Zindan Adası (Shutter Island)
Yönetmen: Martin Scorsese
Eser: Dennis Lehane
Senaryo: Laeta Kalogridis
Kurgu: Thelma Shoonmaker
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Teddy), Mark Ruffalo (Chuck), Ben Kingsley (Dr. Cawley), Michelle Williams (Dolores), Max von Sydow (Dr. Naehring) Emily Mortimer (Rachel 1), Patricia Clarkson (Rachel 2), Jackie Earle Haley (Noyce), Elias Koteas (Leaddis)
Yapım: Paramount (2010)
Sinemanın önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese’nin “Zindan Adası”, tam bir psikolojik gerilim filmi. Bu film, Berlinale’de “Altın Ayı” için de yarışmıştı.
Yazar Dennis Lehane’in romanından uyarlanan “Shutter Island – Zindan Adası”nın hikâyesi 1954 yılında geçiyor. US Marshall dedektifleri Teddy ve yeni ortağı Chuck, Boston açıklarında Zindan Adası diye adlandırılan bir ada hapishanesine doğru gemiyle yolculuk yapıyorlar. Ada hapishanesinden çocuklarını vahşice öldürmüş Rachel adlı bir katil kadın kaçmış. Fırtınalı havada deniz Teddy’yi tutuyor. Adadaki hapishanede akıl hastası suçlular kalıyor. Scorsese, her şeyi hemen göstermiyor. Her şey yavaş yavaş yansıyor perdeye. Yönetmen, anlatımını Teddy’nin zihinsel algılamaları üzerinden yansıtıyor. Teddy ne anlıyorsa seyirci de onu anlıyor. Filmin ikinci yarısından sonra her şey yavaş yavaş anlamlaşmaya başlıyor. Teddy, Dr. Naehring’i ziyaret ederken pikapta geç romantizm ve erken modernizm bestecilerinden Gustav Mahler’in (1860-1911) müziği çalıyor. Bu müzik onu savaştaki Yahudi esir kampına götürür. Yaralı bir Nazi subayı da aynı müziği dinliyor. Dışarıda karlar altında donmuş Yahudi ölüleri. Teddy’nin zihnini kuşatan bir şey daha var, o da karısı Dolores’in ölümü. Teddy, karısını evde yakarak öldüren Leaddis’in de bu adada olduğunu düşünüyor. Leaddis’i ararken, McCarthy’nin “cadı kazanı”na düşmüş sanatçı George Noyce’u da buluyor hücrelerin birinde. Noyce’u Teddy tutuklamış zamanında. Görülen her şey, Teddy’nin zihninin bir oyunu mu, yoksa geçmişte yaşanmış şeyler mi? Yoksa vicdan arınması mı? Filmin derinliğinde, öncelikle ikinci yarıda yönetmen bazı şeyleri anlamlaştırıyor perdede. Az da olsa final yine de bulanık ve açık uçlu. Bu film de bulanık ve sürekli zihniniz karışıyor. Bir şeyi anlamlaştırmaya başladığınızı sandığınızda bile zihniniz size oyun oynuyor ve finale kadar çoğu şeyi yerli yerine koyamıyorsunuz bu psikolojik-gerilim filminde. Bu gerçeküstü filmde renk tonları da Teddy’nin ruh haliyle buluşuyor. Adadaki anlar koyu renk tonlarıyla yansıyor. Teddy’nin eşini hatıladığı anlarda renk tonları açılmaya başlıyor. Nazi katliamında renkler daha açık kullanılmış.
Hitchcock ruhu…
Bu film, gerçekten Hitchcock ustanın ruhunu perdede yaşatıyor. Hatta fonda duyulan bazı müziklerle bile. Dipte duyulan gerilimli müzikler zaman zaman insanın kafasının içinde patlayacakmış gibi oluyor. Filmin görselliği de gerçekten çarpıcı. Öncelikle iç mekânlarda. Ama, adanın derinlikli uçurumları da çarpıcı ve Teddy’nin metaforik anlamda uçurumun kenarında olduğunu hissettiriyor sanki. Evet, bu filmde Hitchcock ruhu var. Hitchcock’un zihinsel anlamda bulanık filmlerini düşünün. Hitchcock’un 1945 yapımı “Spellbound – Öldüren Hatıralar” ve 1958 yapımı “Vertigo – Ölüm Korkusu” hemen akla geliyor. Bu iki film de zihinsel bulanıklık üzerine Hitchcock’un seyircinin zihniyle oynayan muhteşem filmlerdi. Martin Scorsese, gerçekten sinemanın yaşayan büyük yönetmenlerinden. Scorsese, 1942’de New York – Queens’te doğdu. Çocukluğu astım hastalığıyla geçti. Annesine tutkundu. Filmlerinde, annesi gibi sıcak kalpli kadınları arıyor sanki Scorsese. Mağaradaki ikinci Rachel anne gibi sıcaktı. Bu andan sonra da her şey anlamlaşmaya başlıyor. Filmlerindeki tüm iyi kadınlar annesi gibi sanki Scorsese’nin. Nevrotik ruh halindeki filmlerinde karakterleri çoğunlukla takıntılı / saplantılı bir de. Ayrıca o, Woody Allen gibi bir New York tutkunu. Bir şehre tutkun olmayan yönetmenlere aşina değiliz.
(11 Mart 2010)
Ali Erden
[email protected]