Godard’ın bir sözü vardır, derki, “panoramik politiktir”. Yani kameranın hareketinde siyaset vardır.
Kimileri de derki, “ben siyasetten anlamam”. Yani siyaset bilmem, siyaset yapmam.
Aslanda siyaset her yerde vardır. Her şey siyasetin içindedir. Siyasetin dışı diye bir şey yoktur. Her durum da siyaset yapıyoruzdur.
Sinemada da kameranın her konumu, her çerçevesi siyasidir. Her film siyasidir. Her sinemacı siyaset yapmaktadır. Bundan kaçış yoktur.
Bu belirlemelerden sonra soralım, “siyasi sinema” nedir, nasıl bir şeydir?
Evet, hep sözü edilmiştir, “politik film” denmiştir, “politik sinema” denmiştir. Örnekler verilmiştir, istenmiştir (talep edilmiştir). (Kimler, niçin istemiştir?)
Bir soru daha, böyle bir istek, diğer sanat dallarını da kapsamakta mıdır? Örneğin, politik şiir, politik resim, heykel, politik müzik, bale, opera, dans… Bir tek sinemadan ve bir ölçüde tiyatrodan mı istenmektedir, “politik olmak”
“Politik olmak”, politika yapmaktır. Politikanın içinde olsun, politikaya bulaşsın, politik konular işlesin denmektedir. Kimler diyor? Sanatçılar mı? Sanatçıları yönlendirmek isteyenler mi? Onların sanatlarını araçsallaştırıp, belli bir politikanın hizmetine girmesini isteyenler mi yani?
Bu, “politika”nın çok dar sınırlar ve hedefler içinde düşünülmesidir.
Aslında sanatlar, insanlara, toplumlara yöneliktir, onların hizmetindedir. Onların önünü açmayı, algılamalarını genişletmeyi, geliştirmeyi, değiştirmeyi hedefler. Bu duruş onun politikasıdır.
Sözü dolandırmıyorum. Düşünüyorum…
Picasso’nun önemi Guarnica’yı yapmış olmasından mı gelmektedir? Dali’yi, Monet’i, Gauguin’i nereye koyacağız?
Michelengelo (ve diğerleri) kilisenin hizmetinde, kilisenin politikasına uygun resimler, heykeller yaptığı için mi önemlidir?
Eisenstein “Potemkin Zırhlısı” filminde politik bir konuyu işlediği için mi önemli bir sinemacıdır? Griffith ırkçı konular işlediği için mi önemlidir? Ya Şarlo? Angelopulos, Tarkovski? Trier, Ozu, Sokurov, Godard, Truffaut?
Yanıt vermekte zorlanıyorsak, üzerinde düşünmemiz gerekir…
Bir yanda yaşamımızı doğrudan belirleyen, etkileyen politik yaşam, “politika” vardır, bir yanda da sanatın (sanatların) kendisiyle ilgili bir “politika” vardır. Sanatın, politikası mı, politik sanat mı, sanat politikası mı?
Hem o, hem de bu, her ikisi birlikte denebilir. Örnekler verilebilir. Doğrudur. Ama yeterli midir?
Gelişme, değişme, geliştirme, değiştirme, dönüştürme, bir politikadır, hatta devrimsel bir politikadır.
Sanat, kendi içinde “sürekli devrim” yaparak gelişmekte, toplumları, insanları geliştirmekte, değiştirmektedir. Farkında mıyız?
Canlılar evrende “mutasyon”, devrimsel bir dönüşüm, başkalaşma, baş kaldırı olarak düşünülebilir mi?
Kısaca yaşamın kendisi bir “sürekli devrim” süreci içinde midir? Denizlerdeki yaşamın karaya çıkması nedir?
Politikaysa, işte bunlarda politika… Devrimse, alsana devrim en âlâsından.
İşi sulandırıyor muyum? Su, boğar da arındırır da…
Bütün bunları niçin söylüyorum? Konuyu günümüz Türk sinemasına getirmek için.
Filmlerde işlenen bütün konular, anlatılan bütün öyküler aslında şöyle ya da böyle politika yapıyorlar. Hepsi politik filmler.
Yeşilçam da öyleydi. Bütün dünyada bu böyle. Konusu politika olsun, olmasın, politik bir durumu işliyor, anlatıyor olsun olmasın bu böyle…
İşte burada göz ardı edilen, gözlerden saklanan bir durum daha var: Dil.
Dilin kendisi politik. Bir politikanın aracı. Ve hep (hiç) üstünde durmuyor.sinema hangi dili konuşuyor? Hangi dille öykü anlatıyor?
Her kültürün, her toplumun kendi dili yok mudur?
Sinemanın dili “evrenseldir” mi diyeceğiz? Sakın bu, “düzenin” dili olmasın?
Sinemanın gelişmesi işlediği konulardan mı kaynaklanıyor, dildeki arayışlardan mı? Ya diğer sanatlar?
“Potemkin Zırhlısı” filminde işlenen konu mu, yoksa o konunun nasıl işlendiği mi sinemayı geliştirmiştir? Aynı konuyu Hollywood anlatsaydı ne olurdu?
Picasso’nun “Guarnica” isimli resmi konusundan dolayı mı, yoksa resim anlayışından dolayı mı resim tarihinde önemlidir? Kübizmin kendisi başlı başına politik bir duruştur. Resimde bu ve benzeri durumlar bir bakıma devrim hareketleridir, resmi dönüştürmüş, değiştirmiştir. Bu arada insanların algılamaları, görmeleri, bakışları değişmiştir. Az şey mi?
Nuri Bilge Ceylan’ın uzun durağan çekimleri de politiktir, “politik” bir öykü anlatmasa da.
Karşımızda “evrenselleştirilmiş” bir Hollywood sinema dili var. “global” bir dil, yani küresel…
Hollywood sinema dili ABD’nin iç ve dış siyasetinin hizmetin de oluşturuluş ideolojik bir dildir. ABD’nin hedefi olan dünya egemenliğine hizmet eder. Dünyada bütün ülkelerde artık sinema bu Hollywood diliyle kendi öykülerini anlatmaktadır.
Her ulusun bir ulusal dili vardır. Dilsiz ulus olma. O zaman, kendi ulusal dili olmayan bir ulusal sinema olur mu?
Bu, öykülerden bağımsız bir durumdur. Üstünde düşünelim derim.
Ama en azından kişilerin, yani film yönetmenlerinin kendi özgün, özel dilleri olabilir.
Diğer sanat alanlarında ürün verenlerin hepsi özgün ve özel dillerini oluşturma peşindedir. Sinemada niye değil.
Sinemanın 50 kadar olan döneminde bir Fransız ulusal sinemasından, bir İtalyan ulusal sinemasından, bir Alman ulusal sinemasından söz edilebiliyordu. Sinema yazarları, düşünürler kendi ulusal sinemaları üzerinde tartışıyorlar, görüşler ileri sürüyorlardı ve her ülkenin kendi kültürel algılamasına uyan bir sinema dili vardı. Şimdi durum nedir?
Ama bu arada bir şey daha vardı. Ki bu, sinemayı, diğer sanatlardaki yönelişi dışında farklı bir konuma, yere koyuyordu: Kitlesel olma “zorunluluğu”…
Aslında bu “zorunluluk” sinemada yaratıcının değil, yatırımcının bir zorunluluğuydu. Kapitalist ekonominin işlediği bir düzende yatırılan paranın, kendini artırarak en kısa sürede geri dönmesi gerekir, yani film üretimi yatırım ve para kazanma sektörüdür. Burada filmlerin ticareti yapılır. Filmler bir ticari yatırımdır, maldır. Filmler ticari olmalıdır.
Bu ticari olma gerekliliği, kaçınılmaz olarak kendi standartlarını yaratmıştır. Filmlerin satışının ülke dışına da yapılması için bu standartların genelleştirilmesi gerekirdi. Böylede olmuştur. Bu standartlar sinemanın “evrensel” denilen özellikleridir.
Sinema okullarında sinemacı adaylarına bu standartlar öğretilir ve çark döner. Bunları tartışmayalım mı? Üzerinde düşünmeyelim mi?
Bu ticari sinemanın standartlaştırılmış dili ülkelerin kendi kültürlerinden kaynaklanan ulusal dillerini giderek dönüştürmüştür. Geriye yalnızca ülkelerin kendi öyküleri kalmıştır. Şimdi yapılan budur. Herkes kendi öyküsünü anlatmaktadır, eğer ticari olmak istiyorsa.
Kişilerin kendi özgün dillerini oluşturmaya çalıştığı çabalar ise ticari olamamakta, para kazanamamaktadır. Seyirci bu tür filmlere gitmemektedir. Çünkü onlarda bu kolay algılanan standart ticari dile koşullandırılmışlar, alıştırılmışlardır. Bunun sonucu konfeksiyon bir sinemadır.
Zaten yaşamımız nerdeyse bütünüyle konfeksiyon ürünlerle doldurulmuş değil midir? Yaşam konfeksiyon olunca, sinema da bundan payını kaçınılmaz olarak almaktadır.
Standardın dışına çıkmaya çalışmak, ya da çıkmamak politik değil midir? Durumun ayırdına varıp tartışalım, üzerinde düşünelim derim.
Son bir not. Serdar Akar ilk filminde de “politik”ti, son filminde de politik. Ama nerden nereye? Düşünmeyelim, sorgulamayalım mı?
(03 Kasım 2011)
Engin Ayça