“Cennetimden Bakarken”de, sade biçimde anlatılan seri katil hikâyesi polisiyenin ‘katı gerçekliğini’ ve bu cani marifetiyle ortadan kaybolan kızın tinsel yolcuğundaki duraktan tüm olanları görmesi de ‘olabilir gerçeği’ (şimdilik fantastik) ifade ediyor. Yani sert gerçekle olası gerçekliği örtüştüren olağanüstü bir yolculuk. Hüzün, nefret, umudun iç içe geçtiği, affetme ve sevginin ağır bastığı, yüreğinize ağır geldiği ölçüde pırıl pırıl güzelliğiyle ölümün bir başlangıç olduğuna inancınızı güçlendirecek, önemli bir deneyim.
“Eyyvah Eyvah”, iddiasız, tamı tamına bizden / ‘içimizden’ , vaat ettiği komediyi hakkıyla sunan bir neşe… Hiç görmediği ve öldü bildiği babasının İstanbul’da olduğunu öğrenir öğrenmez bu cengele onu aramaya gelen Çanakkaleli klarnetçi, ‘uyanık-saf’ delikanlıda Ata Demirer (senaryoyu da yazmış) ile eğitimsiz, ‘yüreği altın’, gece hayatının zorluklarına karşı abartılı duruş sergileyen, tipik cafcaflı şarkıcı Firuzan’ı oynayan Demet Akbağ, filmin iki kozu! Doğru kozlar tabii. Ritimde de aksaklık olmayınca, üzerinde fazlaca düşünmeyeceğiniz ve bol bol güleceğiniz; iri lâflar etmeye, aralara başka meseleleri sokuşturmaya çalışmadan seyircisine keyif veren bir film gerçekleştirilmiş (bazı kusurları hiç dert değil). Ve inanın, bir yığın ‘büyük’ ama içi kof filmden çok daha değerli… Çünkü bir şeyler ‘yedirmeye’, karşısındakini yönlendirmeye çalışmıyor, çünkü samimi. Yönetmen Hakan Algül başta, her emekçisine kocaman bir bravo (ben bu Firuzan’a bayıldım ya)!
“Nine” müzikali, düşlerle gerçeğin sınırının belirsizleştiği Fellini filmi “8 ½”un sonsuza dek açtığı alanda son sürüm. 1) Dokuzuncu filminde tamamen ‘tıkanan’ ve yaratım kapılarını yeniden açabilme gücüne kavuşmaya çalışırken yaşamına giren kadınlarla, geçmişte ve bugünde, yalanları ve “ahlâksızlığı” üzerinden yüzleşen İtalyan yönetmenin dramatik hikâyesi. 2) “İtalyan olmak” üzerine neşeli ve duygusal bir yolculuk. 3) ‘Maestro’nun sanatla ilişkisinde ‘Oedipus kompleksi’nden ‘karısını aldatmanın dayanılamaz baskısı’na, korkularının, kaygılarının, ıstıraplarının kaynaklarına dair bir sondaj. 4) Müziğin dans denilen yüksek estetikle birleşip, izleyenleri coşkulara sürüklediği bir işitsel – görsel şölen. 5) Kadına dair bir inceleme aynı zamanda: Anne olmak; eş, metres, fahişe, dost, âşık, fettan kadın olmak üzerine… 6) Bir oyuncular geçidi: Yedi kadın oyuncunun beşi Oscar kazanmış, biri aday olmuş. Daniel Day-Lewis ise çift Oscar ödüllü! 7) Yönetmen Rob Marshall’ın koreografiden gelen gücünü kullanırken, her bir oyuncunun karakterine de birer öykü yükleme başarısı gösterdiği, dengeleri tam bir çalışma. 8)İnsanın karmaşık doğasının dörtnala koşmaya hazırlanırken önüne çıkan engellerle (din kurumu meselâ) çetin mücadelesine dair, çok güncel bir tartışma. 9) Sinemanın diğer sanatları, yeni bir dinamizm ve yorumla bünyesinde nasıl birleştirebildiğinin değerli bir örneği.
“Veda”, bir Türk vatandaşı olan bana, eğitim gördüğüm süreç içinde öğretilenlerden ve sonra belgesellerle dağarcığıma eklediklerimden öte, farklı bir bakış açısından, sinemasal lezzette, duygularımı çalkantılı hale getirecek ve ruhumda etkili olacak hiçbir şey anlatmadı… Zerre de zevk vermedi. Bu kez anlatıcı rolünde, O’nun en yakın arkadaşı Salih Bozok: Ve yine sıkıcı kronolojik satır başlarıyla, dramatize bir klişeler geçidi… Klişeler… Ve klişeler… Ve klişeler… Ölümünden dakikalar sonra intihara teşebbüs edebilecek denli O’nu seven Bozok’la ilişkisinin derinliğine, bırakın inmeyi, bakmayı bile denemeyen bir film. Oyuncular genel olarak basmakalıplıktan nasibini almışlar; bazıları oldukça kötü zaten. Eğer, görüntü, kostüm ve makyaj, bir filmin başarısı için yeterli olsaydı, ortalık iyi filmden geçilmezdi. Dolayısıyla “Veda”yı allayıp pullamaya gerek yok! Bu filmi o görkemli müziğiniz de kurtaramaz Bay Livaneli. Olmamış. Kötü! Yazık ki, genç kuşakların ‘ölümlü bir insan’ olarak tanıyıp sevmesinin çok daha kolay olduğu bu önemli ve değerli devlet adamını, bağımsızlık savaşçısı devrimciyi, bu film, yine, bir kez daha, kutsama sözcükleriyle tanımlıyor. Atatürk ve mirasının sinemadaki en büyük talihsizliği, bu ülkenin bir Clint Eastwood yetiştirememesi. Bakınız, zamanı olanlar hem “Veda”yı, hem de “Yenilmez”i izlesin. “Yenilmez”e gidenler, devlet başkanlığının ilk yıllarında sporun birleştirici gücünü kullanmasının hikâyesi ile Nelson Mandela’nın siyasi kişiliği, fikirleri ve liderliğine dair nasıl doyurucu / çarpıcı bir büyük filme ulaşıldığını, yönetim ustalığını, oyuncuların gücünü, özetle zeki bir filmi görecekler. Kıyaslayın lütfen.
“Yenilmez”, 27 yıl hapis yaşamından sonra 1990’da koşulsuz serbest bırakılan, 94’te devlet başkanı seçilen Nelson Mandela’nın, süregelen ırkçılığın bu kez beyazlara karşı uygulanmaması ve tüm ulusun aynı amaç için çarpan tek yürek olabilmesi için, sporun birleştirici gücünü kullanması temelinde, ‘95 Dünya Ragbi Şampiyonası’nı konu ediniyor. Kabile adı Madiba olan, 1918 doğumlu bu ileri görüşlü zeki adam, çevresindekilere, giderek yaygınlaşan biçimde ‘bağışlama’nın yüceliğini ve rahatlatıcı etkisini gösterirken, kötü durumdaki takımın ‘bembeyaz’ kaptanı Francois Pienaar’ı motive etmeyi de ihmal etmiyor. Böylece, filmin gerçek öyküsünün dramatik yapısı, bir ‘spor filmi’nin vaat ettikleriyle birleşerek, Güney Afrika’da yapılan şampiyonanın heyecanını ve dinamikliğini perdeye taşımış bulunuyor. Hem Morgan Freeman, hem de Matt Damon’ın Oscar adaylıkları doğal. Aynen, gerçek yerlerde çekilen böyle kalabalık kadrolu, yoğun harekete sahip, güç bir filmi 79 yaşında yöneten adamın adının Clint Eastwood olması gibi. Her yıl bir film çekip tümünde başarılı olmak, yönetmenin adı farklı olsaydı şaşırtıcı olurdu da, Eastwood olunca doğal oluyor. Tabii öyle ekipleri var ki, onun ne zaman, neleri, neden istediğini gayet doğru anlayıp uyguluyorlar, başarı da tam oluyor.
(23 Şubat 2010)
Ali Ulvi Uyanık
[email protected]