Daha Marmara Üniversitesi’nde sinema-TV eğitimini sürdürürken ‘yedinci sanat’ın en zor, aynı zamanda da en nankör sahasını kendisine öncelikli hedef olarak seçti ve bu topraklarda unutulan, unutturulmaya çalışılan her kim, her ne, her neresi varsa onun belgeselini çekmeye başladı.
Büyük bölümü ‘belgesel sinema’ya adanmış çeyrek yüzyıllık bir kariyerin ardından, yönetmen Mehmet Eryılmaz’ın belki hanları hamamları yok; fakat her biri birbirinden önemli ulusal kültür değerlerimize ilişkin taş gibi 20 küsur eseri ve bir o kadar da ödülü var. Bunlar da kendisine fazlasıyla yetiyor!
Önümde, 1980’lere, 90’lara, 2000’lere ait gazetelerden kesilmiş tomarla haber ve köşe yazısı kupürü; çeşitli dernek, vakıf, resmî kurum ve kuruluşlardan gönderilmiş düzinelerce kutlama mektubu…
Bilgisayarımın masaüstündeki sarı klâsör simgesinin içinde, aralarından en güzellerinin özenle seçilmesi gereken 150’nin üzerinde set fotoğrafı…
Dijital ses kayıt cihazımda çözümlenmeyi bekleyen iki saatlik zımba gibi bir söyleşi… Ki tek bir cümlesinin bile ziyân edilmemesi gereken bir muhabbetin tutanağı bu…
Ve elbette, kendisini bizzat tanıdığım 2008 yılından itibaren belleğimde birikmiş durumdaki pek çok güzel ve özel hatıra…
Hâl böyleyken, ben bu dingin karakterli adamın, yaptığı çalışmalarla ülkeme yeniden hatırlattığı onca kültürel zenginliği, ödülleriyle kazandırdığı onca onuru, bir tek gazete sayfasında -hiç bir ayrıntıyı atlamaksızın- nasıl olup da lâyıkıyla özetleyebileceğim Ya Rabbim!
Sizi temin ederim ki bunca yıllık meslek hayatımda, üzerinde çalıştığım hiç bir röportajımın yayına hazırlık sürecinde bu kadar sıkışmamıştım.
Çünkü, Mehmet Eryılmaz’ın öyle bir sinemasal sicili var ki, hemen hiç kimsenin “belgesel sinema”ya ne yapımcı olarak ayıracak bir tek kuruşunun, ne de izleyici olarak bir tek dakikasının bulunmadığı bu aşırı meşgûl ve beğeni çıtası haddinden fazla yüksek (!) ülkede, röportajımın odağındaki kişinin çektiği her film tek başına bir gazete sayfası boyutlarında ele alınmayı hak ediyor. Benimse fotoğraflar çıkarıldığında topu topu 1500-2000 vuruşluk bir yazı alanım var ne yazık ki…
O yüzden, meselenin derin kısmını bu röportajın internette yayımlanacak olan “genişletilmiş versiyonu”na havale ederek, çözümü, senarist ve yönetmen Eryılmaz’ı sizlere şu cümlelerle özetlemeye çalışmakta buldum…
– 16 Ocak 1955-Kütahya doğumlu… Üzerindeki polis üniformasının onurunu her şeyden üstün tutan karizmatik bir güvenlik görevlisinin, nâmı memleketinde bugün bile hâlâ sürüp giden Mehmet Hanefi‘nin torunu…
– Aklı başına geldiği ilk günden beri “sinema”yla oturuyor, “sinema”yla kalkıyor, “sinema”yla yaşıyor…
– Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV Bölümü’nü bitirdikten sonra hızını alamamış, üstüne bir de Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde misafir öğrenci olarak okumuş…
– Sinemanın pratiğine yönelik ilk çalışmaları da yine öğrencilik yıllarına dayanıyor. Okuduğu her iki üniversitedeki öğrencilik günlerinde pek çok kısa film çekmiş ya da arkadaşlarının çektiği kısa filmlerin yapım ekiplerinde yer almış. Çağdaş Türk sinemasının en saygın yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’la aralarındaki su sızdırmaz dostluk da ta o günlerde, okul sıralarında başlamış. İkili, son 25 yıldan beri hem kardeşten öte birer dert ortağı konumunda; hem de giriştikleri her yeni projede birbirlerinin danışmanlığını ve eleştirmenliğini yapmaktalar… Aralarındaki hukukun çapı, egolarının çapını kat be kat aşmış durumda…
Eryılmaz, eline çalışır durumda bir 16 mm kamera geçirdiği ilk gün, muhtemelen aynı anda kafasına da büyükçe bir kaya düştüğünden olsa gerek, “drama”nın, “kurmaca sinema”nın görece kolay (ve şansı birazcık yaver gidene hem şöhret hem de para getiren) umut çiçekleriyle bezenmiş bahçelerinde dolaşmak yerine, Türkiye gibi kültür ve sanata yatırım noktasında acıklı bir az gelişmişliğin pençesinde kıvranan, hafızası balıklardan bile daha zayıf bir ülkede olabilecek en zor çıkış yolunu seçmiş; yani, “belgesel sinema” yapmayı… O gün bugündür de her nerede gözüne bu topraklara ait olup ürkütücü bir süratle yitip giden kültürel bir değerimiz çarpsa, hiç vakit kaybetmeden onun filmini çekiyor. Bazen yolunu şaşırmış bir sponsora yaslanarak; bazen de bizzat kendi sermayesiyle, elinde avucunda bulunan her kuruşu gözünü bile kırpmadan harcayarak… Şimdiye kadar yönettiği belgeseller 25’i, müzik klipleri, tanıtım ve reklâm filmleri de yüzleri buldu. Aldığı ödüller ise en azından şimdilik üç raflı bir IKEA kitaplığına sığabiliyor.
– 2006 yılında, “Bu adamın sinema üzerine bildiği tek şey, belgesel çekmek” diyenlere, kankası Nuri Bilge Ceylan’ın dünyanın dört bir köşesinde hayranlıkla karşılanan ikinci uzun metrajı “İklimler”de başrollerden birini -hem de gayet yaman bir performansla- üstlenerek, “Merak etmeyin, ben oyunculuktan da oyuncu yönetiminden de en az belgesel çekmek kadar iyi anlarım” cevabını vermişti.
– Sinemanın geneline yönelik hâkimiyetini hâlâ anlamamakta direnenler için de 2008 yılında, ilk göz ağrısı olan belgesel janrına ara vererek, bu kez “Hazan Mevsimi” adlı uzun metrajlı dramasını yazıp yönetti. Türkiye’de 29 Şubat 2008’de 5 kopyayla gösterime girip toplam 11 hafta gösterimde kalan ve bu süre içinde de güzel yurdumda 1839 kişi (rakamı yanlış yazmadım) tarafından izlenen söz konusu yapıt için Venedik Film Festivali’nin resmî seçicisi Sergio Germani “Bu yıl festivalimize gönderilen en iyi Türk filmi” ifadesini kullanacaktı. Daha bir sürü yerli-yabancı sinema insanı filmi övgülere boğdu da bunları tek tek sıralamaya yerim dar…
– Sosyalistlerin de, milliyetçilerin de, dindarların da hakkında yıllarca atıp tuttukları, lâfa gelince yere göğe sığdıramadıkları pek çok saygın kişi, özgün diyar ve korunması elzem gelenek-göreneğe ilişkin belgesel filmleri ilk ve son kez o çekti. Bunları çekmekten dolayı ekonomik açıdan defalarca battı; her seferinde de Prometeus gibi küllerinden yeniden doğup ilk fırsatta bir başka belgesele daha başladı.
– Yaz ortalarından bu yana, bana göre şimdiye kadarki çalışmaları arasında en ayrıcalıklı örneklerden birini, “İstanbul’da Bayram Sabahı” belgeselini çekiyor. Söz konusu çalışmanın temel derdi ise İstanbul’da fetihten bu yana sürüp giden bayram gelenek-görenekleri ve bunları bütünüyle yok olmadan görsel kayıt altına almak…
– “İstanbul-2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından desteklenmeye değer görülen belgeseller arasındaki bu proje için, şimdiye kadar Türk ya da yabancı 30 dolayında “İstanbullu” ile söyleşiler çekti; hem belgesel hem de drama tekniğiyle çalışarak yüzlerce saatlik görüntü kaydetti. Önümüzdeki Kurban Bayramı’na kadar çalışmaya devam ederek, daha bir o kadar görüntü çekecek. Biz de bu yapıtı Aralık ayında İstanbul’da düzenlenecek olan galasında izleyebileceğiz.
– Gelecek hakkındaki plânını, “Bu çalışmayı da tamamladığımda, benim belgesel sinema alanındaki misyonum artık tamamlanmış olacak” şeklinde dile getiriyor olsa da ben buna kesinlikle inanmıyorum. O, geçmişe dair her türlü değerin hoyratça yok edildiği bu vefâ ve hafıza fukarası coğrafyada (arada sırada “Hazan Mevsimi” gibi yürek yakıcı dramalar çekse de, “İklimler” gibi dünya çapında saygınlık kazanmış filmlerde önemli roller üstlense de) mutlaka kafayı takıp çekecek yeni bir belgesel konusu bulacaktır!
– Son olarak, ülkesinin, tarihinin, kültürünün, dilinin ve dahi dininin kıymetini bilen bütün gerçek sanatçıları olduğu gibi, yaşından çok daha genç gösteren bu kibar, sakin, bilgi küpü adamı çok, ama çok seviyorum. Türk belgesel sinemasına kazandırdığın o iki düzine dolayındaki güzide yapıt için sağol varol Mehmet Eyılmaz usta… Emin ol, emeklerinin kıymetini bilenler azınlıkta da olsa, bu nitelikli azınlık ilelebet vârolacaktır.
Tuncel Kurtiz’i Unutmayan da O, Kâni Karaca’ya da…
Mehmet Eryılmaz, sosyalist gelenekten gelen bir sanatçı… Öyle ki daha üniversite, hattâ lise yıllarındayken Marksist literatürü A’dan Z’ye yemiş yutmuş. Ben, kendisiyle şirketi Çan Film’de yaptığımız söyleşi sırasında bu konudaki derinliğini kendi çapımda irdelemeye çalışırken, “Valla Ali Murat kardeşim, iş ‘Marksizmi kim daha iyi biliyor’ yarışmasına dökülürse, benim diyen Marksistle Kapital’i hem satır satır, hem de çatır çatır tartışırım” diyecek kadar da bilgisinden emin… “Hayatımın hiç bir döneminde, adına eleştirel bakış denilen yöntemden kopup topyekün redçi ya da topyekün kabûlcü bir adam olmadım. Marksizm söz konusu olduğunda da bu tavrımı aynen sürdürdüm. Marx’ın kaleminden çıkan her söz, elbette ki Tanrı kelâmı değildir. Ancak, Marksist literatür konusunda bilgisi cılız olanlar şunu iyi bilmeli ki Marx’ın her sözü, her tespiti de boş değildir. Sözgelimi, ‘Sermaye, henüz karşılığı ödenmemiş emek birikimidir’ cümlesi bana göre her emekçi insanın okuduğunda durup üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken çok müthiş bir tanımdır. Müslüman bireyin Marx’ı kafasında öyle kolay harcamaması gerekir. Tıpkı Marksist bireyin Kur’an’ı önemsiz ya da geride kalmış bir kitap gibi görmesi gibi, bu da çok sakat bir tutum bana göre… Ben kendi adıma her ikisini de yıllardır satır satır okuyor, neredeyse her yeni paragrafta bir sürü notlar çıkarıyor, bu gibi özel kitaplardan almam gereken mesajları kalbime ve aklıma özenle nakşediyorum.”
Bu topraklardaki ak-kara karşıtlığına, özellikle son zamanlardaki güncel gelişmelere paralel olarak gemi iyice azıya alan siyasal kutuplaşmaya zerrece prim vermeyen, tamamen kendi yatağında akan dingin bir hayat yorumunun temsilcisi olarak, Hz. Mevlânâ’dan Nazım Hikmet’e, Şeyh Bedreddin’den Necip Fazıl’a kadar, Anadolu’ya, hattâ sınırları daha da genişletip İslâm dünyasına ilişkin bütün güzellikleri büyük bir sevgiyle kucaklıyor Eryılmaz… Sözgelimi, muhabbet “kadim değerleri, gelenekleri, güzel örf ve âdetleri muhafaza etmek”ten açılınca mangalda kül bırakmayan milliyetçi-muhafazakârlara çok sağlam bir ayar vererek, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi Kur’an okuyucusu olarak kabûl edilen rahmetli hâfızımız Kâni Karaca hakkında şimdiye kadar Türkiye’de yapılmış ilk ve tek belgeseli o çekti. “Bilir misiniz” diyor Eryılmaz, yüzüne yayılan belli belirsiz bir hüzünle, “ABD’nin en büyük gazetelerinden New York Times, 5 Şubat 1997 tarihli sayısında Karaca için ‘Bu asrın en büyük sesi’ ifadesini kullanmıştır. İfadeye dikkat edin lütfen, ‘Bu asrın en büyük seslerinden biri’ değil, direkt olarak ‘en büyük sesi’… Bunu okuyunca Kâni Karaca gibi muazzam bir sanatkârın hayatının görsel dille belgelenmemiş oluşu, hele de kendisini milliyetçi-muhafazakâr diye tanımlayan çevrelerin şimdiye kadar böyle bir projeye el atmayı akıl etmemesi benim resmen kanıma dokundu. Bu yüzden de 2000 yılında, o tarihten beri dünyanın çeşitli ülkelerindeki televizyon kanallarından sürekli talep alan, belgesel film festivallerinde gösterilen ‘Hafız Kâni Karaca’ ve ‘Tamburî Necdet Yaşar’ belgesellerini çektim. Şimdi görüyorum ki çok iyi etmişim. Çünkü, o filmin çekiminden 3-4 yıl sonra Karaca vefât etti. Elimizde kendisine ilişkin tek derli toplu görsel malzeme olarak da bu belgesel kaldı.”
Eryılmaz, her ne kadar aynı fırsatı 2002 yılında ebediyete uğurladığımız eşsiz udî Cinuçen Tanrıkorur’un sağlığında yakalayamamış olsa da Tanrıkorur üzerine yapılmış ilk ve tek belgesel film de yine ona ait… Vefâtından iki yıl kadar sonra, aylarca süren bir arşiv taraması ve sanatçının öğrencilerinin yardımlarıyla gerçekleştirdiği o film de ustalara adanmış bu belgesel serisinin nadide parçaları arasında yer alıyor.
Profesyonel milliyetçi-muhafazakârların, “Tarihimiz, kültürümüz gelenek-göreneklerimiz elden gidiyor” feryatları dışında, sıra somut icraat ortaya koymaya gelince çil yavrusu gibi dağıldıkları, aslen “kültürel sağ”ın ilgi alanına girmesi gereken pek çok ulusal değeri bu şekilde kamerasıyla koruma altına aldığı gibi, aynı vefâyı “kültürel sol”un abidevî isimlerine karşı da sergiliyor yönetmenimiz… Sözgelimi, solcu-ulusalcı kesimin yıllardır yere göğe sığdıramadığı, fakat internet ansiklopedilerinde şöyle iki paragraftan öte ayrıntılı bir özgeçmişine ulaşılamayan sinema, tiyatro ve televizyon oyuncusu Tuncel Kurtiz hakkında bugüne kadar yapılmış yegâne belgesel film de yine onun imzasını taşıyor. 1995 yılında, bu büyük sanatçının da rızası ve fiili katılımıyla, Kurtiz üzerine “Bedr: Sinemada Bir Dolunay” adlı nefis bir belgesel çeken Eryılmaz’ın az konuşup ortaya çok iş koyan bu hamarat tavrı, 2001 yılında “Nazım Hikmet’in Şarkıları” adlı bir başka önemli belgeselin daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Nazım’ın çok sevdiği Türk Sanat Müziği besteleri ve bestekârları üzerine kurgulanmış olan söz konusu çalışma da (Lütfen, ele alınan konuya dikkat ediniz!) yönetmenin pek çok yapıtı gibi fazlasıyla hak ettiği bir ödülle taltif edildi. Ancak, “ortodoks sol”un temsilcisi olan kimi kişi ya da kurumların söz konusu çalışmayı izleyince “Nedir kardeşim bu, Nazım gibi ilerici bir sanatçı, nasıl olur da gerici bir kültürün ürünü olan Klâsik Türk Musikîsi’ni severmiş, yönetmen tamamen fantezi bir bakış açısı sergilemiş” dediğini de altını çizerek belirtelim.
Eryılmaz, bize bu gibi hatıralarını aktarırken, “İster sağdan, isterse de soldan olsun, kâinatı, dünyayı, insanın yeryüzündeki varlık serüvenini alabildiğine dar bir perspektiften okumaya çalışan köşeli insanlar ve bunların ortaya koydukları köşeli düşünceler benim ilgimi çekmiyor. Sanat, insanı yüceltiyorsa sanattır ve hiç bir sanat eseri de bir sivrisineğin kanadından daha değerli değildir” diyerek sinemacılıktaki genel tavrını pek güzel özetliyor.
Mehmet Eryılmaz’dan ‘İstanbulluluk’ tanımı…
İstanbullu olmak, İstanbul’da doğmak demek değildir; İstanbul’un ruhunu iliklerine kadar hissetmek ve onunla bütünleşmektir. “Onun yekpare taşına bir acem mülkünü fedâ edebilmenin cesaretinde olabilmektir”.
Çünkü, İstanbul bir şehir değil, başlıbaşına bir ülkedir. İstanbullu olmak da kişinin aslî tâbîyetinin dışında ikinci bir tâbîyete sahip olmasıyla eşdeğer bir durumdur. Bu şehir, yalnızca Avrupa’nın değil, aynı zamanda dünyanın da en kadim kültür başkentidir. Avrupa’nın lideri olmak İstanbul’a fazlasıyla dar ve hafif gelir. Eğer, yakın gelecekte yeryüzünde yeni bir Rönesans, yeni bir aydınlanma hareketi doğacaksa, bilinsin ki o hareket mutlaka bu şehirden başlayacaktır.
Bundan dolayı diyorum ki İstanbul’da yaşayan büyük-küçük herkesi gerçek anlamda İstanbullu olmaya davet etmemiz, İstanbullu gibi davranmaya yönlendirmemiz şart…
Şehrimizin kıymetini onun üzerinde yaşayanlara öğretmek, sanatçılar olarak hepimizin ortak görevidir.
Mehmet Eryılmaz Filmografisi
1985- (Dramatik kısa film) “Ecel Atı”
1986/1987- (Belgesel) “Türkiye’nin Dağları” (Bir Fransız yapım şirketi için, yurt dışında gösterilmek üzere)
1987/1988- (Drama Serisi) Dört Büyük Türk Hikâyesi: “Şans”, “Perili Köşk”, “Kuşlu Çorap”, “Miras Keçe” (TRT için)
1989-1991- (Belgesel) “Türkiye’nin Panayırları”
1991- (Deneysel Kısa Film) “Sessiz”
1992- (Belgesel) “Köçekler” (Bir İngiliz yapım şirketi için)
1993- (Deneysel Drama) “Seviyorum Ergosum” (TRT için)
1994- (Belgesel Dizi) “Dünden Yarına Musıkî İnsanlarımız” (TRT için)
1995- (Biyografik Belgesel) “Bedr/Sinemada Bir Dolunay: Tuncel Kurtiz”
1996- (Biyografik Belgesel) “Şems/Musıkîmizde Bir Güneş: Bekir Sıdkı Sezgin”
1996- (Belgesel) “Türkiye” (Japon film malzemeleri şirketi Sakura için, yurt dışında gösterilmek üzere)
1997- (Toplumsal Bilinçlendirme Filmi) “Körler” (Körler Derneği için)
1999- (Belgesel) “Dar-ül Elhan’dan Konservatuara” (Toplumsal Tarih Derneği için)
1999- (Belgesel) “Türkiye’de Müziğin 75 yılı” (Toplumsal Tarih Vakfı için)
2000- (Biyografik Belgesel) “Hâfız ve Mevlithan Kâni Karaca”
2000- (Biyografik Belgesel) Tamburî Bestekâr Necdet Yaşar”
2000- Engelli vatandaşlarımızın günlük hayatta karşılaştığı sorunları yansıtmak üzere dört ayrı toplumsal bilinçlendirme filmi
2001- (Biyografik Belgesel) “Nazım Hikmet’in Şarkıları” (Nazım Hikmet Vakfı için)
2001- (Belgesel) “Sönmeyen Bir Mum” (Körler Derneği için)
2002/2003- (Biyografik Belgesel) “O, Şafak Vaktinin Cihangiri: Cinuçen Tanrıkorur”
2004- A.K.U.T Derneği için çeşitli toplumsal bilinçlendirme filmleri
2005/2006- Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” filmindeki başrollerden birini üstlendi ve filmin yapım sürecine katkılarda bulundu.
2007/2008- (Drama) “Hazan Mevsimi” (Sanatçının ilk uzun metrajlı sinema filmi)
2010- (Yarı-dramatik belgesel) “İstanbul’da Bayram Sabahı” (“Avrupa Kültür Başkenti” etkinlikleri kapsamında “İstanbul 2010: Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından desteklenmeye lâyık görülen bu projenin çekimleri halen sürüyor. Yapıtın ilk gösterimi, önümüzdeki Aralık ayında İstanbul’da gerçekleştirilecek.)
(27 Eylül 2010)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü
[email protected]