Filmekimi 10. yılında, tıpkı geçtiğimiz yıl olduğu gibi kurak bir sezonun yaklaştığının sinyallerini verdi.
Habemus Papam: Nanni Moretti Habemus Papam’da, “Aslında göründüğü gibi değil” farkındalığını Papalık Makamı’ndan hareketle işlemeye çalışmış. Farkındalığın ağırlığını, kendi rolünün zorlama komedi potansiyeliyle renklendirmeye çalıştığı gözlenirken, çizdiği gündelik hayat tablosundan yola çıkarak kritiğini ettiği “balkondan konuşan adamla meydandan kulak veren kalabalığın” muhataplığı meselesinin lâyıkıyla görselleştirilemediği dikkat çekiyor. Bunda Moretti’nin içerisi ve dışarısının nabzını tutmak amacıyla kullandığı eski usul mizansenlerin payı büyük. Bizim bildiğimiz dünya ışığında, Vatikan ve kurum zihniyeti ile Papalık makamı ve genel olarak makam kavramına farklı bir gözle bakmak isteyerek yola çıkan ama nihayetinde tüm bu meselelerin altında ezilen bir film olmuş Habemus Papam. Üstelik bunca malzeme deryası içinde çizilmiş bir İtalya resmi de yok.
Başka Bir Dünya: Keşfedilen gezegen Dünya’nın simetriği olsa dahi oraya ulaşmaya özlem duyan insanlar var. Buradaki gelecekleri sıfırlanmış, oraya gidip geçmişi değiştirme ümidine tutunmuşlar. Burada “dünyalılar”, “dünyaya aitler” ama orada böyle bir garanti yok. Görünen o ki orada kimlikler uyuşsa da özlerin birbirini inkâr etme tehlikesi var, yabancı ilân edilme tehlikesi. Peki sinema piyasasında kime sorsan gösterir kabilinden bir vicdan muhasebesi hikâyesini yukarıda bahsi geçen temaya yedirirsek, katlanan bu dramatik yük, seyircisini filmin içine davet eden ve ona yaşadığı dünyanın bu ikisinden hangisine tekabül ettiğini duyumsatan bir filmi ne derece aşağı çekebilir? Sorunun Başka Bir Dünya özelinde cevabı, ayırt ediciliğini finalinden ibaret zanneden bir film kadar aşağı çekebileceği.
Martha Marcy May Marlene: Sean Durkin’in yönetmenlik performansı kaleminin gücünü törpülemiş. Martha Marcy May Marlene’de dünün karanlığı mı bugünün üstünde yoksa bugün mü düne gölge düşürüyor münazarası Durkin’in atmosfer yaratma becerisini parlatırken, gerçek ve hayal zıtlığının günümüz ve ütopyalar başlığına dönüşümü, aile ile komünün arasındaki farklar, Martha’nın psikozu, bireyin ve ailenin birbirine duyduğu ihtiyaç gibi anlatılmaya değer kısımlar hep es geçilmiş intibası uyandırıyor.
Oyunun Sonu: Kevin Spacey’nin çalışma arkadaşlarına dillendirdiği “Yok oluşun eşiğinden dönebilmemiz için ne satabiliyorsanız satın” başlıklı konuşma ile Jeremy Irons’ın işleri insafsızca toparladıktan sonra Kevin Spacey’e hitap ettiği monoloğu atın Oyunun Sonu’nda sinema namına kayda değer bir şey kalmıyor. Kapitalizm ve eleştirisini, yaşanmış bir vakanın çok benzer şekilde peliküle aktarıldığı bir senaryo üzerinden anlatmak ancak retoriği kuvvetli birkaç sahne ediyor işte. Ayırt ediciliğe dönüşme çabasıymış gibi hissedilen, batışın arife gecesinin melankolik ve depresif bazlı anlatımı ise filmin sinemasal gücüne kayda değer bir destek vermekten uzak.
Bisikletli Çocuk: Benzerine ne sinemada ne de yaşamda çok sık rastladığımız ölçüde iyimser bir olgunlaşma hikâyesi anlatıyor gibi gözükse de, Dardenne’ler Bisikletli Çocuk’ta nihayetinde safların eşitlenmesi üzerine bir hikâye anlatmışlar. Cyril’in yaşadıklarına gösterdiği tepkiler, içine düştüğü çıkmazlar ve ilerlemeyi tercih ettiği yollarda karşılaştığı belâlar iyimserliğe koşut olarak hep hafif atlatılıyor, olumlu neticelere kapı aralıyor. Ancak anladığımız o ki Cyril’in vakıf olması gereken bir gerçek daha var, o da çevresindeki birçok “iyi”nin aslında hünerle rol kestiği. Canı yananın verdiği tepki canını yakana dönüşmekten başka bir şey değil tanık olduğu üzere. Cyril’in finalde başına ciddi bir şey gelmediğini hissettirerek kalkıp gidebilmesi, o ana kadar benimsediği yolu, öğrendiği son gerçek ışığında ne derece eğip bükeceği merakını seyirciye geçiriyor. Sonuç olarak Dardenne’ler yine formda. Şahidiz, bu hikâye bile onların elinde hafiflikten zerre nasibini almamış.
Elena: Dönüş’ün yönetmeni anaç tavrını takınmış ve Elena’yı başyapıtı Dönüş’ten farklı olarak yaşanmışın kaderle alıp veremediği üzerine değil, seçimlerin ve alınan kararların kadere hükmetmesi üzerine inşa etmiş. Bu inşanın iyi bir filmle neticelenememesinin arkasında tüm bu sürecin iyi yönetilememesi ve anlatılmaya değer görülen nüvelerin kendine özgü değil muhtelif bir Rusya portresi ortaya çıkarmaya zemin hazırlaması var.
Uyuyan Güzel: Çiğ entelektüellikte, bir film varoloşçu felsefe ile ilgilenir gibi gözüküp, bir de bunu minimalist formül ile mayalarsa, senaryo vücudu mutlaka lâzım bir şart olmaktan çıkıyormuş. Öyle olunca, seyircisine üst perdeden seslenen bu filmlerin yönetmenleri kendilerini dünyanın en iyi yönetmeni, düşünürü ve gözlemcisi zannediyor, oyuncular dünyanın en cesur performanslarına hayat vermelerinin haklı gururunu taşıyan bir imaj çiziyormuş. Bu kafadaki insanların dümende olduğu filmler ise kartvizitlerini hayatı çoktan yemiş biri havasında takdim ederken, hayatın onları çözüp bitirdiğini fark edemeden unutuluyorlarmış. Uyuyan Güzel öyle bir filmmiş
Jane Eyre: Başlangıçta sergilediği imgeler öyle bir hava verse de Fukunaga’nın Jane Eyre uyarlaması ne gotik ne kasvetli ne de modern bir bakış açısı ihtiva ediyor. Fukunaga eski usulden kaçış yöntemini eski kafalı senaryo ve yönetim anlayışı olarak belirlemiş, uyarlama psikolojisinin ağırlığını da tanıdık epik öğelerle kendince garanti altına almış. Bu anlayışı Fukunaga’nın umut veren bir yönetmen olduğunu lanse ederek takdir edenler var, yok değil. Ama bence, Jane Eyre’ın bu hangi yöne gideceğini bilemeyen kararsız çizgisi yönetmen adına bir umut ışığını değil, oyuncularına çok şey borçlu bir yönetim zihniyetini işaret ediyor.
Tatilde Katil: Guillaume Nicloux’un filminde, her birine farklı fiziksel ve cinsiyetçi özellikler bahşedilmiş avuç dolusu karakteri, komik olduğu zannedilen durum ve sohbetler ışığında bir cinayet komedisi kotarma telâşında görüyoruz. Ancak telâşın yerini çabaya bırakmaması itici ve kötü bir film ortaya çıkarmış.
Ölüm Denizi: Şiddet ve kendini alttan alta hissettiren mizahla Güney Kore üzerine bir şeyler söylemek, ülkenin sinemasının yegane formülü haline geldi. Ama Ölüm Denizi’nde formül tutmamış. Çünkü mizah araç değil neredeyse amaca dönüşmüş, senaryo muadillerinin düzeyinde değil, çok gerisinde. Halkın alıştığımız gibi şapşallar, sofu akıllılar, nötr adamlar, köşeyi dönenler ve dönmeye uğraşanlar olarak kutuplaştırıldığını ancak öncüllerden farklı olarak mertliğin, er kişiliğin henüz bozulmadığı bir ortamda, koşan adamlar ortak paydasında buluşturulduklarını görüyoruz. Fakat “kaçan kovalanır” meselini “kovalayan kaçar”a dönüştürmek için gözetilen estetik kaygılar (aynı espri etrafında dönen trafik kazaları gibi) ve manevra kabiliyeti düşük yan hikâyeler yetersiz ve bugünden bakıldığında uzunca bir süre önce geride bırakıldığını bildiğimiz çabalar.
Snowtown: Gerçek olaylardan yola çıkılarak çekilen filmlerde, yaşanmışlık bir his olmaktan çıkıp bir etikete hatta bir sigortaya dönüşürse ortaya iyi bir film çıkması imkânsızlaşır. Snowtown bu durumun en yeni örneği.
Salgın: Soderbergh bu kez ne çekmiş diye gidenin mutsuz ayrılmayacağı, aynı zamanda yolu tesadüfen bu filme düşmüş birisinin de memnun kalacağı bir iş olmuş Salgın. Böyle bir tanımın yapıldığı filmler genellikle orta yolcu bir seyir izler, Soderbergh’in Salgın’daki en büyük mahareti finaldeki “başlangıcın ifşası” dışında bu tarz çaylaklıklardan uzak durması. Paranoyanın uç verdiği ve gittikçe yayıldığı kısımlarda, çağımızın rahatsızlığı olarak yalancılık ve samimiyetsizlik bürokrasinin hastalanmasıyla birlikte işlenirken, aşının bulunduğu ve adilane dağıtımın olabilirliğinin tartışıldığı bölümlerde devletlerin gerçek yüzü, güvenin sömürüsü ve iltimas gibi janrın diğer filmlerinden alışık olduğumuz kavramlar tartışmaya açılıyor. Yıldız oyuncuların çeşitliliği senaryoyu “hikâyeciklerin” istilâsına uğratıp ritmini şaşırtsa da Soderbergh’in estetik kaygılardan (özellikle müzik) güç alarak kurduğu atmosfer bu kusuru büyük oranda örtüyor. Çünkü Salgın gibi filmlerde gerilimin orada bir yerlerde olduğunu hissettirip ona vakıf olmamızı engelleyen bir atmosfer yaratmak iyi yönetmenlik diye bildiğimiz gereğe denk düşen bir meziyet.
Melankolia: Lars von Trier kariyerinin en kötü filmi olan Deccal’in ruh halinden sıyrılamamış henüz. Öyle ki Melankolia’nın Deccal’den daha iyi olan tek tarafı bu kez tilkinin tekinin çıkıp “Kaos hüküm sürüyor” dememesi.
Tehlikeli İlişki: Bu film ortalarda yokken birisi çıkıp Cronenberg, Freud ve Jung’un içinde bulunduğu bir film çekecek dese, insanların aklından ilk olarak, bu filmin yönetmenin sinemasının kaynağına doğru bir yolculuk olacağı düşüncesi geçerdi. Tehlikeli İlişki o film değil, derdi öyle bir film olmak da değil, yalnızca Cronenberg’in, Spider ile girdiği yolda devam ettiğinin bir göstergesi. Yani yönetmenlik sıfatının senaristin koyduğu ağırlığın altında ezildiği, auteur sineması yaptığı kabûl edilen bir yönetmenin gitgide montaja yardımcı bir unsur haline geldiği yeni bir Cronenberg filmi.
Bunların dışında; Artist “özenle eskitilmiş” havasından uzak durmayı başararak amacına ulaşan iyi bir film, Şeytanın İkizi politik ve sinemasal bakımdan, Lee Tamahori’nin kötü filmlerine alışık olanların bile kabûllenemeyeceği ölçüde ikinci sınıf bir aksiyon filmi, Bu Bir Film Değil manifestoya evrilemeyen yapısıyla çoğu zaman merkezden uzaklaşan bir taşlama, Senin İçin Gus Van Sant’tan nasibini almamış, daha ziyade yapımcı kadrosunun bakış açısına göre şekillendirilmiş bir aşk hikâyesi, Olmak İstediğim Yer Sean Penn’den uzun zamandır tanık olmadığımız kadar iyi yararlanan ancak yolculuk kısmının hakkını veremeyen bir yol filmi, Shame “sofraya aç oturup aç kalkmanın” sinemada işe yaramayan bir felsefe tanımı olduğunu ispatlayan bir porte ve süreç filmi, Umut Limanı düzeyli bir folklorik masal ve Kevin Hakkında Konuşmalıyız yönetmenin rüştünü ispat etme adına hikâye anlatma yetisine sekte vurduğu yarım başarı bir psikolojik gerilim olarak dikkat çekti.
(20 Ekim 2011)
Ahmet Can YILDIZ
[email protected]