“Melodram kadınların kaderine katılmanın, onların kaderlerini paylaşmanın belli bir tarzını da temsil eder; bu tarz, estetik vampirizme kadar uzanır, ama gerçekliğe yönelik bir öfke de içerir. Kadının kaderini, psikolojik, trajik, ahlâksal, metafiziksel vb. çeşitli yollardan yansıtabiliriz, hatta yorumlayabiliriz; bu yollardan ya da tarzlardan biri de melodramın anlatım tarzıdır. Başka türlü söylemek istersek; melodramın anlatım biçimi estetik bir fiyasko anlamına gelir ama melodram tanımlamasını, bu yapıtları kaba edebiyat alanına yollamamız gerekir mi, bu düşünülür.”
Özcan Deniz’in son filmini seyrederken, melodram ve kadın ilişkisini özetleyen, Veysel Atayman tarafından derlenmiş bu satırları anımsamamak olanaksızdı; zira filmde öne çıkan iki kadın kompozisyonu da bu tespite karşı cepheden somut örnekler içeriyordu.
Evet, Türkiye’de melodram algısının Yeşilçam geleneğinden süzülerek geldiği noktayı özetlemesi bakımından önemli bir film “Su ve Ateş”. Serüvenin öncülünü bir başka ve çok daha kapsamlı yazıya bırakarak filme dönelim: Öncelikle benzer bir formüle dayanan ve “tutan” bir film yapma tarzını inatla ortaya koyduğu ve bundan sonuç alabildiği için (en azından ticari nedenlerle!) tebrik edilmeli Deniz (İlk hafta gişe sonuları, filmin 200 bin barajını aştığını gösteriyor). Gerçekten de bu sinemanın toplumsal dinamikleri mevcut; hatta olasılıkla kadınlar cephesinde karşılığı tahmin edilenin de ötesinde… Kuşkusuz bunda yıllardan bu yana diziler veya “reality” showlar aracılığıyla körüklenen ve “edilgin özne” haline dönüştürülen kadın seyircinin / izleme kültürünün de payı büyük; ama bunca sözün ulaştığı nokta, tek cümlede özetleniyor işte: Kadının kaderi hiçbir koşulda değişmiyor. Dil eğitimi için “yaban ellere” gönderilen özgürlük tutkunu için de, törelerin gölgesinde ayakta kalmaya çalışan cephesinde de manzara aynı. Esas oğlanımız ciğerlerini özgüven atmosferinde dilediğince şişiredursun, öznenin etrafında dönen “kadersizlerin” payına, aşkın girdabına kapılıp suların dibini boylamak düşüyor. Erkek, “paylaşılamayan adam” olmanın hazzını, sonu trajik bir serüvende de olsa doya doya yaşama hakkını elde ederken, kadınlar cephesinde durum, erkek egemen dünyanın kendisinden hiç de farklı değil.
İlk filmindeki “mesafeli” tutumunu bir kenara bırakan yönetmen, son yapıtında hızını arttırıyor, karakteri hakkında pek ipucu barındırmayan “erkek” figürüne -duygularını açık etmede başarılı olamadığını iddia etmesi bir yana-, en içli aşk cümlelerini ardı ardına sıralatıyor. Sayesinde aşkı keşfeden kadın(cık)lar ise yaşamlarını heba etme pahasına onu beklemeyi yaşamlarının temel gayesi haline getiriyorlar. Böylelikle Özcan Deniz, gişede belli bir çıtanın üstüne çıkma mutluluğu yaşarken, psikolojik doyumunu da gerçekleştiriyor; kurmaca gerçekle buluşuyor ve bu mutlu evlilikten hem ekonomik hem de sosyal sonuçlar doğuyor!
Kadın cephesinde yeni bir şey olmamakla birlikte, madalyonun erkek temsilinde ise gözyaşartıcı farklılıklar mevcut. Geleneksel Yeşilçam’ın esas oğlanları; giyim ve kuşamları, hayata bakışları ve aşkı kavrayışlarıyla geçmişe fark atıyorlar. İnşaatlarda şöhrete kavuşma hayaliyle yanıp tutuşan ve İstanbul’dan alacağı intikamı iple çeken adamlar, 90’lardan itibaren yok artık! Sınıfın üçer-beşer basamak atlandığı bu sosyal ortam bir yana, aradaki “lahmacun” esprisi ise düne postmodern bir selâm yollamanın ötesinde işlev üstlenmiyor.
Sözün özü, “bu pilâv daha çok su kaldırır!”. Yolun açık olsun yeni binyılın melodramı!…
(23 Kasım 2013)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü