Festival deyince Antalya ve Adana halkaları çoktan kırıldı, Uluslararası plânda hayli prestijli bir İstanbul festivalimiz var, başka festivallerde. Son yıllarda -bir zamanlar, belki şimdi bile sinemanın bulunmadığı illerimiz- yerel ürünleri ile süsledikleri, illerinin hatta ilçelerinin adını verdikleri festivaller yapıyorlar. Çoğu hemen hemen aynı filmlerin toplu gösterimi olsa da gerek yerel yönetimler, gerek mahalli seyirci için bulunmaz bir değer ve bu faaliyet için oralara taşınan sinema çevresi de ülke ile tanışma ve kaynaşma platformuna geliyor.
Konularını kısıtlayıp, zor faaliyet alanlarını daha da daraltan festivallerimiz de var: Dağ Filmleri Festivali gibi. Kısa filmler, (filmciler) kendilerine bir gösterim alanı buluyor böylece. Bu konu sınırlamasına giren festivallerden biride, Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Başakşehir Belediyesi işbirliği ile gerçekleştiriliyor. “Suç” birçok filmin konusu olmuştur, “Ceza” da. Suç ve Suçlu filmlerde bütün dünyada birçok kez ele alınmıştır. Suçlu-luk ya olayların sürüklediği bir sosyal olgu ya da doğuştan denen tıbbi çözüm gerektiren kişisel bir durumdur. Aslında bunun da kökünde sosyal / toplumsal bir filiz vardır. Filmler dedik, suçluluğu birçok yanları ile işlerler, ya filmin ağırlıklı konusu olarak ya da filmin tali bir konusu veya belirli bir bölümünün olayı olarak. Yine filmler suçu anlattığı gibi ceza-yı da anlatır. Ceza, finalde seyirciyi de rahatlatmak için ve suça göre çok daha kısa süreli olarak yer alır. Ama suçların cezasız kalmayacağı fikri -acaba ne kadar?- zihinlere yerleştirilir.
Suç-ların ve suçlu-ların yer aldığı birçok film vardır. Bunlar suçu işlerken belirli bir kişiyi veya kişileri hedef alırlar ve bir süre eylemlerini yürütürler, sonunda karşılarına biri çıkar, bunlara dur der, durmazlar, o da öç-lerin alınması yoluna girer ve suçluları (kişisel olarak) cezalandırır. Aslında bu da bir suçtur: İhkakı hak. Cezanın (kurulu bir düzen içinde) adli makamlarca verilmesi gerekir. Bu ise mahkemeler eli ile olur. Filmlerde mahkemelerin kullanılması ise suç-la ilgili başka bir olaydır ve bizim filmlerimizde pek fazla ciddiye alınan bir konu değildir. Yabancı sinemada, filmin tamamının veya ağırlıklı bölümünün mahkemelerde geçtiği birçok film vardır. Yabancı sinemada, bizim ülkemiz için kabûl edilmemiş bir kurum olan jürinin çalışmasını ele alan filmler yapılmıştır. Bunların en ünlülerinden biri “Twelve Angry Men – Oniki Kızgın Adam”da (Lumet – 1957) bütün jürinin suçlu kabûl ettiği bir genci bir tek üye kabûl etmez ve diğerlerini de ikna eder. Filmin büyük bir bölümü jüri tartışmasına ayrılmıştır. Kramer’in “Inherit the Wind – Rüzgârın Mirası” (1960), Amerika’nın Güney’inde insanın türeyişi ilgili bir davayı ele alırken “Judgment at Nuremberg – Nurenberg Mahkemesi” (1961) “nazilerin” yargılanma davasını ele alır. Amerikan sinemasının ilginç oyuncularından George C. Scoot’un uzun oyunculuk kariyeri yanında yönetmenlik yaptığı üç filmin ilki olan “The Andersonville Trial” (1970) hemen hemen tamamı duruşma salonunda geçer.
Başlı başına bir inceleme konusu olan suç – suçlu filmlerinin, bir alt başlığı olan duruşmalı (mahkeme sahneli) filmlerin burada hepsinden söz etmeye gerekte yoktur, tamamını yerleştirmeye olanağımızda. A. B. D. sinemasında (Avrupa sinemasında da) kapsamlı bir bölüm oluşturabilecek olan bu film türü sinemamızda ciddi olarak pek ele alınmaz-dı.
Baş oyuncunun (Sadri Alışık / Kemal Sunal) mahkeme salonunda filmin tamamını anlattığı filmler vardır ama anlatılan -filmin- olayları mahkeme dışında geçer. Birçok filmin finalinde de çözüm mahkeme salonunda olur. Ama bunlarda mahkemenin işlemesine yeterince dikkat edilmez ve asıl olan da -mahkemenin işlemesi değil – filmin dramatik yapısının mahkeme salonunda dile getirilmesidir.
Ertem Göreç’in Kızgın Delikanlı (1964) filminde ilginç -bir- mahkeme sahnesi vardır. Filmde birçok mahkeme sahnesi vardır ama bunlardan biri ilginçtir. Filmin kadın kahramanı (Türkan Şoray) bir avukattır ve ilk (!) davasında köylünün ortak tarım alanına el koymuş toprak ağalarına karşı dava açar. Yanında da o toprak ağalarının Amerika’dan yeni dönmüş bir akrabası vardır. Davalılar, mahkeme hâkiminden çekinmektedirler. Bir celsede başka bir hâkim çıkar, sevinirler (kendi akrabalarıdır). Şoray davacı avukatı olarak söz alarak “hâkimin tarafsızlığından şüphesinin olmadığını ama evlilik nedeni ile davalılarla akraba olması nedeni ile davadan çekilmesini ister”. Hâkim talebi haklı bularak davadan çekilir. Buraya kadar herşey usule uygundur ve sinema tarihimizde ilk defa bir usul kuralı hakkı ile bir filmde kullanılmaktadır. Ama çekilen hâkim yerine mahkemenin asıl hâkimi (davalıların çekindiği) gelir. Asıl hâkim orada (adliyede) ise niçin yerine başka hâkim çıkmıştır? İşte burası hiç bir usule uymamaktadır ve -yine- dramatik bir gerilim için kurallar çarpıtılmıştır. (Senaryo: Vedat Türkali).
Tamamı değilse de bazı kısımları mahkemede geçen Asılacak Kadın (Sabuncu / 1986) ise başka bir gösteri içerir. Film, cazibesiyle kandırdığı delikanlı ile birlikte, hizmetçisi iken evlenmek durumunda kaldığı adamı öldüren kadının yargılanmasından oluşur. Pınar Kür’ün romanından uyarlanan filmde, kadın idama mahkûm olur, -adettendir, idam kararının imzalandığı kalem kırılır- kararı imzalayan hâkim, imzaladığı kalemi yerine koyar, önceden hazırlanmış bir tükenmez kalemi eline alarak kırar… Filmin çıkışında, seyredenler arasında olan Başar Sabuncu’ya bu konuyu sorduğumda, “yıllar önce izlediği bir duruşmada gördüğünü” söylemişti. (Kararın imzalandığı kalem yerine başka bir kalemin kırılması, birçok yoruma açık (eleştirel! – alaycı! – sorgulayıcı! ) bir -görsel- anlatımdır.
Adında “hâkim” kelimesi geçen Bodrum Hâkimi (Şoray / 1976) ise, böyle bir kategori içine kesinlikle sokulmaması gereken bir filmdir. Dramatik yapı uğruna tüm adli uygulamaların çarpıtıldığı bir film olarak kalacaktır. (Meraklısı, -biraz da hâkimliği, mahkemeleri bilmek koşulu ile- bir yerlerde bulup izlesin.)
Anayurt Oteli (Kavur / 1986) kısa bir mahkeme sahnesi ile ilginç bir bölüm yakalar. Gidip duruşma dinleyen Zebercet, hâkimin, savcının duruşma suçlusuna yönelik suçlamalarını kendine üzerine alarak, vicdanen kendini yargılar.
İtham Ediyorum (Elmas / 1972 ) ve Gazap Rüzgârı (Aksoy / 1982) ise Amerikan yargılama ve savunma sistemlerini mahkemelerimize taşıyan, mahkeme, hâkim, savcı, avukat ilişkilerini onlara göre ele alan filmlerdi.
Cezaevi sahneleri birçok filmde yer alır. Orhan Kemal’in romanından uyarlanan 72. Koğuş (Tokatlı / 1987 – Saraçoğlu / 2011), bunların en önemlilerinden birini oluşturur. Duvarların Ötesi (Elmas / 1964) belki bir cezaevi filmi değildir ama cezaevinden kaçan ve bir rehin de alarak, kendilerini bir depoya kapatan, -kendilerini kendi cezaevlerine kapatan- mahkûmların yaşadıklarını anlatır ve olayın akışı içinde, gördükleri bir ihanet üzerine kendilerinin oluşturduğu bir mahkemede, adalet uygulamaları olayı, ironik bir olgu olarak filmde yerini alır -niyet o olmasa da- …
Necip Fazıl Kısakürek’in romanından (oyunundan?) uyarlanan Reis Bey’de (Uçakan / 1988) mahkeme sahneleri yer alır ve filmin kahramanı burada bir mahkûmiyet kararı verir ama filmin asıl anlatmak istediği, verilen bu karadan şüphe edilmesi ve adil olmadığı düşüncesinin yerleşmesi, araştırılması ve -bu- haksızlığın giderilmeye çalışılmasıdır. (Adalet’in bir uzantısının izinin sürülmesi…)
Adalet Oyunu (Özuyar – Özmen / 2011) emekli bir ceza hâkimin, kızının ölümünden, görülen davası sonucu beraat eden damadını sorumlu tutması ve kişisel yargıya yönelmesini ele alır. Kişisel yargılama, ne kadar yargılamadır? Çünkü yargılama bir ulus adına yapılması gereken bir şeydir, aksi halde ihkak-ı hak olur.
İmdi, buraya kadar, genel yazdıklarımızdan sonra sinemamızda adaletin işleyişi ile ilgili, mahkeme aşaması ve sonrası cezanın infazı aşamasını ele alan filmlerin az sayıda olduğunu, yapılanlarında pek gerçeklere uygun olmadığını, ya yabancı etkileri taşıdığını ya da dramatik yapıya göre bozulduğunu belirttik. Adli mekanizmanın işlemesinden önce, suçun işlenme ya da suça sürüklenme aşamasında yapılanlar filmler tüm dünyada olduğu bizim sinemamızda da daha fazladır. Sonrası süreç sinemamızda belirgin bir şekilde es geçilmiş bir konudur. Buraya gelmişken söylenecek söz, suçun insani (ve toplumsal) bir olgu, adalet dağıtımının ve bu dağıtımın verdiği cezaların infazı işinin devlet otoritesine bağlı bir işlem olduğu, doğrusu ve yanlışı (doğal ki bu konuda yanlış olmamalı) ile ancak devlet eli gerçekleştirilmesi gereğidir. Çünkü… konu (hem adalet, hem sinemada adalet) uzun, uzatmaya gerek yok… Bitirmek istiyorum fakat yazmak istediğim bir şey var: “Suçluyu kazıyın, altından insan çıkacaktır…” Faruk Erem.
(28 Eylül 2011)
Orhan Ünser