Kenar mahallelerde yitirilmiş bir öyküyü anlatıyor Çakal. İlk film olma zorluğunu da kendinden emin tavrıyla ustalıkla aşmış, hatta boyundan da büyük bir işe imza atmış haliyle dikkat çekiyor. Alt metin, şırıngayla enjekte edilircesine işliyor damarlarımıza. Akılda kalan birçok replik var ve bu replikler de görsel olarak destekleniyor. Akın’ın bulunduğu ortamlara yabancılaşması ama her şeye rağmen de bu durumdan sıyrılamaması da filmi izleyen ve hayata dair derdi olan bütün insanlara ayna tutuyor. Eleştirdiği insanların konumuna düşerken bu durumu farklı bir anlama sokuyor. Anlaşıldığı üzere derdini dibe vurarak anlatmaya çalışan bir yönetmen var karşımızda. Akın karakterinin söylediği lâflar yönetmenin bundan sonraki filmografisini de şekillendireceği çok net olan söylemler aslında. Hırsızlık yapmaktan ziyade hakkını almak olarak nitelendiriyor ya da ölümün zaten sahip olmadığımız bir şeyi iade etmek olduğunu söylüyor net bir ifadeyle. Türban takan kızın daracık pantolon giymesini eleştiriyor ama daha sonra bunun da anlamsız olduğunu Akın’ın ifadeleriyle dile getiriyor. Aslında yoğun söylemler filmde peşi sıra geliyor. “Ben Nerdeyim? Kim bu insanlar?” şeklinde varoluşsal sorunlar, annenin ölümüne karşı duyarsızlığıyla Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sına ve haliyle Albert Camus’un Yabancı’sına göndermeler, modern sinema başyapıtı Fight Club’ın stilize tepkisine eşlik edercesine sinsi gerilimiyle Çakal iyi bir örnek olduğunu kanıtlıyor. Tüm bu referansların yanı sıra ciddi şeyler söyleniyor ama film kendini ciddiye alıyor mu? İşte bu noktada birtakım eksiklikler var. Fazlasıyla sade ve direkt söylemlere dayalı anlatım biçimi, aksiyonun hipnotize edercesine içe kıvrılmasıyla etkisini yitirmeye başlıyor. Akın, kendisine yüklenen anlamın sıradanlığına kapılıyor. Bir noktadan sonra her şeye kendi içinde karşı çıkan ama karşı çıktığı her şeye de birebir ayak uyduran bir adam olduğunu kanıtlıyor. Hayat da bunun gibi birçok örneğe gebe zaten. Ancak bu durum sinemasal anlatım içinde durağanlığa hapsolmaktan kurtulamıyor. Durağanlığın içindeki şiddet etkisi nötrleşen bir uyuşturucuya dönüşüyor.
Normalde izlediğim filmlerin en çok final sahneleriyle ilgili yorum yapmayı sevmem. Çünkü filmler yönetmenin tercihiyle ya kesin olarak netlik bulur ya havada kalır, ya mutlu son olur ya kötü tabir edilen bir şekilde biter. Filmin karakteri gibidir. Biz bittikten sonra böyle olsaydı, şöyle olsaydı deriz ama gördüğümüz şekilde bitmesi gerekiyordur demek ki. Bunu bize anlatan kişinin beyninde bulduğu anlamdır tamamen. Ama Çakal’da birşey eksik kaldı. Final için yazılmış senaryoya itirazım yok ama bir şey daha eklenmeliydi ya da sanki bir şey daha çıkarılmalıydı. Bütün içerisinde ne inişe geçen ne de yukarı çıkabilen bir finalle karşılaşabildik.
En azından heyecanlı ve cesur bir yönetmen var karşımızda. İsmail Hacıoğlu olabilecek en iyi performanslarından biriyle karşımızda. Erkan Can ve Uğur Polat’a da diyecek lâf yok zaten. Üstün oyunculukların yönetmenin de işini kolaylaştırdığını itiraf etmemiz gerekir. Oyuncular bedenlerini ve seslerini enstrüman şeklinde kullanıp, filmde varlığını pek hissetmediğim müzik olgusunun da yerini doldurmuşlar. İsmini yazımın başından beri hiç zikretmediğim yönetmen Erhan Kozan’dır. Erhan Kozan, Mahsun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek filminin set fotoğraflarını çekmiş ardından da Çıngıraklı Top filminde yardımcı yönetmen koltuğunda oturmuştur. Dileğim kendine dert edindiği hikâyeleri bu şekilde anlatmaya devam etmesi yönünde.
(05 Ocak 2011)
Görkem Akgün
http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/