Denizden Gelen (Zeytin Dalı)

Nesli Çölgeçen’in yönettiği ve A. Onur Saylak, Deniz Boyner, Ahu Türkpençe ile Sümer Tilmaç’ın oynadığı Denizden Gelen (Zeytin Dalı), 16 Nisan 2010′da Özen Film dağıtımıyla Nöbetçi Yapım tarafından vizyona çıkarıldı.
Polis Halil, bir Afrikalı göçmenin ölümüne sebep olur. Olayın vicdani sorumluluğu Halil’i kendi dünyasına hapseder. Jordan ise annesiyle birlikte başladığı yolculuğu Yunanistan’da buluşacağı babasıyla İngiltere’de sonlandıracaktır. Bu haftalar sürecek olan kaçak yolculuktur. Babasına ulaşmadan önceki son durağı Dalyan’da Jordan’la Halil’in yolları kesişir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Denizden Gelen (Zeytin Dalı) yazısına devam et
  • 21. Ankara Uluslararası Film Festivali Başlıyor

    Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilen 21. Ankara Uluslararası Film Festivali, 10 Mart Çarşamba günü saat 19:30’da, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda düzenlenecek açılış töreniyle başlıyor.
    Açılış konuşmalarının ardından Festival Kitle İletişim Ödülü’nün sunumuyla devam edecek olan tören sırasında Orkestra Akademik Başkent mini bir konser verecek.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü logolara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    21. Ankara Uluslararası Film Festivali Başlıyor yazısına devam et
  • Bilinçaltındaki Son Durak: Zindan Adası

    Agatha Christie tarzı katil kim klostrofobisini, sıkı bir Stephen King ürperticiliğiyle birleştiren esrar dolu roman nihayet beyazperdede…

    Psikolojik dünyayı ele alan her türlü gelişmeler, insanın iç dünyasını yansıtan hayaller ve bu hayallerin içinde bocalayarak gerçek hayatındaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünen kişilerin önemli bir kaçış noktası vardır. Bu kaçış noktasında benimsenen ideoloji şu şekilde ele alınabilir: “Gerçek öyle değil, böyledir.” Bilinen o ki, çoğunlukla bilinçaltı bazı duyguları arka plâna gizleyerek kilitler. Her ne kadar o kilitlerin açılması kolay olmasa da, bilinçaltı bazı istisnai durumlarda kilidi açar. Kilit açıldığı zaman o kişi artık olmak istediği kişiliğin bir parçası haline gelir. İnsanlar bunu kabûllenmenin zorluklarını bildikleri için kolay yollardan beyinlerine hükmederler.

    Zaten yüzeydeki olayların altına karmaşık oyunlar saklandığı zaman onları uç noktalara götürerek derinleştiren tuhaf duyguların en derindeki gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği aşikârdır. Yanılsamalar, halüsinasyonlar ve akıl oyunları… Tüm bunların bir filme aktarıldığını hayal ettiğimizde, şöyle bir yargıya varabiliriz: “Gerçekle hayal arasında salınacağız ama asla ikisinden birine kurulmayacağız, arada asılı kalacağız”. Bu noktada devreye giren ve Dennis Lehane’in romanından adapte edilen Zindan Adası (Shutter Island) aslında travmaların kalıcı etkisini vurguluyor. Yeterince vurguluyor mu?… diye soracak olursanız bunun cevabını şu şekilde aktarmak doğru olur.

    Roman Uyarlamasının Altyapısı

    Bilindiği gibi roman adaptasyonları yeteri kadar başarılı olamıyor. Bunun altında yatan neden herkesin kafasında kurduğu farklı mizansenlerdir. O mizansenleri yakalamak zordur. Ama onları ortak bir paydada birleştirmek için bazı detayları da es geçmemek gerekir. Çünkü filmlerde detaylara yeterince önem verilmiyor. Filmin ana akışını sağlamak, kabataslak olarak nelerin beyazperdeye yansıtılacağını göstermek bir yana dursun, olayların hızlıca aktarılıyor oluşu durumun vahametini artıran etkenlerin başında geliyor ne yazık ki… Ve üzülerek belirtiyorum ki, Zindan Adası’nda (Shutter Island) söz konusu olan hikâye romanın birebir adaptasyonu değil… Zindan Adası (Shutter Island) orijinal hikâyeyle tam anlamıyla organik bir bağ kuramayıp yer yer yapay bir postiş malzemesi olarak duran, oldu da bittiye getirilmiş sahnelerin yer aldığı bir Martin Scorsese filmi. Filmin özünde aktarması gerekenleri neden aktaramadığını gayet iyi anlıyorum, lâkin asıl mesele bu değil! Mesele; beyazperdedeki travmatik görüntülerle kitabı okuyan birisinin kafasındakiler örtüşmeyecek olması. Hele ki romanı pür dikkat okuyanlar (benim gibi…), gediklerin üstünü kapayamaz.

    Tüm bu yazılanların kafanızı karıştırdığını hayal ederek hikâyenin derinine inmek istiyorum. Baskıcı sistemin ve buhranlı günlerin etkisi altında kalan Birleşik Devletler Polisi Teddy Daniels ve ortağı Chuck dört duvarı elektrikli tellerle çevrili olan Ashcliffe Deliler Hastanesine görev icabı giderler. Buradaki hastalar tam anlamıyla suçlu ve delidirler ve muadilleri yoktur. Teddy ve Chuck’ın amacı hastaneden kaçan azılı suçluyu bulmaktır. Özünde basit görünen filmin çerçevesini çizen olaylar zincirinde adeta bir labirentin içinde kaybolan Teddy kabuğuna çekilir. Ne zaman ki Teddy gerçeklerin sadece yanılgıdan ibaret olduğunun farkına varır işte o zaman kendi yolculuğuna çıkar. Çok tehlikeli delilerin arasında görevini sürdürmeye çalışan Teddy, sıradan olmayan iki doktorun yardımıyla kaybolan hastanın izini sürer. Hastanın izini sürerken, ortaya çıkan sorunlar Teddy’nin kafasını karıştırır. Kimlik çatışması yaşayan Teddy böylece “oyun içinde oyun” sloganını benimseyip ucu bucağı olmayan hastanede aklını yitirdiğini düşünür. Teddy gerçekten aklını yitirmiş midir? İşte orası muamma…

    Romanın Alamet-i Farikası

    Tıpkı bir örümceğin ağlarını ördüğü gibi bilinçaltına konuşlanarak silinemeyen bazı anılar bilinçaltına hapsolduğunda hep şu soruyu sorarız: “Gerçekler yaşadığımız dünyanın bir yansıması mıdır?” Bilimsel açıklamalara dayanarak gerçeği tanımlamak mümkündür ama kendi gerçeğimizi tanımlamak pek mümkün değildir. Çünkü sadece algımızın bir yansımasıdır. Sanal dünya da böyle bir şey değil midir? Peki, ya algımız bize oyun oynuyorsa o zaman ne yapacağız?… Aslında tüm bu soruların cevabı romanda saklı… Yazar Dennis Lehane acılar ve zorluklar içinde var olmaya çalışan Teddy’nin dünyasına ve koca gezegenin neresinde, nasıl yaşıyorsak yaşayalım, yanı başımızdan akıp giden hayata değiniyor aslında.

    Karanlığın tanımını başarılı bir şekilde yapan yazarın kafamızdaki karakteri ete kemiğe dönüştürmesi de cabası… İnsanın içindeki gizli ikinci kişiliğin ortaya çıkartılması ve vicdanın ürkütücü gücünün ve etkisinin fiziksel bir meseleye çevrilerek aklatılması ve üstü örtülemeyen gerçekler Teddy’nin durumuna kafa yormamız için tam biçilmiş bir kaftandır. Romanı bu denli sevmemin nedeni bütün sahneleri kare kare yaşamamdır. Zaten romanın hakkını sinemayla vermek çok zor… Mantıklı düşünüldüğünde bazı filmler zamanın çok önünde, bazıları da gerisindedir. Ama Zindan Adası (Shutter Island) bundan pek nasibini alamıyor.

    Gizemli Hikâyenin Hazin Sonu

    Asıl sıkıntım da filmin gerçekten iyi olabilecekken teğet geçmesi… Tüm bu olumsuz eleştiriler yazılıp çizildikten sonra filme dair olumlu olarak bir şey söylemek istiyorum. Filmin ve romanın sonu seyircilerin dudaklarına bir parça bal çalıyor. Bunu geniş kapsamıyla çözümlemek için ilk olarak yapılması gerekenlerden biri romanın okunmasıdır. Romanı okumuş kişiler film sona erdiğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Sonuç olarak, film sona erdiğinde hafızanın içinde bir soru ve itiraz bombardımanı patlak verebilir. “Neden?”, “Peki sonra?…” ve tabi ki düpedüz “Nasıl yani!?” En nihayetinde seyircinin merakını celbeden gizemin akıl oyunlarına bulayarak aktarılmış olması ve bu gizemin esrarı!

    (16 Mart 2010)

    Arzu Çevikalp

    Ermenistan – Türkiye Sinema Platformu’ndan Çağrı: Birlikte Film Yapıyoruz

    Anadolu Kültür ve Uluslararası Altın Kayısı Film Festivali (Ermenistan) öncülüğünde kurulan Ermenistan – Türkiye Sinema Platformu kapsamında, ortak yapıma uygun dört kısa film projesine maddi destek sağlanacak. Ermenistan ile ilgili bir film yapmak isteyenler, Ermenistan ve Türkiye’de kurulacak ortak bir ekiple çalışmak isteyenler atölye çalışmasına başvurabilecekler. www.anadolukultur.org adresinden indirilip doldurulan başvuru formu, 22 Mart Pazartesi mesai bitimine kadar Sibil Çekmen’e (sibilcekmen@anadolukultur.org) iletilebilir.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü logoya haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ermenistan – Türkiye Sinema Platformu’ndan Çağrı: Birlikte Film Yapıyoruz yazısına devam et
  • Köprüdekiler’in Yeni Afişi Hazırlandı

    Aslı Özge’nin yönettiği ve Fikret Portakal, Murat Tokgöz, Umut İlker ile Cemile İlker’in oynadığı Köprüdekiler’in yeni afişi hazırlandı.
    19 Mart 2010′da Özen Film tarafından vizyona çıkarılacak olan filmin konusu şöyle: Fikret, Boğaz Köprüsü’nde gizlice gül satarak hayatını kazanır. Umut, Taksim-Bostancı hattında işleyen bir dolmuşta şoför olarak çalışmaktadır. Kayseri’den Boğaz Köprüsü’ne trafik polisi olarak atanmış olan Murat ise kendini yalnız hisseder. Şehrin varoşlarında yaşayan, Fikret, Umut ve Murat’ın hayalleri, birbirlerinden habersiz, her gün milyonlarca İstanbulluyla kesişir.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Köprüdekiler’in Yeni Afişi Hazırlandı yazısına devam et
  • 4. Uluslararası 2. El Kısa Film Festivali Sona Erdi

    Bu sene 27 Şubat – 07 Mart 2010 tarihleri arasında, dördüncüsü düzenlen Uluslararası 2. El Kısa Film Festivali sona erdi. “Ön elemede elenmiş film, KÖTÜ film değildir!” diyen festival, gönderilen her filmin seyirciyle buluşmasını sağladı. Bu yıl ilk kez Uluslararası düzenlenen festivalde Övgüye Değer Film Ödülünü Hamam adlı filmiyle Tunç Şahin kazandı. Festival birincilik ödülünü verdiği filmin yönetmenini Uluslararası Brüksel Fantastik Film Festivali’ne (BIFFFF) yolluyor. Digital Film Academy tarafından 5.000 TL tutarında 4 aylık eğitim imkânı sağlayan Jüri Özel Ödülü ise Pilar Palomero’nun Nino Balkon adlı filmine verildi.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.