Bilindiği gibi 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl “Sinemamızın 100 Yılı” temasıyla yola çıkıyor ve konsept bağlamında Onur Yazarı olarak -çok doğru bir kararla- Atillâ Dorsay’ı merkezine alıyor.
Fuar süresince elli civarında sinemasal etkinliğe ev sahipliği yapacak olan Fuar’da, yazarımızın imza atacağı çalışmalar arasında “Renkli Sinemaskop Bir Hayat: Atillâ Dorsay”, “Dorsay’ın Sanatçıları” ve “Yeşilçam’dan 100 Portre” sergileri de bulunuyor.
Ülkemizde sinema yazını denilince akla gelen ilk isimlerden olan ve 50 yıla yaklaşan bir sürede 30’un üzerinde kitap ve Cumhuriyet’ten Milliyet’e, Yeni Yüzyıl’dan Sabah’a birçok gazetede sayısız makale kaleme alan Dorsay’ın televizyon için hazırladığı program ve film gösterimleriyle de yeni kuşaklara verdiği ilhamı akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Sinema Yazınında Bir Doruk
Yıllar önce, 2007 sonbaharında yaptığımız bir söyleşide, “Türkiye’de kurumsallaşmış ve kendini kabul ettirmiş bir eleştiri kurumunun olduğunu söylemek kolay değil. Bu müzik, edebiyat gibi diğer dallar için de geçerli” diye söze giren yazar; ülkede, kendisiniden önceki sinema eleştirisini çok yakından takip ettiğini ve kimi isimlerden etkilendiğini vurgulamıştı:
“Bizim kuşağı etkileyen bir eleştirmen, 1950’lerin sonunda ve bütün 60’lar boyunca Milliyet’te yazan Tuncan Okan oldu. Yıldız verme olayını ilk defa o başlattı ve bizim kuşağı derinden etkiledi. Daha sonra eleştirmenlikten çok Türk sinema Tarihçisi kimliği baskın olan Nijat Özön’ü takip ettim. Yine eleştirmenlikten çok yazarlık kimliği ile sinemanın temel sorunlarına yaklaşma özelliği ağır basan Onat Kutlar bizim için birer öncü oldular ve daha sonra birçok eleştirmen gelip geçti.”
1966’dan bu yana inatla sinema üzerine yazı yazmanın nasıl bir duygu olduğunu sorduğumuzda, işin sırrının “tutku” olduğunu belirten Atillâ Dorsay, eleştiriyi sinemanın yan işlevi olarak görmediğinin altını çizmişti:
“Eleştiri olayı bütün sanatlarda olduğu gibi, ama özellikle de sinemada önemli; çünkü insanlar filmleri, bir kitaptan, bir tablodan daha çok tüketiyor. Her hafta sonu dünyada milyonlarca insan film izlemeye gidiyor. O yüzden sinema eleştirisi çok gerekli bir kurum; ancak ben sinema eleştirisini yazı yazmanın bir türü olarak görüyorum ve herşeyden önemlisi yazı yazmayı çok seviyorum.”
Dorsay, neden sinemanın yalnızca eleştiri kısmında yer aldığına ise “Sinema yapmak çok takdir ettiğim bir çaba; ama benim karakterimle bağdaşmıyor, onu herhalde beceremezdim” sözleriyle yanıt veriyordu.
Eleştiriyi Eleştirmek
“Yabancı filmleri eleştirdiğiniz zaman çok büyük bir sorun yok; çünkü onlardan tepki gelmesi olanaksız. Yerli sinemaya bulaştığınız anda sorunlar başlıyor. Ben ilk birkaç yıl -çok bilinçli bir seçim olmadan- yabancı sinema üzerine yazdım. O yıllarda Türk sinemasını Cumhuriyet’te Turan Gürkan yazardı. 1970 yılında Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filmi beni öylesine etkiledi ki onun üzerine bir yazı yazdım ve bunu kullandılar. O tarihten başlayarak –Umut benim için de bir dönüm noktasıdır- Türk sineması üzerine yazmaya başladım. Bir kültürün bahçesinde yaşıyorsanız o topraktan etkilenmemeniz mümkün değil. Dolayısıyla 70 yılından itibaren fiilen sinemamıza bulaştım ve o zaman sorunlar çıkmaya başladı. Her eleştirmen kuşağı gibi biz de o yıllar Yeşilçam’da bazı filmlere çok ağır eleştiriler yazdık. Mesela rahmetli Nejat Saydam’ın bazı filmlerine yazdığım eleştiriler o kadar ağır olmuş ki, neredeyse hasta oluyormuş. Sonradan öğrendim bunu kendisinden.”
Sözü eleştiri kurumunun yıllar içinde gösterdiği gelişme ve muhataplarının tahammül sınırlarına getiren Dorsay’a 60’lı ve 70’li yıllarda yaşanan kimi tartışmaları hatırlattığımızda karşımıza Sinematek’in çıkmazı kaçınılmaz oluyordu:
“Bir dönemde Ulusal Sinemacılar beni benimsemediler ve aramızda birtakım çekişmeler oldu. Biz daha ziyade onlara karşı, Onat Kutlar’ın başını çektiği Sinematek’in çatısı altında toplanan eleştirmen grubuna dahildik ve hayata / filmlere ‘sol’ bir perspektiften bakıyorduk. Aslında sol kuramı da çok iyi bildiğimiz söylenemezdi ama özeniyorduk ve biz Türkiye’de sosyalist eleştiriyi yerleştireceğiz diye inat ediyorduk. Ben Fransız eleştirisinin etkisiyle, Cahiers du Cinema çevresinde toplanan eleştirmenlerin yazdıklarıyla büyüdüm. Daha sonra Marksist eleştiriye heves ettim; ama başarabildiğimi hiç sanmıyorum.”
70’lere Bakış
Sinema yazınımızdaki dönemlerin ve kimi çabaların, özellikle ideolojik bakış noktasında pek de başarılı olmadığı inancına sahip olan yazarımızın 70’lere ilişkin bakışı şu sözlerle özetlenebilir:
“O yıllarda söylendiği gibi Batı’lı anlamda sınıflar tam anlamıyla oluşmuş değildi. Çok geniş bir sanayileşme yoktu. Ona bağlı olarak bilinçli bir emekçi kitlesi yoktu. Türkiye köylüye dayanarak mı sosyalizmi geliştirecekti? Türkiye’nin sanayileşmesi daha sonranın ürünüdür. 60’lardan veyahut 70’lerden söz ediyoruz. Ama Ulusalcılar da tümüyle haklı değillerdi; onların da yazıları, kendilerine sol diyen ama milliyetçiliğe kayanların eleştirilerinden çok farklı değildi. Elbette zaman içinde bütün bunlar ayıklandı, benim kafam da billurlaştı. Temelde ben kendimi hala solcu görüyorum; ama bugün dünyada komünist bir toplum olacağını ve insanlara mutluluk, adalet vereceğini hiç beklemiyorum. İdeolojilerin tümüyle çöktüğüne de inanmıyorum; ancak bir takım metinleri ve filmleri yalnızca ideolojik yaklaşımlarla çözümlemenin mümkün olmayacağını söylüyorum.”
Sinema ve Teknoloji
Yazımızı, aydın olmanın sorumluluğunu her daim üzerinde hisseden, yeri geldiğinde ceketini alıp çıkmaktan geri durmayan -Tunca Arslan’ın deyişiyle “İtham ediyorum!” ya da “Sartre Fransa’dır!” düzeyinde tarihi bir itirazla “Emek Yoksa Ben de Yokum!” diyen- Atillâ Dorsay’ın sinemanın geleceğine ilişkin sözleriyle noktalayalım:
“Teknolojinin getirdiği bazı şeylerin tehlikeler de içerdiğine inanıyorum. O büyük sinema salonlarında yüzlerce kişinin aynı filmi izlediği dönemlerden mültiplekslere kaydık. Filmler çeşitlendi, ayrıştı, sinema seyircisi de kategorilere bölündü. Eskinin o büyük homojen kitlesi yok artık, farklı beklentileri olan farklı seyirciler var. Sinemayı DVD’lere, internetten film indirmelere indirgemek, yedinci sanat dediğimiz şeyin ruhuna aykırı. Kimse kusura bakmasın ama ben bu bilimsel maddiyat çağında hâlâ sinemayı ‘büyü’ sözcüğüyle bağlantılı olarak düşünüyorum. Geniş bir ekranda başka insanlarla birlikte aynı duyguları aynı anda hissederek, beraber nefes alarak, beraber korkup beraber kahkaha atarak bir filmi izlemek bambaşka bir şey. Dolayısıyla filmi izleme biçimi neredeyse filmin içeriğini belirler. Ben hâlâ filmi sinemada izlenebilir bir eğlence olarak görüyorum.”
…
Sözün kısası, bu ülkede sinema üzerine birşeyler karalayan hemen herkesin çok şey borçlu olduğuna inandığımız Atilla Dorsay’ın 50. yılını şimdiden kutluyoruz.
(08 Kasım 2014)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü