2010 yılının ilk gününden, sizlerin bu yazıyı okuduğunuz 21 Mart tarihine kadar toplam 80 gün geçti.
Ve aynı süre zarfında da ülkemizin sinema salonlarında –19’u Türk sinemasına ait olmak üzere- toplam 57 film gösterime girdi.
Yani, neredeyse her 1,5 günde bir yeni bir filmle karşılaşmışız sinemaların giriş bölümlerindeki afiş standlarında…
Diğer sinema yazarlarının ve sinemaseverlerin hâlet-i ruhiyesini derinlemesine bilemem; fakat bütün samimiyetimle itiraf edeyim ki ben artık bu film enflasyonundan dolayı “Bööööööggghh!” deme noktasına gelmiş durumdayım.
Aslına bakarsanız, çevremdeki onca sinemasever ve özelikle yakın irtibat halinde olduğum iki düzine dolayındaki sinema yazarı dostumun da bu manzara karşısında neler hissettiklerini üç aşağı – beş yukarı bilmekteyim. Onlar da aynı şekilde böğürme noktasındalar; fakat kibarlık olsun diye şimdilik yazılarında bu durumu dile getirmemeyi tercih ediyorlar.
Bir ülkede, küresel krizin doğurduğu ekonomik sorunlar böylesine ayyuka çıkmış ve insanlar sinemayı, tiyatroyu, sergiyi, konseri falan bir kenara bırakıp büyük ölçüde temel ihtiyaçlarının teminine odaklanmışken, film ithalâtçısı ve dağıtıcısı şirketlerin sanki burası bir İsviçre ya da Danimarka’ymış gibi piyasaya bu denli bol keseden yerli – yabancı film sürmelerinin pratik sonucunu hemencecik söyleyeyim sizlere:
Sinema sanatı, gerek yerli, gerekse yabancı örnekleriyle gitgide ucuzlayıp sıradanlaşıyor… Yeni filmler, gelişleriyle kamuoyunda heyecan yaratan, entelektüel çevrelerde haftalarca tartışılan kıymetli kültürel ürünler olmaktan çıkıp, takip edilmeleri en sıkı sinefillere bile yorgunluk veren birer “külfet nesneleri”ne dönüşüyor…
Yapımcısı, ithalâtçısı, işletmecisi, salon sahibi ve hattâ “alaska dondurma – patlamış mısır” satıcısıyla sinema sektörü!
Sizlere sesleniyorum değerli dostlarım…
Hepiniz farkındasınız ki bu iş uzunca bir süre böyle gitmez. Sektör, talebin çok üzerindeki bir arzla resmen bunalmış durumda. Ne izleyici dikkatini bazı kalburüstü filmlere yoğunlaştırabiliyor, ne de sinema yazarı olarak bizler bu çılgın koşuşturmacayı lâyıkıyla, hakkını vererek takip edebiliyoruz. Yazık değil mi eskimeye bile fırsat bulamadan raflara kaldırılan o kadar 35 mm kopyaya, onca afişe, lobi karta, internet sitesine…
O yüzden, ben en iyisi bir kez daha bu renkli mahallenin “doğrucu Davud”u rolünü üstlenerek, sizlere sinema yazarları cephesindeki gerçek durumu dürüstçe özetleyeyim: Pek çoğumuz filmlerin değerlendirme yazılarında artık “sallamaya” başladık. Var elbette câmiâmızda hiç sektirmeden bütün filmleri tek tek, inatla takip eden bir kaç gözükara meslektaşımız; ki onların bu iş disiplinine de büyük saygı duyuyorum.
Fakat, zaten -pek çoğunun bu işten hiç bir gelirleri olmadığını üzülerek gözlemlediğim- genç internet editörleri ve gazetelerin komik teliflerle çalışan hafta sonu eki sinema yazarları başta olmak üzere, güncel sinema üzerine yazıp çizen yüzlerce kişinin bu kadar çok sayıda gösteriyi takip etmeye ne parası var, ne zamanı, ne de morali ve enerjisi…
O yüzden, ne yapılıyor? Filmlerin internet sitelerine, basın bültenlerine ve lobi fotoğraflarına şöyle bir göz atılıyor, youtube’a düşen fragmanlar izleniyor, IMDb ve Ekşi Sözlük gibi platformlarda bu yapımlar hakkında daha önceden söylenmiş sözler taranıyor; ondan sonra da bütün bu “bilgiler”in ışığında filmlerle ilgili ayrıntılı analizler (!) kaleme alınıyor.
Kendi adıma bunu yapmamaya ve -en azından- manşete çektiğim bütün filmleri kâh basın gösterimi, kah gala, kâh işportaya düşmüş korsan bir DVD’den (*) ne yapıp edip izlemeye çalışıyorum. Fakat, tam olarak baş etmek gerçekten de mümkün değil böyle bir film kasırgasıyla…
Bu özensiz çalışma tarzının sonucunda ise hem Türk sinemasının binbir zorluk içinde çekilmiş “genç yönetmen” filmleri, hem de farklı farklı ülkelerden gelen bir çok gizli kalmış başyapıt, en fazla ikişer haftalık sönük gösterimler eşliğinde ziyan zebil olup gidiyor.
Geride bıraktığımız şu 80 günde, film bolluğundan dolayı, üzerine aslında özel dergi – gazete eki çıkartılabilecek kalitede nice filmi pas geçmek zorunda kaldık; ya da üstünkörü cümlelerle tanıttık onları okurlarımıza… Çünkü, ne yazık ki yetişemiyoruz her basın gösterimine, her galaya…
Sözün burasında, filmlerin basın gösterimleri ve galalarına katılmanın “sıfır masraflı” bir ayrıcalık olduğunu düşünen kimi hayâlperestlere de sabahın köründe bu tür etkinliklere gecikmeden ulaşabilmek ya da gecenin bir yarısında bunlardan çıkıp evimize sağ salim dönebilmek için, çoğu kez aynı filmi sinemada izlerken ödeyeceğimizden kat be kat daha fazla ulaşım bedelini taksilere bayılmak durumunda kaldığımızı da hatırlatayım.
Hadi, bizler İstanbul merkezli bir sinema yazarları grubuyuz; kendimizi çok sıkarsak, ana – babalarımız da yeterince zenginse belki takip etmeyi başarırız bütün filmleri… Pekiyi ya, bu mesleği Anadolu kentlerinde yürütmeye çalışan meslektaşlarımıza ne demeli?
Onların tek şansları var: Filmler gösterime girdikten (ki yaşadıkları kentte sinema salonu varsa ve yazmaları gereken film de o salona lütfedip gelirse) en erken bir hafta sonra bilet parasını ödeyerek izlemek ve bize göre nispeten daha bayatlamış yazılar kaleme almak…
Bu mesleğin, hiç bir kişi ve kuruma zerrece yaranmaya çalışmayan, tam bağımsız ve yeterince kıdemli bir mensubu olarak sektörün sorumlularına altını çize çize tekrar hatırlatıyorum:
Uyguladığınız hovardaca dağıtım politikası yüzünden sinemayı da, sinemaseverliği de, sinema yazarlığı mesleğini de büyük bir süratle ucuzlatmaya doğru gidiyorsunuz. Hepiniz kabûl etmek zorundasınız ki bu yoksul ülkenin koşulları 80 günde 57 film gibi bir müsrifliği kesinlikle kaldırmıyor. Daha ağır ağır, daha sindire sindire gelmeli salonlara yeni filmler… Her Cuma 2 – 3 adetten daha fazla yerli ve yabancı film gösterime girmemeli… Gerekiyorsa filmler sonraki aylara, hattâ sonraki yıllara ertelenmeli; fakat “Nerede çokluk, orada bokluk” misâli, izleyicinin de sinema yazarlarının da kafası bu kadar karıştırılmamalı…
Hayatını sinemaya endekslemiş benim gibi bir adam için bile bu kadar filmi takip etmek artık bir zevk falan olmaktan çıktı, resmen işkenceye dönüştü. O yüzden, sektörde söz sahibi olan kişi ve kurumların tez elden bir araya gelip, Türkiye’deki aşırı şişkin yapım – dağıtım düzenini mutlaka gözden geçirmeleri gerekiyor.
Benden söylemesi… Yoksa, akıbetinizi de hemencecik şu şekilde tasvir edebiliriz:
Bir Şahan Gökbakar filmi: 3 milyon bilet… Bir Cem Yılmaz filmi: 2 milyon bilet… Bir Çağan Irmak filmi: 1, 5 milyon bilet… Bir Nuri Bilge Ceylan – Semih Kaplanoğlu filmi: 50 bin bilet… İslâmcı temalı bir film (Finansal olarak yaslandığı cemaat – tarikatın etki gücüne bağlı olarak): 50 bin – 300 bin arası bilet… Kültür Bakanlığı desteğiyle ilk filmini çekmiş bir genç yönetmen filmi: 10 bin bilet… Belgesel bir film: 5 bin bilet… Kürtlerle ilgili etnik bir film (Finansal açıdan yaslandığı örgüt ya da aşiretin etki gücüne bağlı olarak): 50-100 bin arası bilet…
Birileri yaşanan akıl almaz müsrifliğe dur demezse, Türkiye’de en az 2020 yılına kadar sinema bilet satışlarının genel görünümü de hemen hemen bu şekilde olacaktır.
* * *
(*) Evet, aynen öyle! Emin olun, pek çokları da aynı şeyi yapıyorlar, fakat benim gibi dürüstçe itiraf edemezler bunu… Aksini iddia eden çıkarsa, iddia sahiplerine, Oscar ödül töreninin yapıldığı tarihte yüzde 90’ı Türkiye’de henüz gösterime girmemiş ve yasal DVD’si de çıkmamış olan Oscar adayı filmleri nasıl olup da bu denli ayrıntılı bildiklerini, medya organlarının “Oscar tahmini” değerlendirmelerine hangi ölçütler eşliğinde katıldıklarını sorun.
Bu tür tahminlere hemen hiç katılmıyorum, nitekim bu yıl da aynı türden 4 ayrı talebi reddettim. Çünkü, mümkün olduğunca izlememeye çalışıyorum korsan DVD’leri…
(21 Mart 2010)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü