Arka Pencere Dergisi Yakasına Beyaz Bant Takıyor

Arka Pencere Dergisi, 220. sayısında, kapağına Michael Haneke başyapıtı Beyaz Bant’ı yerleştiriyor. Tunca Arslan, Trendeki Yabancı köşesinde, hakkında soruşturma açılan Gezi Direnişi belgeseli Bu Daha Başlangıç’ı yazıyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Kaçış Planı, Çocuk Pozu, Gloria, Ferahfeza, Yunus Emre: Aşkın Sesi, Sağ Salim 2: Sil Baştan ve Paranormal Activity: İşaretliler inceleniyor. Derginin 220. sayısı, her hafta olduğu gibi bir Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Günlük yaşamın çatışmalarıyla ilgili özgün konularla neden hiç ilgilenmediğimi hep merak etmişimdir. Eğer görsel yönden konuşursak, sanıyorum sıkıntılı ve donuk olacağı için…”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Hepsi Birarada Kapak Fotoğrafları
  • Kumun Tadı

    Melisa Önel’in yönettiği ve Mira Furlan, Timuçin Esen, Ahmet Rıfat Şungar ile Mustafa Uzunyılmaz’ın oynadığı Kumun Tadı, 21 Kasım 2014′de M3 Film dağıtımıyla Bulut Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    İnsan kaçakçılığı yapan kömür tüccarı Ali hesabına çalışan Hamit, kamyonetiyle kömür götürürken dönüşte kaçak göçmenler getirmektedir. Hamit’in tek tesellisi, yurtdışından bir araştırma projesi için gelmiş, botanik bilimci Denise’dir. Hamit ve Denise, geceleri denizin kenarında gizlice buluşurlar. Yeni bir grup mültecinin kasabaya gelişi ve mahsur kalmasıyla gerilim artarken ikilinin ilişkileri de kırılmaya başlar.

    • Basın Bülteni
    • Fotoğraflar
    • Fragman
    • IMDb

    Kumun Tadı yazısına devam et

    Tutunamayanların Şerefine

    Bizde ‘Sen Şarkılarını Söyle’ adıyla gösterime giren ‘Inside Llewyn Davis’ gerçek bir folk müzikçisinin yaşadıkları üzerine. Ethan ve Joel Coen kardeşlerin ‘Barton Fink’ten ‘Ciddi Bir Adam’a kaybeden karakterlerle dolu filmografilerinin son aktörü Llewyn Davis, 60’lı yılların hemen başında New York’un sanatçı mahallesi Greenwich Village’da takılan Amerikan Folk’una gönül vermiş müzisyenlerden biri. Yeteneklerine rağmen piyasa koşullarına uyum sağlamakta başarısız, kimi zaman becerisizlikleri ya da boşvermişlikleriyle açıkta kalmış bu sonuncu tutunamayanın NewYork’un (bugünlerdeki kadar beter olmasa da) buz gibi 1961 kışında geçen hikâyesi, mizahın hüzne karıştığı tipik bir Coen anlatısında karşımıza çıkıyor.

    ‘Llewyn Davis’in Dünyası’ olarak dilimize çevirebileceğimiz özgün adını Davis’in solo albümünden alan bu ilgiye değer çalışma, Bob Dylan’ın ‘Peter, Paul and Mary’ ile pop müzik alemine bomba gibi düştüğü günlerin hemen öncesinde geçiyor. Dönemin öne çıkan isimlerinden Dave Van Ronk’un ‘The Mayor of MacDougal Street’ adlı otobiyografisinin ortak yazarı müzisyen Elijah Wald’un kapsamlı makalesinden aldığımız bilgi doğrultusunda, ‘henüz hit plâkların, şöhret ve paranın ufukta gözükmediği folk müziğin karanlık günleridir bunlar. Çoğu New York sokaklarında, Long Island ya da New Jersey’nin prefabrik varoşlarında büyümüş, Eisenhover’lı 1950’lerin kasvetinden ve konformizminden kaçmaya çalışan yirmilerin başlarındaki müzik aşığı gençlerin, ellerinde gitar Washington Park’ı mesken tuttukları ve bizdeki aşıklar geleneğine benzer şekilde sabahlara kadar müzik yaptıkları bir dönemdir bu.’

    Ustaca yaratılmış 60 başları atmosferi, başarılı müzikâl performanslar ya da çoğu New York’un İtalyan Mahallesi (Little Italy) ya da Aşağı Doğu Yakası’nda (Lower East Side) küçük apartman dairelerini mesken tutmuş folk müzikçilerin küçük dokunuşlarla çizilmiş dünyası Coen kardeşlerin bu son opusunun kayda değer artılarından. Ancak biraderler zannedildiği gibi bir biyografik anlatı sunmuyor bizlere. Tipik bir Coen karakteri olan Davis’in trajik olduğu denli sarsak bocalamaları onları çeken. Müzik partnerinin intiharından sonra tek başına kalmış, sığınacak iki göz odası bile olmayan beş parasız biri Davis. İzleyicisi olduğumuz bir haftalık serüveni sırasında soğuk kış gecelerinde arkadaş evlerinin kanapelerine sığınır genç müzisyen. Müzik dostu varlıklı karı kocanın evine misafir olur arada bir. Gaslight Cafe’de çalar, müziğini duyurmaya çalışır. Eksantrik bir beat şairi ve bir caz müzisyeni ile Chicago yollarına düşer, menajer Bud Grossman’e beğendirmeye çalışır bestelerini.

    Beceriksizlik, sorumsuzluk, belki de zamanlama şanssızlığından, Coen kardeşlerin muhteşem kaybedenlerinden biri olmaktan kurtulamıyor Llewyn Davis. Genç Bob Dylan’ın Gaslight’da sahne aldığı gece yine sokaklarda tek başınadır. Film boyunca yanında taşıdığı, belki de ilk kez bir süreliğine sorumluluğunu gönüllü üstlendiği tek canlı olan o sokak kedisi gibi yapayalnızdır. Gerçek hikâyenin daha sonrasını merak edenlere, Dave Van Ronk ya da New Lost City Ramblers gibi birkaç örnek dışında Amerikan halk müziği tutkunu 60’lar idealist genç folk müzikçilerinin çoğunun unutulup gittiğini hatırlatalım.

    Steven Spielberg’in jüri başkanı olduğu 66. Cannes Film Festivali’nin ikincilik ödülü anlamındaki Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi ‘Llewyn Davis’, müzikle mizahın eksik olmadığı parlak bir Coen filmi. Davis’in şarkılarını bizzat seslendiren, savaş karşıtı mesajlı ‘Please Mr.Kennedy’ adlı yeni T Bone Burnett bestesini küçük rollerde gözüken Justin Timberlake ve Adam Driver ile birlikte yorumlayan Oscar Isaac’in dokunaklı Davis yorumu ise tek kelimeyle mükemmel.

    (‘Sen Şarkılarını Söyle / Inside Llewyn Davis’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark ve Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

    (19 Ocak 2014)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    Kötü Adam (?) (!): Süheyl Eğriboz

    Yılmaz Güney, bir söyleşisinde, “Dünyada, Türk filmlerindeki gibi kötü adam yoktur” diyordu. Aslında bunu genelleştirmek ve “(Dünya) sinemasındaki kötü adam tipleri gibi insanlar dünyada yoktur” şekline getirmekte mümkündür. Gerçek yaşamda çok daha kötü kişiler olabilir. Bu konuda Güney’e katılmıyorum ama gerçek kötü adamların kötülükleri -bir filmdeki gibi yoğunlaşmış bir şekilde- yaşanmadığı için veya bunun ancak bize intikal eden kısmını gördüğümüz için tam olarak algılamayız… Eğer böyle bir olayın muhatabı biz olursak, olayın zamana yayılması (sürekli) veya ani (vurucu) olması ile bizi etkiler ama bunu üçüncü kişilere ne kadar anlatabiliriz.

    Kötü adam, bir romanda da kötülük yapar -kitap kaç sayfa olursa olsun veya ne kadar zamanda okursak okuyalım-, “kötülüğü” romanda okumakla, beyazperdede karanlık salonda oturarak ve azami 100 dakika içinde -o da her dakikasında değil- seyredersek, algılamamız daha farklı olacaktır. Film ne kadar gerçekçi olursa olsun, yapılan kötülük ne olursa olsun bunun önce senaryoda yazıldığını ve filme parça parça çekildiğini, çekim öncesinde kurbana ve kötü adama rollerinin ne olduğunun anlatıldığını düşünürsek… Yerli filmlerimizde (Yeşilçam dönemi?) kötülük yoğun bir şekilde ve uzun bir süre yapılır, sonunda kahraman (?) tarafından “intikam / öç” alınacaktır. Kötülüğü yapan bazen tek kişi bazen de tek kişi ve avaneleridir. Tek kişi ise intikam doğrudan ondan alınır, avaneleri de devreye girerse, -genellikle- en uzak avaneden alınmaya başlayan intikam giderek “baş” kötü adama kadar getirilir. Bu bir yerde “ihkak-ı hak”tır -ki bu suçtur.- ama bunu hiç bir seyirci hatırlamaz, bazen de bilmez.

    Sinemamızda adı kötü adama çıkmış -aslında çok- az sayıda oyuncu vardır. (Burada düşünelim, herkesin bildiği şeyleri söylüyorum ama o kötü adamda eninde sonunda rolünü yapıyordur.) Adı yıllarca kötü adama çıkmış Ahmet Tarık Tekçe -önce bir filmde başrol oynar, kötü adam değildir- sonra “aynı sevimliliği ile” komedilerde oynamaya başlar. Artık kötü adam değildir, aynı şey Öztürk Serengil içinde söylenebilir. Kötü adam olarak, şimdilerde Bilal İnci’yi hatırlayan var mı bilmiyorum ama yılların kötü adamı birden -varsın üçüncü sınıf olsun- filmlerde başrol oynamaya başlar.

    Turgut Özatay kötü adamlıkla, iyi oyunculuğu birleştirebilmiştir. Kenan Pars’ın kötülüğü o kadar peşin fikirdir ki, başrol oynadığı filmlerde ne zaman kötülük yapacak diye beklentiye gireriz. Yılların başrol oyuncusu Ediz Hun kötü adamı (?) oynadığında, değişik olarak bıyıklı olması ne kadar ikna edici olabilir. İzzet Günay film piyasa çıkmadan filmin kötü adamı olarak tanıtılır ama finalde yaptıklarından nedamet getirerek arabasını son sürat duvara sürerek kendini cezalandırır. Yine bir başka filminde, filmdeki olayın mağduru kadın kahramana yardım ederken, bütün kötülükleri yapan kişi olarak da finalde, (mağdur) kadın kahraman tarafından vurulurken -aslında- filmin kötü adamı olmasının yanında filmin başrol oyuncusudur da…

    Süheyl Eğriboz, filmlerin “kötü adamı” imiş. 1.000’den fazla filmde oynamış… Ben sinemamızın başlangıcını 1917 olarak alıyorum çünkü tamamlanan ilk konulu filmimiz “Pençe” (Simavi) 1917’de çekiliyor. Bu güne kadar 8.000’in üzerinde film yapılıyor. Bu hesaba göre Eğriboz çekilen her 8 filmin birinde oynamış olmalı. Bu 1.000 filmlik listeyi bana verebilecek kişiye şimdiden teşekkür ederim.

    Erman Şener’in verdiği bilgiye göre ilk filmi, Akasya Palas, Muhsin Ertuğrul’un bu filminin yapım yılı 1940. O tarihte Eğriboz 12 yaşında. Çocuk rolünde oynamış olabilir. İstanbul’un Fethi (1951 / Arakon) filminde de figüranlık yapmış. Ne zaman “kötü adam”lık’a başladı ben bilmiyorum. Ama hiç bir zaman “kötü adam avaneliğinden” kurtulup baş kötü adam (?) olamamış. Bu arada “Lâmbaya Püf De (Sütçü)”
    (Saylav / 1973) filminde başrol oynamış. Acaba 1.000 filmin içinde Melih Gülgen’in Tatlı Tatlı filmi de var mı? Şimdi bu filme baktığınız zaman Eğriboz adını görmezsiniz. Bu film, Seden’in Delicesine filminin kopyasıdır diyemiyorum, çünkü her ikisi de Irwing Wallace’nin Fun Clup romanının uyarlamasıdır. Hatta Gülgen’in filmi romana daha sadıktır. Seden, filmde Türkân Şoray’ı oynatmak istemiş, Şoray kabul etmeyince yerine 3., 4. sınıf İtalyan oyuncu Sonia Viviani’yi oynatmıştır. Gülgen’in filminde ise aynı rolü Mine Mutlu oynar. Dört fanatiği tarafından kaçırılan bir sinema oyuncusu, yatağa bağlı olarak bir odaya kapatılır. İlk günler kaçırılan kadın, kaçıranı dört kişinin tecavüzüne uğrarsa da sonradan kaçıranlar her gece içlerinden birinin geceyi kadınla geçirmesine karar verirler… Bunlar romanda olduğu gibi, Gülgen’in filminde de vardır ama Seden’in filminde yoktur. Seden’in filminde kaçırılan kadına tecavüz vaki olmaz, kaçırılışın günler sonrasında, kaçıranlardan biri ile (Kadir İnanır / Seden) kadınla romantik bir ilişkiye girer… Romana daha sadık olan Gülgen’in filminde -romanda olduğu gibi, kendi gayreti ile de-, kurtulan kadın (sinema oyuncudur ya) kurtulduktan sonra setlere döner ve setlerde kadın oyuncuyu karşılayanlar arasında oyuncu arkadaşları (aralarında Süheyl Eğriboz da var) tarafından karşılanır. Yine kısacık bir roldür Eğriboz’un rolü. Acaba Tatlı Tatlı, 1.000 film sayısını kullananların -tabii bunları isim isim yazabiliyorlarsa- listesinde var mıdır? Bunların hepsi oyucudur, sanatçı demiyorum. Her oyuncu sanatçı olmayabilir, içinde sanatçı olanlar da vardır.

    Beyazperdede görülen (sırf) iyi adamların, namus timsali hatunların (kadın?) veya kötülük yapmaktan / can yakmaktan başka bir şey düşünmeyen ve bundan zevk alan kişileri (erkek veya dişi) gerçek yaşamda da böyle olduklarından hareketle, sinema eylemlerini bu rolleri ile özdeşleştirmek, seyirci için bağışlabilirse de, magazin dışındaki medya için kabul edilebilir bir durum değildir. Eğriboz hakkında Şener’in verdiği bilgiyi başlangıç alırsak, 70 yılı aşkın sinemada bulunan bir kişinin ardından “kötü adam” yakıştırmasına sarılmak, bırakın o kişiye, sinemaya yapılmış bir haksızlıktır.

    (19 Ocak 2014)

    Orhan Ünser