Nebraskalı Marlon Brando, sinemada ve hayatında daima ırkçılığa, soykırıma, ayrımcılığa uğrayanların yanında oldu. Birçok nesil onun filmleriyle sinemayı hep sevecek. Bu muhteşem oyuncu her zaman özlenecek.
Sinemanın gelmiş geçmiş en karizmatik ve en büyük oyuncularından Marlon Brando, 1 Temmuz 2004’te sonsuzluğa gitmişti. Kızılderili ruhu taşıyan bu muhteşem insanı sinema özlüyor. Televizyonlarda filmlerinin sıkça yayımlanmaması bir eksiklik. Brando, 3 Nisan 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde doğdu. Omaha, Nebraska’da yaşayan bir kızılderili kabilesinin adı. Elia Kazan’ın Ekim 1956’da ülkemizde gösterime giren 1954 yapımı “On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde” ve Ekim 1973’te ülkemizde gösterim şansı bulan Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather – Baba” filmleriyle iki defa Oscar kazandı. “Baba” filminde kazandığı Oscar’ı almadı ve bir kızılderili genç kadını törene yolladı. Çünkü Amerika’yla Hollywood’un kızılderililere ayrımcı ve yok edici tavırlarını protesto etmişti Brando. Töreni, “007 James Bond” Roger Moore ve muhteşem Lee Remick sunuyordu.
1940’ların sonlarında yönetmen Elia Kazan ve Lee Strasberg tarafından kurulan “Actors Studio”nun ilk öğrencilerinden biri olan Brando, 1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Men – Erkekler” siyah-beyaz filmiyle sinemaya giriş yaptı. Piyade bir teğmen Ken, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’ya gelir ve yaralanır. Felç olan Ken, umutsuz bir hastaya dönüşür ama diğer insanlar da var. Hastane atmosferi çok çarpıcı yansıyordu filmde. Karakterler de muhteşemdi tabii ki. Ken’in yaralandığı sahne gerçekten özeldi ve Brando’nun yüzündeki o şaşkınlık etkileyiciydi. Ama, o sinema oyuncusu olmak istemiyordu. Elia Kazan’ın Tennessee Williams’tan aktardığı 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Desire – İhtiras Tramvayı”nda önce tiyatro sahnesinde, sonra sinema perdesinde oynadı Brando. Filmde Blanche DuBois’yı Vivien Leigh, Stanley Kowalski’yi Marlon Brando, Stella Kowalski’yi Kim Hunter, Harold “Mitch” Mitchell’ı Karl Malden oynadı bu başyapıtta. Caddeden, “Desire” adındaki bir tramvay geçip gider hep. Blanche, hayatın sonbahar mevsiminde. Megaloman, alkolik ve hâlâ çekici bir güneyli kadın. Stanley, kaba, ilkel, gençliğin bahar mevsiminde ve hayli çekici. Hamile Stella, Blanche’ın kız kardeşi. Blanche, New Orleans’a gelir ve kız kardeşinin evine yerleşir. Stanley, Blanche’ın kibarlığından hoşlanmasa da alttan alta ilgi de duyuyor ona. Alex North’un dramatik etkiyi çoğaltan müzikleri muhteşemdi. Filmdeki, iç ve dış mekân kullanımları, psikolojik derinlik veren ışık düzenlemeleri de mükemmeldi.
Hemen ardından 1952 yılında Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’yı canlandırdı. Anthony Quinn’le iki kardeşi oynadığı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminde Elia Kazan, iki kardeş arasındaki çatışmayı savaşla metafor kurarak anlattı. Anthony Quinn, Eufemio Zapata’yı oynarken, Emiliano’nun eşi Josefa’yı da Jean Peters canlandırdı. Kazan’ın 1953’te ülkemizde gösterime çıkan bu filminde bir şey keşfetmiştik. Kazan, çarpışma sahnelerinden önce genel çekimlerle seyirciyi bir an için sükûnetin içinde bırakıyordu. Bu kısa dinginliğin ardından tedirginlik hissediliyor ve şiddet görüntüleri yansıyordu sonra. Bu filmde, yakın çekimlerin hemen ardından şiddet sahnelerini fark etmedik. Brando, meslek yaşamının ilk yıllarında Kazan’ın filmleriyle istemese de sağlam bir yer edindi sinemada. 1954 yılında sinema tarihinin önemli filmlerinden biri “On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde”yle ilk Oscar ödülünü aldı. Bu film, gerçekçi mekânları ve atmosferiyle bugün bile ilham veriyor. Mafyayla iç içe geçmiş ve sarılaşmış sendikaları eleştiren bu film, bir bakıma yönetmen Kazan’ın özeleştirisi gibidir. Çünkü ona “gammazcı” diyorlardı hep. Filmin senaryosunu Budd Schubert (1914 – 2009) yazmıştı. Filmin hikâyesi New Jersey’de geçiyordu. 1954’te Henry Koster’in Annemarie Selinko’nun kitabından sinemaya aktardığı renkli ve sinemaskop “Desirée – Desirée: Napolyon’un Sevgilisi”nde, Napolyon’u canlandıran Brando’nun ilk renkli göründüğü filmdi ayrıca. Bu film ülkemizde Aralık 1956’da gösterime girdi. 1955’te, Brando, Joseph L. Mankiewicz’in yönettiği, Frank Sinatra ve Jean Simons’la başrolü paylaştığı “Guys and Dolls – Gönül Yolu”nda şarkı bile söyledi. Renkli ve sinemaskop bu film ülkemizde Ocak 1959’da gösterime çıktı.
Yükseliş sürüyor…
En iyi arkadaşı ve sinemadaki rakibi James Dean daha beyazperdede görünmeden Brando, sinemanın büyükleri arasına girmişti. 1953 yılında Joseph L. Mankiewicz’in Shakespeare’in oyunundan uyarladığı siyah-beyaz “Julius Caesar – Jül Sezar” filminde de boy gösterdi Antonius performansıyla. Mayıs 1958’de ülkemizde vizyona çıkmıştı bu film. Tiyatrodan ve “Actors Studio”dan kazandığı deneyimler, sinemada her rolü bir eldiven gibi üzerine geçirmesini sağlıyordu. Sesini, vücudunu ve kendine dair her şeyi perdedeki “o an”a veren Brando, yine de bir sonraki filminde hep mükemmelliyeti arıyordu. Bu araştırmaları kendinden yıllar sonra beyazperdede ölümsüz karakterler yaratacak olan Al Pacino ve Robert de Niro gibi aktörlere de ilham verdi. O özeldi ve sınır tanımıyordu.
1950’lerin ilk yarısı tam bir verimlilikle geçti, ama 1950’lerin ikinci yarısında bu verimlilik biraz düştü. Ama, bugünden bakınca yine de elle tutulur filmler bunlar. Aralık 1958’de ülkemizde gösterime giren Daniel Mann’in 1956 yapımı “The Teahouse of the August Moon – Çayhane”si, 1957’de Joshua Logan’ın “Sayonara – Elveda”sı gibi. “Elveda”, yine Aralık 1958’de ülkemizde gösterime girdi. Bu iki renkli filmin de sinemaskop görüntüleri çarpıcıydı. Bu filmlerden önce 1953’te Laslo Benedek’in siyah-beyaz “The Wild One – Kanlı Hücum”da, gençliğin idolü oldu kanun kaçağı Johnny karakteriyle. Motosikletli asi gençliği anlatan bu filmdeki kıyafetleriyle gençliği çarptı Brando. Derimontlu, kot pantolonlu ve tişörtlüydü üstelik. Bu film, 1956’da ülkemizde gösterime girdi.
1960’lara gelindiğinde Brando’nun sanatında gerileme başladı. Performans açısından olmasa da filmlerin değeri açısından bir gerileme bu. Aralık 1963’te ülkemizde gösterime çıkan, Stanley Kubrick’in yönetmesi beklenirken kendisinin yönettiği, muhteşem “technicolor” görüntülerin perdeyi kuşattığı 1961 yapımı “One Eyed Jacks – Aşk ve İntikam” westerni, ülkemizde Ocak 1968’de gösterime giren Charlie Chaplin’in 1967 yapımı renkli “A Countess from Hong Kong – Hong Konglu Kontes”i, Aralık 1968’de ülkemizde gösterim bulan Arthur Penn’in ırkçılık karşıtı 1966 yapımı renkli ve sinemaskop “The Chase – Kaçaklar”ı sinemasal değer olarak en öne çıkan filmlerdi bu dönemde.
1962’de, sinemanın önemli yönetmenlerinden Lewis Milestone’un “Mutiny on the Bounty – Gemide İsyan” filminde 1. Teğmen Fletcher Christian karakterinde göründü. Bu film, Charles Norhoff ve James Norman Hall’un romanlarından uyarlanmış. “Gemide İsyan” filminde MGM’in buluşu “Ultra Panavision 70” kullanıldı. Bu kamera, 1959 yapımı “Ben Hur”da kullanılan “MGM Camera 65″ten çok az farklıydı. İkisinin de formatı 2:76’ydı. “Cinerama”nın küçüğü bu gösterimde yine de perde kocamandı. Gözleriniz, bir uçtan bir uca perdede dolaşıyor aksiyonları seyrederken. Biliyorsunuz, ilk sinemaskop filmler gerçek 70 mm basılıyordu ve format 2:66’ydı. 1960’larda 70 mm görüntüler sıkıştırılıp 35 mm’ye basılmaya başlandı. Bu formata 2:35 deniliyor. Bu formattaki gösterimde projeksiyon makinesinin objektifinin önüne başka bir objektif takılarak görüntü açılıyor ve sonra görüntü tüm perdeyi kaplıyor. Şimdi olan bu. “Gemide İsyan” filmi, 1787’deki gemi isyanını anlatılıyordu. Büyük yönetmen Milestone, 30 Eylül’de Moldova’nın başkenti Kişinev’de doğdu, 25 Eylül 1980’de Los Angeles’ta öldü. Milestone, 1930 yapımı ölümsüz filmi siyah-beyaz “All Quiet on the Western Front – Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” savaş karşıtı savaş filmiyle ölümsüzleşti. 1966 yapımı “The Appaloosa – Batıda Vuruşanlar”, Sidney J. Furie’nin yönettiği “technicolor” çekilmiş sinemaskop bir “spagetti western”di. 1967’de ülkemizde gösterime çıkan filmde Matt karakterini canlandıran Brando, bir buffalo avcısıydı ve atını çalan Meksikalı bir haydutun peşine düşüyordu. “Appaloosa”, Amerikan kızılderililerin bindiği bir ata verdikleri ad. 1933 Toronto doğumlu yönetmen Furie’nin Aralık 1983’te ülkemizde gösterime giren “parapsikolojik” gerilimi “The Entity – Karabasan”, çok çarpıcıydı ve bazı sahnelerde seyirciyi koltuktan fırlatıyordu. Filmin kameramanı da muhteşem Stephen H. Burum’du. Bu kameraman, Francis Ford Coppola ve Brian de Palma’nın vazgeçemediği bir ustaydı bir vakitler.
Ülkemizde, 1991 yılında Telos ve Cem yayınevlerinden “Altın Gözde Yansımalar” adıyla yayımlanan Carson McCullers’ın romanı, 1993’te Can Yayınları’ndan yine aynı adla çıkmıştı. İşte bu roman, 1967 yılında önemli yönetmenlerden John Huston tarafından sinemaya “technicolor” ve sinemaskop olarak aktarıldı. Nisan 1969 yılında ülkemizde gösterime çıkan “Reflections in a Golden Eye – Parıltılı Gözler”, Marlon Brando’yla Elizabeth Taylor’ı bir araya getirmişti. Hikâye, 1948 yılında geçiyordu. Binbaşı Weldon, iktidarsız ve gizli eşcinseldi. Karısı Leonora’ysa taze dişiliğiyle her daim cinselliği çağrıştırıyordu. Leonora, bir “nemfoman”, yani cinsel doyuma varamayan bir kadındı ve kocasını bir yarbayla aldatıyordu. Filmde birkaç karakter daha öne çıkıyordu ve hepsinin de cinsellik yönünden başka sıkıntıları vardı. 1960’lardan gelen cesur film diyebiliriz bu yapıta. 1968 yapımı “Candy – Şeker Gibi”, ülkemizde ancak 1977’de vizyona çıkabilmişti. Fransız yönetmen Christian Marquand’ın yönettiği filmde kimler yoktu ki: Brando, Richard Burton, üstat müzisyen Charles Aznavour, James Coburn, üstat yönetmen John Huston, Walter Matthau, Beatles’ın davulcusu Ringo Starr ve filmin “şeker”i İsveçli Ewa Aulin. “Şeker Gibi”, “psychedelic” film diye anılıyor. Buna “ruhun tezahürü” deniliyor. Filmde kurbağanın ağzına puro yerleştiriyordu. Gerçekten çok vahşi bir sahneydi bu.
Brando’nun yolu, 1969 yılında sinemanın önemli yönetmenlerinden Gillo Pontecorvo’yla (1919 – 2006) buluştu. Ocak 1974’te ülkemizde gösterime çıkan “Queimada – İsyan – Kanlı Ada”, Karayipler’deki Haiti’nin tarihine kamera çeviriyordu. Filmde, Haiti’nin adı hayali Portekiz “Queimada” adası olarak geçiyordu. Ama, Amerikalı haydut William Walker (1824 – 1860) gerçekti. Walker, 19. yüzyılda Güney Amerika ülkelerinde darbe yaparak yönetimleri ele geçirmeye çalışmış. Nikaragua’da cumhurbaşkanlığı yapmış, 1860 yılında Honduras hükümeti tarafından idam edilmiş. Filmdeki Walker, İngiliz ajan provakatör olmuş. Değerlendirmelerde bu filmin, Haiti Devrimi’ne ve Vietnam Savaşı’na gönderme yaptığı söyleniyor. Filmin müzikleri büyük Ennio Morricone tarafından yapılmış ve bazı anlarda acı bir çığlık gibi bu müzik. Ön jenerik de unutulmaz. Senaryoya Franco Solanas’ın da katkısı olmuş.
Brando, ülkemizde Kasım 1972’de gösterime girmiş 1971 yapımı Michael Winner’ın “The Nightcomers – Karanlıkla Gelen Adam” korku-gerilim filminde önce uşak, sonra bahçıvan Peter Quint’ti. Orijinal anlamı “Gecegezenler” olan film, romanlarını genelde İngiltere’de yazmış Amerikalı yazar Henry James’in (1843 – 1916) “The Turn of the Screw” kısa romanındaki karakterlerden ilham almış. Bu roman ülkemizde “Yürek Burgusu – Ormandaki Canavar – Daisy Miller” adıyla 1988’de Adam Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu roman ilk defa 1961 yılında Jack Clayton tarafından “The Innocents – Masumlar” adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Siyah-beyaz ve sinemaskop bu korku filminin başrollerinde muhteşem Deborah Kerr (1921 – 2007) vardı. Winner’in filmi, James’in karakterlerini kullanıyordu sadece. Romanın öncesinde gelişen olayları anlatan film, romanın başlarında da bitiyordu. Buna “prequel”, yani “ön bölüm” deniliyor. Victoria devri İngilteresi’nde geçiyordu hikâye. Biliyorsunuz bu devir, 1837 – 1901 yılları arasında yaşanan yıllardı Britanya’da.
Unutulmaz Corleone…
1972 yılında Francis Ford Coppola’nın “The Godfather – Baba” filminde çizdiği mafya babası Don Vito Corleone kompozisyonuyla beyazperdeye ağırlığını yeniden koydu Brando. Coppola’nın bu “gang opera”sı Hollywood tarihinde Mervyn LeRoy’un 1931 yapımı gangster filmi “Little Caesars – Küçük Sezar” ve Howard Hawks’un 1932 yapımı kara film sularında da dolanan “Scarface – Yaralı Yüz” gangster filmi kadar etkileyiciydi. “Baba” filminde Brando, muhteşem bir performans koydu ortaya. Konuşma tonu, vücut hareketleri ve karizmasıyla çok özel bir roldü bu sinema tarihinde. Elbette Nino Rota’nın tema müziği de unutulmazdı. Bu müzik bu filmin ruhuna çok şey kattı. Brando, ülkemizde Ekim 1973’te gösterime giren 1972 yapımı Bernardo Bertolucci’nin “Ultimo Tango a Parigi / The Last Tango in Paris – Paris’te Son Tango” filmiyle yine herkesi şaşırttı. Film, erotikti ve yıllarca İtalya’da yasaklanmıştı. Brando, 1976’da Jack Nicholson’la bir araya geldi. Arthur Penn’in yönettiği “The Missouri Breaks – Bozgun” westerni, 1970’lerden gelen önemli bir filmdi. Bu filmde Randy Quaid, Frederic Forrest, Harry Dean Stanton gibi önemli oyuncular da vardı.
Brando, 1978 yılında on dakika göründüğü Richard Donner’ın “Superman the Movie – Süpermen” filminde Jor-El karakterindeydi. Bu film, sinema perdesinde gördüğümüz “technicolor” tonları en parlak filmdi. Belki de negatif ve pozitifler “Süpermen” için özel üretilmiştir. Bu film ülkemizde Kasım 1979’da gösterime çıkmıştı. 1979’da yine Coppola’yla yolları buluştu Brando’nun. “Apocalypse Now – Kıyamet” filmi, Vietnam savaşına başka bir açıdan bakıyordu. Bu filmde çılgın albay Walter E. Kurtz’u oynadı Brando. “Kıyamet”, sanki bir yol filmi gibiydi. Tekne, uçsuz bucaksız nehirde sürekli yol alırken, savaşın tüm trajedileri de sinemaskop görüntüyle yansıyordu. Seyirci daima savaşı hissediyordu. Film, Joseph Conrad’ın “Heart of Darkness” romanından uyarlandı. Roman, 2000 yılında İletişim’den, 2006’da Seyhan Yayıncılık’tan “Karanlığın Yüreği” adıyla çıkmıştı. “Kıyamet”, ülkemizde Şubat 1980’de gösterim şansı bulmuştu.
Uzun yıllar ara verdiği sinemaya 1989 yılında bir kadın yönetmen Euzhan Palcy’nin “A Dry White Season – Kuru Beyaz Bir Mevsim” filmiyle döndü. Para almadığı bu film Güney Afrika’daki korkunç ırkçılığı perdeye yansıtıyordu. 1996 yılında “yaşlı kurt” John Frankenheimer’ın (1930 – 2002) H. G. Wells’den uyarladığı “The Island of Dr. Moreau – Dr. Moreau’nun Adası”nda çılgın doktor Moreau’ya hayat verdi. Son olarak kendi hayatını oynayacağı bir filmde oynamak istedi ama olmadı. Sinemanın önemli ikonlarından biri olan Brando, kızılderililerin, ırkçılığa, ayrımcılığa uğrayanların, gençliğin ilhamıydı. Toprağı bol olsun.
Filmlerinden:
1950: The Men – Erkekler
1951: A Streetcar Named Desire – İhtiras Tramvayı
1952: Viva Zapata
1953: Julius Caesar – Jül Sezar
1953: The Wild One – Kanlı Hücum
1954: On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde
1954: Desirée – Desirée: Napolyon’un Sevgilisi
1955: Guys and Dolls – Gönül Yolu
1956: The Teahouse of the August Moon – Çayhane
1957: Sayonara – Elveda
1961: One Eyed Jacks – Aşk ve İntikam
1962: Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan
1966: The Chase – Kaçaklar
1966: The Appaloosa – Batıda Vuruşanlar
1967: A Countess from Hong Kong – Hong Konglu Kontes
1967: Reflections in a Golden Eye – Parıltılı Gözler
1968: Candy – Şeker Gibi
1969: Queimada – İsyan – Kanlı Ada
1971: The Nightcomers – Karanlıkla Gelen Adam
1972: The Godfather – Baba
1972: The Last Tango in Paris – Paris’te Son Tango
1976: The Missouri Breaks – Bozgun
1978: Superman the Movie – Süpermen
1979: Apocalypse Now – Kıyamet
1980: The Formula – Formül
1989: A Dry White Season – Kuru Beyaz Bir Mevsim
1990: The Freshman – Akıl Hocası
1992: Christopher Columbus: The Discovery – Kristof Kolomb: Keşif
1994: Don Juan de Marco
1996: The Island of Dr. Moreau – Dr. Moreau’nun Adası
2001: The Score – Komplo
(28 Haziran 2011)
Ali Erden
sinerden@hotmail.com