Gülsen Tuncer ile Diziler Üzerine: Reklamsız Tek Kare Yok!

Sayın Tuncer, uzunca bir dönemdir dizi sektöründe bulunuyorsunuz ve çeşitli dönemlerde sektörün sorunlarını dile getirme olanağı buldunuz. Genel başlıklar halinde bu sorunları sıralayabilir misiniz?

Dizi sektörünün içinde olduğu en önemli sorun, ağır çalışma koşulları. Bölümlerin 90 dakika çekilmesi de bunun başlıca nedeni. Normalde 90 dakikalık bir sinema filmi, 3 – 4 haftada çekilir; çekim sonrası işlemler için de 1 – 2 hafta konursa, olur size 5 – 6 haftalık bir çalışma. Bunun senaryosunun yazılması da ayrı bir süredir. Oysa bir dizi bölümünün senaryo süresi 3 – 4 gün içinde yazılıyor. Çekim, çekim sonrası işlemler -ki dublajda buna dahil- bir hafta içinde herşeyin bitmesi gerekli. Yayına yetiştirmek için işte bu delice tempo yaşanıyor sürekli. Bu korkunç bir çalışma düzenidir. İnsanlar; sıcak – soğuk demeden, 12 – 15 saat, hatta kimi zamanlarda daha fazla çalıştırılmakta. Bir çok arkadaşımız bu yüzden çeşitli sağlık sorunları yaşıyor. Abartısız olarak söylüyorum, vahşi kapitalizmin soluğunu hissettiğiniz bir alan burası.

Dizilerde çalışanlar arasında ücret bakımından da büyük uçurumlar var. Kamuoyuna yansıyan yüksek paraları 5 – 6 kişi anca alıyordur. Büyük kesim çok az ücretle ve geciken ödemelerle yaşamaya çalışıyor. Ayrıca herhangi bir çalışma güvencesi ve garantisi de yok. Çalıştığınız dizi bir anda yayından kaldırılabilir ve çalışanlar ortada kalabilirler. Bu konuda da hiç bir söz hakkınız yok! İmzalatılan anlaşmalar yapımcı firmayı kollar şekilde yazılmış, tek taraflı. Çalışana işi bırakma durumunda ağır tazminatlar dayatılıyor, diziden ayrılma koşullarınız ortadan kaldırılıyor ama dizi şu veya bu nedenle yayından kaldırılınca yapımcı firmalar hiç bir yükümlülük taşımadan sizi ortada bırakabiliyorlar. Kısacası herşey rating kaygısına bağlanmış durumda.

Peki ratingler nasıl ölçülüyor, kriterleri nelerdir ve kimler, nasıl karar verirler?

Aslında herşeyi reklâm firmaları yönetmekte. Diziler de bu firmalar için yapılıyor ve reklâmların sosu anlamına geliyor. TV kanalları yayınları bütünüyle reklâmlardan gelecek paraya göre tasarlamakta. Tüketim mallarının reklâmları için tüketicilerin formatlanmasına hizmet ediyor.

O halde çözüm ne?

Televizyon kanalları niçin var? Halkın geliştirilmesi, eğitilmesi, bilgilendirilmesi, eğlendirilmesi için mi? O zaman izleyicinin reklâm bombardımanına tutulması niye? Reklâmsız tek kare yok! Oysa insanları tüketimin kölesi haline getirmek yayıncılık etiğine aykırı bir durum. Bunun bir ölçüsü, denetimi olmalı. En duygusal, en dramatik anda reklâm fışkırıyor. Bu, önce seyirciye, sonra da program yapımcısı ve sanatçılara büyük saygısızlık. Açıkça bir tecavüz olayı var senin anlayacağın. Dizi süreleri derhal 40 – 50 dakikaya çekilmelidir. Böylelikle izleyici de, dizi çalışanı da nefes alacaktır. Bu aykırı bir istek de değil, dünyadaki örnekleri incelediğinizde. Bir de dizi yayından kaldırıldığında çalışanlara tazminat hakkı tanınmalıdır.

Diziler için “Yeşilçam’ın kalbinin günümüzde attığı yer” tanımlaması kullanılıyor. Bu görüşe katılır mısınız?

Yeşilçam bir aile sinemasıydı ve ulusal sinemamızda bir dönemdi. O dönem kapandı ama Yeşilçam seyircileri artık beyazcamda film izliyor. Aslında, Yeşilçam filmlerini bir çeşit dizi film olarak da yorumlayabiliriz. Türkan Şoray filmleri, Türkan Şoray dizileridir bir bakıma, her bölümde farklı öykülerin anlatıldığı. Ancak TV kanallarına dizi çekenler, Yeşilçam sinemasını yeterince bilmedikleri, algılayamadıkları için ondan bilinçli olarak yararlanamıyorlar ve genellikle seyirci onları yönlendiriyor. Seyirci, dün nasıl o sinemayı yönlendiriyorsa, şimdi de TV dizilerini biçimlendiriyor ve sözünü ettiğiniz tanımlama buradan kaynaklanıyor. Türk halkının genel algısı ve talebi doğrultusunda, Yeşilçam’ı kaldığı yerden, kanallarda sürdürüyorlar. Örnekse; dizilerde bazı karakterlerin halk tarafından tutulup tutulmamasına bağlı olarak rollerinin büyütülmesi ya da küçültülmesi, seyirciden tepki alan bir oyuncunun diziden çıkarılması.

Söz Yeşilçam’dan açılmışken, aynı zamanda bir sinema emekçisi olan Gülsen Tuncer, dizi sektörü ile sinemayı karşılaştırabilir mi?

Eşim, Yönetmen Engin Ayça’nın bir sözü var: Olaya sinema salonlarında gösterilmek üzere çekilen ya da TV kanalları için çekilen filmler olarak bakarsak, arada önemli bir fark olmadığını görebiliriz. Ben de bu görüşe katılıyorum. Yeşilçam döneminde yapımcılar, seyircilerin isteklerine göre filmler çekerlerdi. Şimdi kanal yöneticileri, reklâmcıların rating (seyirci isteği) ölçülerine göre diziler – filmler çekiliyor. Çalışma koşulları ve ücretler bakımından da benzerlikler söz konusu. Yani hepsi de sinema sektörü içinde değerlendirilebilir. Set işçisinden oyuncusuna, kameramanından yönetmenine herkes film sektörü çalışanıdır. Ben oyuncuyum; dizi için olsun, sinema için, tiyatro için farketmez. Oyunculuğumu yapıyorum.

Diziler yaygınlaştıkça ve popülerleştikçe, eleştirilerden de nasibini alması kaçınılmaz hale geliyor. Son dönemde de “Muhteşem Yüzyıl” merkezinde kimisi oldukça sert ve hatta yayından kaldırılmasına yönelik değerlendirmeleri gözlemleme olanağı bulduk. Siz, bu türden eleştirilere katılıyor musunuz?

Buna eleştiri yerine tepkiler diyelim. Film eleştirmenlerimiz nedense TV – Dizi eleştirisine girişmiyorlar. Acaba küçümsüyorlar mı? Sanırım öyle. Bu yapılanları sinemadan saymıyorlar. Aynı şey yıllar önce Yeşilçam filmleri için de söz konusuydu, o filmleri de adam yerine koymuyorlardı. Bu anlayıştan şimdi Beyazcam payını alıyor.
“Muheşem Yüzyıl”a gelince… Bunlar bana yönlendirilmiş tepkiler gibi görünüyor. Bu tür tepkiler dizileri yayından kaldırmaz, olsa olsa ilgiyi arttırır, reklâm olmasını sağlar, TV ve reklâmcıların işine yarar. Biliyorsun, seyredilmeyen programa reklaâm verilmez, para musluğu kapatılır. Diğer açıdan bu tepkileri şöyle de değerlendirebiliriz: Cumhuriyet değerlerini benimsemeye niyeti olmayan, Osmanlı dönemine takılıp kalmış zihniyetlerin, o dönemlere duydukları özlemin dışavurumu. Bir benzeri geçen yıl İdil Biret’e, Aya İrini bahçesindeki kokteyl nedeniyle yapılmıştı. Birdenbire, birileri yeşil bayrak açarak “ceddimize hakaret” deyip eylem koymuştu.

Dizilerin insanları tepkisizleştirdiği ve uyuşturduğu, TV’ye daha bağımlı bir hale getirdiği yönünde de eleştiriler var.

Bu dediklerin tasarlanmış durumdur ve dizilere özgü değildir. Yayıncılık anlayışının bütününü kapsar. Amaç, halkı uyandırmak, gözünü açmak değildir. Gözü açılan insan itiraz eder, soru sorar. Bu, yönetimleri rahatsız eder. Nitekim aykırı ve muhalif yayın yapma uğraşındaki kanalların başına neler geliyor, görüyorsun. Tüketim sektörüne bağlı kanalların öncelikli amacı, geniş izleyiciyi kendisine bağımlı tutmasıdır; çünkü başta da söylediğim gibi bu kanalları yaşatan, reklâm gelirleridir. Siyasi iktidarı rahatsız edici yayıncılık yapamazlar, bağımlıdırlar. Evlilik programları, yemek programları en fazla izlenen yapımlar. Düzeyleri ortada. Bunlara baktığımız zaman neyin, kime hizmet ettiğini görüyoruz zaten. 90 dakikalık bir dizi, reklâmlarla birlikte 2,5 – 3 saati buluyor ve izleyicinin tüm akşamını tutsak ediyor. Ayrıca şu anda ekranlarda yaklaşık 25 dizi var ve Pazar geceleri dahi dizi yayınlanıyor. Ayrıca tartışma programlarının yayın saatleri ve üslûbu konusu da var. Maç yayınlarına ise hiç girmek istemiyorum. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde insanların uyuşmuş, yorulmuş ve sersemlemiş bir hale getirildiğini görüyoruz.

Bir diğer önemli nokta da dizi sektöründe yer alan oyuncuların psikolojik durumları. Popüler dizilerde sayıları az da olsa kimi oyuncuların bir meslek hastalığı, şöhret sarhoşluğuna, tüketim deliliğine kapıldıklarını, doğallıklarını ve dengelerini yitirdiklerini görüyoruz. Bunu son derece tehlikeli buluyorum. Rolüyle yani o anki şöhretle özdeşleşip, dizi bittikten bir kaç ay sonra ağır bir boşluğa düşenlere tanık oluyorum. TV şöhreti son derece kısa, ömürsüz ve yüzeyseldir. Denizdeki derinlik sarhoşluğu gibi su yüzüne çıkınca ruhsal olarak felç oluyorlar, mesleki deformasyon dediğimiz kalıcı arızalara tutuluyor ve değersizleşiyorlar. Bu durumları doğru kavrayıp öyle yaşamak gerekli. Örneğin ben “Aşk-ı Memnu” dizisinin iki yıllık maratonundan sonra, bu sezon dizi tekliflerini geri çevirdim. Ahmet Levendoğlu Tiyatrosu Stüdyosu’nda Çehov’un “Vanya Dayı” oyununda oynamaya başladım. İki aylık prova süreci ve şimdi de sahne, oyunculuğumu tazelemem için bana yardımcı oldu.

Dizi tekliflerini değerlendirirken hangi kıstasları göz önüne alıyorsunuz. Bir başka deyişle bir dizide yer almak için ilkelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Topluma ve kişiliğime karşı sorumluluklarım var, buna bağlı bir duruşum var. Ben dizilerle, TV programlarıyla var olmadım, sinema ve tiyatroda yapmış olduğum bir kariyerim var. Ayrıca sendikalarla, ilerici kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerim var. Onlarla çeşitli etkinliklerde bir araya geliyorum. Buralardaki konumumu, ilişkilerimi zedelemeyecek işler içinde yer almam gerektiğini düşünüyorum. Bana inanan, güvenen kitleler var, buna uygun davranmak zorundayım. Kimse beni, şartlar ne olursa olsun bir kola tanıtımında veya herhangi bir özelleştirme reklâmında göremez!

Gelen teklifleri de bu çerçeve içinde değerlendiriyorum. Aslında kanala, projeye, ekibe güvenerek yola çıkıyorum; ama doğaldır ki iki yıl süren bir TV projesinde, her hafta yazılan senaryoyu denetlemeniz olanaksız. Bu koşullarda tek sigorta, ekibe olan güven.

Meslekte 40 yılı aşkın bir süredir ayakta duran bir sanatçı ve kendi ifadesiyle bir yurttaş Gülsen Tuncer. Kişisel olarak ulaştığı noktayı özetlemesi mümkün olabilir mi?

Ülkemiz ve dünya zor bir dönemden geçiyor. Bütün alanlarda büyük bir kaos yaşanıyor. “Ben sanatçıyım, yalnız kendi işime bakarım” demek olmaz. Yaptığın iş kime hizmet ediyor sorusuna yanıt verebilmek çok önemli. Sanatçı, böylesi dönemlerde sıradan bir vatandaştan çok daha fazla sorumluluk altındadır; işiyle, duruşuyla, dengesiyle topluma model olmalı, gelişmelere seyirci kalmamalıdır. Elimden geldiğince çok okuyarak, ilgi alanımı geniş tutarak, gelişimimi sürekli yüksek tutma çabasındayım. TÜRSAK’ta, Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders veriyorum. Bu, benim mesleki alandaki bilgilerimi tazelememe, genç kuşakla veya kültür çevreleriyle ilişkimi diri tutmaya fayda sağlıyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla çalışıyorum, toplumu ilgilendiren konularla içiçeyim, Film-San Vakfı 2. Başkanıyım, Troya Folklor Araştırmaları Derneği’nin sanat danışmanıyım. Kısacası bir sanatçı, bir yurttaş olarak ülke ve dünya olaylarını bilmek, öğrenmek, bunlara çare aramak için çalışmak benim görevim. Bunların dışında tabii ki bir ailem, arkadaş ve dost çevrem var. Onlarla da ilişkimin doğal ve sağlıklı bir çevrede olması benim için çok önemli.

Aslında sinema-tiyatro oyuncusu olarak, tanınmış olmak, izleniyor olmak gibi zor ve zaman zaman da yıpratıcı süreçlerin içinde olabiliyoruz. Prensibim; en popüler dizide de oynasam, ödüller de alsam doğallığımı kaybetmemek. Sokataki insandan kendimi farklı görmemek, onlarla diyaloğumda doğal ölçüyü kaçırmamaya çalışmak. Bir sanatçıyım evet ama öncelikle sıradan bir yurttaşım. Özet budur! Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu ülke bize çok şey verdi. Bizler de sorumlu, bilinçli yurttaşlar olarak halkımıza ve ülkemize borç ödüyoruz.

Sizlere içtenlikle teşekkür ediyor, “yolunuz açık olsun” demek istiyoruz.

Seni ve tüm ekibi dostluk duygularıyla kucaklıyorum.

Yazının yayına hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Suna Elgün’e teşekkür ederiz.

(13 Mart 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü