48. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde başlardaki yağmurlu ve fırtınalı havalarına rağmen coşku sürdü. Kadınlar jürisi, ödülleri doğru filmlere vererek umudumuzu arttırdı.
Yağmurlu, fırtınalı ve güneşli bir Altın Portakal geride kaldı. “Ulusal Yarışma”nın kadın jürisi adil bir paylaşımla hak edenlere Altın Portakal ödüllerini verdi. En büyük endişemiz, Ümit Ünal’ın genel anlamda beğenmediğimiz filmine ödüllerin yağmasıydı. Bu film, kadınlar jürisinin son dakikadaki “En İyi Film Jüri Özel Ödülü” verilerek savuşturuldu. Adil kadınlar jürisi, endişeye mahal vermeden Güzel Günler Göreceğiz ve Geriye Kalan filmlerine büyük ödülleri vererek saygı kazandı. Hasan Tolga Pulat’ın yönettiği Güzel Günler Göreceğiz, Tarantino sinemasının kıyılarında dolaşan, zamanlararası yolculuk yapan, birçok karakteri iç içe anlatan, çarpıcı kurgusu ve görüntüleriyle büyüleyen bir filmdi. Çiğdem Vitrinel’in filmiyse, tam tersine düz anlatımlı sade bir filmdi. Fransız sinemasının tadını verdi ama yönetmenine umut bağlamamızı sağladı. Bu yönetmenin, görsel dünyası ve sinema dili heyecan verecek sanki. Nazım Hikmet’in şiirinin adını ödünç alan Güzel Günler Göreceğiz, Mediha’nın yakınında ve uzağındaki insanları anlatan, hiçbir şeyi boşlukta bırakmayan filmdi. Geriye Kalan, baştan çıkartan bir tutkuyu anlatan, bir ara suç filmine dönüşen bir yapıttı. Genç oyuncuları heyecan verdi perdede. Devin Özgür Çınar, öteki kadına kattıklarıyla “En İyi Kadın Oyuncu” dalında hak ettiği Altın Portakal’ı kazandı. Geriye Kalan, Vitrinel’e “En İyi Yönetmen” dalında Altın Portakal getirdi. Güzel Günler Göreceğiz, başta “En İyi Film” olmak üzere Emre Kavuk’a “En İyi Senaryo”, Kalender Hasan’a “En İyi Kurgu” ödül getirdi. Bu filmde, Nesrin Cevadzade “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü Zenne’deki performansıyla Tilbe Saran’la paylaştı.
Altın Portakal, bundan sonra böyle ön jüriye görev vermez. “Ulusal Yarışma”yı takip ederken, bu filmin bu yarışmada ne işi var diyerek şaşırdık. Ramin Matin’in Canavarlar Sofrası ve Savaş Baykal’ın Öngörüye Ağıt filmleri neden yarışmadaydı, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Canavarlar Sofrası, bir George Orwell ruhu taşıyan fütüristik filmdi. Öngörüye Ağıt filmiyse, Vertov tarzı gerçekliğin filmi iddiasındaydı. Bu iki filme de yarışma dışında bakmak ve değerlendirmek gerekiyor. Canavarlar Sofrası filmi, “Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü”nü kazandı. Belki de en büyük hayal kırıklığı, Raşit Çelikezer’in Can filminin büyük ödüllerden hiçbirini kazanamamasıydı. Bu film, “Ulusal Uzun Metraj En İyi Film – Antalya Kent Konseyi Jürisi”nin “Seyirci Ödülü”nü kazandı. Can filmi, “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü”nü Lüks Otel, Meş – Yürüyüş, Fedakâr ve Öngörüye Ağıt filmleriyle ortak aldı.
Zenne günü…
Festivalde görme şansımızın olmadığı M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ortak yönettikleri Zenne, büyük ödüle uzanamadı ve “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Bu film kazandığı ödülleri de paylaştı. Kameraman Norayr Kasper, “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında ödülü Lüks Otel filmindeki Kenan Korkmaz’la paylaştı. Zenne filmi, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”su Tilbe Saran’la beraber Erkan Avcı’ya da “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Bu film, “Ulusal En İyi Uzun Metraj Film SİYAD Jürisi Ödülü”nü de aldı. Gıyasettin Şehir, Meş – Yürüyüş filmiyle “En İyi Sanat Yönetmeni” ödülünü alırken, Frank Schreiber ve Hemin Derya “En İyi Müzik” ödülünü kazandı. Festivalin yarışmasında ne işi olduğunu bir türlü bilemediğimiz Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm filmi de hak edilmiş bir ödül kazandı. Bu filmdeki etkileyici performansıyla Erdal Beşikçioğlu “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı.
Açılış muhteşem, kapanış sönük…
“Onur Ödülleri”nin verildiği açılış gecesinin muhteşemliğine karşı kapanış bir o kadar sönük ve heyecansız geçti. Açılışta Engin Çağlar, Halit Akçatepe, Tuncel Kurtiz, Perran Kutman oyuncu olarak bu ödülü kazandılar. Azeri sinemasının ünlü siması Rustam Ibragimbekov da bu ödülü aldı. Sinemamızdaki romantik filmlerin unutulmaz yönetmeni Mehmet Dinler de bu ödüle lâyık görüldü. Dinler, 1960’lı yılardaki Cilalı İbo filmleriyle adını duyurdu, sonra özellikle Türkan Şoray – Ediz Hun ikilisiyle melodramlar çekti. Tunce Kurtiz ödülünü Jane Birkin’den alırken Yılmaz Güney’e de selâm gönderdi. Güney’in kendisine, Umut ve Sürü filmleriyle iki kanat taktığını söylerken, uluslararası alana açılmasına da neden olduğunu söyledi. Engin Çağlar, Antalya’dan hiç ödül kazanamadığı için bu festivale küskün kaldığını söyledi. En duygulu ansa, Tarık Akan’ın Halit Akçatepe’ye ödülü verirken yaşananlardı. Akçatepe, 1943 yılında henüz beş yaşındayken oyuncu olarak sinemaya girmiş. Kemal Sunal, Zeki Alasya – Metin Akpınar, Şener Şen ve Münir Özkul’la unutulmaz komedilere imza atmıştı. Özelikle Ertem Eğilmez’in Hababam Sınıfı’ndaki “Güdük Necmi”, sinemamızın “İnek Şaban”ıyla beraber unutulmazlarından oldu. Akan, kırk yılık dostuna bu ödülü verdiği için onur duyduğunu söyledi ve en çok alkışı aldılar. Rutkay Aziz, politik konuşma yaptı. “Muhalifliğini” ortaya koydu. Aziz, “Sanatta Sosyal Sorumluluk” ödülünü aldı. Emektar oyuncu Suna Selen’e “Yıldırım Önal Anı Ödülü” verildi. Yeşilçam’ın gerçek emekçilerinden “Godzilla” lâkaplı Selahattin Geçgel de ödülünü alırken bol alkış aldı.
Bu yılki festival tam anlamıyla kadınlara adanmış bir festivaldi. Tüm yarışmalardaki jüri kadınlardan oluşuyordu. İşte kadınlara adanmış bu festivalde iki muhteşem yorumcu sahnede canlı performanslarıyla geceyi aydınlattılar. Birkin, bir İngiliz olmasına rağmen Fransız sinemasının içinde adını duyurmuştu. Muhteşem besteci, şarkıcı ve sinemacı Serge Gainsbourg’la evli kalan Birkin, bu berabelikten Charlotte Gainsbourg’u dünyaya getirdiler. Birkin, hem oyunculuğu hem de şarkıcılığı hep sürdürdü. Gecede her şarkısından sonra yoğun alkış aldıkça piyano eşliğinde canlı performansına devam etti. Gecenin en büyük sürprizi Zuhal Olcay’dı. Piyano ve çello eşliğinde o muhteşem şarkılarını okudu. Hatta ikinci defa sahneye geldi ve “Güller ve Dudaklar” ve “Yalnızlığım” şarkılarını da okudu. Bu muhteşem sanatçıyı, ne yazık ki sinemamız değerlendiremedi. Belki de Olcay yönetmenini bulamadı. Kapanışa değinmek istemiyor insan. Heyecanlı olması gereken veda gecesi sıradan ve sıkıcıydı.
Filmler, filmler…
“Ulusal Yarışma”da gördüğümüz filmler de şöyleydi: Hüseyin Eleman’ın yazıp yönettiği 2011 yapımı Fedakâr filmi, “Arap Baharı”dan sinemamıza düşen bir filmdi. Hikâye, Suriye’nin Kamışlı şehrinde başlıyor. Suriye’de muhalifler ayaklanmış ve Esad yönetimi muhalif olan herkesi “terörist” ilân etmiş, acımasızca askerlerini halkın üzerine yolluyor, bombalar, kurşunlar yağdırıyor. Hikâye, Türk savaş muhabiri Murat’la Türkmen kızı Zeynep’in yolculuğunu anlatıyor. Zeynep dışarısıyla sadece gözleriyle iletişim kurabiliyor. Zeynep, SSPE hastası engelli küçük bir kız çocuğu. SSPE, özellikle çocuklarda ateşli hastalıklarda ortaya çıkıyor. Türkmen Emin, hayatını kızına adamış bir baba. Tek umudu kızını Türkiye’ye götürüp tedavi ettirebilmek. Trajediler başlıyor, Murat ortada kalan Zeynep’i sırtında taşıyor yolculuk boyunca. Mardin üzerinden Türkiye’ye kaçak olarak giren Murat ve Zeynep’in bir yol filmine dönüşen acı dolu yolculuğu gerçekten çarpıcıydı.
Sinemaseverlere sinema tadı veren Çiğdem Vitrinel’in Geriye Kalan filmi, aşk, tutku ve kıskançlık üzerine çarpıcı bir filmdi. Final bölümüne doğru bir suç filmine dönüşen Geriye Kalan, bize Fransız sineması tadı verdi. Doktor Cezmi, tam altı çizilemese de takıntılı bir düzen hastası. Hikâye derinleştikçe Cezmi’yle Sevda’nın aşkının bittiğini anlıyorsunuz. Macera yüklü aşk fırtınası gitmiş, sevişmeler bir göreve dönüşmüş. Heyecansız, tek düze ve macerasız. Elbette tüm bunlar Cezmi için geçerli. Hastanenin muhasebe bölümünde çalışan Zuhal, kendini Cezmi’ye fark ettiriyor. İpinden boşalmış bir fırtınalı ilişki başlıyor. Sevda’nın Zuhal’in evine girdiği ve keşifler yaptığı sahne, trajedinin yaşandığı o an sinemamızda az görülür etkileyicilikte. Film bittikten sonra seyirciler ayağa kalktı ve içten alkışlarla filmi taltif edip Altın Portakal’ını bu filme vermişti. Salonda, kadın jürisiyle beraber yönetmen ve oyuncuları da vardı. Şehirli kadınlar, bu filmdeki aldatmaya coşkulu kahkahalar attılar. “Ulusal Yarışma” filmlerinin gösterimi, Antalya Kültür Merkezi’nin (AKM) Aspendos Salonu’nda gerçekleştirildi. Sinema perdesi alabildiğine büyüktü. Sinemaskop filmleri seyretmeye doyamıyordu insan bu salonda. Bir de salon etkileyici büyüklükteydi. İstanbul AKM duy bunları.
Antalya’da inanılmaz yağmur yağıyordu. Fırtına da müthişti. Festival açılışından hemen sonra başlayan yağmur ve fırtına festivalin ortalarına kadar devam etti. Bu yağmura rağmen festivale ilgi azalmadı ve salonlar dolup taştı. Antalyalı sinemaseverler çok nazik oldukları için “Ulusal Yarışma”daki filmleri ve ekipleri coşkuyla alkışladılar hep. 1980’lerde Sinemamızda Kadınlar kısa filmi de çılgınca alkışlandı. Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm filmine girişte inanılmaz bir kuyruk vardı ve tam anlamıyla izdiham yaşandı AKM’de. Yönetmen Serdar Akar ve oyuncuları salona girdiğinde salon sallanmıştı. Evet, bu film insanı epey eğlendiriyor. Esprili konuşmalar insanlara kahkahalar attırıyor. Elbette bunlar önemli. Ama festivalin yarışmalı bölümüne katılmak için yeterli miydi? Behzat Ç., kara filmlerden ödünç alınmış halleri olsa da, nevi şahsına münhasır bir başkomiser. Dağınık, bol bol içki içen, kendi odasında devletin fincanından votkayı midesine indirip duran, kadın savcıyla ilişkiye giren, ağzından küfür eksik olmayan Behzat’ın en derin acısıysa ölen kızı. Film akıcı ve esprileri de güldürüyordu. Behzat Ç., gerçekten kendine has bir polis. Erdal Beşikcioğlu, Behzat Ç. için yaratılmış sanki. Hayalet ve Akbaba polis karakterleri de iyiydi. Sinemalarda iş yapacağa benziyor.
Yönetmen Hasan Tolga Pulat, Güzel Günler Göreceğiz filminin hikâyesi, genel olarak sağlam bir yapıda gidiyordu. Başlarda kaotik olan durum, özellikle ikinci yarıda bazı şeyler yerine oturunca yerli yerine oturuyordu. Filmin girişinin müthiş olduğunu belirtmeliyiz. Yerde yaralı yatan, adının sonradan Mediha olduğunu öğrenilen genç kadın, aslında hikâyenin tam ortasındaydı. Her şey bir anlamda ona değiyor veya yanından geçiyordu. Cumali, namus cinayeti işlemiş. İyi halden tahliye olduğunda hikâyeye birçok karakter giriyor. Rus seks işçisi Anna. Figen olarak bildiği Mediha’ya sırılsıklam aşık olmuş eski boksör Ali’nin hayali Mediha’yla beraber Rusya taraflarına gitmek. Kara filmlerden düşmüş başkomiser İzzet, iki çocuklu ve evli mutsuz biri. Kokain çekiyor, haraç alıyor. Tam anlamıyla “iyi” polis. İzzet’i görünce “asayiş berkemal” diyorsunuz. O da Figen olarak bildiği Mediha’ya tutku ötesi tutkulu. Hem de öldüresiye. Mediha da Cumali’ye vurgun. Filmin kurgusu gerçekten sinemamız adına heyecan vericiydi. İlk bölümde zihinsel karışıklık yaşayabiliyor seyirci. Yönetmen bir olayın ortasını gösteriyor önce. Bir zaman sonra o olayın başını gösteriyor. Bunu yaparken aynı anı iki karakterin gözünden yansıtmış oluyor yönetmen. Film, Nazım Hikmet’in “Mutluluğun Resmi” şiiriyle açılıyor. Filmde Konstantinos Kavafis’in “Şehir” şiiri de duyuluyor. Hani şu, “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir” dizelerinin olduğu şiiri.
Erdal Rahmi Hanay, Hicaz filmini yönetmiş, senaryoyu yazmış, kamerayı kullanmış, üstelik kurguyu da yapmış. Hicaz filmi Türkçe, Kürtçe ve Fransızca konuşuyordu. Yine bir dolu karakter ve hikâyeleri vardı. Yönetmen hepsini birden anlatmak istemiş. Ama, ölü eşyalarını toplayan eskiciyle kelle paçacı da çalışan “tabakçı” gencin hikâyeleri öne çıkıyordu ama daha çok. Elbette hapishanedeki kadın, devrimci gençler, Türkçe bilmeyen baba-kız, geçici taksicilik yapan Musa, kelle paçacıda gece vardiyasında çalışan usta da var. Filmdeki en çarpıcı yolculuk bir ayakkabının macerasıydı. Hapishaneden sağlık nedenleriyle tahliye edilen kadının oteldeki ölümünden sonra ayakkabısı, babası Türk olan ve yıllarca ortada görünmemiş babanın kendisiyle barışmak için İstanbul’a getirdiği bir genç kızın ayağına geçiyor eskicinin dükkânında. Ölen insanın eşyaları, ihtiyacı olan yaşayan insanların bedeninde yaşamaya devam ediyor işte. Eskicinin dediği gibi, deposundaki ölülerin elbiseleri ayrımsız ve eşitçe iç içe yaşıyorlar. Hiçbir renk ayrımı etmeden. Filmin müzikleri de iyiydi. Bu filmdeki insanlar, “hicaz” makamı gibi hüzün yüklüydüler.
Öngörüye Ağıt’a, Vertov gibi gerçeklik üzerinden film araştırmasını yapan ve deneysel sinemanın kıyılarında dolaşan film diyebiliriz. Yönetmen Savaş Baykal’ın bu filmini Vertov görse “habersiz yakalanan yaşantı” deneylerini yok ederdi herhalde. Gerçeklik üzerine bu yönetmenin daha çok yol alması gerekiyor. Ama kesinlikle deneysel görüntüleri çarpıcı. Bu filmde gerçekliği arayış ve onu kamerayla kaydetme iyi fikirdi. Takıldığımız, katogori dışı bir filmin yarışmada olmasıydı. Aslında bu filmde gördüğünüz gerçekliğin taklidiydi. Yani gerçekliğin kurmacasıydı. Sinemada “mocumantary” denilen, belgesel gibi çekilmiş sahte belgeseller var. Baykal’ın filmine de “kurmaca gerçeklik” diyebiliriz. Bu deneysel yönleri olan filmde sinema yazarı Zahit Atam ve çevirmen-sinema yazarı Rekin Teksoy’la, sinema ve gerçeklik üzerine yapılan röportajlar da ilginçti. Yönetmen ruhen kendini Yılmaz Güney’e yakın buluyor olmalıydı. Güney’in Fransa’da ölmeden önce bir toplantıdaki sözlerinin araştırmasını gençlerle “röportaj” yaparak anlamlaştırmaya çalışmıştı yönetmen. Belki de bu filmdeki en hoş karakter, filmdeki yönetmenle hep konuşan küçük çocuktu. Çocuk, yönetmene “kamera olmadan sadece gözlerle film çekilir mi”, diye soruyor. Bu fikir yönetmene ilham veriyor ve konuştuğu gençleri gizlice kamerayla kaydediyordu. Bu filmin en iyi tarafı mizahıydı ve seyirciler esprilere yer yer güldüler.
Kenan Korkmaz’ın yönettiği, yazdığı ve kameramanlığını yaptığı Lüks Otel, görüntülerle hikâyesini anlatma iddiasında bulunuyordu. Bunu da az diyalog kulanarak yapma gayretine girmişti. Mekân gerçekten sinematografikti. Karakterler ve anlamaya çabaladığınız hikâyeleri sinemaya yakındı. Filmde, neyin ne olduğunu anlayabilmek için festival kataloğuna ve yönetmenin filmden sonra ekibiyle düzenlediği basın toplantısındaki sözlerine kulak vermek gerekiyordu. Bir film, bir şeyler çıkarabilmek için yönetmenin açıklamalarına muhtaçsa o film daha bitmemiştir. Elbette sinema tarihinde çözümlenememiş filmler var. Ama, Lüks Otel o filmlerden değil. Bir harabeye dönüşmüş otele ilk gelen eski PKK militanı Mehdi oluyor. Ardından eşcinsel iki sevgili, sonra da Afgan mülteci aile otelin sakinleri oluyor. En son gelense uyuşturucu müptelâsı bir genç kadın. Onu buraya getiren kafede gördüğü adam. Otelde onunla yatan genç kadın, uyuşturucu için erkeklerle yatıyor. Hamile olup olmadığı da zihninizi karıştırıyor. Yönetmenin buna da bir cevabı vardı. Bize kalmış kadının hamile olup olmadığı. Filmde kokain çekme ayrıntılı gösterilince basın toplantısında buna eleştiri de geldi. Ayrıca eşcinsel sevişmelerine de. Elbette sinema veya sanatın diğer dalları her şeyi gösterebilir. Ahlâkçı bakışlar sanata dar alan bıraktığı gibi sansürü de getiriyor peşi sıra. Filmde Afgan aile de var. Oteli işleten Cumali, ailenin güzel kızına sarkıntı oluyor. Hayaline ulaşamayınca porno filmlerle kendini avutuyor. Gerçekten, genel açıdan baktığınızda otele sakinleri arasında metafor kurulmuş. Sıkıştırılmış ve enkaza dönüşmüş hayatlar. Bu otelin adı kurulduğundan bu yana Lüks Otel… 1960’larda Adana’nın en lüks oteliymiş ve Yeşilçam’ın yıldızları bu otelde kalırlarmış vakti zamanında.
Raşit Çelikezer’in yazıp yönettiği 2011 yapımı Can filmi, “Ulusal Yarışma”da gördüğümüz Geriye Kalan, Güzel Günler Göreceğiz ve Hicaz filmleri gibi etkileyiciydi. Sinema dili de gerçekten çarpıcıydı bu sinemaskop çekilmiş filmin. Filmin büyük bölümü de Kadıköy’de çekilmiş. Yönetmen bir yere kadar kurguyla sürekli seyircilerin zihnini karıştırıyor. Hikâye şimdiki ve geçmiş zamanlar arasında gidip gelirken, güçlü oyunculukların yardımıyla her şey derinlikli yansıyordu perdeye. Kadıköy iskelesine bir çocuğu, Can’ı sabahları bırakan, akşamları alan Ayşe’nin bunu neden yaptığını anlamlandıramıyor seyirci önce. Film geriye gidiyor. Lokantada bulaşıkçılık yapan Ayşe, fabrika işçisi Cemal’le evli. Çocuklarının olmasını istiyorlar, ama Cemal kısır olunca başka fikirler ortaya çıkıyor ve Cemal fabrikadan tanıdığı bir insanın yardımıyla bir bebeği evlât alıyorlar. Gecekonduda yaşayan çok çocuğu olmuş fakir adam para karşılığı bebeği satıyor Cemal ve Ayşe’ye. Kendi fikri alınmayan Ayşe hep kırgın ve bebekle de ilgilenmiyor. Mutsuzluk başlıyor. Cemal, hiç kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Şimdiki zamanda, hayatın tüm zorluklarıyla mücadele eden Ayşe, bir zaman sonra, kadınlarda olan şefkatle Can’ı bağrına basıyor. Cemal, bambaşka bir hayatın içinde ve trajedisine doğru yol alıyor. Yönetmenin filmin kurgusunu, zamanlar arasında gidip gelmesini “etki-tepki” olarak yorumladı çadırdaki soru-cevap kısmında. Yönetmen, Yeşilçam ruhuyla buluşan bir film yaptığını belirtti. Ama o yoğun melodramdan uzak durduğunu da söyledi. Filmin hikâyesinin yansıyışı ve mükemmel oyuncu performansları filmden armağan gibiydi. Kadıköy de bu güzelliğe katkı sunmuş. Fonda duyulan müzikler de filmin ruhuyla buluşmuş.
Ramin Matin’in Canavarlar Sofrası’nın bu yarışmaya neden seçildiğini anlayamadık. Ön jürinin mantığını yorumlamak gerçekten zor. Bir tiyatro/film olan Canavarlar Sofrası, festivalin “Ulusal Yarışma”sında sinemaskop çekilmiş ve İngilizce konuşan bir filmdi. Tek bir mekânda geçiyordu. Elbette geçebilir. Ama seyrettiğimiz bu yapıt film değildi, hatta kötü bir tiyatroydu. Bilinmeyen bir ülkede, otoriter yönetim vatandaşlara bazı yasaklar koyuyor sürekli. Sigarayı, içkiyi yasaklayan yönetim, son olarak baloncuk çıkarttığı için sodayı yasaklıyor. Kanunlara uymayan vatandaşlar yerinde infaz ediliyor. Hikâyede iki kadın ve iki erkek var. İki çiftt de evli. “J” ve “M”nin evine arkadaşları “K” ve “D” akşam yemeğine geliyorlar. Yönetim, yemek yemeye izin veriyormuş. Onlar da yemeklerin yiyorlar. Ama midelerine indirdikleri yemekleri dışarı çıkarmak zorundalarmış. Konuşmalar tuhaf ve ilginçti. Yönetmen otoriteye ve ırkçılığa karşı geliyormuş gibi görünse de ikna edici olamıyor. Avustralya’da beyazlar safari avına çıkar gibi Oberjin avına çıkıyorlarmış. Belçika’da Faslılar, Fransa’da Cezayirliler beyazlar tarafından geyik avlar gibi avlıyorlarmış. Tokat atmak için çocuk da satın alınıyormuş. Son dönemde Çin malları ortalığı sardığından çocuklar dayağa dayanıklı değilmiş. Yönetmen, George Orwell’in 1984 fütüristik romanı gibi fütüristik film yapmaya uğraşmış işte. O kadardı.
Sinema okulunu bitirmiş, sinemamızın önemli yönetmenlerine senaryo yazmış, sinemada hiç kimsenin kolay yakalayamayacağı imkânlara hemen ulaşmış, sonra filmler yönetmeye başlamış Ümit Ünal, bu kendisine verilmiş şansları hep kötüye kullanmış, yeteneği belli bir sınırların ötesine gidemeyen bir yönetmen ve senaryo yazarı. Filmlerini seyrederken insan biraz umutlanıyor, sonra ne oluyorsa bir çuval inciri berbat ediyor. Tıpkı “Ulusal Yarışma”da Altın Portakal avına çıkmış Nar filmindeki gibi. Bir iki parlak an, çarpıcı bir kurgu ve fonda duyulan hoş tınılar bir filmi kurtarabilir mi? Kurtaramıyor. Filmde etkileyici Serra Yılmaz performansı olmasa bu filmi sona kadar götürmek ıstırap olurdu. Yazdığı senaryoları sinemamızın ustaları çektiği için başarılıydı o filmler. 1986’da Halit Refiğ’in Teyzem ve 1987’de Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen için yazdığı senaryolardan çekildi, başarıya ulaştı. İnsanlarını yanılttı. Falcı Asuman, Dr. Sema’ya fal bakmak için Arnavutköy’deki dairesine gidiyor. Evdeki genç kadın, Sema olduğunu söylüyor. Asuman, genç kadının falına bakarken genç kadın geçici felç oluyor. Asuman, intikamdan çok bir yanlışlığın düzeltilmesini istiyor bu zengin evinde. Genelde tek mekânda geçen film, karakterlerinin zihnindeki görüntüleri de yansıtıyordu. Filmdeki en parlak an, gerçekle hayalin zihinsel olarak karıştırılmasıydı. Filmin final bölümü de zihinleri karıştırıyordu. Filmleri festival boyunca AKM’de seyrettik ve görüntü kalitesi normaldi. Ama Ünal’ın filmi hafifçe bulanık gibiydi. Filmi başka bir projeksiyondan seyredip, bulanıklığın yönetmenin tercihi olup olmadığını anlayabileceğiz. Ünal, yakın çevresindeki dizi oyuncularını toplamış ve hadi bir film yapalım demiş gibi sanki. Filmin mizahı iyiydi ama. Filmin ön jeneriğinde düşen narın parçalanması filmdeki en iyi andı. Filmin hikâyesiyle metafor kuruluyordu herhalde.
Shiar Abdi’nin Abbülselam Kılgı’nın senaryosundan çektiği Meş – Yürüyüş, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen öncesinde başlıyordu. Mardin’in Nusaybin ilçesi. Hikâyenin önünde küçük Cengo’yla hiç konuşmayan, hapishanedeymiş gibi sürekli volta atan Xelilo vardı. Sonra başka küçük hikâyeler giriyor ve ardından 12 Eylül darbesi oluyor. Baskınlar, zulümler ve işkenceler, hatta askerlerin keyfi öldürmeleri. Cengo’nun abisi dağa çıkıyor, birkaç yıl sonra ölüyor. Cengo da büyüyünce dağa çıkıyor. Devlet baskı uygular. İşkence yapar. Hatta deliyi bile katleder. Yaşlı insanları öldürür. Nefes aldırmaz. Dağa çıkmaktan başka yol bırakmaz. Böyle diyor sinemaskop ve Kürtçe çekilmiş bu film. Meş – Yürüyüş filmi, dağa çıkılmasaydı, bu film Kürtçe çekilemezdi ve Altın Portakal’a seçilemezdi diyor sanki. Bu filme verilecek en büyük övgü, yoksuluğu tüm ayrıntılarıyla beyazperdeye yansıtabilmesi. Bu ülkedeki bu yoksuluğu sadece Kürt sinemacılar yansıtabiliyor ancak. Türk yönetmenlerden umudu kestik. Ama yine de Türkiye’deki Kürt sinemacıların özgür olduklarına ikna olamadık. Proganda filmi yapıyorlarmış hissini veriyorlar hep. Kendi cenahlarından aforoz edilmekten çekiniyor olmalılar.
(17 Ekim 2011)
Ali Erden
[email protected]