Adalet, Adliye ve Sinema

Festival deyince Antalya ve Adana halkaları çoktan kırıldı, Uluslararası plânda hayli prestijli bir İstanbul festivalimiz var, başka festivallerde. Son yıllarda -bir zamanlar, belki şimdi bile sinemanın bulunmadığı illerimiz- yerel ürünleri ile süsledikleri, illerinin hatta ilçelerinin adını verdikleri festivaller yapıyorlar. Çoğu hemen hemen aynı filmlerin toplu gösterimi olsa da gerek yerel yönetimler, gerek mahalli seyirci için bulunmaz bir değer ve bu faaliyet için oralara taşınan sinema çevresi de ülke ile tanışma ve kaynaşma platformuna geliyor.

Konularını kısıtlayıp, zor faaliyet alanlarını daha da daraltan festivallerimiz de var: Dağ Filmleri Festivali gibi. Kısa filmler, (filmciler) kendilerine bir gösterim alanı buluyor böylece. Bu konu sınırlamasına giren festivallerden biride, Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Başakşehir Belediyesi işbirliği ile gerçekleştiriliyor. “Suç” birçok filmin konusu olmuştur, “Ceza” da. Suç ve Suçlu filmlerde bütün dünyada birçok kez ele alınmıştır. Suçlu-luk ya olayların sürüklediği bir sosyal olgu ya da doğuştan denen tıbbi çözüm gerektiren kişisel bir durumdur. Aslında bunun da kökünde sosyal / toplumsal bir filiz vardır. Filmler dedik, suçluluğu birçok yanları ile işlerler, ya filmin ağırlıklı konusu olarak ya da filmin tali bir konusu veya belirli bir bölümünün olayı olarak. Yine filmler suçu anlattığı gibi ceza-yı da anlatır. Ceza, finalde seyirciyi de rahatlatmak için ve suça göre çok daha kısa süreli olarak yer alır. Ama suçların cezasız kalmayacağı fikri -acaba ne kadar?- zihinlere yerleştirilir.

Suç-ların ve suçlu-ların yer aldığı birçok film vardır. Bunlar suçu işlerken belirli bir kişiyi veya kişileri hedef alırlar ve bir süre eylemlerini yürütürler, sonunda karşılarına biri çıkar, bunlara dur der, durmazlar, o da öç-lerin alınması yoluna girer ve suçluları (kişisel olarak) cezalandırır. Aslında bu da bir suçtur: İhkakı hak. Cezanın (kurulu bir düzen içinde) adli makamlarca verilmesi gerekir. Bu ise mahkemeler eli ile olur. Filmlerde mahkemelerin kullanılması ise suç-la ilgili başka bir olaydır ve bizim filmlerimizde pek fazla ciddiye alınan bir konu değildir. Yabancı sinemada, filmin tamamının veya ağırlıklı bölümünün mahkemelerde geçtiği birçok film vardır. Yabancı sinemada, bizim ülkemiz için kabûl edilmemiş bir kurum olan jürinin çalışmasını ele alan filmler yapılmıştır. Bunların en ünlülerinden biri “Twelve Angry Men – Oniki Kızgın Adam”da (Lumet – 1957) bütün jürinin suçlu kabûl ettiği bir genci bir tek üye kabûl etmez ve diğerlerini de ikna eder. Filmin büyük bir bölümü jüri tartışmasına ayrılmıştır. Kramer’in “Inherit the Wind – Rüzgârın Mirası” (1960), Amerika’nın Güney’inde insanın türeyişi ilgili bir davayı ele alırken “Judgment at Nuremberg – Nurenberg Mahkemesi” (1961) “nazilerin” yargılanma davasını ele alır. Amerikan sinemasının ilginç oyuncularından George C. Scoot’un uzun oyunculuk kariyeri yanında yönetmenlik yaptığı üç filmin ilki olan “The Andersonville Trial” (1970) hemen hemen tamamı duruşma salonunda geçer.

Başlı başına bir inceleme konusu olan suç – suçlu filmlerinin, bir alt başlığı olan duruşmalı (mahkeme sahneli) filmlerin burada hepsinden söz etmeye gerekte yoktur, tamamını yerleştirmeye olanağımızda. A. B. D. sinemasında (Avrupa sinemasında da) kapsamlı bir bölüm oluşturabilecek olan bu film türü sinemamızda ciddi olarak pek ele alınmaz-dı.

Baş oyuncunun (Sadri Alışık / Kemal Sunal) mahkeme salonunda filmin tamamını anlattığı filmler vardır ama anlatılan -filmin- olayları mahkeme dışında geçer. Birçok filmin finalinde de çözüm mahkeme salonunda olur. Ama bunlarda mahkemenin işlemesine yeterince dikkat edilmez ve asıl olan da -mahkemenin işlemesi değil – filmin dramatik yapısının mahkeme salonunda dile getirilmesidir.

Ertem Göreç’in Kızgın Delikanlı (1964) filminde ilginç -bir- mahkeme sahnesi vardır. Filmde birçok mahkeme sahnesi vardır ama bunlardan biri ilginçtir. Filmin kadın kahramanı (Türkan Şoray) bir avukattır ve ilk (!) davasında köylünün ortak tarım alanına el koymuş toprak ağalarına karşı dava açar. Yanında da o toprak ağalarının Amerika’dan yeni dönmüş bir akrabası vardır. Davalılar, mahkeme hâkiminden çekinmektedirler. Bir celsede başka bir hâkim çıkar, sevinirler (kendi akrabalarıdır). Şoray davacı avukatı olarak söz alarak “hâkimin tarafsızlığından şüphesinin olmadığını ama evlilik nedeni ile davalılarla akraba olması nedeni ile davadan çekilmesini ister”. Hâkim talebi haklı bularak davadan çekilir. Buraya kadar herşey usule uygundur ve sinema tarihimizde ilk defa bir usul kuralı hakkı ile bir filmde kullanılmaktadır. Ama çekilen hâkim yerine mahkemenin asıl hâkimi (davalıların çekindiği) gelir. Asıl hâkim orada (adliyede) ise niçin yerine başka hâkim çıkmıştır? İşte burası hiç bir usule uymamaktadır ve -yine- dramatik bir gerilim için kurallar çarpıtılmıştır. (Senaryo: Vedat Türkali).

Tamamı değilse de bazı kısımları mahkemede geçen Asılacak Kadın (Sabuncu / 1986) ise başka bir gösteri içerir. Film, cazibesiyle kandırdığı delikanlı ile birlikte, hizmetçisi iken evlenmek durumunda kaldığı adamı öldüren kadının yargılanmasından oluşur. Pınar Kür’ün romanından uyarlanan filmde, kadın idama mahkûm olur, -adettendir, idam kararının imzalandığı kalem kırılır- kararı imzalayan hâkim, imzaladığı kalemi yerine koyar, önceden hazırlanmış bir tükenmez kalemi eline alarak kırar… Filmin çıkışında, seyredenler arasında olan Başar Sabuncu’ya bu konuyu sorduğumda, “yıllar önce izlediği bir duruşmada gördüğünü” söylemişti. (Kararın imzalandığı kalem yerine başka bir kalemin kırılması, birçok yoruma açık (eleştirel! – alaycı! – sorgulayıcı! ) bir -görsel- anlatımdır.

Adında “hâkim” kelimesi geçen Bodrum Hâkimi (Şoray / 1976) ise, böyle bir kategori içine kesinlikle sokulmaması gereken bir filmdir. Dramatik yapı uğruna tüm adli uygulamaların çarpıtıldığı bir film olarak kalacaktır. (Meraklısı, -biraz da hâkimliği, mahkemeleri bilmek koşulu ile- bir yerlerde bulup izlesin.)

Anayurt Oteli (Kavur / 1986) kısa bir mahkeme sahnesi ile ilginç bir bölüm yakalar. Gidip duruşma dinleyen Zebercet, hâkimin, savcının duruşma suçlusuna yönelik suçlamalarını kendine üzerine alarak, vicdanen kendini yargılar.

İtham Ediyorum (Elmas / 1972 ) ve Gazap Rüzgârı (Aksoy / 1982) ise Amerikan yargılama ve savunma sistemlerini mahkemelerimize taşıyan, mahkeme, hâkim, savcı, avukat ilişkilerini onlara göre ele alan filmlerdi.

Cezaevi sahneleri birçok filmde yer alır. Orhan Kemal’in romanından uyarlanan 72. Koğuş (Tokatlı / 1987 – Saraçoğlu / 2011), bunların en önemlilerinden birini oluşturur. Duvarların Ötesi (Elmas / 1964) belki bir cezaevi filmi değildir ama cezaevinden kaçan ve bir rehin de alarak, kendilerini bir depoya kapatan, -kendilerini kendi cezaevlerine kapatan- mahkûmların yaşadıklarını anlatır ve olayın akışı içinde, gördükleri bir ihanet üzerine kendilerinin oluşturduğu bir mahkemede, adalet uygulamaları olayı, ironik bir olgu olarak filmde yerini alır -niyet o olmasa da- …

Necip Fazıl Kısakürek’in romanından (oyunundan?) uyarlanan Reis Bey’de (Uçakan / 1988) mahkeme sahneleri yer alır ve filmin kahramanı burada bir mahkûmiyet kararı verir ama filmin asıl anlatmak istediği, verilen bu karadan şüphe edilmesi ve adil olmadığı düşüncesinin yerleşmesi, araştırılması ve -bu- haksızlığın giderilmeye çalışılmasıdır. (Adalet’in bir uzantısının izinin sürülmesi…)

Adalet Oyunu (Özuyar – Özmen / 2011) emekli bir ceza hâkimin, kızının ölümünden, görülen davası sonucu beraat eden damadını sorumlu tutması ve kişisel yargıya yönelmesini ele alır. Kişisel yargılama, ne kadar yargılamadır? Çünkü yargılama bir ulus adına yapılması gereken bir şeydir, aksi halde ihkak-ı hak olur.

İmdi, buraya kadar, genel yazdıklarımızdan sonra sinemamızda adaletin işleyişi ile ilgili, mahkeme aşaması ve sonrası cezanın infazı aşamasını ele alan filmlerin az sayıda olduğunu, yapılanlarında pek gerçeklere uygun olmadığını, ya yabancı etkileri taşıdığını ya da dramatik yapıya göre bozulduğunu belirttik. Adli mekanizmanın işlemesinden önce, suçun işlenme ya da suça sürüklenme aşamasında yapılanlar filmler tüm dünyada olduğu bizim sinemamızda da daha fazladır. Sonrası süreç sinemamızda belirgin bir şekilde es geçilmiş bir konudur. Buraya gelmişken söylenecek söz, suçun insani (ve toplumsal) bir olgu, adalet dağıtımının ve bu dağıtımın verdiği cezaların infazı işinin devlet otoritesine bağlı bir işlem olduğu, doğrusu ve yanlışı (doğal ki bu konuda yanlış olmamalı) ile ancak devlet eli gerçekleştirilmesi gereğidir. Çünkü… konu (hem adalet, hem sinemada adalet) uzun, uzatmaya gerek yok… Bitirmek istiyorum fakat yazmak istediğim bir şey var: “Suçluyu kazıyın, altından insan çıkacaktır…” Faruk Erem.

(28 Eylül 2011)

Orhan Ünser

www.turksinemalari.com 29 Eylül’de Yayın Hayatına Başlıyor

Benzerlerinden çok farklı yapısı ile sinemanın en yeni, en güncel portalı 29 Eylül Perşembe günü yayın hayatına başlıyor. Haberler, Filmler, Reyting Metre, Yazarlar, Benim Sayfam ve Yarışmalar olmak üzere 6 ana dalda 17 kategoride tüm bilgilerin bulunabileceği www.turksinemalari.com‘un tüm kategorilerine katılımcı yorumları da eklenebilecek. Yeni web sitesine yayın hayatında başarılar dileriz.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    www.turksinemalari.com 29 Eylül’de Yayın Hayatına Başlıyor yazısına devam et
  • Paradoks Film Sine-Felsefe 2011 Sonbahar Seminerleri 3

    SİYAD üyesi felsefeci – sinema yazarı Metin Gönen eğitmenliğindeki Paradoks Film Sine-Felsefe 2011 Sonbahar Seminerleri’nin 3.sünde M, Suç, Ceza ve Adalet başlığı altında Fritz Lang’in yönettiği Bir Şehir Katilini Arıyor (M: Le Maudit) filmi inceleniyor. Filmde bir Alman kentinde polisin seri cinayetler işleyen bir çocuk katilini yakalamakta yetersiz kalması üzerine tedirgin olan şehirdeki diğer suçluların da insan avına katılmaları anlatılıyor. Seminerin, 25 Eylül 2011 Pazar günü 11:00 – 15:00 saatleri arasında “Validebağ Adile Sultan Kasrı Öğretmenevi, Kadıköy” adresinde yapılacağı açıklandı.

  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Paradoks Film Sine-Felsefe 2011 Sonbahar Seminerleri 3 yazısına devam et
  • Sanatçılar Özel Uçakla Adana’ya Geldi

    18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali için Adana’ya özel bir uçakla gelen sanatçıları Adana Büyükşehir Belediye Başkan vekili Zihni Aldırmaz havaalanında çiçeklerle karşıladı. Gelen sanatçılar arasında Yılmaz Erdoğan, Yılmaz Köksal, Kuzey Vargın, Süleyman Turan, Safa Önal, Yılmaz Atadeniz, Mine Soley, İrfan Atasoy, Nükhet Duru, Nuri Bilge Ceylan, Yusuf Sezgin, Yavuz Karakaş, Nur Süer, Şerif Sezer, Umut Sezgin gibi isimler vardı. Sanatçılar otellerine çekildikten sonra, bazıları Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraf sergisini gezdi. Gece ise Mimar Sinan Amfi Tiyatro’da sanatçılar seyircileri selâmladı. (Haber: Muharrem Erdemir.)

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sanatçılar Özel Uçakla Adana’ya Geldi yazısına devam et
  • Korku Evi (Yönetmen: Jim Sheridan)

    Jim Sheridan’ın yönettiği ve Rachel Weisz, Naomi Watts, Daniel Craig ile Marton Csokas’ın oynadığı Korku Evi (Dream House), 30 Eylül 2011’de Pinema Film dağıtımıyla Pinema Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Will, çok başarılı bir yayımcıdır. İşini sona erdirdikten sonra, karısı ve iki kızıyla birlikte New England’ın sessiz ve sakin bir kasabasına yerleşir. Ancak yeni evlerine yerleştikten bir süre geçtikten sonra bu evde bir anne ve çocuklarının öldürüldüğünü öğrenirler. Bütün kasaba katilin hayatta kalan baba olduğuna inanmaktadır. Will olayı araştırmaya başlar. Tek yardımcısı ölen anne ve çocuklara çok yakın olan, komşuları Ann Peterson olur.

    Paradoks Film Yönetmenlik Atölyesi 09 Ekim’de Başlıyor

    Akademisyen ve SİYAD üyesi sinema yazarı Metin Gönen’in hazırlayıp yönettiği Paradoks Film Yönetmenlik Atölyesi, 4 aylık görsel ve pratik dersleriyle yoğun bir temel sinema eğitimi ve yönetmenlik programı 09 Ekim 2011′de KargArt Sanatsal Etkinlik Salonu’nda başlıyor.
    Özgün ve zengin programıyla atölye, sinema dilini, film estetiğini, çekim açılarının, plân kompozisyonlarının, sinematografik anlatım odaklarının ve mizansenin temel teknik-estetik operasyonlarını öğrenmeyi, fikirlerini bir filme dönüştürmeyi arzulayan tüm sinemaseverlere açık olarak hazırlandı.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Paradoks Film Yönetmenlik Atölyesi 09 Ekim’de Başlıyor yazısına devam et
  • Adana’nın Yolları Altın Koza

    17 – 24 Eylül tarihleri arasında düzenlenen 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, gerçek anlamda jürinin büyük hayal kırıklığıyla sona erdi. Jüri, “Altın Koza”ya uzak bir filme büyük ödülü vererek şereflendirdi.

    Ülkemizin güzel ve sıcak şehirlerinden Adana’da düzenlenen 18. Uluslararası Altın Koza Film Festivali, festival boyunca süren güzelliklerinin yanında büyük ödülünü görülmeye değer bir film olmasına rağmen, büyük ödülü sürpriz filme verdi. Onur Ünlü’nün yönettiği “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi” filmi “Altın Koza”yı kazandı. Jürinin büyük sürprizi oldu bu. Yönetmen Derviş Zaim, oyuncu Beste Bereket, Prof. Bülent Vardar, oyuncu – senarist Ebru Ceylan, reklâmcı – müzisyen Selim Demirdelen, oyuncu Taner Birsel, yazar – oyuncu – sunucu Yekta Kopan’dan oluşan jürinin tercihi bu yönde oldu. Yönetmen Ünlü’nün “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi”, polisiyeyle komediyi iç içe geçiren, zaman zaman insanı gülmekten midesine kramp indiren bir filmdi. Jüri şunu düşünmüş olabilir: Bu lânet festivallerde ne komedi, ne de polisiye filmler ödül alabiliyor, gelin biz de bu ikisini içinde barındıran bir filme ödülü verelim, demiş olabilir. “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi”, dışarıdan bakınca mutlu bir ailenin cinayetle başlarına gelen traji-komik bir hikâyeyi anlatıyordu. Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği iyiydi. Ama bazı anlarda televizyon dizisi tadı veriyordu görüntüler. Oyuncu performansları da göz dolduruyordu. Bu filmdeki belden aşağı küfürlere, Adanalı sinemasever hanımlar daha çok gülmüştü. Filmdeki diyaloglar da biraz daha işlense iyi olurmuş sanki.

    “Altın Koza”yı gerçekten hak eden ve geleceğe kalma ihtimali olan filmler de vardı. Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer”, büyük ödülü alamasa da festivalin önemli ödüllerini aldı. Türkiye’deki ağıtları toplayan müzikolog Sumru’nun Diyarbakır’a yolculuğunu anlatan, görselliği ve müzikleriyle insanı çarpan “Gelecek Uzun Sürer”, festivalde uzunca alkışlanan filmlerdendi. O Ermeni kilisesindeki sahneler insanı çarpıp gidiyordu. Estetik açıdan araştırmalar da yapan bir sinemaskop çekilmiş filmdi bu. Diyarbakır şehri başroldeydi filmde. Hakkari’deki final bölümü ve karlar belleklere yerleşiyordu. Sumru’yu oynayan Gaye Gürsel’in ödül alamaması da sinemamız adına büyük bir kayıptı. “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödül kazanan Durukan Ordu’nun canlandırdığı karakter de önemliydi. Godard’ın “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmine ve bu filmdeki Michel’e hayran Ahmet, filme derinlik ve anlam katıyordu. Erdoğan Kar’ın yönettiği “Kadife” filmi ödül kazanamadı. Film, iyi niyetli ama fazla didaktikti. Kafamıza vura vura mesaj verme gayretindeydi. Filmden ne Kürtler, ne de Türkler memnun kaldı gibi. Sinemamızın gelişmeye başlayan hikâye anlatma ve estetik arayışlarının uzağındaydı bu film, maalesef.

    Büyüleyen Adana’da filmler…

    Adana’nın sıcağı başka yerlere benzemiyor. Alevin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Ama, filmden filme koştururken halkın sinema heyecanı insanı serinletiyor. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde insanların sıkılmaması, hatta Yılmaz Erdoğan’ın esprilerine bile gülmesi de iyiydi. Sinemaskop çekilmiş bu filmde, gece boyunca süren bir cinayet araştırmasını anlatıyordu. Kırıkkale’nin bir ilçesinde savcıyla beraber polis ve jandarma, öldürüldükten sonra gömülmüş cesedi arıyorlar. Zaman zaman mizahın öne çıktığı filmde, gerçekten cinayeti kimin işlediği hakkında emin olamıyorsunuz. İnsanı sıkmayan bol konuşmalı bu filmde sinemaseverler unutulmaz fotoğraflarla göz göze geliyorlar. Güzel kızları ve iyi insanları çok olan Adana’da Çinli genç bir yönetmen Li Ruijun da vardı. 2010 yapımı “Lao lu Tou – Koca Eşek” filmi, Çin’e ve sosyalizmine eleştiri getiren filmdi. Dingin anlatımı, uzun plan-çekimleri ve müzikleriyle etkiliyordu. Çin hükümeti, 1964 yılında köylülere tarla vermiş. Günümüzdeyse o tarlaları geri almak istiyor kimyasal fabrikası kurmak için. Köylülerin ezelden beri “Koca Eşek” dedikleri 84 yaşındaki ihtiyar, anne-babasının mezarının çöl kumlarıyla kaybolmaması için yaptığı çabayı gösterirken Çin’deki değerlerin yok oluşunu da gösteriyor. Nerdeyse birçok kapitalist ülkede olmayacak şeyler bu “sosyalist” ülkede oluyor. Hastalanan “Koca Eşek”, parası olmadığı için hastaneye alınmıyor. Filmde bir şeyin altı daha altı çiziliyordu. Çinliler, bir çocuk sahibi olabildikleri için genelde erkek çocuk istiyorlar nesillerinin sürmesi için. Filmde, “Koca Eşek”in hiçbir oğlundan fayda gelmiyor. Sadece, kocası uzaklara gitmiş kızı hep yanında. Filmden sonra yönetmen, bir soru üzerine Nuri Bilge Ceylan filmlerini çok sevdiğini ve bu filmini yaparken Ceylan’ın 1999 yapımı “Mayıs Sıkıntısı” filminden ilham aldığını söyledi. 1983 doğumlu yönetmen Ruijun, salonda az seyirci olmasına üzülse de, filmini çocukların izlediği için mutlu olduğunu söyledi.

    Ödüllerle dönen Cemil Ağacıkoğlu’nun “Eylül” filminine neden “Eylül” dendiğini kimseler bilemedi. Önemli fotoğraf sanatçısı ve klip yönetmeni Ağacıkoğlu’nun çektiği “Eylül” filmi, görselliği çarpıcı, az diyaloglu ve modern insan üzerine etkileyici bir yapıttı. Açık uçlu veya insanı boşlukta bırakan finali de iyiydi. Ama, genelde eleştirmenler filmin hikâyesini seyirciye ulaştıramadığını söylüyorlardı. Bakalım film vizyona çıktığında ne diyecekler? Gazeteci – yönetmen Ruhi Karadağ’ın yarı belgeseli “Simurg”, ölüm oruçlarını anlatıyor. 1996’dan 2000 yılındaki “Hayata Dönüş”e kadarki. Ölüm oruçlarını yaşayanların çoğu yurtdışında yaşıyor. Bazıları vefat etmiş. Onların gençliklerinini oyuncular canlandırmış. Oyuncular, geçmişte bu olayları yaşamış insanlara öyle benziyorlar ki. Son bölüme kadar o karakterlerin eylemleri gerçekleştirenler sanıyorsunuz. Bu yarı begesel, “Adana Halk Jürisi” ödülünü aldı. En büyük ödüllerden biri bu. Gösterim bittikten sonra halk bu belgeseli ayakta alkışlamıştı.

    Türkiye’nin Schindlerleri…

    Bir başka önemli belgesel de “Türk Pasportu”ydu. Carpıcı canlandırmanın olduğu bu belgeseli Burak Arlıer yönetmiş. En çok alkış alan belgesellerden olan “Türk Pasaportu”, II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin llerinde kurtarılmış Türk Musevilerini anlatıyor. Röportajlar, trenle İstanbul’a gelmiş o zamanlar çocuk olan ve hâlâ hayatta olan Yahudilerle yapılmış. Yönetmen, röportajdaki bazı anlatılan şeyleri canlandırmayla perdeye aktararak insanları o ana götürüyor. Bu çarpıcı belgeselin Ekim ayında vizyona çıkma ihtimali var. Ebette Woody Allen. Üstadın 2011 yapımı “Midnight in Paris – Paris’te Geceyarısı”, edebiyattan resme, müzikten Paris’e kadar birçok şeye adanmış. Hollywood’dan sıkılmış ve 1920’lerin tutkunu Gil’in geceyarısı kilisenin çan sesiyle hayallerinin zamanına gidiyor. Orada Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald, Getrude Stein, Picasso, Dali, Bunuel ve birçoğuyla tanışıyor. Hatta Cole Porter’ı canlı performansıyla dinliyor. Cole Porter onu, şimdiki zamanda eski plâk satan dükkânda çalışan hayatının aşkı Gabrille’i tanımasına neden oluyor. Gabrielle de Paris’te yağmurun altında yürümekten hoşlanıyor. Film, Paris’in bir sanat eseri olduğunu hissettiriyor. Caz tınılarıyla başlayan film, sabit açılarla Paris’in en güzel anlarını fotoğraflıyor. Bu filmin tadı sinema perdesinde çıkıyor. Filmin kameramanı da Darius Khondji. Annesi Fransız, babası İranlı Khondji’yi Jean-Pierre Jeunnet – Mark Caro ikilisinin ortak yönettiği filmlerden hatırlayabilirsiniz. Görüntüler çarpıcı, müzikler muhteşem. Adanalı sinemaseverler bu filmde çok güldüler, çok eğlendiler.

    Festivalin bir önemli armağını da “Sinema Müzesi”ydi. Yönetmen Ali Özgentürk, oyuncular Yılmaz Köksal, Tijen Par, Şerif Sezer, Altan Günbay gözümüze çarpanlardı. Ali Özgentürk’ün dediği gibi, sinemamız adına en iyi çabalardan biri olan bu müzenin kapsında örümcek ağları olmaz. Sıcak Adana’da güzel bir festival yaşandı. Belli aralıklar vermek zorunda kalan bu festival, umarız bir daha hiç ara vermez. Modernleşen Adana’da şu trafik kaosuna da, zor olsa da bir çözüm bulunur. Şalgamıyla, adıyla müsamma kebabıyla ünlü Adana unutulmaz şehirlerimizden.

    (27 Eylül 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Bir Zamanlar Anadolu’da: Bu Toprakları ve İnsanlarını Yüreğinde Hissetmek

    Hani uzun bir otobüs yolculuğuna çıkarsınız… Gecenin bir yarısından sonra yolcular uykuya yenik düşer ve eğer uyuyamayanlardansanız karanlığı tarar gözleriniz… Uzakta soluk ışıklar; ara sıra geçilen benzin istasyonlarında konaklamış kamyonlar; ay ışığı altında ağaçlıklar, tepeler, tarlalar, küçük kasabalar boyunca elektrik direklerinin aydınlattığı kırmızı tuğlaları açıkta ya da cepheleri aceleyle sıvanmış evler; devlete ait ruhsuz binalar… Sabah gün ağarırken camiye giden yaşlılar… Mahmur yüzler… Sabah çorbası için konakladığınız lokantanın enfes mercimek çorbası… Kötü ses düzeninde çalan türkü… Ve yolculuk boyunca pencereden gördüğünüz yüzlerin arkasına saklanmış hayat hikâyeleri… Yorgun gönüller, gerçekleşememiş hayaller, suya düşmüş umutlar, derinlere atılmış acılar, pişmanlık yüklü gözler, bir ışık arayan bakışlar, heba olduğu düşünülen yıllar…

    Nuri Bilge Ceylan, ‘duyulara’ ve kalbe, sonra beyne sızan filminde, Çehov’a saygılar sunsa da, bu topraklara sarılmış. Anadolu’nun, kavruk çocukların, tüm zaaflarına karşın kalbi -şükür ki- aklının önüne geçen ‘okumuş adamların’, çemberin dışına çıkamayıp rüzgâra karışacak güzel kızların, delikanlıların, günah işlese de, suçlu olsa da herkes gibi ‘kurban’ olan sert bakışlı katillerin, bizim filmimizi çekmiş. Yani aslında, ‘yalnız ve güzel’ sözünün arkasında durup, onun ‘Nuri Bilge Ceylan’ olmasını sağlayan ülkesine 157 dakikalık bir armağan vermiş. Diğer çalışmalarından farklı olarak fotoğraf estetiğini çok öne çıkarmadan, yalın, ıssız, büyülü bir öykü anlatmış. Bir cinayet soruşturmasının etrafında tüm bir dünya nasıl kurulur, karakterlerden yola çıkarak ‘çözümsüz insan ruhuna’ nasıl bakılır; neredeyse dersini vermiş. Bu filme ‘matematik kafasıyla’ gidecek olanlar sevmezler; hiç zahmet etmesinler… Aklınızın kapısını aralık bırakacak fakat yüreğinizi sonuna dek açacaksınız, işte o zaman çok seveceksiniz. Ben bu toprakların insanı olarak, kendimi gördüm ve ilginçtir, yönetmenin gösterdiklerinden çok göremediklerimle dâhil oldum filme. Tüm iyi yönetmenlerde olduğu gibi, Ceylan sadece aynayı tuttu… Aynanın arkasında ise tüm bir insan yaradılışı saklıydı.

    Kuşkusuz filmin eksileri var (oyuncular arası dengesizlik meselâ); hiç sorun değil. Nasıl ki, salona girerken iyi niyetlerini vestiyere bırakanlar, film izlerken ‘tweet’ atan magazin yazarlarının ukalâlıkları, Batı’daki seyircilerin / eleştirmenlerin düşünceleri, Oscar adaylığı vs. hiçbir ama hiçbir şey beni etkilemiyorsa, bu satırları okuyanlara önerim de, gidin ve Anadolu’da kaybolun. Lütfen dikkatle izleyin, kendinizi mutlaka görüp hissedeceksiniz.

    (27 Eylül 2011)

    Ali Ulvi Uyanık

    ali.ulvi.uyanik@gmail.com