Halit Refiğ’in Yeri Hiçbir Zaman Doldurulamayacak 2

Halit Refiğ’in hayatında Burgaz adası daima önemli bir yer tuttu. Çocukluğunun Burgaz’ı denizin pırıl pırıl olduğu, içinde renk renk, bugün soyu tükenen balık çeşitlerinin (Lapina, Çırçır, Kayabalığı, Horozbina, Gümüşbalığı, Zargana, Denizatı, Dragonya ve daha niceleri) yaşadığı cennet gibi bir adaydı.

Halit Refiğ çocukluğunda (1940’larda) bir ara gemi kaptanı olmayı bile hayal etti. 1980’lerin ilk yarısına gelindiğindeyse Marmara o denli kirlenmişti ki, denize girmek ada sakinlerine tavsiye edilmiyordu. Halit Refiğ, o dönemde Adalarda evleri bulunanların denize girebilmek için Akdeniz’e kadar gittiğini söylüyordu. Yeri gelmişken belirtelim, Halit Refiğ’in 1985’te gerçekleştirdiği Tarık Akan’lı “Son Darbe” adlı film, fabrika atıklarının akarsulara verilmesi ve balıklarla insanların zehirlenmesi gibi çevre sorunlarını beyazperdeye yansıtan ilk filmlerimizdendir.

Babası

Halit Refiğ, babasıyla hiçbir zaman yakın olmadı. “Babamla hiçbir ruh yakınlığı olmadı hayatta,” demiştir. Kendisine rol modeli olarak Ata amcasını almıştı.

Annesi

Halit Refiğ, çocukken annesi kendisini kadınların çok hoşlandığı bir melodrama götürünce sinemada isyan çıkarmıştı. Oysa bir anne sırf çocuğuna eşlik etmek için sadece çocuklara yönelik bir filme bile katlanabilmekteydi. Anneler fedakârdı, çocukları değil. Annesiyle bir başka çatışmasısıysa eve getirdiği iki yavru kedinin sokağa bırakılması üzerine gerçekleşti. Halit Refik Refiğ ve Gülper Savaşçın Refiğ çifti kelimenin tam anlamıyla birer katıksız kediseverdir. Halit Refik Refiğ ve Gülper Savaşçın Refiğ çifti, sinema filmleri, TV dizileri ve TV filmleri çekilirken hayvanlara zarar verilmesine karşı çıkmışlardır.

Halit Refiğ ve Freud

Halit Refiğ, dört yaşından onbeş yaşına kadar çoğu ürkütücü, çoğu korkunç rüyalar gördü. Bunun için de rüyalar ve cinsellikle ilgili bulabildiği ne kadar İngilizce kitap varsa bunları yutarcasına okudu. “Freud benim düşünce hayatımda ilk büyük etkidir. Freud, ilk ve en sürekli etki oldu benim hayatımda. Freud insanın içindeki doğayı korkusuzca tanımasına yol açtı,” diyordu. Gördüğü bir rüyadan esinlenerek, Fettullah Gülen’in manevi önderi olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın maddi imkânlarıyla 1996’da “Köpekler Adası”nı gerçekleştirdi.

Halit Refiğ ve Karl Marx

Halit Refiğ: “Freud’un yanına koyabileceğim kadar üzerimde en büyük etkiyi Marx yaptı. Tabii Freud’un etkisi daha derin. Freud’un üstünde en çok durduğu, insan davranışlarında cinselliğin bir temel etken olması meselesiydi. Tabii ben bunu ben kendi özel hayatımda da yaşıyordum. Sadece kitabi olarak Freud böyle yazmış diye değil. Freud’a ben niye ilgi duyuyorum? Çünkü onun meseleyi ortaya koyuş tarzını etrafıma, içinde bulunduğum hayata uyguladığımda ‘adam ne güzel görmüş’ diye düşünüyorum. Benim gözlemlerim Freud’un kuramsal olarak getirdiği görüşleri doğrular yoldaydı. Dolayısıyla ben cinselliği insan davranışlarının bir temel enerji kaynağı olarak görmekteyim.”

Yaşamından Kısa Kısa Notlar:

* Halit Refiğ, Kuran-ı Kerim’i ilk defa İngilizcesinden okudu.

* 1938’de Mısır filmi “Aşkın Gözyaşları” Türkiye’de kitlesel ilgi gören ilk filmlerden biri oldu.

* Halit Refiğ İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşadığı Nişantaşı’nda yalınayak gezen insanlara rastlamıştır. Ekmeğin karneyle verildiği o dönemde ailesi Varlık vergisi darbesi yemiştir.

* Halit Refiğ, 1948’de belediyenin Türk filmlerinden aldığı verginin yarı yarıya indirilmesinin Türk sinemasında canlanmaya yol açtığını söylemiştir. Böylelikle o güne kadar seyircilerine Türk filmi göstermeyen pek çok sinema salonu kapılarını Türk filmlerine açmıştır. Refiğ, “Ancak Türk sineması devlete rağmen oluşmuş bir şey. Devletin dışında oluşmuş bir şey. Devletin resmi politikası dışında oluşmuş bir şey” diyordu.

* 1949’da Lütfi Akad’ın yönettiği Halide Edip Adıvar uyarlaması, “Vurun Kahpeye” Türkiye sinemalarında ilk seyirci rekorlarından birini kırdı. Başrollerde Sezer Sezin, Kemal Tanrıöver vardı. Yapımcı Hürrem Erman’dı.

* Halit Refiğ, 1951’de filmci olmaya karar verdi. Refiğ bu konuda şunları söylemiştir: “Benim gençlik yıllarımda filmcilere kötü yola düşmüş, sapmış insanlar olarak bakılırdı. O yıllarda filmcilik itibarlı, saygın bir meslek değildi.”

* 1952’de Lütfi Akad’ın Ayhan Işık’lı “Kanun Namına”sı Türkiye sinemalarında ilk seyirci rekorlarından birini kırdı. Türkiye’nin her yanına elektirik götürülmesi yeni sinema salonları ve yeni sinema seyircileri anlamına geliyordu.

* Halit Refiğ, 1952 yazında üniversitedeki birinci yılının sonunda filmcilik işini öğrenebilmek için hiçbir ücret almadan Ses Stüdyosu’nda çalıştı. Burada yaptığı iş, film parçalarını dublaj için projeksiyon / makine dairesine götürmek ve isteyenlere çay kahve taşımaktı. İşi öğrenebilmek için montaj odasına o kadar çok girip çıktı ki bu stüdyoda “Allahaısmarladık” filminin montajını ve seslendirmesini yapan Sami Ayanoğlu genç Halit Refiğ için “Nereden çıktı bu at sineği” diyerek ondan rahatsızlığını dile getirdi. Refiğ filmciliği öğrenebilmek için, “İstanbul’un Fethi”nde (1951) Fatih Sultan Mehmet’i canlandıran Sami Ayanoğlu’nu adeta göz hapsine almıştı, sürekli onu izliyordu.

* Halit Refiğ, 1952’de Metin Erksan’ın yönettiği ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı “Aşık Veysel’in Hayatı / Karanlık Dünya”nın başına gelenleri hep anlatır dururdu. O dönemde Türk film denetimi / sansürü, çekildiği Anadolu yöresini olduğu gibi gösteren bu filmi yasaklamakla kalmadı; kese biçe tanınmaz hale getirdi. Bu eşi, benzeri, örneği ancak Sovyetler Birliği’nde görülen türden bir yasaklamaydı. Filmin suçu, bir Anadolu köyündeki günlük yaşamın çıplak gerçeklikle yansıtılmasıydı. Bölgedeki toprakların bereketsizliği, çoraklığı, verimsizliği, kıraçlığı, çevredeki yeşil yoksunluğu, ekinlerin cılızlığı, halkın yoksulluğu, sefaleti beyazperdeye belgesel gerçekliğiyle yansıtılınca film Türkiye’deki sansür kurulunun gazabına uğradı. Film, Amerikan belgesel filmlerinden alınan / çalınan traktör, gürbüz / gelişmiş başak, ekin sahneleri eklenerek makyajlı olarak gösterime çıkarılabilecekti. 1986’ya kadar Türk sinema filmlerinin senaryoları çekimden önce devlet denetiminden ve sansüründen geçmek zorundaydı.

* Halit Refiğ, 1953’te Taksim Belediye Gazinosu’nda Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nun seslendirilmesine dinleyici olarak katılmasını hayatının en mutlu ve en büyük olaylarından biri olarak tanımlamıştı.

* Refiğ’in çocukluk ve delikanlılık yılları İstanbul’da geçti. Gördüğü ilk köy İstanbul’daki Polonezköy’dü. Avrupa eğitimi almış bir ailenin Avrupa eğitimi almış bir çocuğu olarak İstanbul’dan Anadolu’ya ilk gittiği 1953’te gördüğü manzaralar ve karşılaştığı derin yoksulluk, yokluk, sefalet karşısında şok geçirdi.

* 1953’te yedek subay topçu okuluna girdi. 1954 ve 1955’te yedek subaylığını Kore’de yaptı. 25 günlük bir deniz yolculuğuyla İzmir’den Kore’ye askere gitti. Kore’ye gittiğinde savaş bitmiş, ateşkes yapılmıştı.

* 1954’te Hindistan’dan gelen “Avare” filmi Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm seyirci rekorlarını kırdı.

* 6 Eylül 1955 Salıyı 7 Eylül Çarşambaya bağlayan gece yaşanan ve eşi benzeri 29 Mayıs 1453 Salı günü yaşanan yağmanın tanıklarından biri de Halit Refiğ’di. Bu konuda şunları söyleyecekti: “6 – 7 Eylül’de İstanbul’daki kanunsuz, kuralsız gecekondulaşmanın bir tahrik sonucu İstanbul’u nasıl darmadağın edeceği olayı yaşamıştır. Ben o gün İstanbul’daydım ve Beyoğlu’nda yaşananları gördüm. O gün Burgaz’da olmayı çok isterdim ama değildim. Hadisenin en korkunç şekilde yaşandığı yerdeydim. O gece Burgaz’daki Rumlara saldırmak için çapulcular adaya çıkmaya kalkıştığında adadaki Türkler çapulcuları geri püskürtüyor. 6 – 7 Eylül İstanbul tarihinde acı bir dönüm noktası olmuştur. O gece şehrin kenar semtlerinde kümelenmiş bir kısım yeni sakinlerin gayrimüslim oldukları bahanesiyle İstanbul’un yerleşik kültürünün temsilcilerine karşı, yanlış hesaplanmış örtülü devlet desteği ile giriştikleri saldırı ve yıkım, aslında fiilen değilse bile manen daha sonraki yıllarda da devam edegelmiştir.”

* Halit Refiğ, 1957’de Nijat Özön’ün önerisiyle Kemal Tahir’in “Körduman” adlı romanını okudu ve Tahir’in en sadık hayranları arasında yerini aldı.

* Halit Refiğ, 1959 yılında önce mektupla, sonra yüz yüze tanıştığı Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Walter Lassally ile bir türlü bir yolunu bulup çalışma olanağı bulamamıştır. Lassally Türkiye’deki iptidai kameralarla mucizeler yaratan Kriton İlyadis’i çok takdir etmiştir. Lassally özellikle de İlyadis’in Osman Seden’in “Düşman Yolları Kesti”sinde elde ettiği görüntüleri çok beğenmiştir.

* Halit Refiğ, Türkan Şoray’ın sinemada bir geleceği olamayacağını öngörerek de fena halde yanıldı. Cüneyt Arkın’ın da büyük bir yıldız olabileceğini başlangıçta öngöremedi.

* 1962’de Türk Film Sansür Kurulu Metin Erksan’ın “Yılanların Öcü”nün halka gösterilmesini yasakladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel filmi izleyip çok beğenince bu yasak kaldırıldı.

* 1960’larda Türk filmlerine İstanbul’da ve Türkiye genelinde gösterime girmeden önce Bursa, Eskişehir, Adapazarı gibi yerlerde test gösterimi de denebilecek ön gösterimler yapılırdı. Bu gösterimlerdeki reaksiyonlar Türkiye genelindeki reaksiyonu da yansıtırdı. Bu dönemde seyirci ilgisizliğine uğrayan belli başlı filmler, “Haremde Dört Kadın”, “Karanlıkta Uyananlar”, “Suçlular Aramızda”, “Sevmek Zamanı” oldu.

Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri”nde “Top Gun”ın öncüsünü, Ata’sını gerçekleştirmişti

* Göksel Arsoy’un eşinin babası Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in yakın arkadaşı olduğundan İrfan Tansel’in özel desteğiyle çekilen “Şafak Bekçileri” adeta “Top Gun”ın öncüsüydü. Göksel Arsoy’un eşi general kızı ve Göksel Arsoy’un babası hava kuvvetleri mensubu olduğundan Eskişehir’deki jet üssünün olanakları bu filme sunuldu. Halit Refiğ’e jetlerle gökyüzünde turlar attırıldı… Burada bir parantez açalım Refiğ yedek subay topçu okulundayken bir ara hava kuvvetlerinde pilot olmak için başvurmayı düşündü, sonra bu kararından vazgeçti.

Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin önde gidenleri “Şafak Bekçileri” çekilirken o denli hoşgörü gösterdiler ki, Halit Refiğ çekimlere ara vererek bir önceki filmi “Şehirdeki Yabancı”nın gösteriminde bulunabilmek için Moskova’ya gitti. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin desteğiyle gerçekleştirilen “İstanbul’un Fethi”nden sonraki Türk Silâhlı Kuvvetleri – Türk filmciliği işbirliğinin istisnai iki örneğinden biridir, “Şafak Bekçileri.”

“Şafak Bekçileri”nin gökyüzü sahnelerini görüntü yönetmeni Kenan Kurt’un yükseklik korkusu olduğundan Halit Refiğ çekti. Kurt Türkiye’nin en iyi görüntü yönetmenlerinden Kriton İlyadis’in yetiştirmesiydi.

“Şafak Bekçileri” önce sansür tarafından yasaklandı. Sonra Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in araya girmesiyle kesintisiz gösterilme hakkını elde etti.

“Şafak Bekçileri”nin seyirciler tarafından çok tutulması üzerine “Gurbet Kuşları” için teklif aldı. “Gurbet Kuşları” işini “Şafak Bekçileri”nin gişe başarısına borçlu olduğunu daima söylemiştir. Ancak “Gurbet Kuşları”nın yapımcısının parası bitince senaryodaki bazı anahtar ve temel sahneleri çekme olanağını hiçbir zaman bulamadı. Bu eksiklikten dolayı daima üzülmüştür.

* İstanbul’u fethetmeye gelen bir ailenin öyküsünü konu alan “Gurbet Kuşları” için ilk Antalya Film Festivali’ne Halit Refiğ’i davet eden Antalya Belediye Başkanı Avni Tolunay “Mayolarınızı alın gelin, sizi bekliyoruz,” dedi.

“Gurbet Kuşları” filminin korsan kopyaları “Altın Şehrin Fatihleri” adıyla Hindistan sinemalarında seyirci rekorları kırmış ancak bu başarıdan Refiğ’e tek kuruş bile pay düşmemiştir. Hindistan’dan gelen Halit Refiğ toplu gösterisi düzenleme talepleri Emre Kongar’ın müsteşar olduğu dönemde Kültür Bakanlığı’nca değerlendirilmemiştir.

* Halit Refiğ’in “İstanbul’un Kızları” adlı filminin setinde meydana gelen trajik bir kazada set işçilerinden biri elektirik çarpması sonucu hayatını kaybetmiştir.

* Halit Refiğ, sonradan kaybolan filmi “Şehrazat”ın bir kopyasına ulaşmayı çok arzuluyordu. Ama bu hayali gerçekleşmedi. “Şehrazat” erkekleri tek kullanımlık olarak değerlendirdikten sonra yenisinin peşine düşen sıradışı bir kadının öyküsüydü. Bu filmde Gülbin Eray’ın göğüslerinin beyazperdede görünmesi muhafazakâr seyirci üzerinde şok etkisi uyandırdı.

* 1964’te Lütfi Akad, Halit Refiğ’in de hayranlığını kazanan filmi “Tanrı’nın Bağışı Orman” adlı filmini gerçekleştirdi. Bu zamanının çok ötesindeki film, bu satırların yazarına göre Akad’ın en iyi filmidir. Akad bu filminde gezegenimizde yaşayan tüm insanları, çocuklarının ve torunlarının geleceğini koruyabilmek için, ağaçları ve ormanları korumaya davet ediyordu. Refiğ, Çelik Gülersoy’un 1972’de yayınlanan ve ağaç katliamı yapmamızdan dolayı yazarın duyduğu acıları dile getiren “İstanbul’un Anıtsal Ağaçları” adlı kitabını da çok önemsiyordu. Refiğ’e göre, “Ormanlarının yok edilmesi, tüketim çılgınlığı, sanayi ve nükleer atıklar dünya gezegenini hayvanlar ve insanlar için yaşanmaz hale getirecekti.” Lütfi Akad’ın ”Tanrı’nın Bağışı Orman”ı, insanoğlunun yaşadığı gezegeni kendi için bir cehenneme çevirmekte olduğunu konu alan, ”Artificial Intelligence – Yapay Zeka” (2001), “Day After Tomorrow – Yarından Sonra” (2004), “An Inconvenient Truth – Uygunsuz Gerçek” (2006), “Earth – Yuva” (2007), “Wall-E / Vol.İ” (2008), “Knowing – Kehanet” (2009) gibi filmlerden çok önce hayatın kaynağını, en çok korunması gerekeni, daha 1960’ların ilk yarısında gösteriyordu.

Metin Erksan ve Halit Refiğ

* Halit Refiğ ve arkadaşlarının Sinematek çevresinde toplanan sinema yazarları ve film eleştirmenleriyle 1964’ten başlayarak yolları ayrılmaya başladı. Refiğ, Yaşar Kemal, Semih Tuğrul, Onat Kutlar, Şakir Eczacıbaşı, Tuncan Okan ve Nijat Özön’ün Sinematek çevresinde toplanarak Türk sinemasına karşı cephe aldıklarını birçok defa söylemiştir. Halit Refiğ, Onat Kutlar’ın Metin Erksan ve kendisi için “Yeşilçam’ın satılmış kapıkulu köpekleri” dediğini hatırlatıyordu. Sinematek oluşumuna Metin Erksan’ın davet edilmemesi Refiğ’e göre Türk Film Arşivi yani Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nin kurulmasına vesile oldu. Çünkü Refiğ’e göre fanatik bir Metin Erksan hayranı görünen Şekeroğlu Türk filmlerinin korunacağı bir kurumun temellerini böylelikle attı.

Refiğ bu konuda şunları söyleyecekti: “Sinematek Derneği etrafında toplananlar Metin Erksan ve beni filmcilik sektöründen tasfiye etmek için savaş açmıştı.”

Yıllar sonra Sinematek Derneği’nin kurucularının bir başka girişimi olan İstanbul Film Festivali’nin ödülünü yakın arkadaşı Metin Erksan reddederken, Halit Refiğ kabûl etti. Metin Erksan ile Halit Refiğ’in bir başka görüş ayrılıkları da Atatürk Filmi konusunda yaşandı. Erksan’a göre en iyi Atatürk Filmi’ni Amerika’nın en önde giden yönetmenleri çekebilirdi. Refiğ’e göreyse en iyi Atatürk Filmi’ni Türk yönetmenler gerçekleştirebilirdi.

* Yine 1964’te yönetmen Orhan Aksoy’un siyah beyaz çekilen, görüntü yönetmenliğini ustaların ustası Kriton İlyadis’in yaptığı, başrollerini Hülya Koçyiğit ile Ahmet Mekin’in üstlendiği “Vurun Kahpeye” Türk sinema tarihinin en çok seyirci toplayan filmlerinden birine dönüşecekti. Yapımcı yine Hürrem Erman’dı.

* Halit Refiğ, 15 Ekim 1965 seçimlerinde oyunu Türkiye İşçi Partisi’ne, 1995 ara seçimlerinde Necmettin Erbakan’ın partisine verse de seçimlerde genelde CHP’den yana oy kullandı.

* 11 Aralık 1965’te Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’in kurduğu ve 6 Kasım’da 252 oyla güvenoyu alan 30. Cumhuriyet Hükümeti’ne karşı yayınlanan ve solcu aydınların imzaladığı bildiride Halit Refiğ, Lütfi Akad, İsmail Cem, Atıf Yılmaz, Refik Erduran, Yaşar Kemal, Doğan Hızlan, Şevket Altuğ, Çetin Altan, Doğan Avcıoğlu, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Ali Ulvi Ersoy, İlhan Selçuk, Turgut Boralı’nın da imzası vardı. Bildiride hükümetin dış politikada Amerikan uyduluğundan vazgeçmesi, Vietnam’da Amerika’nın emperyalist amaçlarla giriştiği savaşa son vermesi istenmekteydi. Bildiride kitap toplatmalar, tiyatro oyunu yasaklamalar protesto edilirken, “Zorbalık devirlerinde geçerli olan, hukuk devletine yakışmaz, gizli raporlar, fişlemeler aydınları karalamak için kullanılıyor” ifadesine yer veriliyordu.

* Halit Refiğ, cebinde akrep olan insanlardan değildi. Türk sineması konusunda kaynak kitap niteliğindeki Sinema 65 Dergisi’nin yayın hayatına devam edebilmesi yüklü bir para yardımı yapması da bence çok takdire değer bir davranıştır. Üstelik bu cömertliğini kendisi değil sinema tarihçisi ve yazarı Agâh Özgüç anlatmıştır.

* Yönetmen Orhan Aksoy’un renkli olarak 1965 yılında çektiği Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’lu “Hıçkırık”ın seyirci rekorları kırmasıyla Türk sinemasında siyah beyaz çekilen filmler azalmaya başladı. Ancak, Halit Refiğ’in siyah beyaz çekilen “Karakolda Ayna Var”ı da 1966’nın çok seyirci toplayan filmleri arasına adını yazdırmayı başardı.

* Halit Refiğ, 1967’den itibaren Hülya Koçyiğit’li filmlerin Yunanistan’da, Cüneyt Arkın’lı filmlerin İran ve Güney Amerika’da, Emel Sayın’lı filmlerin Mısır, diğer Kuzey Afrika ülkeleri, Arap ülkeleri ve Sovyetler Birliği’nde, Türkan Şoray’lı ve Zeynep Değirmencioğlu’lu filmlerimizin İsrail’de seyircilerin gözdesi olduğu dönemin Türk sinemasının en geniş dış pazara sahip olduğu zamanlar olduğunu söylerdi.

Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin”i Sovyetler Birliği’nde 25 milyon insan izlemişti

Halit Refiğ, Türk-Sovyet ortak yapımı, Nazım Hikmet’in eserinden uyarlanan, Türkan Şoray, Yılmaz Duru, Faruk Peker’li “Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin”in (1978) Sovyetler Birliği’nde 25 milyondan fazla insanı sinema salonlarına çektiğini hatırlatırdı. Atıf Yılmaz’ın Hülya Koçyiğit, Murat Soydan’lı “Cemile”sinin Arap ülkelerinde çok seyirci topladığını da söylüyordu. Türk filmlerinin Bulgaristan’da da bir ara kendilerine seyirci bulduğunu hatırlatıyordu. 1989’da Irak’ta İbrahim Tatlıses-mania yaşandığına da tanıklık etmişti. Bağdat’ta bir sinemada 1985 yılının İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar’lı “Mavi Mavi” filminin 43 haftadır aralıksız gösterildiğini öğrenecekti. Yılmaz Güney’li filmlerin 1970’lerden başlayarak yurt dışından çok sayıda alıcı bulduğunu da sözlerine ekliyordu.

İkinci Evliliği

* Halit Refiğ, İstiklal Caddesi’nde gördüğü ve çok beğendiği İsveçli Eva Bender’le hemen o anda film çevirmek istedi. Bir gece kulübünde çalışan Eva’nın alkol bağımlılığı vardı. 1961’de evlendiği Nilüfer Aydan’dan sonra 1968’de Eva Bender’le evlendi ve bu evlilik 1972’ye kadar sürdü.

Hakaret Sağanağı

* Kasım 1968’de Onat Kutlar’ın Papirüs Dergisi’nde yayınlanan “Yeşilçam” başlıklı yazısında Metin Erksan ve Halit Refiğ için şöyle deniyordu: “Sömürücü, uyutucu, ve kapkaççı Yeşilçam düzeninin kapı köpekliğini bu iki satılmış ve hasta soytarı (Metin Erksan ile Halit Refiğ) yapmaya başlamıştır. Şimdiye kadar kendilerine bataklık içinde küçük birer umut, düzeni kendi çaplarında da olsa zorlayan birer ilerici olarak bakılan bu iki Abdurrahman Çelebi’nin maskesi düşmüştür. Altından çıkan gerçek yüz Mussolini müsveddelerinin faşist çizgilerinden, gerçek bir sanatçı olamamaktan gelen kokuşmuş, karmaşaların izlerinden ve en önemlisi paranın kirli destelerinden örülüdür.”

Halit Refiğ, “Bu yazı çıktığında ben bir yıldır işsizdim. Parasızlıktan otomobilimi, ev eşyalarımı ve giysilerimi bile satmak zorunda kalmıştım. Metin Erksan’da uzun süredir işsizdi. Ev kirasını ödeyemeyince eşyalarına haciz kondu ve sokakta kaldı,” diyecekti.

Mutlu Parkan’ın Ulus Gazetesi’nde yayınlanan yazısı da daha az suçlayıcı değildir: strong>“Sansürle işbirliği ederek bir soygun şebekesi gibi çalışan Yeşilçam, ‘Killing’inden ‘Kuyu’suna, Aram Gülyüz’ünden Metin Erksan’ına, Halit Refiğ’ine kadar, tarih önünde hangi suçlardan yargılanacağını hiç hesaba katmadı.”

* 1973’te yapımcı Hürrem Erman üçüncü kez “Vurun Kahpeye” uyarlaması gerçekleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. Yıldönümüne yetiştirilen bu “Vurun Kahpeye” renkliydi ve yönetmeni Halit Refiğ’di. Başrollerde Hale Soygazi ve Tugay Toksöz vardı. Adnan Saygun’un da müziği bu filmde kullanılmıştı. Bu “Vurun Kahpeye” uyarlaması ilk iki uyarlamanın seyirci başarısını tekrarlayamadı.

Amerika’yı keşfediyor

Halit Refiğ: “Annie ve Ersin Pertan 1974 yazında beni tarih profesörü Rogers Hollingsworth ile Büyükada’daki evlerinde tanıştırdılar. Üç yıl sonra Amerika’ya gittiğimde Yale Üniversitesi’nde Profesörlük yapan Rogers Hollingsworth kahvaltı masasının üzerine 1 Amerikan doları koydu. ‘Bak Halit’ dedi, ‘ne görüyorsun?’, ‘1 dolar’ dedim. ‘Hayır, dikkatle bak ne görüyorsun’ diye ısrar etti. Paranın üzerinde ‘Tanrı’ya inanırız,’ yazıyor. ‘Bak’ dedi, ‘biz Tanrı’yla parayı birleştirmiş bir milletiz. Burada olduğun sürede, birçok Amerikalı ile tanışacaksın. Onlar seninle konuşurken ölçecekler biçecekler; senin onlara kaç dolarlık faydan olur, kaç dolarlık zararın olur. Senden gelecek faydanın yüksekliğine göre yakın ilgi gösterirler; senden gelecek dolar zararına göre mesafe koyarlar. Bunu bil, ona ona göre ilişkilerine dikkat et. Hoş geldin Amerika’ya’ dedi. Gerçekten bunun Amerika’nın geneli için yapılmış çok gerçekçi bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum.”

Refiğ, Oscar Wilde’ın “Satın alınamayacak hiçbir değer yok. Paran yoksa itibarın da yok,” sözlerinin Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarını çok iyi anlattığını söylüyordu.

* 1976’da Giovanni Scognamillo’nun “Batı’nın İnanç Temelleri” adlı kitabı yayınlandı. Refiğ bu kitap için “Scognamillo kitabında ferdiyetçiliğin sonucu olan yalnızlık ve yabancılaşmanın Batı toplumlarında meydana getirdiği bunalıma dikkat çekiyordu. Scognamillo kitabının bir yerinde şöyle yazmıştı: “Alçakgönüllülük ve kardeş sevgisi, Batı’nın unuttuğu, herkes ve her zaman için gerçek değerlerdir. Mesele bunları unutmamak, çare ise bunalıma, yabancılaşmaya ve dengesiz arayışa karşı bunları yeniden diriltmektir.”

Halit Refiğ Sinema Tarihçisi, Sinema Yazarı, Film Eleştirmeni Giovanni Sognamillo’yu Anlatıyor:

“Her vesile ile tekrarlıyorum, Beyoğlu’nu en iyi şekilde iki gayrimüslim anlatmıştır. İlki Said N. Duhani’ydi. İkincisi Giovanni Scognamillo’dur. Onların anlattıkları Beyoğlu ortadan kalktığına göre bir başka anlatıcının çıkması ise artık pek mümkün görülmemektedir.

Giovanni Scognamillo’yu anılarını yazmak için teşvik ederken onun çocukluk dünyasının, anasının, babasının ailelerini, içinde büyüdüğü çevrenin özelliklerini anlatmasını istiyordum. İstanbul’un Türk ve Müslüman asıllı olmayan cemaatlerinin özelliklerini, bu toplumdaki yerlerini ve işlevlerini, o dünyanın içinde yetişmiş Giovanni Scognamillo’dan daha açık sözlü, nesnel ve gerçekçi bir biçimde ifade edebilecek bir başka kimseyi tanımadığım inancındayım. Onunla bu konuyu ilk konuştuğumuz zamanlar henüz Beyoğlu’nu kurtarma ya da yeniden yaşatma hareketleri yoktu. Evet bu moda çıkmasaydı Scognamillo’nun kitabının basılması ve ilgi toplaması da belki zor olurdu.

Said N. Duhani ile Giovanni Scognamillo’dan başka birçok kimse Pera – Beyoğlu üzerine yazdı. İstanbul’u ziyaret eden yabancılar, Beyoğlu’nda gezinen, hatta oturmakta olan bizim vatandaşlar… Belki meselenin ruhunu onların hiçbirinin Duhani ve Scognamillo gibi esasından yakaladığı söylenemezse de her birinde gerçekten parçaların bulunduğu kuşkusuzdur.”

6 – 7 Eylül gecesi İstanbul’daydım. Kore Savaşı’ndan yeni dönmüştüm. Beyoğlu’nun nasıl tahrip edildiğini şaşkınlık ve dehşet içinde izledim. Savaşan taraflar arasında dört defa el değiştiren Seoul’de bile böylesine bir yıkım ve yağma olduğunu sanmıyorum. Evet o gece İstanbul tarihinde bir dönüm noktasıydı. Belki de o gece yaşanan 29 Mayıs 1453 Salı gününden bu yana en keskin dönemeçti. Hoşgörünün ve güven içinde birlikte yaşama ülküsünün sonu.

Benim Beyoğlu’nu yakından tanıyışım o geceden sonradır. Beyoğlu’nu en iyi tanımış, en iyi anlatmış kimseleri de o tarihten sonra tanıdım. Giovanni’yle 1959 yılında Baylan’da tanıştık. Metin Erksan, Atilla İlhan, Kemal Tahir ve Giovanni Scognamillo ile Beyoğlu’nun o sözü çok edilen Baylan Pastahanesi’nde ilk olarak bir araya geldik.

Gerçek bir Beyoğlu’lu olan Giovanni Scognamillo’nun çok doğru bir şekilde belirttiği gibi Beyoğlu’nu ortaya çıkaran şartlar kaybolduğunda o semtin geleneksel özelliklerinin de ortadan kalkması kaçınılmaz bir durumdu.

1964’te gösterime sunulan ve şu anda kayıp olan ‘Şehrazat’ adlı filmimi Giovanni kadar ana hatlarıyla, temel özellikleriyle yakalayıp, kavrayıp yazan olmadı. Daha sonra, ileriki tarihlerde sinemada seks, erotizm konuları ayrı bir ilgi kazandığında bu konularda yazılar yazıldı, neşredildi, ‘Şehrazat’ı bu alanda bir öncü, klâsik olarak nitelediler. Ama hepsi Giovanni’nin etkisi altında, onu referans göstererek ya da göstermeden.

Giovanni’yle ilgili bir başka anektodum: Yıl 1977. Amerikadaydım. Orada Türkiye’de eserlerini hiç tanımadığım August Derleth (1909-1971) adında müthiş bir yazar keşfettim. Onun ‘The Intercessors – Araya Girenler’ adlı eserini uyarlamaya karar verdim. O sırada Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. Bu eseri uyarlamak istediğimi söyledim, onlar da beğendiler. Ancak üniversite yetkilileri eserin telif haklarının kimde olduğunu bulamadı. Bu sıralarda İstanbul’daki Giovanni Scognamillo’ya durumu anlatan bir mektup yazdım. Üniversitenin bulamadığı bilgiyi Giovanni’nin mektubuma cevap olarak yazdığı mektuptan öğrendim. Giovanni’nin sayesinde yazarın telif haklarının kimde olduğunu bulabildik. Yazarın memleketi Amerika’da telif haklarının kimde olduğu araştırılıyor, Giovanni İstanbul’dan adres veriyor.

Halit Refiğ Ayrıcalıklı Mahkûm Yılmaz Güney’i Anlatıyor:

“Türk sinemasında hem oyuncu, hem siyasetçi, hem fikir adamı kişiliği Yılmaz Güney’le başlar. Yılmaz Güney yetenekli ve yaratıcı bir insandı.”

“Yılmaz Güney’in 50’li ve 60’lı yıllardaki filmlerine yurt dışından bir talep olmadı. O filmlere dünyada ilgi gösterilmedi. Yılmaz Güney yurt dışından ilgi görmeyen o filmleriyle yurt içinde kendi seyircisini oluşturdu.”

“’Alageyik’ ve ‘Karacaoğlan’ın Karasevdası’nda çalışırken Yılmaz Güney’in Kürt olduğunu bilmiyordum. ‘Sürü’ye kadar Yılmaz Güney’in filmlerinde Kürt meselesine dair doğrudan bir şeye rastladığımı hatırlamıyorum. Ben Kürt konusuyla Yılmaz Güney’in doğrudan ilgisini ‘Sürü’ filmi dolayısıyla gördüm. Tabii bu Kürt meselesi benim açımdan dışarıdan tezgâhlanan bir meseleydi. Yani uluslararası bir meseleydi. ‘Yol’ filmi izne çıkan mahkûmların karşılaştıkları manzarayı anlatıyordu, dışarıdaki Türkiye’yi içerdekinden daha büyük bir hapishane olarak göstererek. Bugün itibariyle Batı dünyasında kabûl gören bütün filmler, anti ulusalcı filmlerdir. Bugün Batı dünyasında ulusalcı diye değerlendirilen tek sinema örneği yoktur.”

“Bana göre ulusal sinema fikriyatı, en büyük darbeyi ‘Yorgun Savaşçı’nın Silâhlı Kuvvetler tarafından yakılmasıyla yemiştir. Benim açımdan, ulusalcı zihniyete en büyük darbe 12 Eylül askeri darbesi tarafından vurulmuştur. Ondan sonra zaten ulusal sinemanın lâfı edilmez hale gelmiştir. Türkiye’de Ulusal Sinema fikrine sahip çıkanlara indirilen en büyük darbe ve verilen en büyük ceza benim filmim ‘Yorgun Savaşçı’nın yakılmasıdır. Üstelik bu filmi çekmemi TRT bana teklif etti. Zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dönemin TRT Genel Müdürü’nden aldığım onayla ve çok büyük bir devlet desteğiyle ‘Yorgun Savaşçı’yı çektim. Askeri binalar tahsis edildi. Birçok müzeden toplar, makineli tüfekler çıkarıldı. Bülent Ecevit hükümeti dönemindeki yöneticilerin yapımını kararlaştırdığı, Süleyman Demirel hükümeti yöneticileri tarafından çekimi sürdürülen, 12 Eylül 1980’den sonra da her türlü askeri yardım ve devlet desteği devam ettirilen ve 1983’te gösterime hazır hale getirilen bu filmimin yakılması tipik ve klâsik bir sansür olayı, sansür meselesi değildi. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne, zamanın askeri yöneticilerine kurulmuş bir tuzaktı. Başta Kenan Evren olmak üzere, zamanın askeri yöneticileri bu tuzağa düştüler.”

“Ulusalcı düşüncelerin tam karşıtı olan ‘Yol’un Cannes’da ödüllendirilmesi çok dikkat çekicidir. Her fırsatta ‘Yaşasın Vatan!’ diyen benim filmim Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un teşvikleri ve kışkırtmaları sonucunda devlet tarafından yakıldı. Öte yandan, ‘Yol’ filminde olduğu gibi ‘Kahrolsun Türk devleti’ diyeceksin sana dünyadan ödül yağacak. Attila İlhan gibi aydınlarsa ‘Yorgun Savaşçı’yı savunan yazılar yazmıştı.”

“1957’de yönetmen Atıf Yılmaz’a ‘Yaşamak Hakkımdır’da yönetmen yardımcılığı yaptım ve Atıf Yılmaz ile senaryo yazımına katıldım. ‘Yaşamak Hakkımdır’, Fritz Lang’ın yönettiği ‘You Only Live Once’ adlı filmin bir uyarlamasıydı. Bu filmden sonra Almanya’ya gittim. Dönüşümde Atıf Yılmaz ustamı Sarıyer’deki yazlık evinde ziyaret ettim. Oturma odasında daktilonun başında genç bir adam vardı. Atıf Yılmaz bizi tanıştırdı, ‘Yılmaz Güney’ dedi.1958 yaz ayları. ‘Bu Vatanın Çocukları’nın hazırlıkları içindeydiler. Yılmaz Güney bu filmde hem yönetmen yardımcısı, hem de oyuncu olarak görev alacaktı. Benim Almanya’da olduğum sürede Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’le çalışmış; yeni bir kabiliyetli genç bulmanın mutluluğu içindeydi. Akşam Sarıyer’deki Atıf Yılmaz’ın yanından Yılmaz Güney ile birlikte ayrıldık. Sarıyer’den Taksim’e giderken yolda Yılmaz Güney, ‘Atıf Yılmaz söyledi. Sende Sergei Eisenstein kitapları varmış, onları okumak istiyorum,’ dedi. Kitapların Türkçe olmadığını İngilizce olduğunu söyledim. Yılmaz Güney de İngilizce bilmediğini söyledi ve ‘Ziyanı yok. Yine de sen kitapları bana ver, İngilizce bilmesem de ben anlarım!’ dedi.”

“Yönetmen Atıf Yılmaz’ın Yaşar Kemal uyarlaması ‘Alageyik’ Yılmaz Güney’in oyuncu olarak ikinci ama başrol oynadığı ilk filmdi. Yılmaz Güney’in ata binme konusundaki ustalığı ve deneyimi bu rol için en büyük avantajıydı. ‘Alageyik’ alelacele yapımına girişilmiş bir filmdi. Atıf Yılmaz ‘Alageyik’e yeterince hazırlanacak bir zaman bulamamıştı. Yaşar Kemal’in senaryosundan kaba hatlarıyla olay hattı ortaya çıkartılmıştı. Sahne sıralaması da kaba hatlarıyla hazırlanmıştı. Ben de Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, senaryoyu da Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’le birlikte yazmıştık. Güney aynı zamanda ‘Alageyik’in ikinci yönetmen yardımcısıydı. Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve ben birkaç gün bir araya gelip sahne sıralaması yaptık. Bu film için elde tamamlanmış bir senaryo olmadan çekime çıkıldı. Diyalogları olmayan bir senaryoyla Antalya’ya gittik. Çekimler için Antalya’da doğru dürüst bir mekân araştırması bile yapılmamıştı. ‘Alageyik’i çektiğimiz yer bugün Antalya’nın en turistik semti haline gelmiş bulunuyor. Diyalogların bir kısmı sette yazılmaktaydı. Yarın şurada şu sahneyi çekelim diye karar veriyorduk. Ertesi gün ki çekimde Atıf Yılmaz birtakım kâğıt parçalarına yazılmış diyaloglar çıkartıyor, oyuncular ne söyleyeceklerini sette öğreniyorlardı. Benim ‘Alageyik’ setinde Türk sinemasındaki çekim şartları hakkında öğrendiklerim, ‘Yaşamak Hakkımdır’dan kat be kat fazla oldu. ‘Alageyik’ Türk sinemasında bile çok sık rastlanmayan şartlarda yapılan bir filmdi. O filmde Atıf Yılmaz’ın işin pratiğini götürmedeki olağanüstü yatkınlığını gördüm. İnanıyorum ki, o şartlarda Atıf Yılmaz’dan başka kimse eli yüzü düzgün bir film yapamazdı. Bu şartlar içinde Atıf Yılmaz hiç paniklemeden, telaşa kapılmadan, son derece soğukkanlı sadece durumu idare etmiyor, filmi de yönetiyordu. Film montajlandığında hazırlıksızlığın sonucu göze çarpan hiçbir aksaklık yoktu. Hatta bir geyik avcısının hikâyesini anlatan, adı ‘Alageyik’ olan bu filmde hiç geyik görüntüsü olmaması bile ölümcül bir eksiklik meydana getirmiyordu. Yılmaz Güney’li siyah beyaz ‘Alageyik’ sinema seyircilerinden müthiş ilgi gördü. Oysa ‘Alageyik’in Cüneyt Arkın ve Mine Mutlu’lu on yıl sonraki renkli çevrimi sinema seyircilerinden fazla ilgi görmeyecekti.”

Yılmaz Güney’le bir diğer ortak çalışmamız ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’dır. Bu filmde de ben Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, Güney yönetmenin ikinci yardımcısıydı. Yaşar Kemal’in eserinin uyarlama senaryosunda Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve benim imzam vardı. Ruhi Su’da filmin türkülerini seslendirmişti. Film belki de içerisinde yeterince macera unsuru olmadığından ya da başroldeki Devlet Tiyatrosu oyuncusu Nuri Altınok halk tarafından benimsenmediğinden tam bir gişe felâketi yaşadı.”

“1979’da Yılmaz Güney kendisiyle aram pek iyi olmamasına rağmen beni İzmit Cezaevi’ne davet etmişti. Cezaevine gittiğimde gördüm ki, burada Yılmaz Güney’in büro gibi kullandığı özel odası vardı, cezaevinde resmen bir ofisi vardı, misafirlerini orada kabûl ediyordu. Görüştüğümüz mesele için birkaç kez daha ziyaretine gittim sonradan. Yılmaz Güney, ‘Yol’un montajı için ya da filmin iş kopyaları basılırken de hapishanede olması gerekirken Balmumcu’daki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde çalışıyordu. Keza oğlunun sünneti için de cezaevinden çıktı. Yılmaz Güney’in o dönemde TRT’yle bir sorunu vardı, benim ise ‘Yorgun Savaşçı’ henüz yakılmadığından TRT’yle aram henüz bozulmamıştı. Yılmaz Güney, hem bu sorunu için yardım istedi, hem de filmlerini emanet ettiği, itimat ettiği, güvendiği arkadaşlarından alacaklarını tahsil edemediğinden yakındı. İlişkilerimi kullanarak Güney’in bazı filmlerinin TRT’de gösterilmesini sağladım ve Yılmaz Güney’de bu satışlardan para kazanmış oldu.

(28 Şubat 2011)

Hakan Sonok

[email protected]