Dünyanın hemen her ülkesinde çocuk ve gençleri son on yıldır kendisine müptelâ eden “Harry Potter” fenomeni, 15 Temmuz Cuma günü gösterime giren 8. sinema uyarlamasıyla birlikte, beyazperde tarihinin en parlak ticarî başarıları arasındaki ayrıcalıklı yerini şimdiden almış durumda…
Bu filmin gösterime girmesi nedeniyle geniş kapsamlı bir değerlendirme kaleme almaya hazırlanırken, eleştiri yazılarımda yer alan yapım – yönetim ekibi listelerine eklemeyi son aylarda alışkanlık hâline getirdiğim teknik bir bilginin peşine düştüm. O bilgi de söz konusu filmin Türkiye’de gösterime sunulacak olan “kopya sayısı”ydı.
Mâlûmunuz, 2000′li yılların ikinci yarısından itibaren, gerek ülkemizde, gerekse dünyanın -sinema endüstrisine sahip- diğer ülkelerinde “kopya” sözcüğünün anlamı radikal bir biçimde değişti. Çünkü, artık bu sözcükten anlaşılan yegâne şey, sinemada son yüzyıl boyunca “endüstri standardı” olarak kabûl edilen 35 mm formatındaki film şeritleri değil… İşin içine artık dev perdeli IMAX salonlarında gösterime sunulan 70 mm’lik kopyalar ve bir hard – diskten (ya da daha ilginci, salonlara belli bir program ve takvim dahilinde gönderilen uydu sinyallerinden) ibaret dijital sinemacılık kopyaları da girmiş durumda… O yüzden, benim kuşağıma kadarki bütün sinemaseverlere otomatik olarak, her biri otomobil tekerleği büyüklüğündeki, 6 ilâ 8 kısımlık 35 mm film makaralarını hatırlatan “kopya” sözcüğü, şimdilerde ise teknolojik açıdan bambaşka bir anlama bürünmüş durumda…
Kısa bir araştırmadan sonra, “Harry Potter”ın, Warner Bros. şirketinin -serinin istisnasız her yeni filminde yaptığı gibi- 35 mm standart film, dijital kaydı barındıran hard – disk ve IMAX formatı da dahil olmak üzere, bu tantanalı kordelayı yurt sathında şânına yaraşır bir dağılımla, toplam 273 kopya üzerinden gösterime sunduğunu öğrendim. Bu sayısal bilgiyi de ülkemizde film tanıtımı yaparken tanıttığı filmlerin yapım ayrıntıları hakkında en geniş kapsamlı bilgileri sunan teknik künye bölümümüze ekledim.
“Harry Potter”ın sinema salonlarına dağıtımında kullanılan kopya sayısı, ülkemizin film işletmeciliği sisteminde şimdiye kadar erişilmiş en yüksek kopya sayısını işaret etmiyor hiç kuşkusuz; 273 sayısı bu açıdan bir “rekor” değil… Sözgelimi, hafızamı zorladığımda, son yıllarda bazı yerli ve yabancı yapımlar için 600′lere varan sayıda 35 mm kopya basıldığını hatırlıyorum. Fakat, sanatsal değeriyle ön plana çıkan pek çok filmin yalnızca 15 – 20 kopyayla gösterime girebildiği bir ülke için yine de önemli bir eşik bu… Hele de böyle bir rakamın yıllar sonra yeniden aklıma düşürdüğü o “motorsikletli taşıyıcılar”ı hatırlayınca, Türkiye’de gençlere yönelik bir fantastik serüven filmi için bu boyutta kopya dağıtımı yapabilmenin, sinema sektöründe böylesine müreffeh günlere ulaşmış olmanın anlamı çok daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor.
* * *
1980’li yıllar, hayatımın 10’ar yıllık evreleri içinde en zorlukla, fakat aynı zamanda keyfini de en fazla çıkartarak film izlediğim dönemdi. Büyük zorluklarla film izleyebiliyordum; çünkü, bazen orta hâlli, bazen de ekonomik durumu ortanın bile altlarına doğru inen bir ailenin, o yıllarda önce lise, ardından da üniversiteye giden çocuğu olarak ekseriyetle meteliksizdim. Beyoğlu’na çıkıp orada gösterime giren yeni bir filmi izlemek, hele hele bu eğlencenin yanına bir de “frigo dondurma” eklemeyi başarmak, sözünü ettiğim tarihlerde tasavvur edilebilecek en güzel hafta sonu geçirme şekliydi benim için…
Harçlığım çoğu kez öylesine kıttı ki, yol parası tamam olsa bilet parası ancak indirimli seanslara yeter, bilet parası tamam olsa bu kez de yanında dondurma veya patlamış mısır almak mümkün olmazdı. O yıllarda bu üçünü sağ salim biraraya getirebilmeyi başardığım bir sinema macerası hatırlamaya çalıştığımda, nadirattan iki – üç örnek dışında, böylesi mutlu günler pek de sıklıkla gelmiyor aklıma… Örneğin, 1985 yılında, sinemamızın rahmetli sanatçılarından Mürüvvet Sim’in, aynı adlı pasajın girişindeki kulübesinde Milli Piyango bileti sattığı, günümüzde artık var olmayan Beyoğlu – Saray Sineması’nda, Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika’da”sını hûşû içinde izleyip dışarı çıktığım zaman Taksim Meydanı’ndan kalkan son otobüsü de kaçırdığımı dehşet içinde fark etmiş, 3 saat 45 dakika süren bu unutulmaz görsel şölenin üzerine sabahın ilk ışıklarına kadar uzak bir semtteki evime -korku içindeki kalbimin küt küt atışları eşliğinde- yürümek zorunda kalmıştım. Tabanlarımın su toplamasına yol açan o tarifi imkânsız yorgunluktan sonra ertesi gün okula falan gidemeyip yorgan döşek yattığımı belirtmeye, bilmem ayrıca gerek var mı? Bu traji – komik olaydan dolayıdır ki “Bir Zamanlar Amerika’da”, sinemasal hatıralar galerimde o gün bugündür hep çok farklı bir yerde duran filmlerdendir.
Velhasıl, neredeyse her ânı garibanlıkla bezeliydi, fakat yine de çok güzeldi 80’lerdeki sinemaseverlik maceralarım…
“Sinema”, bugünkü gibi salondan çıktıktan sonra hayatlarımızın en fazla yarım saatini işgâl eden genel geçer bir ilgi alanı değildi; izlediğimiz her yeni film bizleri en az bir – iki hafta boyunca oyalardı. O filmi, henüz görememiş olan arkadaşlara ballandıra ballandıra anlatma faslı da işin bir başka keyifli yönüydü. İzlediğimiz iyi ya da kötü her filmden, bugün izlediğimiz 50 film yoğunluğunda lezzet alırdık. Tıpkı, çabucak bitmesin diye sabahtan akşama kadar yudum yudum içtiğimiz ve her yudumunu ağzımızın içinde uzun uzadıya gezdirdiğimiz portakallı gazozlar gibi…
İşte, sinema sektöründeki “motorsikletli taşıyıcılar”ı da ta o günlerden itibaren bilirim. Aslında, bu kişiler 1970′lerde de vardı piyasada, fakat ben ilkokuldayken henüz onların varlığından tam anlamıyla haberdar değildim. Nasıl bir hizmet verdiklerini kavramam için biraz daha büyüyüp 1980 sonrasındaki döneme erişmem ve bu sektörün Türkiye’de hangi kırık dökük temeller üzerinde yükseldiğini enine boyuna öğrenmem gerekiyordu.
Tıpkı 1980 askerî darbesi öncesinde olduğu gibi, darbe sonrasında da en azından bir 7 – 8 yıl boyunca, Türkiye, döviz stokları açısından perişan bir ülke olarak kaldı. Dışarıya fazlaca döviz gitmesin diye ithal mallarla ilgili müthiş kısıtlamalar vardı; ki o günlerde yeterince akıl baliğ olanlar “cebinde açılmamış bir Marlboro sigarasıyla yakalanan kişilerin kaçakçılık suçuyla iki yıl hapis yattığı” yönündeki hikâyelerin birer şehir efsanesi olmadığını çok iyi bilirler. Devlet, binlerce mal ve hizmetin ithalatına ağır kotalar uygularken, sinemacılık sektörünün “negatif film” gibi temel teknik malzemeleri de bunlar arasındaydı.
Sözünü ettiğim bunaltıcı sınırlamalara ek olarak, iş dünyasında da bugün anladığımız boyutlarda bir sermaye yoktu. Rahmetli Başbakan Turgut Özal 1980’lerin ortalarından itibaren tütün ürünlerinden başlayarak pek çok mal ve hizmetin Türkiye’ye serbestçe ithalini serbest bırakmıştı bırakmasına; fakat ülkenin yeterince güçlü olmayan sermaye birikimi, işadamlarının, tüccarların ve nihayet son tüketicinin böylesi pahalı malları yüksek vergi oranlarıyla satın almasının önünde ciddi bir engel oluşturmaktaydı. Sırf bu yüzden, yalnızca filmlerin çekimi ya da çoğaltımı değil, dünya çapında ses getiren Hollywood yapımlarının ülkemize gelişi de ortalama 2 – 3 yıl aksardı. Sözgelimi, Richard Donner’in 1976 tarihli “The Omen”ini 1980′de, Randal Kleiser’in 1978′de çektiği “Grease”i 1981′de, yine Richard Donner’in iki yıl öncesinde bütün dünyayı kasıp kavurmuş olan “Superman”ini ise 1980 başlarında izlediğimi hatırlıyorum. Eğer ki batıda ortalığı birbirine katan bir film bize ertesi yıl gelmeyi başarmışsa, o dönemin sinemaseverleri olarak böyle bir gelişme karşısında resmen bayram ederdik! Şimdilerde, ülkemizde bazen pek çok Avrupa ülkesinden bile daha önce gösterime giren üstün yapımları görünce, belli belirsiz bir hüzün duygusu eşliğinde hep o günlere gidiyor aklım…
“Motorsikletli taşıyıcılar”ı da sinemacılıkta öteden beri çok pahalı ve tedariki zor bir malzeme olarak ün yapan negatif – pozitif ham filmin kıtlığı doğurmuştu. Türk işletmecilerinin pratik zekâlarının bir ürünü olarak…
Sistem şöyle işlemekteydi:
Diyelim ki 1980′lerde popüler olan yabancı bir film, ithalatçı şirketlerden biri tarafından satın alınıp Türkiye’ye getirildi ve filmin toplam 50 sinemada gösterime girmesi planlanıyor. Bu sinemalardan 20′si de İstanbul’da… İthalatçı ve işletmeci, o günlerde kopya çıkarmada kullanılan ham film şeritleri çok değerli bir teknik malzeme olduğu için, yurt dışından gelen (çoğaltmada master olarak kullanılan) ara negatiften İstanbul için yalnızca 10 kopya basardı. Aynı tarihlerde hem Beyoğlu, hem de Şişli’deki iki sinemada gösterimi olan bu filmin, tek bir kopyayla her iki salonu da idare edebilmesi için “merdiven” adı verilen bir yöntem türetilmişti. Birinci sinemada saat 11.00 – 13.00 – 15.00 – 17.00 – 19.00 – 21.00 düzeni içinde yürüyen seanslar, en az 15 – 20 kilometre uzaklıktaki diğer sinemada ise 12.00 – 14.00 – 16.00 – 18.00 – 20.00 şeklinde düzenlenirdi. Böylelikle, birinci salonda ilk yarısı oynatılan filmin 35 mm’lik bobini, bu bölüm tamamlanır tamamlanmaz salonun kapısının önünde bekleyen motorsikletli bir genç tarafından kapılır ve o kişi de İstanbul trafiği içinde canını hiçe saydığı cambazlıklar yaparak, “emanet”i mümkün olan en kısa sürede diğer sinemaya yetiştirirdi. Sonraki saatlerde de bu koşuşturma, her iki sinema arasında “gösterilen bobini alıp yeniden önceki salona yetiştirme, gösterilecek olanı ilkinden ikinci salona ulaştırma” şeklinde nefes nefese devam ederdi.
Az sayıda kopyayla çok sayıda sinema salonunu idare etme işi yalnızca İstanbul’a özgü bir uygulama da değildi. Başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere pek çok kentimizde, 1960′ların sonlarından başlayıp 1990′ların sonlarına kadar, hiç aralıksız çeyrek yüzyıldan daha fazla bir süreyle uygulandı.
Öte yanda, Türkiye’ye salonların ihtiyacı kadar 35 mm kopya satmaya çalışan Hollywood şirketlerinin temsilcileri de söz konusu yöntemden haberdar olduklarında şaşkınlıktan küçük dillerini yutuyorlardı. Çünkü bizde yürürlükte bulunan bu aktarmalı gösterim düzeninin yeryüzünde bir benzeri daha yoktu. Fakat, hem ekonomik imkânsızlıklar, hem de 1980′lerin ikinci yarısından sonra ülkede işlerin belli ölçüde düzelmesine rağmen ithalatçı ve işletmecilerin devam edegelen açgözlülükleri, dağıtım işinin 2000’lerin başlarına kadar böylesine sakat bir yöntemle yürütülmesine neden olacaktı.
Yukarıdaki satırları okuduğunuzda, “Film israfını engellemesi itibarıyla, aslında hiç de fena bir çözüm değil… Neden olmasın ki? Uygulamaya buradan bakınca gayet akıllıca duruyor” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Kâğıt üzerinde elbette ki akıllıcaydı. Ta ki film bobinlerini bir sinemadan diğerine vahşi bir tempo içinde yetiştirmeye çalışan o genç insanların ardı ardına ölmelerine kadar…
Birbirinden kilometrelerce uzaktaki sinema salonları arasında, son derece işlek ana caddeleri büyük bir hızla katederek, gecikme korkusuyla zaman zaman trafik kurallarını da çiğneyerek günde en az 10 – 15 kez karşılıklı olarak bobin yetiştirmeye çabalayan motorsikletli taşıyıcılar, gün geldi, üstlendikleri işin aksamaya hiç tahammülü olmaması yüzünden vahim hatalar yapmaya ve yollarda teker teker can vermeye başladılar. Bu işi yürüten kuryelerin çoğunun altındaki motorsikletler eski model ve bakımsızdı. Hoş zaten, kazandıkları cüz’i parayla daha başka ne olabilirdi ki? O köhne araçlardaki teknik yetersizliklere bir de aşırı telaş eklenince, önce birincisi delicesine ilerlerken otomobillerin altına girip öldü, sonra ikincisi, sonra da üçüncüsü… 80′lerin popüler haber dergilerinden “Nokta”da, o dönemdeki film taşıyıcılarından söz eden bir habere rastladığımda, bundan yaklaşık 25 yıl öncesi itibarıyla dergide verilen ölü sayısı 36′ydı. Ki bu sayı, söz konusu haberden sonra da büyük bir ihtimalle artmaya devam etmiştir.
Kabaca bir hesapla, en az 50 genç insan, bu ülkede sinemacılar kıt ekonomik imkânlar altında biraz daha fazla para kazansınlar ve sinemaseverler de rahatça film izleyebilsinler diye canlarını verdi o dönemde… Muhtemelen hiç birinin de sosyal güvencesi falan yoktu. Eğer ki o günlerde bir sinemada iki kısım arasında verilen 15 dakikalık molanın sonu bir türlü gelmiyor ve film başlatılamıyorsa, aramızdan işi bilen büyük ağabeyler başka bir sinemadan o sinemaya bobin taşıyan çocuğun başına kötü bir iş geldiğini hemen sezerlerdi. İşte, salondan protesto ıslıklarının yükselmeye başladığı bu tür kritik dakikalarda, taşıyıcı kişi ya yoğun trafikte kilitlenip kalmış, ya da daha kötüsü bir otomobilin altında can çekişiyor olurdu. Yine aynen böylesi bir günde, Beyoğlu’ndaki sinemalardan birinde seans iptaline tanık olduğumu da gayet iyi hatırlıyorum; çıkarken hepimizin bilet ücretlerini gişede tek tek iade etmişlerdi.
* * *
Bugün, o dönemlerle kıyaslanmayacak kadar zengin ve güçlü bir Türkiye’de yaşıyoruz. Sinema sektörü de bu görece rahat atmosferden şu ya da bu oranda nasiplenmekte… İster negatif, isterse de pozitif, film çekiminde ya da kopya çoğaltımında kullanılan ham şeritler, yanısıra bunların laboratuarda banyo edilmesini sağlayan kimyasallar öyle 30 – 40 yıl önceki gibi karaborsadan binbir madrabazlıkla temin edilebilen erişilmez ürünler değil artık. Başta dünya devi Kodak’ın Türkiye şubesi olmak üzere, bir dizi şirket ihtiyaç duyulan her türlü hammaddeyi, geçmişle kıyaslanmayacak kadar uygun fiyatlarla ithal ediyor ve sektördeki laboratuarlara ulaştırıyor. Bolluk öyle bir noktaya geldi ki ilk filmini çeken yönetmenlere, ihtiyaçları olan hammaddenin en az yarısının, taraflar arasında imzalanan sponsorluk anlaşmaları kapsamında bedelsiz sunulduğu bile oluyor. Aynı şekilde, bazı kısa metrajlı filmciler de sırf yapıtlarını kitlelere geniş perdede gösterme keyfini yaşayabilmek için, çektikleri filmi dijital ortamdan 35 mm’ye transfer yaptırabiliyorlar. Yüksek teknoloji, ithal serbestisi ve gitgide düşen son kullanıcı fiyatları, filmcilik malzemelerini artık bir sinema okulu öğrencisinin bile ulaşabileceği düzeylere çekmiş durumda…
Bütün bunlar, hiç kuşkusuz ki mutluluk verici gelişmeler… Hele de benim gibi, 1986′da sinema yazarlığına ilk adımını attığında, aylık bir kültür – sanat dergisinde yayımlanan eleştiri yazılarından ilkinin bitiş cümlesi “Ölmeden önce şu ülkedeki herhangi bir sinemada berrak bir projeksiyon ve Dolby Stereo ses sistemi görebilecek miyim ya Rabbi?” olan biri için mutluluktan da öte “mucizevî” gelişmeler… Ömürlerinin belli bir bölümünde tek kanallı/mono ses düzenekleriyle, ışığı sık sık solup kararan kömürlü makinelerle film izlemiş, bundan dolayı da “Ulan makiniiiist!” diye bağırmaya pek antrenmanlı olan bizim nesil ve bizden daha öncekiler için, şimdinin 7 – 8 salonlu, makine daireleri bilgisayar kontrollü, her biri tek kelimeyle muhteşem ses ve görüntü kalitesine sahip çağdaş sinemaları gençlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamlar ifade etmekte… Onlar zaten bu yüksek teknolojinin içine doğdukları için, her iki dönem arasındaki uçsuz bucaksız farkı asla anlayamıyorlar ve anlayamayacaklar. Fakat, 1986′da Çemberlitaş’taki bir sinemada Tony Scott’un “Top Gun”unu izlemeye gelmiş bir grup Avrupalı turistin, sapsarı renkteki bir perdeye yanısıtılan o soluk görüntü ve boğuk sese tanık olduktan sonra salondan “Horrible!”, “Terrible!”, “Disgusting!” nidâlarıyla kaçışlarını görüp genç bir sinemasever olarak ülkem adına içten içe utanışım, hafızamdaki galeride hâlâ taptaze duran bir başka sinemasal hatıradır. O yüzden de film işletmeciliğimizin günümüzde ulaştığı düzey, çağdaş teknolojilerle donatılmış bir salona girdiğimde benim açımdan çok daha yüksek bir seyir keyfinin vesilesine dönüşüyor.
Şu anda, iki saatlik bir sinema filminin 3 – 5 hafta boyunca gösterimde kalacak 35 mm’lik bir kopyasının herhangi bir laboratuardaki üretim maliyeti ortalama 1500 Amerikan Doları… Pek çok şirket de ürettirdiği kopyaları gösterimler bittikten sonra -depolarında yer kaplamasın diye- saklamaya bile gerek duymayıp imha ettiriyor. Oysa, anılan tarihlerde her bir kopya altın değerindeydi ve hem o filmin metropol kentlerdeki birinci vizyon gösterimini, hem de taşrada uzun yıllar boyunca devam eden gösterimlerini sırtlardı. “İkinci vizyon” adı verilen o tekrar oynatım zamanlarında, sevdiğimiz filmlerin uzunca bir “Anadolu turu”ndan geriye dönen (yağmur gibi çizikler, dakika başı kopuklar ve atlamalarla bezenmiş) haşat ötesi kopyalarını az mı izlemişizdir! Fakat, kalbimizdeki o büyük sinema sevgisi, bizlere müthiş bir utanmazlık içinde sunulan o yorgun görüntüleri bile sineye çekmemize yol açar, perdeyi kaplayan sağnak hâlindeki leke ve çizikler, ağzımız açık bir vaziyette izlediğimiz filmlerin sanki “olmazsa olmaz birer parçası” gibi görünürdü gözümüze…
Gelişen teknoloji günümüzde kopyaları alabildiğine bollaştırdığı gibi, çizikleri ve kopukları da silip götürdü beyazperdeden… Çünkü artık selüloid bazlı hammadde yerine polyester film kullanıyor laboratuarlar. Polyester şeridi de ne çekiştirerek kopartabiliyorsunuz, ne de makinede oynatılınca kolayca çiziliyor. Bir tek makasla kesilip seloteyple yapıştırılabiliyor bu tür dayanıklı filmler. Dolayısıyla, filmlerin oynatım sırasında kopması gibi durumlarda gösterim devam ederken, iki film parçasının ucunu jiletle alelacele kazıyıp asetonla yapıştıran eski moda makinist tipi de tarihe karışmış durumda… Artık herşeyin çağdaş teknolojiden beslenen daha kolay bir çözüm yolu var.
Sonuç olarak, tek bir film için tamı tamına 273 kopya… Ki daha önce vurguladığım üzere, bu rakamın kimi önemli filmlerde 300, 400, 500, 600′ü bulduğu da oluyor.
“Harry Potter”ın dağıtımı vesilesiyle, en sonuncusu günümüzden muhtemelen 10 – 15 yıl önce piyasada çalışmış olan motorsikletli film taşıyıcılarını, sinema sektörümüzün bu isimsiz kahramanlarını, ölenleri ve kalanlarıyla bir kez daha anmayı murâd etti kalemim… İstedim ki o günleri bizzat yaşamış akranlarım, yaşça benden daha büyük sinema sevdalısı ağabeyler ve ablalar da yâd etsinler onları…
Dahası, biraz çaresizlik, biraz da aç gözlülükten doğan bu ilkel dağıtım yönteminden şimdiye kadar hiç haberi olmamış genç sinemaseverler de sektörde çağımızın hızı ve konforuna ne türlü özverilerin ardından ulaşıldığını biraz daha derinlemesine öğrensinler…
Yukarıdaki yazıyı çeşitli mecrâlarda okuyacak olanlar arasında, vaktiyle sinema salonları arasında motorsikletiyle film bobini taşımış birileri çıkar mı bilemiyorum. Fakat ola ki çıkarsa, geçmişte söz konusu işle uğraşmış olan bu dostlarımın aşağıdaki samimi cümlelerimi de kalplerine nakşetmelerini özellikle rica ederim:
Hiç merak etmeyiniz; Türkiye’de sizleri ve o dönemdeki çabalarınızı -hâlâ- bilenler var. Biz “eski moda sinemaseverler”, bir dönemin yükünü büyük fedakârlıklar eşliğinde çeken “motorsikletli film taşıyıcıları”nı hiç bir zaman unutmadık. Aranızdan vefât edenlere yüce Allah’tan rahmet, hayatta olanlarınıza da uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.
(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 17 Temmuz 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)
(19 Temmuz 2011)
Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü
alimuratg@yahoo.com