okulda anlatımı ile son buluyor.
Kürd trajedisini kentten anlatmasıyla aynı zamanda Kürd sorununun ‘şehirlileşmiş ve Batılılaşmış Kürdler’ boyutuna da işaret eden Mintaş, film boyunca önemli sorular soruyor izleyiciye. Yakınlarını kaybeden insanların birbirlerine yaslanmalarının merkezi konumunda olan Tarlabaşı’nı bekleyen kentsel dönüşüm tehlikesi nedeniyle bir kez daha yerinden edilmekle karşı karşıya olan insanların son derece insani sıkıntılarını hikâyesine yediren Mintaş, kısa filmlerinde oluşturduğu kendine has anlatı dilini uzun metrajda konuşturmakta eksiklikler yaşıyor gibi. Sinematografik olarak hatırı sayılır bir başlangıç yapmış olmasına rağmen, hikâyenin kurgulanması ve paçaların birbiri içinde eritilmesi noktasındaki pürüzler dikkat çekiyor filmde. Aziz Çapkurt’a ödül getiren kısacık ve etkili giriş sahnesindeki öğretmen ile öğretmen Ali arasında, devletin dönüşen yaklaşımını göstermek dışında bir bağ bulunmuyor örneğin. Ali ve kız arkadaşı ile olan ilişkisini anlatırken kadın erkek eşitliğine oldukça özen gösteren Mintaş, fırtınalı bir beraberlik olmamasına rağmen, bu duygusal ilişkiyi anlatırken, hikâyenin tamamına hizmet etmesi bağlamında zayıf kalıyor.
İran sinemasında görmeye alışık olduğumuz motosiklet durumu ile karakterinin yalnızlığını pekiştiren Mintaş’ın, her kayıp yakını ailenin duvarında görmeye alışık olduğumuz fotoğraflardan biri olarak kendi fotoğrafını kullanması ise ‘neden’ sorusunu akla getiriyor. Hitchcock filmlerinde görmeye alışık olduğumuz, bir anlatı tarzı olarak birçok yönetmenin kullandığı bu yöntemi kullanırken hafif abartıya kaçmış olması seyircide bir iç esinti yaratıyor gibi. Zira fotoğraflar arasında en çok o takılıyor kameranın kadrajına.
Oyuncularını yönlendirmesi konusunda önemli bir başarı göstergesi sunan Mintaş, meseleyi olabildiğince sade anlatmaya çalışırken, etkili mesajlar vermeyi de ihmal etmiyor elbette. 90’larda yasak olan bir dil, Toros marka arabalarla götürülüp geri getirilmeyen insanlar ve günümüzde ise sürekli denedim altında olan ve yasal sayılmayan koşullarda Kürdçe eğitimi, psikolojik baskı v.s. Kaybettirme olmasa da, realiteyi kabul etme konusundaki direncin süren hali. Mintaş, değiştiğini söylese de aslında devletin sadece kendisini dönüştürdüğünü, öz itibariyle pek de değişmediğini aktarıyor filminde.
Oyuncu kadrosunun performansı noktasında ise özellikle Çapkurt’un kısa giriş sahnesindeki performansı göz dolduruyor. Nigar rolündeki Zübeyde Ronahi’nin performansı ise, ‘Kürd sineması 70’inde bir oyuncu kazandı’ dedirtecek cinsten. Feyyaz Duman da oyunculuğunu bu film ile bir konak ileriye taşırken, Cavadzade ise diğer projelerindeki performansının hafif gerisinde kalıyor.
Filmin konusu ve künyesi:
Yaşadıkları köyden mecburen İstanbul’a göçen bir anne-oğul yerleştikleri Tarlabaşı semtinden de kentsel dönüşüm projesiyle çıkmak zorunda kalırlar. Ali, annesi Nigar’ın durumunun gittikçe kötüleştiğini görür. Bir gün köye geri dönmek üzere eşyaları toplayan Nigar, bir gün de kendini İstanbul’un sokaklarında gezerken bulur. Öte yandan da Ali’ye komşularının köye döndüğü konusunda ısrar eder. Ali, annesini mutlu etmek için onu yanından ayırmaz ve sürprizler yapar. Onun rüyalarına giren şarkının peşine birlikte düşerler. Bu sırada kız arkadaşı Zeynep, Ali’nin çocuğuna hamiledir. Ancak Ali’nin içinde bulunduğu durum, babalık haberiyle birlikte iyice zorlaşır.
Çekimleri İstanbul ve Doğubeyazıt’ta gerçekleştirilen filmin yönetmenliğini ilk uzun metrajlı filmi Erol Mintaş üstlenmiş. Başrollerde Feyyaz Duman, Zübeyde Ronahi ve Nesrin Cavadzade oynuyor.
(30 Kasım 2014)
Rawîn Stêrk