Kadının Karanlık Yüzü

Deccal (Antichrist)
Yönetmen-Senaryo: Lars von Trier
Kurgu: Asa Mossberg-Anders Refn
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Willem Dafoe (Adam), Charlotte Gainsbourg (Kadın)
Yapım: Zentropa-Nordisk Films-IFC Films (2009)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Danimarkalı usta Lars von Trier’in “Antichrist – Deccal” filmi, 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışmıştı. Charlotte Gainsbourg da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı bu festivalden. Bu film, Cannes’dan bu yana fikirsel olarak saldırıya uğradı.

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Danimarkalı usta Lars von Trier’in (Lars von Triyer okunuyor) 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan “Antichrist – Deccal” filmi, o zamandan beri büyük bir fikirsel saldıraya uğruyor. Bu filmin kadın düşmanlığı yaptığı ve hatta Trier’in faşist olduğu gibi ciddiye alınmayacak tuhaf ve komik suçlamalar da yapıldı. Bu filmde kadın düşmanlığını göremedik. İnsanoğlu erkek gibi insankızı kadının da “ay”ının karanlık yüzü var. Trier usta, kadının bu karanlık tarafına kamera çeviriyor işte. Filmin derinliğinde de anlamlaşıyor bu. Ama, bu filmdeki şiddet sahnelerine bakabilmek insanı gerçekten sarsıyor. “Antichrist – Deccal”, belki de şimdiden bir başyapıt. Geleceğe kalması muhtemel çağdaş bir klâsik bu. “Antichrist – Deccal”de, kötüleşmeye başlayan kadına hayat veren Chalotte Gainsbourg, performansıyla Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü de almıştı. Yönetmen birçok filminde olduğu gibi bu filminde de hikâyesini bölümlere ayırıyor ve arayazılar kullanıyor. Bu sinemaskop filmin estetiği de çok çarpıcı. Yönetmen, hafif el kamerası kullanılmış ve görüntüler de zaman zaman sarsıntılı. Trier bu filmini gerçeküstücü estetikle yansıtıyor. Arayazılar da bunun içinde. Trier, açı-karşı açı tekniği de kullanmamış.

Film, bir prologla, yani bir önsözle başlıyor. Bu önsöz siyah-beyaz yansıyor. Kadın ve erkek duşun altında gerçek anlamda nefes nefese sevişiyorlar. Bu siyah-beyaz bölüm, baştan sona yavaş çekimle yansıyor perdeye ve metaforlarla dolu. Kadınla erkeğin sevişmeleri sürerken, bebekleri Nic uyanıyor, yatağından aşağı iniyor. Dışarıda sert tipi var. Salonun penceresi de rüzgârdan açılıyor. Yeni yürümeye başlayan bebek masaya tırmanıyor ve pencereden aşağıya doğru bir melek gibi uçuyor. Alttan da Handel’in (1685 – 1759) kilise müziğini çağrıştıran büyülü müziği kuşatıyor her yeri.

Bölüm 1: Matem…

Film renkleniyor. Bu bölüm, bebek Nic’in cenaze töreniyle açılıyor. Babanın gözyaşları akarken, arkada yürüyen anne yere yığılıyor. Uzun sürecek trajik bir depresyona giren kadın, hep bir suçluluk duygusu ve vidan azabı yaşıyor. Aylarca sürecek bir azap bu. Ama, film derinleştikçe, karanlık taraflardan dışarı çıkanlar bir şeyleri anlamlaştırıyor. Terapist adam, karısını depresyondan çıkarabilmek için onun korkularının üzerine gidiyor. Kadının en büyük korkularından biri Eden Ormanı. Bu orman, ABD’nin kuzeydoğusundaki Vermont eyaletinde bulunuyor. Ama bu orman sahneleri Almanya’da çekilmiş. Karı-koca trenle yola çıkıyor. “Eden”, İngilizcede Adem ile Havva’nın yaşadığı cennet bahçesi demek. Bu yolculukta adam, kadını hipnoz ediyor. Kadın kendini Eden Ormanı’nda görüyor. Meşe palamudu ağacının altındaki orman evinde trajediler yaşanıyor derinliklerde. Ormana geldiklerinde adam, bir anne ceylanın yavrusunu ölü doğuruşuna tanıklık ediyor.

Bölüm 2: Acı (kaos hükmeder)…

Orman evine yerleşiyorlar. Adam, ininde bağırsakları dışarı çıkmış yaralı tilkiyi görünce “kaos hükmeder” diye mırıldanıyor tilkiye bakarken. Evin damına gece meşe palamutunun meyveleri düşüyor sürekli. Kadın, yatakta adamı tahrik etmeye başlıyor, sanki öç alır gibi. Adamsa kadını ruhsal yönden iyileştirmeye çabalıyor sürekli. Ormanda dolaşırken, ağaçtaki yuvasından ölü kuş düşüyor yere ve karıncalar, yavru kuşu canlı canlı yiyorlar. Yönetmen, sadece insanın yaşadığı şiddeti değil, doğada yaşanan şiddeti de gösteriyor seyircisine. Trier, yoğun metoforlar kullanmış bu gerçeküstücü filminde.

Bölüm 3: Çaresizlik (soykırım)…

Adam, kadın uyurken evin çatı katına çıkıyor. Orada dini resimlerle soykırım resimlerini görür. Bir de not defteri. Adam, Nic’in fotoğraflarında bir şey keşfediyor. Fotoğraflarda kadın, Nic’e ayakkabalarını ters giydirmiş hep. Şizofren bir ruh halindeki kadın bu andan sonra “ay”ının karanlık yüzündeki dehşeti saçmaya başlıyor. Filmdeki çok güçlü gerçeküstü bir sahnede kadın, adamla sevişirken birden dışarı çıkıyor ve kökleri dışarı çıkmış ağacın dibinde kendi kendini tatmin ediyor. Ardından adam geliyor, sevişirlerken köklerin arasından eller dışarı çıkıyor. Bu an, terse çevrilmiş bir dini resim tablosu gibi. Daha sonra evin yanındaki kulübede adamı tahrik eden kadın, sevişme sürerken irkiltici bir şiddetle adama şiddet uyguluyor. Adam acıyla bayıldıktan sonra kadın adamın ayağını matkapla deliyor ve taş tekerleği adamın bacağına takıyor ve somunu anahtarla sıkıştırıyor. Bundan sonra yaşamla ölüm arasında bir mücadele başlıyor aralarında. İnsan bu sahneleri seyrederken gerçekten irkilti yaşıyor. Adam, kadının olmadığı bir anda dışarı çıkıyor ve bir hayvan inine sığınıyor. İndeki siyah karga ses çıkardığı için başına taşla vuran adam, kadından kurtulamıyor. Final bölümünde ölümcül savaş başlıyor aralarında.

Bölüm 4: Üç Dilenci: Acı. Umutsuzluk. Istırap…

Bu bölüm de gerçekten irkiltici. Kadın, üç dilenci gelince birileri ölecek diyor. Bebeğini hatırlayan kadın elindeki makasla zevk aldığı yeri kesiyor. Kadın bir köşede dururken, evin içinde ceylan (acı), tilki (umutsuzluk) ve karga (ıstırap) görünüyor. Adam, ardından telâşla bacağındaki tekerleği çıkartıyor ve trajedi tersine dönüyor sonra.

Epilog, yani sonsöz bölümü de siyah-beyaz ve gerçeküstücü. Adam ormanda yol alırken yine Handel’in kilise müziğini çağrıştırın büyülü müziği çalıyor fonda. Adam, yerden meyve alıyor ve yiyor. Yüzleri görünmeyen yüzlerce kadın, adamın yanından geçip gidiyor. Burada Hıristiyanlığa dair metaforlar olabilir. Antichrist, Hıristiyan inanışına göre İsa Mesih’e benzeyen bir düşman. Müslüman inanışına göreyse bir deccal. Yönetmen, filmdeki kadının psikolojik sorunlarının bebeğinin öldükten sonra değil daha öncelerinde olduğunu hissettiriyor. Şizofren gibi davranan kadın, adamı yok etmek isterken sanki tüm erkeklere savaş açmış gibi. Seyirci, kadını ilk gördüğü anda bile tuhaf bir irkilti yaşıyor. Bu filmin okyanus derinliğine dalmak için belki de Hıristiyan inanışını biraz anlamak gerekiyor. Bu filmdeki şiddet ve cinsellik gerçekten sarsıcı. Sanki ikisinde de pornografi var gibiydi. Bazı şiddet sahnelerine bakabilmek gerçekten zorlu bir serüven.

(12 Haziran 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Gezegen 51

Jorge Blanco’nun yönettiği ve Dwayne Johnson, Jessica Biel, Justin Long, Seann William Scott’un seslendirdiği animasyon film Gezegen 51 (Planet 51), 18 Haziran 2010’da Tiglon Film dağıtımıyla Fida Film tarafından vizyona çıkarıldı.
16 yaşındaki Lem, Gezegen 51’de, çitlerle çevrili, bir yerde yaşamaktadır. Bir gün, hiç de hesapta yokken, milyonlarca mil uzaklıktan gelen astronot Baker, uzay gemisini komşusu Neera’nın bahçesine indirir. Zafer kazanmışçasına bayrağını diker ve arkasını döndüğü anda Gezegen 51’in yeşil derili sakinlerinin şaşkınlıkla kendisine baktığını görür. Panikler ve koşturmaya başlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Gezegen 51 yazısına devam et
  • Senarist Paul Laverty, Sinemalife’a Konuştu

    Bu ay Elveda filmini kapağına taşıyan Sinemalife Dergisi, görüntüyü oyuncak gibi gören Kusturica’nın oyunculuğunu da mercek altına alıyor. Ayrıca, Hayata Çalım At filminin senaristi Paul Laverty derginin sayfalarına konuk oldu. 1963 Kıbrıs olaylarının anlatıldığı Gölgeler ve Suretler filminin çekimlerini tamamlayan Derviş Zaim röportajı da derginin bu sayısında zevkle okuyacağınız bir diğer söyleşi. Vizyondakiler, sanal kadraj, beyazperdeden haberler, pek yakında vizyona girecek filmler, vizyondaki filmlerin eleştirileri derginin diğer bölümleri arasında yer alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğrafına haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Senarist Paul Laverty, Sinemalife’a Konuştu yazısına devam et
  • SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, Filistin Halkıyla Dayanışmak İçin “Film” Gösteriyor

    Bilindiği gibi Adana Altın Koza Film Festivali, Belediye’nin ‘yas’ gerekçeli erteleme kararı sonucu yapılamıyor. Bu nedenle festivalde Filistin: Barışa Hasret adlı bölümde yer alması plânlanan bir filmi, SİYAD – Sinema Yazarları Derneği seyirciyle buluşturuyor. Liana Badr’ın Kapılar Bazen Açılıyor! (The Gates Are Open. Sometimes!) adlı filmi, 05 – 06 Haziran tarihlerinde düzenlenecek olan Uluslararası Filistin İçin İsrail’e Boykot Sempozyumu kapsamında 06 Haziran Pazar günü 18:15’te izleyici karşısına çıkacak.

  • Basın Bülteni
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, Filistin Halkıyla Dayanışmak İçin “Film” Gösteriyor yazısına devam et
  • İlahların Aşkı

    Neil Jordan’ın yönettiği ve Colin Farrell, Alicja Bachleda, Alison Barry ile Tony Curran’ın oynadığı İlahların Aşkı (Ondine), 18 Haziran 2010’da Özen Film dağıtımıyla Özen Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    İlahların Aşkı (Ondine) lirik ve modern bir masal. Syracuse (Colin Farrell), İrlanda’lı bir balıkçıdır. Bir gün ağlarına takılan güzel ve gizemli bir kadınla (Alicja Bachleda) hayatı değişir. Küçük kızı Annie (Alison Barry) bu kadının büyülü bir varlık olduğuna inanmaktadır. Syracuse ise bu güzel kadına umutsuzca aşık olmuştur. Tüm masallarda olduğu gibi mutluluk ve karanlık bu hikayede yanyana gitmektedir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İlahların Aşkı yazısına devam et
  • Skyturk TV En Heyecanlı Yeri’nde Bu Hafta Yönetmenleri Alper ve Caner Özyurtlu Ev’i Anlatıyor

    Skyturk TV, En Heyecanlı Yeri Programı’nın bu hafta yayınlanacak 358. bölümünde Yaşamaya Değer, Cennet Batıda, Koleksiyoncu ve Ölümcül Takip’e göz atılıyor. Yönetmenleri Alper ve Caner Özyurtlu Ev’i anlatıyor. En Heyecanlı Yeri, gelecek hafta, Beyoğlu Sineması’nda takip edilecek SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin Seçtikleri programı üzerine ayrı bir bölüm ayıracak. 05 Haziran 2010 Cumartesi günü 00:15, 09:10, 16:20 ve 06 Mayıs 2010 Pazar günü 00:20 ve 17:15’de yayınlanacak olan programı Ceylan Özçelik sunuyor, kurgusunu ise Cengiz Şahin yapıyor.

  • Basın Bülteni
  • Sinema Meclisi Programı, Sinemada, Televizyonda, İnternette ve Hayatta Pornografi Furyasını Tartışıyor

    Ali Murat Güven’in sunduğu Sinema Meclisi Programı’nda bu Cumartesi akşamı, sinema sanatının 1990’lı yıllara kadar doğası gereği gözlerden oldukça uzak, fakat uzak olduğu oranda da kitlelerde içten içe merak uyandıran bir alt-türüyken, özellikle internet iletişiminin yaygınlaşmasıyla birlikte hayatlarımızı adım adım kuşatıp en sonunda da sıradanlaşma noktasına gelen “pornografi” olgusu mercek altına alınacak. Canlı yayınlanacak olan programın stüdyo konukları ise nöropsikiyatrist yazar Dr. Haydar Dümen, sinema oyuncusu Aydemir Akbaş, sinema tarihçisi Agâh Özgüç ve psikiyatrist Prof. Dr. Kemâl Arıkan.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sinema Meclisi Programı, Sinemada, Televizyonda, İnternette ve Hayatta Pornografi Furyasını Tartışıyor yazısına devam et
  • Unutma Beni İstanbul, Projesi Başlıyor

    Yönetmen Hüseyin Karabey ile yapımcılar Sevil Demirci ve Emre Yeksan, Unutma Beni İstanbul adında yeni bir filme başlıyorlar. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında, tanınmış 6 yönetmen, Aida Begic, Hany Abu-Assad, Omar Shargawi, Stergios Niziris, Stefan Arsenijevic, Eric Nazarian biraraya gelerek ve bu birlikteliği Türkiye’den de genç yaratıcı ekiplerin katılımıyla destekleyerek İstanbul’un hikâyelerini sinema filmine aktarmaya hazırlanıyor. Her yönetmenin İstanbul hakkında yazacağı senaryolardan oluşturulacak 15 dk.lık 6 kısa filmden bir uzun metrajlı film gerçekleştirilecek.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Mayıs Ayı IAB Raporuna Göre Türkiye’nin En Çok Ziyaret Edilen Sinema Sitesi sinemalar.com Oldu

    İnternet’in reklâm mecrası olarak tarafsız bir biçimde ölçümlenmesi ve denetlenmesine yönelik yürüttüğü çalışmalarla tüm dünyada otorite olarak kabûl edilen The Interactive Advertising Bureau (IAB) tarafından açıklanan verilere göre sinemalar.com Türkiye’de en çok ziyaret edilen sinema sitesi oldu ve aylık 2.500.000 tekil ziyaretçi sayısına ulaştı. Nokta İnternet Teknolojileri şirketi bünyesinde yer alan sinemalar.com, benzer bir başarıyı en çok tekil ziyaretçi tarafından tıklanan Türkçe siteler arasında da göstererek bu listede ilk 20 içerisinde yer aldı.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü logolara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Mayıs Ayı IAB Raporuna Göre Türkiye’nin En Çok Ziyaret Edilen Sinema Sitesi sinemalar.com Oldu yazısına devam et
  • Gökhan Balseven ve Tuba Sarıca’yı Tanıyor musunuz?

    Bugün (11.6.2010) başlayan Lars von Trier’in Antichrist filmini saat 14:15 seansında seyrettim. Film hakkında her hangi bir şey yazacak değilim. Başka şey yazacağım.

    Yıllar önce bir gece TV.de adını anımsamadığım bir Amerikan filmini seyrederken, jenerikte “Music by” olarak ön adı İbrahim olan bir Türk ismi görmüştüm, soyadını not etmiş ve o günlerde soruşturmuş olmama rağmen şimdi hatırlamıyorum. İsim olarak tanıyanlar çıkmıştı. Hep hayıflanırdım, eskiden final jenerikleri bu kadar uzun olmasada gösterilmezdi. O jeneriklerde, Amerikan isimleri doğal olarak ağırlıkta idi. Köken itibari ile farklı da olsalar -en azından- öyle anılıyor, o ismi kullanıyorlardı. Yabancı olarak, Japon isimlerine daha sık rastlamama rağmen Arap (orta-doğulu) isimlerine de rastlamak mümkündü ama bunlar eskidendi. Şimdi de jenerikler var, fazla bir değişiklik yok. Bugün dört kişi seyrettiğimiz Antichrist’in son dakikalarında dört kişiden ikisi gitti, final jeneriği başlayınca üçüncü kişide gitti, ışıklar yandı, ben beklemeye devam ettim. Jenerikte birden Gökhan Balseven ismini gördüm, görüntü ekibi içinde çalışanlardan biri idi, devam eden jenerikte daha aşağılarda, Tuba Sarıca adına rastladım. O’nun konumu tam olarak belirleyemedim, daha aşağılar da ise Hakan Bloudalh gibi biri var. Hakan’ın ilk a’sının üzerinde küçük bir “o” var, -soyadını doğru olarak kaydememiş olabilirim.

    Antichrist filmi -sonunda- bitti. Bu, Gökhan Balseven ve Tuba Sarıca’yı tanıyanlarınız çıkabilir. Bunlar bir kaç kuşak öncesinden Avrupa’ya gitmiş ailelerin çocukları olarak, oralarda yetişmiş ve sinema sektöründe çalışmaya başlamış veya devam eden kişiler olabilirler, hatta (çifte) vatandaşlık hakkından da yararlanarak farklı pasaport taşıyabilirler ama galiba köken itibari ile Türk-ler. Bu önemli mi? Değil, dünya artık giderek küreselleşiyor. Fatih Akın’ın şu an taşıdığı pasaport beni hiç ilgilendirmiyor. Ama bir von Trier filminde çalışmak herhalde keyifli bir iştir, film bazı yazarlarca rahatsız edici bulunsa da.

    İki oyuncu ile çok kısıtlı mekânlarda film yapmak, işin özelliği itibari ile bir deneysel çalışmadır, ama von Trier’in filmi için hiçte deneysel bir çalışma diyemeyeceğim. Antichrist deneysel bir sinema değil. “Düşünsel bir sinema” yorumuna katılın veya katılmayın, sonuna kadar sabretmeniz de gerekmiyor ama sinemanın “farklı” bir kullanımı. von Trier yine filmini prologla açıp epilog ile kapatıyor, araya her birine isimler verdiği dört bölüm ekliyor fakat bölümden bölüme geçişte hiçbir zaman ve mekân değişmesi olmuyor, olay kaldığı yerden devam ediyor, yani aslında kesilmemiş oluyor, yani film aslında dört bölüm değil -hele ormana gittikten sonrası sadece bir tek bölüm.

    Cennet / Cehennem, “doğa” ve “şeytan” düşünceleri, “kadın”ın -şeytanlığa vardırılan- durumu, Lars von Trier’in bizlere ulaşan son filminde gösterilip / anlatılırken, sinemasal heyecanı görmezden gelinemeyecek boyutları aşmaktadır.

    (11 Haziran 2010)

    Orhan Ünser

    Akvaryumdaki Balık mısın?

    Çocukken çoğumuza dünya tozpembeydi. Büyüdükçe dünyanın ne kadar trajik bir yer olduğunu deneyimledik. Bizatihi tecrübeyle sabit… Peki henüz 11 yaşında bir çocuk bu gerçekle yüzleşmişse, çarpmanın etkisi ne kadar sert olur? Sonuçları ne kadar ağır olur?

    “Le Herisson” yani “Kirpi”; -Türkçeye “Yaşamaya Değer” adıyla çevrildi- 1981 doğumlu genç yönetmen Mona Achache’nin ışıl ışıl parlayan ilk filmi. Muriel Barbery’nin başta Fransa olmak üzere tüm dünyada çok satan romanından uyarlanan film; Türkiye’de “Kirpinin Zarafeti” ismiyle yayınlandı ve de çok sevildi. Kitabı ıskalamış olduğum için çok üzgünüm ama film üstü okumanın da ayrı bir keyif olacağını düşünüyorum.

    Gelelim küçük kızımız Paloma’nın hikâyesine… Paloma, yetişkinliği “akvaryumdaki balık” olmaya benzetiyor. Haksız da sayılmaz! Ama bunu nasıl öğrendi? Çünkü o bir çocuk ve tüm çocuklar gibi meraklı. Ama Paloma’daki merak biraz fazla! Ayrıca çok zeki ve müthiş bir gözlem yeteneği var. Karşısındaki tablo ise aynen şöyle; anne; depresyonun majör – minör hatlarında süzülüyor, baba bencil – ruhsuz bir iş adamı, abla dünyadan bihaber… Kendi geleceğinin de böyle olmasını istemeyen Palamo buna kendince bir çözüm buluyor; 12. yaş gününde intihar etmek! Kalan günlerini de küçük kamerasıyla gördüğü her şeyi çekmekle ve intiharını meşru kılacak sebepleri anlatmakla geçiriyor. Daha doğrusu bizi ikna etmeye… Ama her hayatın birbirinin aynısı olmadığını ve sürprizlerle dolu olduğunu henüz bilmiyor; çünkü o hâlâ küçük bir kız… Paloma plânladığı ölüm gününe emin adımlarla yürürken, kapıcıları Madam Michel ve yeni komşuları Kakuro Ozu ile tanışıyor. O andan itibaren Paloma belki de hayatında ilk defa kendininkine hiç benzemeyen insanları, daha doğrusu hayatları keşfetmeye başlıyor. Ve gerçek hayat başlıyor! Zarlar atılıyor.

    Beyoğlun’daki sinemalarımızın birer ikişer yok edilmesiyle bu tarz filmleri izleme de, özgürlüğümüz de elimizden alınmış oldu ne yazık ki… Az salonda, dar vakitte görünüp gidiyorlar. 1 ya da şanslıysa 2 hafta ömrü var bu filmlerin… Oysa bir ömür unutulmayacak güzellikte filmler… Bu yüzden kirpinin zarafetini keşfetmek için acele edin!

    (10 Haziran 2010)

    Gizem Ertürk

    Türkiye Sinema Konseyi’nden Kamuoyuna…

    Türkiye Sinema Konseyi, 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ertelenmesi üzerine kamuoyuna hitaben bir açıklama yayınladı. Açıklama şöyle: “Adana Büyükşehir Belediyesi, bilindiği üzere, 17. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nin başlamasına bir hafta kala, İsrail’in Gazze’ye insani yardım götüren gemilere yaptığı insanlık dışı saldırı sonundaki ölümleri, ‘İnsanlar kan ağlarken, biz eğlenemeyiz’ diye mazeret göstererek belirsiz bir tarihe erteledi.
    Türkiye Sinema Konseyi olarak, kültür ve sanat festivallerini ‘eğlence’ olarak gören, düşünce ve kararları kendinde menkûl bu zihniyeti şiddetle protesto ediyoruz. Sinema bir ‘eğlence’ değil, bir sanattır… ”

  • Açıklamanın devamı için tıklayınız.
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Sıradan İnsanlar

    Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 22

    16 Temmuz’da gösterime girecek olan “Ordinary People”ın Türkçe adı “Sıradan İnsanlar” bizim kuşak seyircilerin çok aşina olduğu bir film …

    … adıdır. Ünlü oyuncu Robert Redford’un yönetmenlik yaptığı ilk filmlerden biri olan ve başrollerinde Donald Sutherland ile Mary Tyler …

    … Moore’un oynadığı 1980 yapımı “Ordinary People” sinemalarımızda Film Pop tarafından Türkçe “Büyük Ceza” ismiyle gösterildi. Ancak …

    … filmin çekildikten birkaç yıl sonra sinemalarımıza gelme aşamasında medyada hep orijinal adı “Ordinary People”ın tam çevirisi …

    … “Sıradan İnsanlar” ismiyle anıldı. Öyle böyle değil o sıralar Robert Redford hem ününün hemde yakışıklılığının doruğunda olduğundan …

    … hemen her gün gazetelerin baş sayfalarında yer alıyor. Fakat ne hikmetse Film Pop filmi yapımından 2 – 3 yıl sonra Türkiye’ye getirdi…

    ve Türkçe “Büyük Ceza” adıyla gösterime çıkardı. Gönlüm bir türlü filmin “Büyük Ceza” olan Türkçe adına alışamamış, “Sıradan İnsanlar”ın …

    … filme Türkçe isim olarak konmaması hafızamın bir köşesinde yara olarak kalmıştı. Neyseki vizyona girecek olan yeni “Ordinary …

    … People”ın Türkçe adı hafızamdaki “Sıradan İnsanlar” yarım kalmışlığına teselli oldu sayılır.

    Türkçe afiş deyip geçmeyin, filmlerin tanıtımında neredeyse en önemli materyal afiştir. Seyirci önce afiş vasıtasıyla filmle karşı …

    … karşıya gelir. Hatırlarım daha önce çalıştığım film şirketinde yabancı film afişleri Türkçeleştirilirken afişe konacak birkaç …

    … kelimelik vurucu söz için şirketin tüm elemanları seferber olurduk. En vurucu cümleyi bulana iltifatlar yağdırırdık. Robert …

    .. Redford’un yönettiği “Ordinary People”ın “Büyük Ceza” Türkçe adıyla gösterime çıkarılmasını hafiften sitemli bir şekilde hatırlattım.

    Bu vesileyle filmi aklamış olayım. Zaman zaman medyada yabancı film isimlerinin Türkçe çevirelirinin yanlış yapıldığı yansır. Hatta bazı …

    … sinemaseverler işin tadını iyice kaçırır, filmcilerin neden bu kadar yeteneksiz çevirmenlerle çalıştığından falan dem vururlar. (Bir …

    … çeşit avcılık?) Oysa kazın ayağı öyle değildir. (Bu kazın ayağının nasıl olduğunu bir türlü öğrenemedik ya, neyse.) Yeni kuşak …

    … sinemaseverlerin de bu konuda bilgisi olsun diye dönüp dolaşıp arada sırada konuyu hatırlatırım. Yabancı filmlere Türkçe isim …

    … konulurken, orijinal çevirisinden çok bizim seyircimize cazip gelecek, filmin konusuyla ilgili çekici bir ad bulunur. Veya bazen …

    … öyle orijinal isimler olur ki mecburen filmin adını kısaltarak Türkçe isim koyarsınız veya başka şekilde isimlendirirsiniz. Yine sık …

    … sık misal verdiğim gibi örneğin Avşar Film’in “Kızarmış Yeşil Domatesler” adıyla Ekim 1992’de gösterime çıkardığı o güzelim filmin …

    … orijinal adı “Fried Green Tomatoes At The Whistle Shop Cafe”nin tam çevirisinin “Tren Düdüğü Kafeteryasındaki Kızarmış Yeşil …

    … Domatesler” şeklinde olduğunu biliyorum, yarım yamalak İngilizcemle. Şimdi bunu Türkçe isim olarak afişe bassanız, kimin aklında …

    … kalacak benden başka ve senden başka. Geçenlerde Kanal D’nin DVD listeleriyle haşır neşir olurken, aşna fişne yaparken -her neyse …

    … işte- rastladım. Filme şöyle bir Türkçe isim koymuşlar: “Sevgilimin Kazara Bu Dünyadan Göçmüş Eski Nişanlısıyla Tanıştığım Gün”. İyi …

    … de yapmışlar, çünkü DVD.de bu isim gider. Fakat gel de filmi bu Türkçe isimle sinemalarda gösterime çıkar, kimin aklında kalır.

    Millet birbirine tavsiye ederken 50 çeşit yeni isim uydurur. Hani sinemalarda vizyona çıkmamış fakat TV.lerde gösterilen yabancı filmler …

    … vardır. Her TV kanalı, gösterdiğinde başka bir Türkçe isim uydurur. Seyirciyi yanıltmak ayıp değil mi birader; nasıl derler, …

    … konsensus sağlasanıza aranızda, aynı Türkçe isimle göstersenize filmlerinizi. Meselâ biz SİYAD üyesi sinema yazarları hiç üşenmeyiz, …

    Atıf Yılmaz’ın filminden bahsedeceksek ve doğrusunu tam hatırlayamamışsak açarız notlarımızı ve ansiklopedileri, kitapları, vs., …

    … bakarız “Ah Belinda”nın adına. Öyle yazılmamıştır, doğrusu “Aaahh Belinda”dır. (Bir büyük A, 2 küçük a, 2 küçük hee.) Keza film …

    … şirketinde çalıştığım sırada, Gerard Depardieu’nun başrolünü oynadığı filmin adını da basın tanıtımları sırasında bilgisayarımın …

    … alnına (?) yapıştırmıştım, yanlış yazmayayım diye. Cem Yılmaz’ın da kulakları çınlasın, A. R. O. G: Bir Yontmataş Filmi vizyona girdiğinde basına filmin …

    “RRRrrr!!!” adlı yabancı filmle ne kadar benzeştiği yansımıştı. Bu filmin adında geçen ünlem (!) işareti de 3 adet olacak. “What The …

    … Bleep Do We Know!?” fillminin Türkçe adını (Ne @!* Biliyoruz ki!?) hiç karıştırmayın, bilgisayar klavyesinde karakterleri bulup …

    … çıkarmak çok zor. Ünlü oyuncu Sandra Bullock’un da film afişleri konusunda şöyle bir hassasiyeti varmış. Biliyorsunuz geçen yıl hem …

    … En İyi, hem En Kötü oyuncu seçilmek gibi 1001 yılda bir rastlanacak bir ödüllendirmeye uğramış olan bu oyuncumuz bazı filmlerinin …

    … yapımcılığını da üstleniyor. Kendi filmleri için diğer dillerde hazırlanan tüm afişlerin eskizleri basımdan önce Bullock’un önüne …

    … gidiyormuş. Ünlü oyuncu hiç üşenmeden kontrol ediyormuş, hatta yazı karakterleri bir tarafa puntolarının bile değişmesine müsaade …

    etmiyormuş. Bu konuyu eskiden sinemaların fuayelerine konulan lobi fotoğrafı dediğimiz ve hemen her film için yaptırılan 10 – 15 adetlik …

    … fotoğraflarla sürdürecektim ama onu başka bir zaman ele alırız. Twitter’ın iyice suyunu çıkarmayalım. Pardon çıkaralım, “Sabaha …

    … karşı bıraktığım yere kadar geri gittim. Bir tane klas tivit görsem dişimi kıracağım! Şimdi 10 km yürüyüş, dönüşte not vereceğim …

    ha :)” diye yazan arkadaşa hak veriyorum… -da, sayın üstad Twitter’da klas tivit olmaz mı her an var, tam yazdığınız sıradaki en hatırı …

    … sayılır tivit de şuydu: “Sabaha karşı bıraktığım yere kadar geri gittim. Bir tane klas tivit görsem dişimi kıracağım! Şimdi 10 km …

    … yürüyüş, dönüşte not vereceğim ha:)”

    (10 Haziran 2010)

    Sadi Çilingir

    sadicilingir@sadibey.com

    11 Haziran 2010 Haftası

    “Son Şarkı”, okuyan / izleyen üzerinde etkili olan formülleri kullanarak romantik dramlar yazan Nicholas Sparks’la sinemada altıncı buluşmamız! Bayan yönetmen Julie Anne Robinson, süssüz, sade bir öyküleme ile Miley Cyrus adlı popüler genç şarkıcıyı oyunculuk sahasına çekip, Greg Kinnear gibi önemli bir aktörle buluşturmuş ve karşısında ezilmemesini sağlamış. Dağılmış bir ailede baba ile kızın yeniden yakınlaşma çabaları ve kızın ilk kez yaşadığı aşk, filmin üzerinde ilerlediği iki eksen. Sinema olarak farklı bir özellik barındırmıyor. Üzülerek rahatlamak isteyenler için doğru bir adres/’seans’.

    “Sex and the City 2”, direkt olarak serinin hayranlarını hedefleyen bir eğlence. Ancak, ‘ruh dördüzü’ bu kadınlarla kendilerini özdeşleştirenler, üçü evli olduğu için, işin çapkınlık ve seks kısmında, ‘yürüyen kadın cinsiyet hormonu’ Samantha’nın çapkınlıklarıyla idare edecekler. Carrie ve Charlotte ve Miranda’dan da, evliliğe dair doğru / dürüst dersler alacaklar. Çok kapsamlı bir defileyi de andıran filmde beni mutlu eden, anlamlı yüzü botoks uygulamalarıyla anlamsızlaşmış olsa bile, tek sahnede şarkı ve dansını sergileyen ‘aşkım’ı yani Liza Minnelli’yi yıllar sonra izlemek oldu.

    “Nanny McPhee: Büyük Patlama”, haşarı çocuklara büyü yardımıyla gerekli dersleri verip onları ideal kıldıkça inanılmaz çirkinliği yok olan dadının, ikinci büyük savaş yıllarında, evin babasının cepheye gittiği, kırsal kesimdeki bakımsız çiftlikte yaşayan aileyi ziyareti. Ya da, barışa, paylaşmaya, yardımlaşmaya, cesarete ve inanç sahibi olmaya dair dersler. Fantastik boyutta eğlenceli, masallar gibi büyüleyici. Senaryo da Emma Thompson’dan.

    “Elveda”, Gorbachev imzalı “Glasnost” (açıklık) ve “Perestroika” (yeniden yapılanma) politikalarının sonucunda SSCB’nin dağılması öncesi, bu süreci bir şekilde öngören ve hisseden KGB mensubu albayın, Moskova’da çalışıp yaşayan bir Fransız yurttaşı aracılığıyla sızdırdığı belgelerle gerçekleştirdiği 80’lerin büyük casusluk hikâyesi. Bildiğimiz, tanıdık hatta eski bir sinema… Fakat klişelerden olabildiğince uzak kalmış. Rejime dair eleştirisi, samimi: Odaktaki karakter olan casusu oynayan Emir Kusturica’nın da katkısıyla, yürekli ve ‘adam gibi adam’ olmanın sağlam bir tanımını yapıyor.

    “Deccal”, tuhaf bir film. Alabildiğine sert, ‘karanlık’ biçimde ve metaforik şiddette, yaradılışsal sorguda bulunuyor. Fenası da, doğayı ‘Şeytan’ın Kilisesi’ gibi ve doğurgan erişkin dişiyi de doğa ile özdeş bir tür ‘Şeytan hizmetkârı’ gibi gösterip cinsiyetçilik yapma cüretini gösteriyor. ‘Yüksek sanat’ın, sefil fikirlerle buluşması böyle olsa gerek!

    (09 Haziran 2010)

    Ali Ulvi Uyanık

    ali.ulvi.uyanik@gmail.com