11 Haziran 2010 Haftası

“Son Şarkı”, okuyan / izleyen üzerinde etkili olan formülleri kullanarak romantik dramlar yazan Nicholas Sparks’la sinemada altıncı buluşmamız! Bayan yönetmen Julie Anne Robinson, süssüz, sade bir öyküleme ile Miley Cyrus adlı popüler genç şarkıcıyı oyunculuk sahasına çekip, Greg Kinnear gibi önemli bir aktörle buluşturmuş ve karşısında ezilmemesini sağlamış. Dağılmış bir ailede baba ile kızın yeniden yakınlaşma çabaları ve kızın ilk kez yaşadığı aşk, filmin üzerinde ilerlediği iki eksen. Sinema olarak farklı bir özellik barındırmıyor. Üzülerek rahatlamak isteyenler için doğru bir adres/’seans’.

“Sex and the City 2”, direkt olarak serinin hayranlarını hedefleyen bir eğlence. Ancak, ‘ruh dördüzü’ bu kadınlarla kendilerini özdeşleştirenler, üçü evli olduğu için, işin çapkınlık ve seks kısmında, ‘yürüyen kadın cinsiyet hormonu’ Samantha’nın çapkınlıklarıyla idare edecekler. Carrie ve Charlotte ve Miranda’dan da, evliliğe dair doğru / dürüst dersler alacaklar. Çok kapsamlı bir defileyi de andıran filmde beni mutlu eden, anlamlı yüzü botoks uygulamalarıyla anlamsızlaşmış olsa bile, tek sahnede şarkı ve dansını sergileyen ‘aşkım’ı yani Liza Minnelli’yi yıllar sonra izlemek oldu.

“Nanny McPhee: Büyük Patlama”, haşarı çocuklara büyü yardımıyla gerekli dersleri verip onları ideal kıldıkça inanılmaz çirkinliği yok olan dadının, ikinci büyük savaş yıllarında, evin babasının cepheye gittiği, kırsal kesimdeki bakımsız çiftlikte yaşayan aileyi ziyareti. Ya da, barışa, paylaşmaya, yardımlaşmaya, cesarete ve inanç sahibi olmaya dair dersler. Fantastik boyutta eğlenceli, masallar gibi büyüleyici. Senaryo da Emma Thompson’dan.

“Elveda”, Gorbachev imzalı “Glasnost” (açıklık) ve “Perestroika” (yeniden yapılanma) politikalarının sonucunda SSCB’nin dağılması öncesi, bu süreci bir şekilde öngören ve hisseden KGB mensubu albayın, Moskova’da çalışıp yaşayan bir Fransız yurttaşı aracılığıyla sızdırdığı belgelerle gerçekleştirdiği 80’lerin büyük casusluk hikâyesi. Bildiğimiz, tanıdık hatta eski bir sinema… Fakat klişelerden olabildiğince uzak kalmış. Rejime dair eleştirisi, samimi: Odaktaki karakter olan casusu oynayan Emir Kusturica’nın da katkısıyla, yürekli ve ‘adam gibi adam’ olmanın sağlam bir tanımını yapıyor.

“Deccal”, tuhaf bir film. Alabildiğine sert, ‘karanlık’ biçimde ve metaforik şiddette, yaradılışsal sorguda bulunuyor. Fenası da, doğayı ‘Şeytan’ın Kilisesi’ gibi ve doğurgan erişkin dişiyi de doğa ile özdeş bir tür ‘Şeytan hizmetkârı’ gibi gösterip cinsiyetçilik yapma cüretini gösteriyor. ‘Yüksek sanat’ın, sefil fikirlerle buluşması böyle olsa gerek!

(09 Haziran 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]