Önce dizi, sonra sinema dünyamızın antikahramanı; 70’lerin ünlü Kirli Harry’siyle de akrabalık bağları bulunan Behzat Ç., onca entrika, küfür ve kıyamet arasında, öncülünün paranoya duygusuna da ortak olarak “derin sularda” yüzmeye devam ediyor.
Ünlü polisimizin serüvenleri, bir paradoksun ürünü aslında. Zamansız tamamlanan yolculuk, biraz da zorunlu biçimde yeni mecrasında yol almakta. Karakterin 21. yüzyıl Türkiye’sinin çok kanallı “çağdaş” TV kanallarında var olmasının olanak(sızlık)ları bir yana, görünümüne “sinemasal bir karizma” kazandırdığı da muhakkak. Bu birinci nokta. Bir diğer unsur ise, Ç.’nin tutmaya çalıştığı safla âlâkalı. Öyle ya, yakın dönemin en tartışmalı toplumsal olaylarından birini fon alacak, bunu “teşkilâttaki çürümeyle” beraber kavramayı deneyecek ve bütün süreci bir kanun adamını özne kılarak irdelemeye çalışacaksınız. Olasılıkla bunu Ç.’den başkası yapamazdı; çünkü o kanunları, olanca kanundışılığıyla temsil ediyor ve bu yaklaşım, geniş kitlelerin gözünde kahramanı kahraman yapmaya yetiyor. Bir başka deyişle Harry, arkasına aldığı 70’lerdeki toplumsal çürümeyi “kendi yöntemleriyle” teşhire soyunurken, Ç.’yi doğuran nedenlerin uzağına düşmüyor. İkincisinin öncülüyle “bireycilik” konusunda girdiği dirsek teması aşikâr; ne var ki “muhalifliği” konusunda ondan bir adım daha ileride olduğu söylenebilir. (Uzun ve çok daha farklı bir yazının konusu olabilecek bu karşılaştırmayı, Ç’nin “direnenlere selâmı” ile noktalayalım.)
Bu tespitler bir yana, kahramanımızın ikinci sinema macerasının bir dizi problem içerdiğini söylemek mümkün. Uzunca bir süredir ortalarda görünmeyen ekip üyelerine duyulan özlemi giderme çabası, senaryonun en büyük zaafını oluşturuyor. Olay örgüsü, gerçekliğini yitirme pahasına, bu serüvende kartona dönüştüklerini üzülerek gözlemlediğimiz ekip
üyelerinin gerisine düşüyor, işlevini yitirme tehlikesi gösteriyor. Gücünü onların varlığından alan ve kimi anlarda -bilinçli bir tercihle- parodiye dönüşen bu mesele (ekibin farklı birimlerdeki serüvenlerini hatırlayalım) ana konunun aleyhine gelişiyor, esas mevzu tam manasıyla işlenemediğinden olsa gerek, izleyiciyi hayrete düşürmesi gereken finalde dahi beklenen etkiyi gösteremiyor. (Behzat’ın olayları bir araya getirerek çözdüğü “büyük mesele”nin seyircinin çoğunluğu tarafından çok önceden farkedilmesi bunun en somut örneği.)
Sözü edilen sorunlar dışında filmin gözardı edilmemesi gereken bir karşılığı da var. İster oryantalist, ister de gerçekçi bir bakışla, sinemamızın genel eğilimlerine “dışarıdan” bir bakış atalım. Son festivaller dolayısıyla bolca tartıştığımız “sanat sinemamızın” hali ortada. Popüler sinemanın ortaya koyduğu tablo ise melodramatik aşk öykülerinden parodi geleneğini bir türlü kıramayan “komik” serüvenlere doğru tanıdık bir seyir izlemeyi sürdürüyor. Bunca toplumsal hareketlilik, gerilim ve kamplaşmalar, siyasetin sokaktaki yansıması, ekonomik gelişmeler ve kültürel kırılmanın karşılığı ise sinemasal zeminde kocaman bir boşluğa tekabül ediyor. Böylesi dönemlerde, kavrayışı yeterince gerçekçi olsun ya da olmasın, derdini tam manasıyla iletsin veya iletemesin ülkenin genel gidişatına yönelik en küçük bir “anlama / aktarma” çabası dahi yeterince saygıdeğer değil mi? Galiba Ç.’deki yeni komiser ve odacısı, hayatını kaybeden eylemci ve hatta kimliği alabildiğine belirsizleştirilmiş “derin” adamlar, böylesi bir sanatsal iklimde lüzumundan çok daha fazla şey fısıldıyor kulaklarımıza.
Bu “küçük” çaba bile Behzat Ç.’yi anlamlı kılmaya yetip artıyor.
(05 Kasım 2013)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü