Avatar
Yönetmen-Senaryo: James Cameron
Müzik: James Horner
Kurgu: James Cameron-John Refoua-Stephen E. Rivkin
Görüntü: Mauro Fiore
Oyuncular: Sam Worthington (Jake), Sigourney Weaver (Dr. Grace), Stephen Lang (Albay Miles)
Yapım: Fox (2009)
Mükemmeliyetçi yönetmenlerden James Cameron, “Avatar” bilimkurgu filmi için yıllarca uğraştı ve sonunda üç boyutlu olarak beyazperdeye yansıttı. Bu film Akademi’den hak ettiğini alamadı, sadece görüntü. sanat yönetimi ve özel efekt ödüllerini kazanabildi.
Mükemmelliyetçi yönetmen James Cameron’ın dünyada bir fenomene dönüşen ve şu ana kadar sinema tarihinin de en pahalı filmi olan “Avatar”, görselliği ve içeriğiyle gerçekten etkileyici. Üç boyutlu (3D) görüntüler muhteşem ötesi bir şey. Sanki o mekânların, atmosferin içindeymiş hissi yaşatıyor insana “Avatar” filmi. Ayrıca bu film, sinemanın da ulaştığı teknolojik olarak son nokta. Belki de hiçbir şey, gerçekten eskisi gibi olmayacak. Aslında, 1977’de George Lucas’ın bir mite dönüşen “Star Wars – Yıldız Savaşları” bilimkurgusundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Teknoloji ve bilgisayar her şeyi kuşattı, konvansiyonel olan yavaş yavaş silinmeye başlandı. Günümüzde dijital kamerayla çekilen filmler çoğalıyor ve negatif filmler yavaş yavaş hayatımızdan çıkmaya başlıyor. İşte “Avatar”, üst noktalara ulaştırdığı teknolojisiyle sinemayı uzayın derin yollarına savuruyor.
Barışçı mavi insanlar…
“Avatar”, Hinduizm inancına göre “gökyüzünden yeryüzüne Tanrı” anlamına geliyor. Cameron, bu filminde metaforik olarak ABD’nin saldırgan ve yok edici politikalarına sert eleştiriler getiriyor. “Avatar”da emperyalist ve militarist güç, mavi insanların gezegenini değerli bir maden için işgâl ediyor. Ama hiçbir şey plândıkları gibi gitmiyor ve batağa saplanıyorlar. Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora gezegeninde geçiyor. Aslında gerçeklikle sanal gerçekliğin iç içe geçtiği bir dünyayı yansıtıyor yönetmen. Sanal gerçeklik dediğiniz şey gerçeklik olabiliyor. Süper güç, “Avatar Projesi” denilen bir çalışma başlatıyor. Sanal gerçeklikten başka bir boyuttaki gerçekliğe geçiş projesi bu. Pandora gezegeninde devasa ağaçlarda yaşayan mavi insanların topraklarının altındaki çok değerli madenleri ele geçirmek istiyor süper güç devlet. Bu proje için bilim insanlarını bile kullanıyor bu süper güç. Mavi insanları tanımak için, savaşta yaralanmış ve şimdi tekerlekli sandalyeye mahkûm er Jake Sully ve bilim insanları sanal gerçeklik yoluyla mavi insanların içine yollanıyor. Dış görüntüleri de tıpkı mavi insanlar gibi bunların da. Sonra Jake, tek başına mavi insanların arasına katılıyor onları tanımak için. Kabile gibi yaşayan mavi Na’vi halkı barışçı. Kendilerine saldırı olmadıkça da silâhlarına da sarılmıyor. Silâhları da mızrak ve kalkan sadece. Boyları da üç metre kadar. Bu dünyada kuşlar da helikopterler gibi Na’vi halkına hizmet ediyorlar. Jake, Na’vi prensesi Neytiri’yle karşılaşıyor ve sonra da aralarında doğal olarak aşk da doğuyor. Kendisine benzeyen Jake’in insan olduğunu biliyor Neytiri ve Na’vi halkı. Başlarda zorlansalar da aralarına alıyorlar Jake’i. Neytiri, Jake’e Na’vi halkından biri olması için eğitim de veriyor. Sonra da ona güvenip onunla oluyor. Sonunda süper güç saldırıyor ve trajedi çöküyor bu mutlu halkın üzerine. Gerçekten görsel ve teknolojik olarak bu film üzerine söz söylemek anlamsızlaşıyor. Her şey muhteşem. Görsel dünyanın sınırsız uzayın karanlığında nereye gittiğini seyrediyosunuz perdede. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişteki gibi çelişkili duygular içerisinde buluyor insan kendini. Sesli sinemaya geçilirken sinemanın bittiğini ve anlamsızlaştığını söyleyenler olmuştu 1920’lerde. Bu da aynı mı? Artık görsellikte sınır olmadığını anlıyorsunuz.
(09 Mart 2010)
Ali Erden